MAKALELER TÜRK - AMERİKAN İLİŞKİLERİNDE ERMENİ DİASPORASININ ROLÜ Kemal Çiçek* Bu tebliğimizde Ermeni diasporasının Türk-Amerikan ilişkilerinde etkisini ve Emeni sorununa katkısını birkaç örnek olaydan yola çıkarak değerlendirmeye çalışacağız. Ermeni Sorunun Türkiye için bir dış tehdit haline gelmesi ve uluslar arası ilişkilerimiz olumsuz olarak etkilemesi 19. yüzyılın sonlarından başlamaktadır. Bu sürecin başlamasında kuşkusuz Türkiye’den Amerika’ya göç eden Ermenilerin rolü bugüne

Bu konu 8714 kez görüntülendi 30 yorum aldı ...
Makaleler 8714 Reviews

    Konuyu değerlendir: Makaleler

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 8714 kez incelendi.

Sayfa 1 Toplam 4 Sayfadan 123 ... Sonuncu

Konu: Makaleler

  1. #1
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Makaleler

    MAKALELER


    TÜRK - AMERİKAN İLİŞKİLERİNDE ERMENİ DİASPORASININ ROLÜ

    Kemal Çiçek*

    Bu tebliğimizde Ermeni diasporasının Türk-Amerikan ilişkilerinde etkisini ve Emeni sorununa katkısını birkaç örnek olaydan yola çıkarak değerlendirmeye çalışacağız. Ermeni Sorunun Türkiye için bir dış tehdit haline gelmesi ve uluslar arası ilişkilerimiz olumsuz olarak etkilemesi 19. yüzyılın sonlarından başlamaktadır. Bu sürecin başlamasında kuşkusuz Türkiye’den Amerika’ya göç eden Ermenilerin rolü bugüne Türkiye’de çok üzerinde durulmasam da büyük olmuştur. Çünkü henüz 1880 yıllarda sayıları 2000 civarında olmalarına rağmen diaspora Ermenileri Amerika Birleşik Devletlerinde örgütlenmeye, dernekleşmeye ve Türkiye aleyhine yoğun bir kulise başlamışlardır.(1) Hınçak ve Taşnak gibi gizli örgütlerinde bilindiği gibi Amerika’da şubeleri kurulmuştur.(2) Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki ilk isyancı Ermeniler de bunlar arasından çıkmıştır. Dolaysıyla Türkiye’nin dış güvenliğine yönelik faaliyetleri tartıştığımız bu sempozyum da, bu konunun tartışılması uygun olacaktır.

    Bir tebliğin dar sınırları içerisinde Ermeni diasporasının Türkiye’nin dış dünya ile ilişkilerini bozmaya yönelik faaliyetlerini inceleyecek değiliz. Bu nedenle burada özellikle Ermeni diasporasının en etkili olduğu yerlerden olan ABD’de Türkiye aleyhindeki faaliyetleri ve bunların Amerika ile ilişkilerimiz üzerine etkilerini ele almaya çalışacağız. Dönem olarak da kısıtlama yapmak mecburiyeti vardır ve biz 1880-1930 yılları arasındaki gelişmelerle yetineceğiz. Aslında o dönemde Osmanlı ile başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti ile devam eden sorunlar, günümüze de ışık tutmaktadır, çünkü diaspora Ermenilerinin Osmanlı hükümetinin önüne koyduğu problemler egemenliğinin kullanımı ile ilişkilidir. Avrupa Birliğine katılmaya çalıştığımız bu dönemde de insan hakları ve evrensel hukuk kurallarının iç hukuku üstün tutulması gerekliği konusundaki baskılar büyük ölçüde geçmişte yaşanan tecrübelerle örtüşmektedir. Bu yüzden Osmanlı hükümetlerinin diaspora Ermenilerinin tutumlarından ve kapitülasyonlar çerçevesinde değerlendirilen eylemleri bugünü anlamak için de iyi izlenmelidir.

    Bilindiği gibi, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ama özellikle 1900 yıllarda ABD’ye Ermeni göçü artırmış, resmi girişlere göre sadece 1899-1914arasında giriş yapanların sayısı 51,950’ye ulaşmıştır.(3) Bu göçlerle beraber Türk-Amerikan ilişkileri de yoğunlaşmıştır. Türkiye’den göç edenler ve çoğunluğu Ermeni olan bu insanlar, Türkiye’den tamamen kopmamışlardır, geçimlerini sağladıktan sonra geride kalan birikimlerini memleketlerindeki yakınlarına aktarmayı sorumluluk addetmişlerdir.

    Sayıları gittikçe artan ve örgütlenen Ermeniler ile Amerika arasında bir köprü kurulmasına yol açmışlardır. Yaşadıkları yerlerde Türkiye ve Türkiye’deki sorunlara ilgisini kaybetmeyen diaspora Ermenileri, özellikle 1880-1890’lı yıllarda Osmanlı devletine karşı bağımsızlık savaşı veren akrabalarıyla dirsek temasında kalmışlardır. Hatta isyanların başlamasıyla birlikte Türkiye’deki örgütlenmeyi ve direnişi her şekilde desteklemişlerdir. Kısa zaman sonra da diaspora Ermenilerinin önderliğinde ve güdümündeki eylemler üzerinden Osmanlı hükümeti ile Ermeniler ve tabii ki Amerika Birleşik Devletleri karşı karşıya gelmişlerdir.(4) Çünkü göç eden ve ABD’de milliyetçi derneklerde faaliyetlere başlayan Ermeniler sık sık Türkiye’ye gelerek ( ya da gönderilerek ) eylemlere karışmışlar, hatta Osmanlı elebaşlığını yapmışlardır.(5)

    Bu Durum Osmanlı yöneticilerinin dikkatlerinden kaçmamıştır. Soruna çözüm bulmak ve diaspora Ermenilerini eylemlerden alıkoymak için bazı önlemler alınması yoluna gidilmiştir. Öncelikle diaspora Ermenilerinin Türkiye’ye girişi önlemeye çalışılmış, Ermenilerin çıkışı, çıkarsa girişi yasaklanmıştır. İşte bu politika ya da iç güvenlik önlemi Türkiye ile ABD’yi tabiiyet sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır.(6) Zira Türkiye’den ABD’ye göç eden Ermeniler, burada kolaylıkla vatandaşlık hakkı alıyor ve Türkiye’ye dönüyorlardı. Türkiye’de ise genellikle Osmanlı tebaasından kaynaklanan haklarını kaybetmemek için bunu gizliyor ta bir suç işleyinceye kadar ortaya çıkarmıyorlardı. Bu öyle ara sıra görülen nadir bir durumda değildi. Tahminlere göre 70,000 civarında Amerikan vatandaşlığına geçen Osmanlı Ermenisi 1900-1914 yılları arasında Türkiye’ye giriş yapmıştı.(7)

    1830 tarihli Osmanlı ABD antlaşmasının 4. maddesine göre-ki bu kapitülasyonlardan Amerika’yı da yararlandıran bir antlaşmadır. Amerikan vatandaşlığına geçen bir Ermeni Türkiye’ye döndüğünde Amerikanın himayesinde (protege) konumunda oluyordu. Yani Osmanlı kanunlarından muaf oluyordu. En azından ABD’nin antlaşmasının ilgili maddesini yorumu bu şekildeydi. Çünkü antlaşma metninin Türkçe orijinali ve İngilizce tercümesi arasında önemli farklar bulunmaktaydı. Bundan dolayı Osmanlı Devleti maddeyi yorumu çok farklıydı. Buna göre, göç eden, Ermeni döndüğünde hala Osmanlı Devletinin maddeyi yorumu çok farklıydı. Buna göre, göç eden Ermeni döndüğünde hala Osmanlı vatandaşı statüsündeydi ve mali, idari, hukuki uygulamalara tabiiydi. Antlaşmanın 4. maddesi ticari davaların işleyişini belirliyordu. Osmanlı Devletinin bu yorumu muhtelif kanun ve mevzuat hükümlerine dayandırılıyordu ama bu hükümlerin hiçbirisi ABD ile bir mutabakat şeklinde ele alınmadığından Amerika tarafından tanınmıyordu.(8)

    Bu hukuki anlaşmazlık doğrusu Ermeniler tarafından çok iyi kullanılıyordu. Amerika da Amerikan vatandaşı, Türkiye’de tebaa gibi yaşıyor, ancak hukukla başları belaya girdiğinde protege statüsünde olduklarını iddia ediyorlardı. Hatta Amerikan vatandaşı olmayan Ermeniler bile protege belgesi alabiliyorlardı. Osmanlı Devleti adeta isyan başlatan, cinayet işleyen, suikasta katılan Ermenileri yargı önüne çıkartamaz olmuştu. Bu duruma son bir son vermek için 1860 yılında Osmanlı Devleti bütün himaye sahiplerinin 3 ay içerisinde ülkeyi terk etmelerini, bunu uymayanların Osmanlı tebaası olarak görüleceğini ilan etti. Bu yeni kanun hükmüne göre başka bir ülkenin vatandaşlığına giren bir Osmanlı tebaası hukukuna tabii olmaktan kurtulmuyordu. Böylece Osmanlı Devleti protege hakkının beslediği bataklığı kurutmayı ümit ediyordu. Halbuki, Osmanlı gayrimüslimleri aleyhlerine olan bu durumdan kurtulmak için başka ülkenin vatandaşlığına geçtiler ve kapitülasyonlardan yararlanarak Osmanlı topraklarında yaşamlarını sürdürdüler. Bu yöntem o kadar yaygınlaştı ki, kısa zaman “ülkedeki başka ülkelerin vatandaşları” “gerçek yabancıları” geçti.(9) Buna karşı 1869 yılında Osmanlı Devleti irade-i seniye olmadan başka ülkede vatandaşlığa geçmeyi yasakladı. İzin almadan vatandaşlıktan çıkanların ülkeye girdikleri zaman Osmanlı vatandaşı olarak muamele göreceklerini açıkladı.(10)

    Bu durum Osmanlı Ermenilerinin en çok vatandaşlığa geçtikleri ülke olan ABD-Türkiye arasında hukuk anlayışından kaynaklanan sorunlara yol açtı. Çünkü ABD hukuku jus soli, Osmanlı hukuku ise juis sanguinin prensibine dayalı bir yoruma olanak veriyordu. Üstelik Osmanlı Ermenilerinin büyük bir kısmı ABD’ye vergiden harçtan, suçlardan veya askeri yükümlülüklerden kaçmak için geçiyordu. Aslında göç etmek isteyenlere 1890’li yılların sonlarında kadar her türlü kolaylığı sağlayan Osmanlı Devleti, bu tarihten sonra diasporanın yarattığı sorunlar yüzünden çıkışları izne bağladı. Özellikle daha önce suç işlemiş olanların çıkışına engel olamaya çalıştı. Bir süre sonra Ermeniler kaçak yollardan Amerika’ya göç etmeye başladılar ve irade talep etmediler. Böylece göç etseler bile Osmanlı hukukuna göre Osmanlı tebaasıydılar. Bu durumda bütün yükümlülükleri devam ediyordu. Halbuki Osmanlı Ermenileri aslında bu yükümlülüklerden kaçmak için göç ediyorlardı ve üstelikte iradeye gerek duymadan ABD vatandaşlığına geçebiliyorlardı. Çünkü bu uygulama ABD ile bir mutabakat sonucu başlatılmadığı için Amerikan kanunlarına göre geçersizdi. Dolaysıyla ABD pasaport dağıtmaya devam etti. Kolay vatandaşlık ve güçlü bir ülkeyi aralarına almak Ermenileri adeta celp ediyordu. İşte bu Ermeniler Osmanlı topraklarına döndüklerine iki ülkeyi karşı karşıya getiriyorlardı. Bir kısmı Taşnak, Hınçak veya adi suçlu olan bazı Ermeniler suç işlediklerinde gizledikleri ABD pasaportlarını gösteriyor ve konsolosların himayesini talep ediyorlardı. Osmanlı Devleti göre bunlar Osmanlı Tebaası, Amerika’ya göre Amerikan vatandaşı idiler. Amerika onları korumak, Osmanlı geri döndüklerinde yükümlülüklerini hatırlatmak istiyordu. Üstelik Ermeniler Amerika kanunlarına göre yakınlarını da ABD vatandaşlık haklarından yararlandırmak istiyorlardı.(11)

    Bazı Ermeniler sırf vatandaş olma için özellikle de örgüt mensupları ABD’ye gidiyordu. Misyonerler de Osmanlı Ermenilerinin Amerikan vatandaşlığına geçmelerine destek oluyorlardı. Çünkü, misyonerlerin sadece eğitim vermek yada Ermenileri kendi mezheplerine geçmeye ikna etmek gibi bir misyonla değil, aynı zamanda “Hıristiyanları Türk yönetiminden kurtaracak kahramanlar” da yetiştiriyordu. Bu niyetlerini gizli ve açık olarak defalarca yazdıkları raporlarda dile getirdikleri biliniyordu. Ancak teslim etmek gerekir ki, Amerikan hükümeti misyonerlerin bu politikasını açıkça desteklemiyor, hatta Ermenilerin artan oranlarda vatandaşlık elde etmesinden duyduğu rahatsızlığını ifade etmekten kaçınmıyordu.(12) Zira, müfettişlerin yaptıkları soruşturmalar ortaya koymaktaydı ki, yakayı ele veren Ermenilerin büyük bir çoğunluğu ABD’ye dönme niyetinde değildi. Gerçekte bunlar Amerikan vatandaşlığını sadece araç olarak kullanıyorlardı. Pek çoğu Türkiye’de harçsız, vergisiz mülk sahibi olabilmek için Amerikan pasaportu alıyordu. Bazıları sırf tüccarlık gayesiyle, ama en tehlikelisi bazıları anarşist olarak işledikleri suçlardan kaçmak için Amerikan vatandaşı oluyordu. Durum çetin bir hal aldı. Öyle ki daha 1893 yılında başkan Başkan Cleveland yaptığı yıllık konuşmasında Osmanlı hükümetinin bu tip Ermeni vatandaşlarından şikayetini haklı bulduğunu söyledi. Çünkü o sıralarda New York’ta yayınlanan bazı Ermeni gazetelerinde açıkça Osmanlı Ermenilerini silahlı mücadeleye çağıran bildiriler yayınlıyordu. İşin ilginç yanı Amerika ile Osmanlı Devletinin 1830 antlaşmasının ilgili maddesinin farklı yorumlarından kaynaklanan duruma çağıran bildiriler yayınlıyordu. İşin ilginç yanı Amerika ile Osmanlı Devletinin suç işleyenleri mahkeme etme hakkını da saygı duyduğunu ilan ediyordu. Bu açıklama Ermenileri tedirgin etti ve yoğun bir propaganda faaliyetine girmelerine sebebiyet verdi. 1892 yılında Osmanlı hükümeti ABD elçisini 18 Ocak 1869 yılında çıkarılan Osmanlı Vatandaşlık Kanunu kabul etmeye çağırdı.(13) Bu kanunun beşinci maddesi daha önce de ifade ettiğimiz gibi, hiçbir Osmanlı vatandaşının, izinsiz başka bir ülkenin vatandaşlığına geçemeyeceğini hükme bağlıyordu. Orta-elçi Hirsch ise vatandaşlığa sahip olanları himaye etmeyi sürdüreceğini bildirdi.(14) 1898 yılında bir kez daha taraflar karşı karlıya geldiler. ABD, Osmanlı otoritelerinden izin almadan vatandaşlığa geçmenin kendileri açısından bir sakıncası olmadığını iddia etti. Hatırlatalım ki, İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya, Almanya, Rusya başta olmak üzere dönemin büyük Avrupa güçleri Osmanlı devletinin 1869 tarihli kanunu tanımışlar ve ona göre hareket etmekteydiler. Yani, Ermenilere Türkiye’de suç işledikleri takdirde himaye edilmeyeceklerini bildirdi. Bu ülkelerden Fransa, Hollanda, Belçika irade-i seniye olamadan vatandaşlık başvurusu yapanların taleplerini reddettiler. Dolaysıyla hukuksal ikilem ABD ile Türkiye arasında sorun olmaya devam etti. 1892 yılında Osmanlı hükümeti yeni bir karar aldı ve isteyenlerin bir daha geri dönmemek kaydıyla ülkeden ayrılabileceğini ve başka ülkelerin vatandaşlığına geçebileceğini bildirdi. Halbuki bu yanlış bir karardı, çünkü daha öncede belirttiğimiz gibi ABD ile pürüz çözülmemişti. Nitekim pek çok Osmanlı Ermenisi bu şartla ülkeden ayrıldı, ama pasaportla gizli ve açık yollardan geri döndü. ABD hükümeti, Osmanlı hükümetinin şartını hiçbir zaman tanımadığı için himaye siyasetini sürdürdü. Örneğin J.J. Arakelyan, 1892 yılında alınan karardan yararlanarak ABD’ye gitmiş ve aldığı vatandaşlıkla Türkiye’ye dönmüştü. Osmanlı kanunlarına göre geri döndüğü için hala Osmanlı tebaası idi. Bu yüzden Amerika bulunduğu sırada ödemediği vergiler kendisine tahakkuk ettirildi. Amerika’nın himaye etmesine ve ısrarla verginin adaletsiz olduğunu yetkililere bildirmesine rağmen vergi tahsil edildi.(15)

    Daha da önemlisi terörist Ermenilerdi. Örneğin Guedjian Ocak 1895 tarihinde Halep’te bir Hınçak mensubu olarak son derece gizli belgelerle ve örgüt dokümanlarıyla ele geçirmişti. Mahkeme kendisine 101 yıl ceza verdi. ABD konsolosuna başvuran Guedjian kendisinin Amerikan vatandaşı olduğunu iddia ederek himaye talep etti. Halep Valisi(16) himayeye izin vermeyince konu merkeze intikal ettirildi ve sonuçta İstanbul’da konsolos huzurunda yargılanması kabul edildi.(17) Bu tür durumların iki ülke ilişkilerini kötü etkilemesi üzerine taraflara 1874 yılında aralarında yapılan görüşmeler sonunda kabul edilen fakat senatonun onaylamadığı madde üzerinde görüşmelere tekrar başladılar. Ancak 1899 yılında yapılan görüşmelerde bizzat II. Abdülhamit “Ermenilere himaye sağlayacak bir maddeyi asla onaylamayacağını” elçi Straus’a bildirince bir sonuç alınamadı.(18) 1900 yılında Amerika, Ermenilere ABD vatandaşlığı ile Türkiye’de himaye görmekte sorunlar yaşayabileceklerini bildirdi ve bunu pasaportlarına eklediği bir duyuru ile bildirmek zorunda kaldı. 1907 yılında Ermenilere Türkiye’ye döndükleri ve 2 yıldan fazla kaldıkları takdirde vatandaş olarak korunmaya sahip olamayacaklarını duyurdu. Eğer ilgili kişiler eskiden Türk tebaası statüsünde idiyse, bu süreni 5 yıl olduğu bildirildi. Bu uygulama diaspora Ermenilerinin tepkilerine ve protesto eylemlerine yol açtı. Ama ABD-Türkiye ile ilişkilerine önemli bir tehdit olan bir uygulamaya da son vermiş oldu.(19) Bu vatandaşlık ve himaye sorunu 1923 yılında Lozan Barış görüşmeleri sırasında da Türk-Amerikan heyetleri arasında görüşüldü ama bir sonuç alınamadı. Türk tarafının kapitülasyonları kaldırma konusundaki ısrarı Amerika’nın istediği tarzda bir uzlaşmaya olanak vermiyordu. Ama iki ülke arasında Lozan’da yapılan dostluk ve ticaret antlaşmasının imzalanmasına bu madde engel olmadı. Bununla birlikte, Ermeni diasporasının faaliyetleri imzalanan antlaşmanın Kongrede onaylanmasının engellemeyi başardı. Lozanda’da Ermeni dernekleri Türkiye ile Avrupa ve özellikle Amerika arasında bir anlaşmaya varılmaması için propaganda yürüttüler. Lozan’da gözlemci olarak bulunan Amerikan delegasyonu 6 Ağustos 1923 günü Türkiye ile bir dostluk antlaşması imzaladılar. Bu antlaşmanın Türkiye’nin yararına olması Amerikan Ermeni derneklerini aleyhte örgütlenmeye yöneltti.(20) Yapılan antlaşma 3 Mayıs 1924 tarihine kadar Senatoya sunulmadı. Ermeni lobileri antlaşmayı reddeden ve kabulünde yayar görenler olarak ikiye bölündü. Genelde misyoner kuruluşları, yardım dernekleri ve Armenia Amerika Society antlaşmasının onanmasından Yana tavırlarını koydular.(21) Buna karşılık Gerard-Cardashian ikilisinin başını çektiği Committee for the Independence of Armenia reddi için saldırgan bir propaganda yürüttü.(22) Ermenistan kurulmasını tek amaç olarak gören bu grup American Committee Opposed to the Lausanne Treaty adıyla örgütleşti.(23) Antlaşmanın imzasından her hangi bir yarar ummadıklarından muhalefeti çok sertti. Nihayet senatoyu etkilemek için bu iki grubun mücadelesini maalesef red cephesi kazandı. Ama bu mücadele esnasında Türk milletini ve yeni Cumhuriyeti rencide eden sayısız makale, kitap, haber Amerika’da yayınlandı. Amerika’da yaygın olan “Korkunç Türk” imajı, aleyhteki derneklerin ekmeklerine yağ sürdü.(24) Karşı grubun siyaset ve kamuoyundaki etkisi o kadar büyük oldu ki, 1924 Başkanlık seçimlerine Türkiye ile yapılan antlaşma damgasını vurdu. Antlaşmayı onaylamanın Ermenileri satmak, onlara ihanet ile eşit olduğu propagandası zemin kazandı. Kiliseler, özellikle the Protestant Episcopal Church 110 bishobun imzaladığı bir bildiri ile Türkiye’yi ve Amerika’daki destekçilerini kınadı. Bu çıkışlar senatörleri ikilemede bıraktı. 18 Ocak 1927 yılında, Lozan’dan 4 yıl sonra ancak oylanabilen Lozan Antlaşmasının onayı geçerli çoğunluğu elde edemedi. Oylamada 34 ret 50 kabul çıktı ama bu yeterli yeterli çoğunluk olmadığı için ret demekti. Türk Amerikan ilişkileri Ermeni Diaspora faaliyetleri yüzünden bir yara daha aldı. Ama bizzat Başkan Türkiye’yi gücendirmemek için antlaşmasının onaylanmasını dilediğini bildiri ve sanki kabul edilmiş gibi ilişkilerin sürdürülmesini önerdi. Dışişleri bakanlığının girişimi sayesinde 17 Şubat 1927 tarihinde Türkiye ile düzenli diplomatik ilişki kuruldu. Onaylanmayan Lozan Antlaşması sanki onaylanmış gibi ilişkilerin temeline oturdu. (Öte yandan antlaşmaya taraf olan grup, başta Near East Relief olmak üzere savaş sırasında Türkiye’ye yönelik Ermeni propagandalarıyla ilgili çok enteresan gizli bilgileri açığa vurdular. Mesela NER, para toplayabilmek için Ermenilerin sürgünü ve katliamı konularında yanlış veya önyargılı raporlar ve haberler yayınladığını, dolayısıyla bu yüzden Türklere karşı cephe alınmasının haksız olduğunu duyurdu.)

    Bu arada 28 Mayıs 1928 yılında Türkiye’nin çıkardığı vatandaşlık kanunu ki ülke arasında tabiiyet sorununu içinden çıkılmaz hale getirdi. Yeni kanun vatandaşlıktan çıkmayı izne bağlamakla kalmıyor, Türkiye’de doğanları şartsız vatandaş kabul ediyordu. Bu son uygulamaya karşı yoğun bir tepki ve muhalefet olması üzerine 9 Nisan 1929 yılında kanun değişikliği yapıldı ve Türkiye’de doğanların vatandaşlığı kişilerin isteğine ve meclisin onayına bırakıldı. Ancak Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri ilişkilerinde 62 yıl süren sorun çözüme kavuşmadı.(25)

    SUNUÇ

    Bugün de Türkiye aleyhinde faaliyet gösteren Ermeni dernek, enstitü ve kurumları bulundukları ülkelerin Türkiye’ye yönelik politikalarının tespitinde önemli rol oynamaktadırlar. Önemli bir oy potansiyeline sahip oldukları ülkelerde Türkiye’yi hedef alan politikalar izleyerek adayları desteklemektedirler. Bu sayede her yıl gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da sözde “soykırımın” tanınmasına yönelik girişimleri ile Türkiye’nin Ortadoğu ve Avrupa politikalarını etkisiz veya bağımlı hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bugün Amerika’da 24’ün üzerinde eyalet kendi parlamentolarında sözde soykırımı tanımış ve buna müfredatında yer vermiştir. Demek ki Ermeni sorununu çözülmesi ve Türkiye için bir dış tehdit olmaktan çıkarılması için diaspora Ermenilerinin faaliyetlerinin de analiz edilmesi gerekir. Ancak bazılarının önerdiği gibi diaspora Ermenileri ile diyalog yoluyla çözüm bulmak iddia edildiği gibi kolay değildir. Bu bildire taraflar arasında diyalogun asgari şartları tahkik edilmeye çalışılacaktır. Öte yandan geçmişe Amerikanın himayesine girenlerin Osmanlı devletine yönelik tehditleri bugün de başka uluslar arası güçlerin himayesinde Türkiye Cumhuriyetine karşı sürmektedir.

    * Prof. Dr. Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Trabzon
    1. Ermenilerin Amerika’daki ilk faaliyetleri ve örgütlenmeleri hakkında bkz. Çağrı Erhan, Türk Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s.306-18.
    2. Bu örgütlerin kuruluşu hakkında bkz. Kamuran Gürün, Armenian File, London, 1983, s.120-26.
    3. Robert Mirak, “Armenian Emigration to the United States to 1915”, Journal of Armenian Studies, I/1 (1975), s.5-39, burada özellikle s.21 vd.
    4. Erhan, a.g.e., s. 313.NARA T-815, Jan. 16, 1894 ve NARA M-99/96, Apr.11, 1894 numaralı fikrofilimler tarafımızdan da incelenmiştir.
    5. Bu dönem literatürünün ve Ermeni eylemlerinin en son değerlendirilmesi için bkz. Jeremy Salt, “The Narrative Gap in Ottoman Armenian History”, Middle Eastern Studies 39/1 (January 2003), s.19-36.
    6. Tabiiyet sorunun ortaya çıkışı ve gelişimi için bkz. Leland J. Gordon, “The Turkish American Controversy over Nationality”, American Journal of İnternational Law, 25/4 (October 1931), s. 658-668. Ayrıca Erhan a.g.e., s. 226-34
    7. Robert Mirak, Tarafından Göçmen ve İstatistik dairesi arşivlerinde yapılan çalışmalara göre bu yıllarda göç eden Ermeni Osmanlı vatandaşların sayısı 44.165’dir. Bu sayıya sınır dışı edilenler dahil değildir.
    8. Antlaşma metinlerinin karşılaştırılması için bkz. Erhan a.g.e., s.205-207.
    9. Erhan, a.g.e., s. 228’de belirtildiğine göre 1857-58 yıllarında sadece İstanbul’da yedi eski Osmanlı vatandaşına ve 49 Osmanlı veya başka ülke vatandaşına protege belgesi verilmiştir.
    10. Gordon, a.g.m. 660-61.
    11. Gordon, a.g.m., 662-64. (Correspondance from Consuls General, Letter from Consul General Heap to Minister Cox, dated aug.24,1886). Erhan, a.g.e., s.211-18’de uygulamadan doğan sorunları somut örneklerle ele almaktadır.
    12. Erhan a.g.e. s. 228.
    13. Papers Relating to Foreign relations of the United States, 1893, s.X ve aynı eser, 1894, s. 728 Krş: Gordon, a.g.m., s.662.
    14. Bu tarihten sonra iki ülke arasında yürütülen görüşmelerin detayları için bkz. Erhan a.g.e.,s. 229-33,
    15. Gordon, a.g.m. s.663
    16. Bu olayda ihtimali sebebiyle vali görevden alınmıştır. Belgesi için bkz. Foreign Relations, 1895, Vol 3, 2. 1259-62.
    17. Gordon, a.g.m., s.663.
    18. Foreign Relations, 1899, s.770.
    19. Gordon, a.g.m. s.666.
    20. Bu konuda detaylı bir değerlendirme için bkz. Kemal Çiçek, “Amerikan Ermeni Derneklerinin Lozan Görüşmeleri Esnasındaki Faaliyetleri”, Lozan Sempozyumu Sunulan Bildiri (Basılacak)
    21. National Archives an Research Foundation of America (NARA) 867.4016/921 8 Şubat 1923.
    22. NARA 867.4016/817
    23. Bildilerinin bir kopyası için bkz. NARA m365 R 7
    24. Bu dönemin ve Ermenilerin izlediği bu politikaların bir değerlendirilmesi için bkz. Robert L. Daniel, “The Armenian Question and American-Turkish Relations, 1914-1927”, Mississippi Valley Historical Review, 46/2 (September, 1959), s.252-275.
    25. Gordon, a.g.m., 668 vd.


    Not: Bu makale Elazığ’da Fırat Üniversitesi’nde 16-17 Ekim 2003 tarihinde yapılan IV. Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu Bildiriler kitabından alınmıştır.


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: Makaleler

          Kategori: Türk Soykırımı

          Konuyu Baslatan: AyMaRaLCaN

          Cevaplar: 30

          Görüntüleme: 8714

    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  2. #2
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: Makaleler

    Türkiye-Ermenistan İlişkilerinin Psikolojik Savaş Açısından Değerlendirilmesi

    Dr. Yaşar KALAFAT - Hatem CABBARLI

    Dünya tarihinde 30 yıllık, 100 yıllık savaşlar yaşanmış, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları milyonlarca insanın ölümüne ve yaralanmasına neden olmuştur. Karşı cephelerde bulunan halklar veya devletler savaş bittikten sonra tekrar normal ilişkilere dönmek için arayış içinde bulunmuş ve kısa sürede bunu başarmışlardır.

    Savaş yıllarında yaşanan bütün olumsuzluklar, acılar ve kayıplar unutulmaya çalışılmış, ilişkileri ileriye götürmek için yeni projeler geliştirilmiştir. Ancak Ermenilerin Türkiye'ye yönelik görüşleri 20. yüzyılın başlarından itibaren değişmemiş, aksine Türk düşmanlığı görüşleri daha da artmıştır. Bu gelişmede Ermeni milli kimliğinin oluşmasında Türk düşmanlığının esas alınmış olması vardır. Yüzyıllar boyunca Türk devletlerinin tebaası konumunda bulunan Ermeniler, gayet rahat ve sorunsuz bir hayat yaşamıştır. Ancak 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti için ciddi sorun çıkaran Ermeniler, özellikle Birinci Dünya Savaşı'nda Kafkasya cephesinde Rus ordusu ile işbirliği içinde bulunarak, Osmanlı Devletinin güvenliğini tehdit etmiştir. Bu durum karşısında Osmanlı Hükümeti 1915'te Doğu bölgelerinde yaşayan ve Ruslarla işbirliği yapan Ermenileri cephe bölgesinden alarak daha iç bölgelere göç ettirmiştir. Yaklaşık 90 yıldır Ermeniler dünya kamuoyunu 1915 tehcirinin kendilerine karşı yapılmış "soykırım" olduğuna inandırmaya çalışmaktadır. Öteki merkezli, mistik-oryantalist zihniyetli bu yaklaşım tarzı kin psikolojisini tetiklemektedir.

    1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Ermenistan, "Bağımsızlık Bildirgesi"nin 11. maddesinde de "soykırım" konusunu gündeme taşımıştır. Ermeniler, ulusal Hay Dat Doktrininde öngörülen Tsviç tsov Hayastan (Denizden denize Ermenistan) projesini hayata geçirmek için komşuları olan Azerbaycan, Türkiye, Gürcistan, İran ve kara bağlantısı olmamasına rağmen, Rusya'ya yönelik toprak iddialarında bulunmaktadır. Hay Dat Doktrini çerçevesinde Ermenistan, Azerbaycan topraklarının yüzde 20'sini işgal etmiştir.

    Bağımsızlık sonrası Türkiye'nin Ermenistan ile ekonomik ve diplomatik ilişkiler kurmaya yönelik bütün iyi niyet girişimlerine rağmen, Ermenistan sözde soykırım propagandasına devam etmiş, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tanımamış ve Kars Anlaşmasının iptal edilmesi için propaganda faaliyetlerini sürdürmektedir.

    Ermenistan'ın soykırım propagandasına devam etmesi ve Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tanımaması, sınır anlaşması yapmaması üzerine, Türkiye Nisan 1993'te Akyaka Sınır Kapısını kapatmak zorunda kalmıştır. Ermeni diasporası olmak üzere, Ermenistan Hükümeti ABD ve Avrupa'daki çeşitli sivil toplum kuruluşları aracılığı ile Türkiye'den sınır kapısını açmayı talep etmektedir. Bunu talep ederken de, Ermenistan'ın ekonomik sorunlarından daha çok, "Batı Ermenistan" diye telakki ettikleri Türkiye'nin doğu illerinin ekonomik sorunlarını öne çıkarmakta, sınır kapısının açılması halinde özellikle Kars ve diğer illerin ekonomik açıdan ciddi bir gelişme kaydedeceğini dile getirmektedirler. Bu konu zaman zaman Ermenistan ve Türkiye basınında da gündeme taşınmaktadır. Bazı Türk basın yayın organları da bu konuda Ermenistan'ın sözcülüğünü yapmaktadır. Bu süreçte Türkiye'de yaşayan ve sayılarının 50-70 bin civarında olduğu ifade edilen Ermenilerin ciddi emeği olduğu söylenebilir. Sayılarının az olmasına rağmen, Ermeniler ciddi bir örgütlenme yapısına sahiptir. Bu örgütlenme sorumluluğunu da Ermeni Patrikliği üstlenmiştir. Patriklik sadece Ermenilerin dini ihtiyacını karşılamakla kalmayıp, Ermeni ulusal kimliği, gelenek ve göreneklerinin korunmasında ve Anavatan olarak tanımladıkları Ermenistan ile ilişkilerin kurulmasında önemli rol oynamaktadır.

    Ermeniler, Türkiye'deki bazı medya kuruluşlarında sınır kapısının açılmasının gerekliliği konusunda kendi perspektiflerinden haber ve makaleleri rahatlıkla yayınlatabilmektedir. Türkiye'de bazı köşe yazarları da bu konuda Ermenilerin görüşlerini de savunan yazılarla Türk kamuoyunu etkilemeye çalışabilmektedirler. Bu arada medya organları bu konuda Türk-Ermeni İş Geliştirme Konseyi'nin de görüşlerini de yansıtmaktadır.

    Mehmet Altan'ın
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    Internet gazetesinin 13 Temmuz 2004 sayısında yayımlanan "Kars'ta Gazete Satılır mı?" adlı makalesinde yazar, 325 bin nüfusa sahip Kars ilinde 56 bin Karslının Ermenistan ile sınır kapısının açılması için imza topladığını, ancak bunun Türk basını tarafından fazla gündeme taşınmamasından duyduğu endişe ve rahatsızlığını dile getirmeye çalışmış, sınır kapısının açılması gerektiğini kanıtlamak için bazı ekonomik hesaplar bile yapmıştır.

    Gerçekten de Türkiye'nin bir kısım doğu illeri diğer bölgelere göre ekonomik açıdan daha az gelişmiştir. Ancak Ermenistan ile sınırların açılması bu illerin gelişmesi açısından etkili olmayacaktır. Eğer doğuda Türkiye'nin sınır komşusu Ermenistan değil de daha gelişmiş bir ülke olsaydı, Kars ili kısa sürede ciddi ekonomik kalkınma sağlayabilirdi. Ancak Ermenistan'da asgari aylık ücretin 9 Dolar, emekli maaşının 7,5 Dolar, orta düzey maaşların 38 Dolar, olmasına karşın, bir ailenin aylık tüketim sepetinin yaklaşık 66-70 Dolar olduğu dikkate alınırsa, Ermenistan ekonomisinin Kars ekonomisine katkı yapması imkansız gözükmektedir. Ermenistan ekonomisi iyi düzeyde olsaydı nüfusun yaklaşık yüzde 50'si ülkeyi terk etmez, her yıl sayıları 50-60 bin arasında olduğu tahmin edilen Ermeni, mevsimlik işçi olarak Türkiye'ye çalışmaya gelmezdi. Karsın sınırı paylaştığı Gümrü ve Talin bölgelerinin de Kars'ta olduğu gibi tarımcılık ve hayvancılık ile uğraştığı göz önünde bulundurulursa, sınır kapısının açılması durumunda Kars ekonomisine ciddi zarar vereceği tahmin edilmektedir.

    Akyaka Sınır Kapısının açılması konusunda Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Bink'in Birgün gazetesinin 15 Temmuz 2004 tarihli sayısında "Medzamor kapatılsın...Sınır açılsın" adlı yorumu yayınlanmıştır. Dink, Türkiye ve Ermenistan arasındaki sorunları sadece Metsamor Nükleer Santrali ve sınır kapısına endekslemekle çok daha ciddi sorunlar olan "soykırım" propagandasını, Ermenistan'ın Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tanımamasını ve 1921 Kars Anlaşmasının iptal edilmesi için yönünde propaganda çalışmalarını göz ardı ettirmekle, Türk kamuoyunun görüşlerini etkilemeye çalışmaktadır. Metsamor güvensizliği tescil edilmiş Ermenistan'ın zayıf karnıdır. Mevcudiyeti Ermenistan için bir koz değil, zafiyettir, nakizedir.

    Sınır kapısının açılması için Türkiye'de lobi çalışmaları yapan çevreler, gruplara, romantik, turistik bazı imkanlar sağlamakta böylece gündeme getiricisi Ermeniler olması halinde diplomatik, Kafkasya dezavantaja yer açabilecek hususları Türk aydınının! Ve halkının talebi imişcesine Türklere yaptırılmış olmaktadır.

    Türkiye yapacağı açıklamalarla Ermenilerin kabul etmedikleri Türk-Ermeni sınırındaki kapının açılmasını anlatabilmelidir. Ermenistan Türkiye'nin bu bölgesini "Batı Ermenistan" olarak nitelendirirken, açılması üzerinde durulan kapının Türk-Ermeni sınır kapısı değil, Ermenistan'ın iki yakası arasındaki işgal edilerek geçit vermesi engellenen Ermenilere ait kapının açılmasını istemektedirler.

    Dr. Yaşar Kalafat, Kafkasya Araştırmaları Masa Başkanı,
    Hatem Cabbarlı, Araştırmacı
    Kaynak:
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  3. #3
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: Makaleler

    Ermenistan Sözde Soykırım Konusunda 'Kanıtlar Paketi' Hazırlamak Çabasındadır

    Hatem CABBARLI

    Sözde Ermeni soykırımını meselesini Ermeni halkının milli birlik ve beraberliğinin, dayanışma, işbirliği ve Ermenistan dış politikasının köşe taşı olarak gören hükümet, iddialarının uluslararası kamu oyu tarafından kabul edilmesi için verdiği destekle Ermenistan Milli Bilimler Akademisi ve Dünya Ermenileri Organizasyonu 'Kanıtlar Paketi' hazırlama çalışmalarına başlamıştır.


    Bu amaçla Dünya Ermenileri Organizasyonu, Ermenistan Milli Bilimler Akademisi salonunda 6-7 Mayıs 2004 tarihinde 'Ermenistan-Türkiye İlişkilerinin Normalleşmesinde Soykırım Faktörü' adlı konferans düzenlemiştir. Dünya Ermenileri Organizasyonu Başkanı Ara Abramyan düzenlediği basın toplantısında konferansa Ermenistan, Almanya, Yunanistan, Fransa, İtalya, ABD, Rusya, Avusturya, Kanada ve İsviçre'den "soykırım" konusunda uzman olan kişilerin katılacağını açıklamıştır.


    Konferansın başlıca amacı Ermenilerin iddiasını uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde tanımlamak ve dünya kamu oyuna duyurmaktır. Bu amaçla, konferans sonucunda konunun daha geniş bir şekilde öğrenilmesi için çeşitli ülkelerde bu konuda uzman olan kişilerden oluşan özel bir komisyonun kurulmasına karar verilmiştir. Bu komisyon çalışmaları sonucunda elde edilen belgeler ve hukuki değerlendirmeler Ermenistan'ın sözde soykırımın uluslararası alanda tanıtılması için resmi belge ve kaynak teşkil edecektir. Bu kaynaklara dayanarak yapılan çalışmalar sonucunda uluslararası alanda ciddi baskılarla karşılaşan Türkiye'ye sözde soykırımın kabul ettirilmesi amaçlanmıştır.

    Konu ile ilgili görüşlerini açıklayan tarih Profesörü Andranik Migranyan, bu konferansın düzenlenmesinin Ermenistan'a uluslararası alanda destek sağlayacağına inandığını bildirmiştir. Ermeni 'soykırımının' uluslararası alanda tanınmasının, Türkiye'nin de 'soykırımı' tanıması yönünde ciddi etkisi olacağını ifade eden Migranyan, Türkiye'den toprak ve tazminat taleb edilmesi gerektiğini de savunmuştur. Ancak bu konuda hem Ermeni diasporası hem de Ermenistan devletinin değişik görüşleri olduğunu ve henüz ortak paydaya gelinmediğini dile getiren Migranyan, Devlet Başkanı Robert Koçaryan'ın sözde soykırım konusunda 'Bizim için soykırımın kabul edilmesi önemlidir. Toprak ve tazminat talebi ise Ermenistan devletinin değil, diasporanın talebidir' şeklinde yaptığı açıklamayı doğru bulmadığını bildirmiştir.


    Ermenistan ile diplomatik ilişkilerin kurulması için Türkiye'nin ön koşulları olduğunu ifade eden Migranyan, Ermenistan'ın ise sözde soykırımın Türkiye tarafından kabul edilmesi politikasının doğru olduğunu bildirmiş, iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kurulduktan, sınır kapısı açıldıktan ve ekonomik ilişkiler geliştikten sonra bile Ermenistan hükümetinin 'soykırım' propagandası ve Türkiye'den 'soykırımı' tanıma talebinden bir saniye bile olsun vazgeçmemesi gerektiğini özellikle vurgulamıştır.


    Ermenistan hükümeti sözde soykırımın uluslararası alanda ve Türkiye tarafından tanınması için çalışmalarına hız verdiği, toprak ve tazminat taleplerine, 1921 Kars Anlaşmasının feshedilmesi için özellikle Rusya ve Avrupa'da yaptığı propagandaya devam ettiği bir dönemde, Türkiye'de bazı siyasi ve akademik çevrelerin iki ülke arasında sınır kapısının açılması yönünde görüş bildirmeleri Türkiye'nin ulusal güvenliğini tehlikeye sokmaktadır. Migranyan'ın yukarıda ifade edilen görüşleri, Ermenistan'ın iki ülke arasında ilişkilerin normalleşmesi döneminde bile sözde soykırım propagandasına devam edeceğini göstermektedir. Bu durumda Türkiye'nin sınır kapısını açması ve diplomatik ilişkiler kurması Ermenistan devleti ve kamu oyu tarafından zafer olarak tanımlanacak ve mücadelelerinin haklı olduğuna inanacaklardır. Ayrıca bugün iç politikada yaşanan sorunlar nedeni ile ciddi zorluklarla karşılaşan Koçaryan rejimi, Türkiye'ye karşı baskılarının sonuç verdiğini ileri sürerek konumunu güçlendirmeye çalışacaktır. Her hangi bir nedenle olursa olsun (Sınır kapısının kapalı olması veya Ermenistan ekonomisinde yaşanan yolsuzluklar) Ermenistan hükümetinin ekonomik ve sosyal sorunları halledememesi, Türkiye'ye karşı düşman tavır takınan Koçaryan rejiminin zayıflamasına ve hatta iktidardan gitmesine neden olabilir ki, bu tür bir gelişme Türkiye'nin yararına olacaktır.

    Referans:
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  4. #4
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: Makaleler

    Türkiye-Ermenistan Sınırları Açılmalı Mı?

    Araz ASLANLI

    Son dönemlerde Türkiye-Ermenistan sınır kapısı meselesine ilişkin bazı olumsuz gelişmeler yaşanacağının ipuçları ortaya konmaktadır. Kapıların açılacağına ilişkin haberler Azerbaycan’da hem kamuoyu, hem medya, hem de siyasiler tarafından tepki ile karşılanmakta, devlet yetkilileri ise Türkiye’nin böyle bir adım atmasını beklemediklerini ifade etmektedirler. Türkiye’de Kıbrıs meselesinin daha yoğun olarak gündemde olması nedeniyle, bu konu fazla konuşulmamaktadır. Fakat, bilindiği üzere, Türkiye’de konuya altyapı oluşturmak amacıyla zaman-zaman konuya ilişkin propaganda bombardımanı yaşanabilmektedir. Güncellik ve sürekli çıkarlar açısından önem arz eden bu konuyu bazı boyutlarıyla değerlendirmeye çalışacağız.

    Teorik olarak, her bir devlet diğer devletler ile, özellikle de komşularıyla iyi ilişkilere sahip olmayı önemsemektedir. Çünkü diğer devletlerle, özellikle de komşularıyla ne kadar az/çok sorun yaşanırsa, eldeki kaynaklar o kadar verimli/verimsiz alanlarda kullanılabilir. Ama, diğer devletlerle, özellikle de komşularla iyi ilişki tek başına hedef ya da değer değildir. Sadece, bir ara amaçtır. Devletlerin bunun ötesinde ve öncesinde varlık amaçları ve varlıklarına yönelik tehditler vardır. Temel hedef, varlık amaçlarına, buna göre belirlenmiş uzun vadeli stratejilere uygun davranmaktır. Bu doğrultuda, mümkün olduğunca daha fazla devlet ile, bu arada komşularla iyi ilişki hedeflenmektedir. Ama, ne olursa olsun, tüm komşularla iyi ilişki halinde olunacak diye bir kural da yoktur. Bir devletin, varlık amaçları gerektirdiği zaman, ya da uzun veya kısa vadeli stratejilerine uygun olduğu zaman başka bir devlet ile, bu devlet komşusu dahi olsa, iyi ilişkiler içerisinde olmaması, hatta yoğun bir gerginlik yaşaması da mümkündür. Devletlerin komşularıyla, hatta çok uzağında bulunan başka devletlerle, çıkarları nedeniyle savaşa girmelerinin yakın tarihimizde çok örneği bulunmaktadır. Biz, kuşkusuz ki, savaşı insanlık dramı olarak görmekte ve dış politikada bu tür araçların kullanılmasını savunmamaktayız. Ama, “her şeye rağmen hiçbir zaman kimseye karşı tavır koymayız anlayışı” sadece devletlerarası ilişkilerde değil, şirketlerarası ve kişilerarası ilişkilerde de kabul görmeyen “saf” bir anlayıştır.

    Türkiye-Ermenistan ilişkileri ve iki ülke arasındaki sınır kapısı meselesi, her nedense yukarıda ifade edilenler bir kenara bırakılarak tek başına bir değermiş gibi sunulmaya çalışılmaktadır. Olayın çeşitli boyutları sürekli olarak bir kenara bırakılmakta, sadece “komşuluk”, “ticarî ilişki”, “Batı’nın istekleri” ve benzeri kavramlar ön plana çıkarılarak Türkiye’nin bir an önce Ermenistan ile iyi ilişkiler kurması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu çalışmada, iki ülke arasındaki ilişkilerin kısa tarihçesine paralel olarak, ilişkilerdeki sorunların boyutları, ikili ticaretin potansiyeli ve Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin geleceği üzerine değerlendirme yapılmaya çalışılacaktır.

    Türkiye-Ermenistan İlişkileri

    Sınırın Kapanması Süreci ve Sonrasında Yaşananlar

    1980’lerin ikinci yarısında SSCB içerisindeki gelişmeler, onun dağılması sonrasında ortaya çıkan cumhuriyetlerin kaderlerinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Uzun zamandan beri Ermenistan toplumunda yerleştirilegelen Türkiye ve Türk düşmanlığının yanı sıra, bu süreçte Ermenistan’ın Azerbaycan’a yönelik toprak talepleri paralelinde gelişen bağımsızlık hareketi başarıya ulaşmış, aynı zamanda Azerbaycan’a yönelik işgal faaliyetleri, hem bu ülkenin içerisindeki gelişmelerin, hem de dış politikasının belirleyici etkeni olmuştur. Kuşkusuz, Türkiye de bu süreçten nasibini almıştır. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin ilk dönemlerine baktığımız zaman, Ermenistan’ın olumsuz tavırlarına rağmen Türkiye’nin ilişkileri geliştirmeye yönelik politikalarını gözlemlemekteyiz. Ermenistan Parlamentosu’nun 23 Ağustos 1990’da kabul ettiği Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11. maddesinde, Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi için “Batı Ermenistan” ifadesine yer verilmiş, aynı zamanda sözde “Ermeni Soykırımı”nın uluslararası alanda tanınması çabaları vurgulanmıştır. (1) Ermenistan Anayasası’nın 13. Maddesinin 2. paragrafında, Devlet Arması’nda Ağrı Dağı’nın da bulunduğu kayıtlıdır. (2) Ermenistan, çeşitli dönemlerde ortaya attığı, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırı belirleyen 1921 tarihli Kars ve 1920 tarihli Gümrü antlaşmalarının yürürlükte olmadığı iddiasını halen savunmaktadır.

    Ermenistan’ın, Azerbaycan’a yönelik işgalci politikasının yanı sıra, daha bağımsızlık mücadelesi sırasında Türkiye’ye karşı açıkça saldırgan bir tavır içerisine girmesine rağmen, Türkiye Cumhuriyeti, Eylül 1991’de incelemelerde bulunmak üzere Kafkasya ve Türkistan (Orta Asya) ülkelerine heyetler yollarken, Ermenistan’ı da ihmal etmemiştir. (3) 16 Aralık 1991 tarihinde Ermenistan’ın bağımsızlığını tanıyan Türkiye, bağımsızlığının ardından ekonomik güçlüklerle karşılaşan Ermenistan’a insanî yardımda bulunmuştur. Türkiye, ayrıca, toprakları üzerinden Ermenistan’a insanî yardım malzemesi gönderilmesine imkan tanımıştır. Ermenistan, Türkiye tarafından, 25 Haziran 1992’de kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne kurucu üye olarak davet edilmiştir. Ancak, Ermenistan’ın ısrarla sürdürdüğü çatışmacı tutum nedeniyle, Türkiye’nin Ermenistan ile diplomatik ilişki kurması mümkün olamamıştır. (4)

    Bu dönemlerde zaman zaman sözde “soykırım” iddialarını bir kenara bırakmanın ve Türkiye ile ilişki geliştirmenin gerekliliğinden bahsedenler olmuşsa da, Ermenistan genelde saldırgan siyasetini sürdürmeye devam etmiştir. Bardağı taşıran damla ise, Ermenistan’ın Türkiye’den en çok yardım aldığı dönemde (örneğin, işgalin hemen öncesinde Türkiye yetkilileri, yoğun muhalefete rağmen Ermenistan’a 100 bin ton buğday yardımında bulunmuştur) Azerbaycan’ın Kelbecer rayonunu (rayon- ilden küçük, ilçeden büyük yerel idari birim) işgal etmesi olmuştur. Türkiye, Nisan 1993 başlarında Azerbaycan’a yönelik işgal girişimlerini sürdüren Ermenistan’ı, saldırılarını durdurması konusunda uyararak, aksi taktirde ilişkilerde doğabilecek olumsuz gelişmelerden sorumlu olmayacağını açıklamıştır. (5) 3 Nisan 1993’te Kelbecer’in Ermenistan tarafından tamamen işgal edilmesinden sonra Türkiye yine Ermenistan’a yönelik, işgalden vazgeçme çağrılarını sürdürmüş, bu arada ilişkileri de kademeli olarak sınırlandırmaya başlamıştır. Ermenistan’ın işgalci tavrını sürdürmesi üzerine Türkiye, Ermenistan ile olan sınırını kapatmış, 5 Nisan 1993’te dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile birlikte Türkistan Cumhuriyetleri gezisine katılan Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, basına yaptığı açıklamada, “Ermenistan’ın Azerbaycan’a son saldırılarından sonra Türkiye üzerinden geçmekte olan tüm insanî yardım uçuşlarının da durdurulduğunu, hiçbir uçuşa izin verilmeyeceğini, buna rağmen geçmek isteyen uçakların gerektiğinde ateş açılarak indirileceğini” bildirmiştir. (6) Bu arada, 6 Nisan 1993’te Ermenistan Savunma Bakan Vekili Vazgen Manukyan’ın, TASS ajansına yaptığı açıklamada, Erivan yönetiminin, sınırların değişmezliği ilkesini kabul etmediğini, bu ilkenin iki dünya savaşı sonucunda oluşmuş olan Batı ve özellikle Avrupa sınırları için geçerli olduğunu, “eski Sovyet Cumhuriyetlerinin rastgele kalem darbeleriyle çizilmiş olan sınırlarının ise aynı ilkeler çerçevesinde tanınamayacağını” iddia etmesi, Türkiye yetkilileri tarafından, Ermenistan yönetiminin “Büyük Ermenistan” hayalinin peşinde olduğunun göstergesi olarak kabul edilmiştir. (7)

    Bu süreçte, Cumhurbaşkanı Özal ve tüm önemli muhalefet partileri, dönemin hükümetini Ermenistan’ın yayılmacı politikaları karşısında pasif kalmakla suçlamış, buna karşın Başbakan Süleyman Demirel 13 Nisan 1993’te yaptığı açıklamada Türkiye’nin soğukkanlı tutumunun dünya tarafından yanlış anlaşılmaması gerektiğini vurgulamıştır. (8) Özal’ın cenaze töreni için Ankara’da bulunan Azerbaycan ve Ermenistan Devlet Başkanları Ebulfez Elçibey ve Levon Ter Petrosyan 21 Nisan 1993’te ilk kez bir araya gelmiş, fakat görüşme sonrasında Ermenistan işgalden vazgeçmeye yönelik herhangi bir adım atmamıştır.

    Sonraki süreçte Türkiye, defalarca Ermenistan ile ilişkileri normalleştirmek için girişimlerde bulunmuş, ama olumlu sonuç alamamıştır. Örneğin, 1995’te Ermenistan’dan olumlu bir cevap gelir umuduyla, İstanbul-Erivan arasında uçak seferlerine imkan veren H-50 hava koridorunun açılmasına izin verilmiştir ve bu hava koridoru hala açıktır. (9) Ermenistan’ın buna karşılık attığı adımlar Türkiye’ye yönelik daha sert tepkiler şeklinde olmuştur. Ermenistan hem uluslararası kuruluşlar ve yabancı devletler nezdinde Türkiye’yi suçlamaya devam etmiş, hem de PKK terör örgütüne destek vermiştir. Örneğin, Türkiye’nin terörle mücadele ile uğraştığı bu dönem, Ermenistan’ın PKK’ya en yoğun askeri destek verdiği dönem olmuştur. Nitekim, Mayıs 1997’de Kuzey Irak’ta PKK’nın füzeyle bir Türk helikopterini düşürmesinin ardından 6 Haziran 1997’de Genelkurmay Başkanlığı’nda yapılan basın toplantısında Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Erol Özkasnak tarafından yapılan açıklamada, Ermenistan’ın PKK’ya füze temin eden ve gerekli eğitimi veren devletlerden birisi olduğu kesin istihbarat kaynaklarına dayanılarak ifade edilmiştir. (10)

    Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan 6-8 Eylül 2000 tarihleri arasında New York'ta gerçekleştirilen BM Binyıl Zirvesi'nde (Milenyum Zirvesi) yaptığı konuşmasını Türkiye’yi sözde “soykırım” yapmakla ve bunu kabul etmemekle suçlamak üzerine kurmuştur. (11)

    Eylül 2000’de gerçekleşen 55. dönem BM Genel Kurulu’nun genel görüşmelere ayrılan son oturumu, Türkiye ile Ermenistan arasında söz düellosuna sahne olmuştur. İlk söz alan Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan’ın Türkiye’yi sözde “soykırımı” inkar etmekle suçlamasına Türkiye adına cevap veren Altay Cengizer, “Ermenistan sorunu tarafsız bir gözle incelemeli. Tarih, ülkeler arasında düşmanlık yaratmak amacıyla kullanılmamalı” demiştir. Daha sonra söz alarak Cengizer’e cevap vermeye çalışan Oskanyan bilinen Ermeni iddialarını tekrar dile getirerek Hitler ve Lord Curzon'a da atıfta bulunmuştur. (12) Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan Gazeteci Mehmet Ali Birand’a verdiği mülakatında “Türkiye ile dolaylı değil, doğrudan görüşme istediği”ni ve sanki az bir şeymiş gibi “sözde Ermeni soykırımının tanınmasının yeterliği olacağı”nı açıklamıştır. (13)

    Sınırın Açılmasına Yönelik Girişimler Paralelinde Türkiye’de ve Azerbaycan’da Konuya Bakış

    Geçen süre içerisinde sınırın açılmasına ve Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerini geliştirmesine yönelik çabalar süregelmiştir. Bu konuda hem Türkiye içerisinde görüşler ortaya atılmış, hem de ABD ve Avrupa Birliği (AB) başta olmak üzere dış talepler ifade edilmiştir. ABD yetkililerinin Türkiye ve Ermenistan yetkilileri ile yaptıkları görüşmelerde, basına yaptıkları değerlendirmelerde, AB’nin çeşitli kurumlarının yayımladıkları raporlarda konuya ilişkin istekler açıkça dile getirilmiş, sınırı kapalı tuttuğu için Türkiye tarafı yer yer eleştirilmiştir. Bu görüşü savunanlar, Türkiye’nin atacağı adımların kendisine ekonomik açıdan büyük yarar getireceğini, aynı zamanda Ermenistan’ın siyasî eğilimini değiştireceğini ifade etmektedirler. Ama, durumun aslında böyle olmadığı bölgeyi ve Ermenistan’ı iyi bilenler tarafından net olarak bilinmektedir. Ekonomik bakımdan bakıldığında, Türkiye şirketlerinin sınırın açılması sonrasında gelirinin 50 milyon doları aşmayacağı görülmektedir. Neden mi? Çünkü, Ermenistan’ın toplam dış ticaret hacmi yaklaşık 1.5 milyar dolardır. (14) Ermenistan’da Türkiye’ye karşı olan etnik nefret ve bundan kaynaklanacak olan protestoları, Türkiye’nin potansiyelini, Ermenistan’ın dış ticaretteki alternatiflerini, Ermenistan’ın ihtiyacı olan dış ürünleri de dikkate alırsak, Türkiye’nin Ermenistan’ın dış ticaretinde en iyi ihtimalle %10’luk (150 milyon dolarlık) pay sahibi olacağı söylenebilir. Zira, Türkiye ile Gürcistan arasında sınır kapılarının açılmasından günümüze kadar olan sürede en büyük yıllık ticaret hacmi, 2000 yılında 287 milyon Dolar olmuştur. (15) Gürcistan açısından; Türkiye dışında ciddi ekonomisi bulunan bir komşusunun olmaması, nüfusunun Ermenistan’dan yaklaşık %60 daha fazla olması, toplam ticaret hacminin yaklaşık 90 milyon dolarının Gürcistan üzerinden Ermenistan ve Azerbaycan ile yapılan ticareti kapsaması gibi faktörler düşünülürse, 150 milyon dolar rakamının çok abartılı olduğu da söylenebilir. Bu rakamın yaklaşık %60’ını (90 milyon ABD Doları) Türkiye’nin Ermenistan’a ithalatı oluşturacaktır (Ermenistan dış ticaret dengesinde de % 60’lık pay ithalata aittir ve bu Türkiye ile ticarette de büyük ölçüde devam edecektir). Burada da en iyi ihtimalle yaklaşık % 50’lik kâr elde edileceği düşünülürse, 45 milyon dolar rakamı ortaya çıkmaktadır.

    Şimdi de Türkiye ve Azerbaycan’ın konuya günümüzdeki bakışına değinelim.

    Sınırın kapanmasından sonraki dönemde konu gündeme geldiğinde Türkiye, sürekli olarak Ermenistan’ın, işgal ettiği Azerbaycan topraklarını terk etmediği sürece sınırın açılmasının söz konusu olmayacağını vurgulamıştır. Özellikle, 2000 yılından itibaren Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkiler konusunda sistematik istekler içerisine girdiği görülmektedir. Kars Kent Kurultayı sırasında yaşanan bir gerginlik sonrasında Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normale dönmesi konusunun üç parametreye dayandığını belirterek, bu parametreleri, “Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sinin işgal altında olması, Ermenistan’ın sözde “Ermeni soykırımı” iddialarını sürekli gündemde tutması ve Ermenistan Anayasası’nda yer alan Türkiye’den toprak talebi” olarak sıralamıştır. (16)

    Daha sonra Başbakan Bülent Ecevit, önce ABD Savunma Bakanı Rumsfeld ile 2001’deki görüşmesi sırasında Ermenistan ile ilişkiler için üç şart ileri sürmüş, ardından Ocak 2002’de ABD ziyareti sırasında Başkan Bush’a Türkiye’nin Ermenistan’la iyi ilişkiye hazır olduğunu, ancak dört önemli şartın kabul edilmesi gerektiğini söylemiştir (17):
    1. Soykırım saplantısı kalksın;
    2. Ermenistan tarafından işgal edilmiş Azerbaycan toprakları geri verilsin;
    3. Nahçıvan’a koridor açılsın;
    4. Kaçkınlar evlerine dönsün.

    Bu arada yapılan farklı değerlendirmelerde, dört şart, ‘kaçkınlar’ konusunun yerine ‘Ermenistan Türkiye’ye yönelik toprak talebinden vazgeçsin’ şartı konarak da sıralanmıştır. En son olarak bugünkü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 27 Haziran 2003’te Kars ziyareti sırasında yaptığı açıklamada, Türkiye-Ermenistan sınırının açılması için Ermenistan’ın Türkiye’ye yönelik toprak taleplerinden vazgeçmesi ve sözde ‘soykırım’ iddialarını sürdürmemesi gerektiği şeklinde iki şart ileri sürmüştür. (18)

    Azerbaycan tarafının görüşlerine baktığımızda, konu ne zaman gündeme gelse yapılan açıklama aynıdır: “Ermenistan, işgal ettiği Azerbaycan topraklarını bırakıncaya kadar Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerini geliştirmeyecektir. Biz bundan eminiz.” Bazı dönemlerde Azerbaycan’a rağmen Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkileri geliştireceği ya da Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkileri geliştirmek isteğine Azerbaycan’ın olumlu yanıt verdiği ifade edilmişse de bu, Azerbaycan ve Türkiye yetkilileri tarafından yalanlanmıştır. Azerbaycan yetkilileri Türkiye’nin kendisinin de Ermenistan ile sorunları bulunduğunu ifade etmektedirler. Örneğin, Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev, Ocak 2000’de BDT Zirve toplantısına katılmak üzere Moskova'ya hareket etmeden önce basına yaptığı açıklamada Türkiye-Ermenistan arasındaki sınırın açılacağı yolundaki haberlerin asılsız dedikodulardan ibaret olduğunu ifade etmiş, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın açılması yolunda şu ana kadar Türk hükümetinin herhangi bir girişiminin olmadığını vurgulayarak, “Başta Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olmak üzere tüm Türk halkı bu duruma asla izin vermez” demiştir. Bu tür iddiaların düzmece bir senaryonun ürünü olduğunu belirten Aliyev, “Ermenistan-Türkiye sınır kapısının anahtarı bizde değil. Anahtar Azerbaycan ve Türkiye halklarının elindedir” ifadelerini kullanmıştır. (19)

    Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Azerbaycan Dışişleri Bakanı Vilayet Guliyev ile 11 Eylül 2003’te Ankara’daki görüşmesi sonrasında basına yaptığı açıklamada, Ermenistan Savunma Bakanı Serj Sarkisyan’ın, yakın dönemde Türkiye-Ermenistan sınırının açılacağına ilişkin değerlendirmesinin gerçeklikle alakası olmadığını ifade etmiştir. (20)

    Türkiye-Ermenistan sınırlarına ilişkin son gelişmeler ise Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in Nisan 2004’te gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti öncesinde ve ziyaret sırasında yaşanmıştır. Ziyaret öncesinde Azerbaycan basınında Türkiye’nin Ermenistan ile sınırları açabileceği haberleri yer almış, hatta Azerbaycan medya temsilcilerinden oluşan bir heyet bunu protesto etmek amacıyla Türkiye’de gösteri ve görüşmeler gerçekleştirmişlerdir. Bu arada bazı Türk gazetelerinde “Azerbaycan’daki Ermenistan paranoyaklığına dayanarak sınırları kapalı tutmanın mantıksızlığı” üzerine değerlendirmeler yapılmıştır. İlham Aliyev’in Türkiye ziyareti sırasında kendisine Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgali meselesi çözülmedikçe Türkiye-Ermenistan sınırlarının açılmayacağı konusunda güvence verilmiştir. Nitekim, ziyaretin hemen sonrasında konuya ilişkin açıklama yapan Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de, aynı görüşü tekrarlamıştır. (21)

    Sonuç

    Girişte de ifade ettiğimiz üzere, sınırın açık olup olmaması, ikili ilişkiler başlı başına bir değer değildir. Sınırın açılıp açılmaması konusundaki kararlar uzun vadeli stratejilerin ve dış politikanın çizgisine göre verilmektedir. Türkiye’nin stratejik hedeflerine ve dış politika çizgisine baktığımızda, genelde barış ortamı içerisinde komşularla iyi ilişkilerin sağlanması, ekonomik ve siyasî çıkarların ülke dışında da korunması gibi hedeflerin bulunduğu görülmektedir. Bölge özelinde baktığımızda, “Kafkasya, Türkiye’nin Orta Asya’ya açılan doğal kapısı konumundadır. Türkiye’nin, ayrıca, Kafkasya bölgesindeki halklarla siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel bağları vardır. Bölgede barış, istikrar ve işbirliğinin korunması Türkiye için büyük önem taşımaktadır.” (22) Türkiye’nin toprak bütünlüğünü halen tanımayan, sınır anlaşması imzalamayan, olanak bulduğu tüm platformlarda Türkiye aleyhinde kampanyalarını sürdüren ve bu doğrultuda her türlü aracını kullanan bir komşu ile, ayrıca, Kafkasya’daki bölgesel barış ve güvenliği tehdit eden, komşularından birisi olan Azerbaycan’ın % 20’sini işgal altında tutan, diğer tüm komşularına ve hatta doğrudan sınırı olmamasına rağmen Rusya’ya yönelik (Krosnador) bile toprak talepleri bulunan, Türkiye’nin Türkistan’a ulaşımı konusunda en büyük engeli oluşturan bir devlet ile işbirliği için Türkiye’nin her türlü fedakarlığı yapmasının istenmesi kabul edilir bir durum değildir.

    Türkiye-Ermenistan sınırlarının açılması noktasında şu iki konu günümüzde özel önem arz etmektedir:

    A) Ermenistan’ın Tavırları

    Her ne kadar, sonradan Ermenistan’ın darboğazdan kurtulmasının yolunun Türkiye ile iyi ilişkilerden geçtiğini savunmuşsa da, Ter-Petrosyan yönetimi de uzun süre yayılmacı ideolojiye dayanarak, Türkiye’ye karşı saldırgan unsurlar içeren politika izlemiştir. (23) 1990’ların başlarında Ermenistan’ın Türkiye’ye karşıtı yürüttüğü politika yeterli değilmiş gibi Koçaryan göreve gelir gelmez, Türkiye ile ilişkileri geliştirmek için Türkiye’nin sözde ‘soykırım’ı tanımasını şart koşmuş ve Türkiye ile sınır sorunları olduğunu vurgulamıştır. (24) Genel kanaate göre, bu şartlar altında Türkiye-Ermenistan sınırının açılması hem Koçaryan yönetimine ekonomik destek sağlayacak, hem diasporadaki sertlik yanlılarının ve Koçaryan yönetiminin Türkiye karşıtı politikalarında başarılı olduklarını düşünmelerini sağlayacak, hem de Türkiye-Azerbaycan ilişkilerine zarar verecektir. (25) Ayrıca, Türkiye tarafı sınırı açmak istese bile Ermenistan’ın aynı kararı almaması ihtimali hiç de düşük değildir. (26) Ermenistan’da bazı yetkililerin ve bir çok politikacının sınırları açmak için Türkiye’ye bazı şartlar ileri sürmesi bunun göstergelerindendir. Böyle bir durum, Türkiye için önemli prestij kaybı olacaktır. Bu arada, sınırların açılmasının daha çok Ermenistan’ı yanına çekme anlamında ABD’ye yarayacağını ve bunu arzulamayacak olan Rusya’nın Ermenistan’daki etkinlik düzeyini de düşünürsek, Türkiye istese bile sınırın açılmasının kolay olmayacağı görülecektir.

    B) Türkiye’nin Dış Politika Çizgisi

    Yukarıda da ifade edildiği üzere, Türkiye, Ermenistan ile ilişkileri geliştirmek için belli talepler ileri sürmüştür. Bu taleplere baktığımızda birisi dışındakilerin nitelik itibarıyla “negatif talepler” olduğunu görmekteyiz. Yani Türkiye, bu talepleriyle Ermenistan’dan bir şey yapmasını değil, yapmamasını istemektedir. Türkiye, Ermenistan’ın yayılmacılıktan, işgalcilikten, dünya genelinde Türkiye’ye karşı politikalar geliştirmekten ve geliştirilmesine yardımcı olmaktan vazgeçmesini istemektedir. Türkiye, Ermenistan’dan kendisine yönelik toprak taleplerinden vazgeçmesini istemektedir. Türkiye gibi en azından bölgesel açıdan önemli bir devletin, kendisine karşı sürekli saldırgan davranan ve politikalarının uygulanmasına engel teşkil eden küçük bir komşusuna yönelik ileri sürdüğü “negatif talepler”in bile hiçbirisi gerçekleşmeden ve ciddî bir ekonomik çıkarı yokken, bu devletle ilişki geliştirmesi beklenmemelidir. Hatta, bu bağlamda, hava koridorunun açılması ve uçak seferlerinin başlatılması bile karşılıksız tavizler olarak değerlendirilebilir. Türkiye, zaten ambargosunun üç boyutundan ikisinden taviz vermiştir. Türkiye, hava koridorunu açmış, uçak seferlerini başlatmıştır. Buna karşın hiçbir olumlu adım atmayan, tam tersine saldırganlığını artıran Ermenistan ile sınır kapılarını açması olanaksızdır.

    Ayrıca, son dönemlerde de sık-sık görüldüğü üzere, konuyu sürekli olarak Azerbaycan boyutuna indirgeme çabaları, aslında bilimsel temellerden uzak nitelikte olup kamuoyunu yanlış yönlendirmeye hizmet etmektedir. Nitekim yukarıda da ifade edildiği gibi, Türkiye’nin Ermenistan ile sınırları açmak için ileri sürdüğü şartlar öncelikle kendisi ile ilgilidir. Tüm yukarıda ifade edilenler ışığında, Türkiye’nin mevcut şartlar altında Ermenistan ile sınır kapılarını açması, tamamen mantık ve ihtimal dışı bir durum olarak değerlendirilebilir.

    ----------------------------------------------------

    1) Bağımsızlık Bildirgesi’nin tam metni ve ilgili maddeler için bkz: Ermenistan Dışişleri Bakanlığı resmi sayfası,
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (10 Nisan 2004).
    2) Ermenistan Anayasası’nın ilgili maddeleri için bkz: Ermenistan Devlet Başkanlığı resmi sayfası,
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (10 Nisan 2004).
    3) Nazmi Gül-Gökçen Ekici, ‘Azerbaycan ve Türkiye ile Bitmeyen Kan Davası Ekseninde Ermenistan’ın Dış Politikası’, Avrasya Dosyası, Azerbaycan Özel Sayısı, İlkbahar 2001, Cilt 7, No 1, s. 381.
    4) “Türkiye-Güney Kafkasya İlişkileri”, Türkiye Dışişleri Bakanlığı resmî sayfası,
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (8 Mart 2004).
    5) Başbakanlık Basın Yayın Genel Müdürlüğü resmî sayfası,
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (20 Ocak 2004).
    6)
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (25 Şubat 2004).
    7)
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (26 Şubat 2004).
    8)
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (26 Şubat 2004).
    9) Bkz, Dönemin TBMM Dışişleri Komisyon Başkanı Kamran İnan’ın 68 Birleşim 28.2.2002 tarihli konuşması, TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 21, Cilt 78, Yasama Yılı 4,
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (4 Nisan 2004).
    10) Abdülhamit Bilici, “Tehdit Nerede Biz Neredeyiz”, Aksiyon,
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (21 Mart 2004).
    11) BM Binyıl Zirvesi,
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (20 Mart 2004).
    12) “BM’de Türk-Ermeni Söz Düellosu”, Hürriyet, 23 Eylül 2000.
    13) Hürriyet, 1 Şubat 2001.
    14)
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (31 Mart 2004).
    15) Hasan Kanbolat, ‘Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan Zirvesi ve Gölgedeki Ortak Ermenistan’, Stratejik Analiz, Cilt 3, Sayı 26, 2002, s. 57.
    16) “Ermenistan’a Tavır”, Zaman, 30 Haziran 2000.
    17) “Erivan Şartları”, Hürriyet, 20 Ocak 2002.
    18)
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (20 Ocak 2004).
    19) “Aliyev’den Yalanlama”, Türkiye, 25 Ocak 2000.
    20) “Türkiye Ermenistanla Serhedi Açmayacaq”,
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (31 Ocak 2004).
    21) “Sırada Karabağ Var”, Türkiye, 16 Nisan 2004.
    22)
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    (8 Mart 2004).
    23) Azg, 1 Mayıs 2002.
    24) Şirin Payzın, ‘Kocharian: Lets Make Up But Remember Past’, Diplomacy Papers, No 1, Haziran 1998, s. 32.
    25) Svante Cornel, ‘Ermenistan’la Sınır Kapısının Açılması Türkiye’ye Zarar Verir’, Zaman, 26 Haziran 2003.
    26) Ermenistan’da da “Türkiye, soykırımı tanımazsa onunla ilişki kurmayalım” görüşünü savunanlar vardır.

    Referans:
    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  5. #5
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: Makaleler

    1915'te Sevk ve İskan Edilmeyen Ermeniler

    *Yard.Doç.Dr.Davut KILIÇ
    *Fırat Üni.İlahiyat Fak.Öğretim Üyesi

    Giriş

    Osmanlı Devleti topyekün bir savaşa hazırlanırken Rus Çarının desteğiyle hareket eden Komitacı Ermeniler Büyük Ermenistan'ı kurma hayaliyle, bütün güçlerini Rusya'nın emrine vermişlerdi. Bunların bir kısmı Rus ordularının önünde, bir kısmı da cephe gerisinde sivil, asker demeden Doğu Anadolu'da herkese saldırıyordu. Osmanlı Hükümeti, Komitacı Ermenilerin saldırılarına karşı yaklaşık dokuz ay boyunca, bir takım tedbirler alarak olayların önüne geçmeyi denedi. Sonuç alamayınca Ermeni toplumunu Patrik nezdinde uyardı. Ancak, bundan da bir sonuç çıkmayınca özel tedbirler almak zorunda kaldı.

    Sevk kararının ilk işareti sayılan 2 Mayıs 1915 tarihli Başkumandan Vekili Enver Paşadan, Dahiliye Nazırı Talat Paşaya yazılan yazıda, özetle Enver Paşa; Ermenilerin isyan çıkarmayacak şekilde dağıtılmaları gerektiğini, isyancı Ermenilerin, küçük guruplar halinde çeşitli yerleşim yerlerine dağıtılacak olursa, isyan etme imkanlarının kalmayacağını belirtmektedir. Nitekim uygulama da bu yönde olmuştur.

    29 Ağustos 1915 tarihli Dahiliye Nezaretinden Bursa, Ankara, Konya, İzmit, Adana, Maraş, Halep, Zor, Sivas, Kütahya, Karesi, Niğde, Elazığ, Diyarbakır, Balıkesir, Erzurum ve Kayseri'ye gönderilen telgrafta, Ermenilerin bulundukları yerlerden çıkarılarak tayin edilen bölgelere yerleştirilmelerinin sebebini şöyle açıklamaktadır: bu unsurun (Ermeni Komitecilerin) hükümet aleyhine teşebbüs ve faaliyette bulunmamaları ve bir Ermenistan hükümeti kurmaları yönündeki faaliyetlerini önlemek olduğu, bu kimselerin imhası söz konusu olmadığı gibi sevkiyat esnasında kafilelere, taarruz ve gasp edenlerin bunlara ön ayak olanlara görevlerinden el çektirerek divan-ı harbe teslimi ve isimlerinin Dahiliye Nezaretine bildirilmesi ve bu olaylara tekrarında vilayet veya liva'nın mesul tutulacağı açık bir şekilde beyan olunmuştur.

    Aynı belgede Osmanlı hükümeti, anarşi ve teröre karışmamış şevke tâbi olmayan Ermenilerin yerlerinden çıkarılmamaları, asker aileleriyle birlikte sanatkar, Protestan ve Katolik Ermenilerin sevk olunmaması gerektiğini de vurgulamıştır. Bunlan altı başlık altında toplamak mümkündür.

    Çeşitli Vilayetlerde Tehcire Tabi Tutulmayan Ermeniler

    Bugün Ermeni sevk ve iskânı denildiğinde hiçbir fark gözetmeden bütün Ermenilerin böyle bir muameleye tâbi tutulduğu iddia edilmektedir. Halbuki tehcir kararının uygulanması çok sınırlı olmuş, anarşi ve teröre bulaşmamış, belirli özelliklere sahip olanlar istisna tutulmuştur. Başka bir ifadeyle sırf Ermeni olduğu için insanların sevk edildiği düşüncesi yanlıştır.

    Nitekim 17 Ağustos 1915 tarihli Dahiliye Nezaretinden Antalya Mutasarrıflığına çekilen telgrafta, nüfuslarının azlığı sebebiyle Antalya'daki Ermenilerin şimdilik ihracına lüzum görülmediği ifade edilmektedir. Yine, Urfa'dan dışarı Ermeni sevkıyatının yapılmadığı, yalnız merkeze bağlı yerlerden birkaç hanenin sevk edildiğine dair, bilgiler mevcuttur. Ayrıca 23 Ekim 1915 tarihli Dahilive Nezaretinden Kastamonu vilayetine yazılan telgrafta, Kastamonu vilayetindeki Ermenilerin ihracına lüzum olmadığı belirtilmiştir.

    13 Mart 1916 tarihli Dahiliye Nezaretinden Karesi Mutasarrıflığına gönderilen yazıda, Karesi'den sevk edilen yirmi yedi Ermeni ailenin sevk edilme sebebinin bildirilmesine ve bunların derhal yerlerine iade edilmesine, ancak komitelerle münasebet ve alakası olan ihanetleri belli Ermenilerin sevk edilmelerinin gerektiği bildirilmiştir. Ayrıca 30 Nisan 1916 tarihli Dahiliye Nezaretinden Karahisar-ı Sahib (Balıkesir) mutasarrıflığına gönderilen telgrafta, Balıkesir Ermenilerinin liva dahilinde münasip köylere dağıtılmaları istenmiştir. Bu dönemde Doğu Anadolu bölgesinin dışında kalan şehirlerdeki teröre bulaşmamış Ermenilerin bir tehlike, olarak görülmediği belgelerden açıkça anlaşılmaktadır.

    Arşiv belgelerinin yanı sıra Gazeteci Ahmet Emin Yalman'ın hatıralarında, tehcir zamanında sevk yeri olarak Kütahya'ya gittiğini orada Mutasarrıf olan, Faik Ali Bey'in tehcir emrini kağıt üzerinde bıraktığını ve Kütahya Ermenilerinin tam bir huzur içinde yaşamaya devam ettiklerini Dabağyan nakleder. Ayrıca bu dönemde İstanbul Ermenileri ile Kütahya sancağı ve Aydın vilâyetindeki Ermenilerin de göç ettirilmediği bilinmektedir.

    Katolik ve Protestan Ermeniler

    17 Haziran 1915 tarihli Dahiliye Nezaretinden Erzurum Vilayetine gönderilen telgrafta, Ermeni Katolik misyonerlerle sörlerin şimdilik sevk edilmemeleri istenmektedir. Bundan 48 gün sonra 4 Ağustos 1915 tarihli Dahiliye Nezaretinden Erzurum, Adana, Ankara, Bitlis, Halep, Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Elazığ, Van vilayetleriyle Urfa, Canik, Maraş mutasarrıflıklarına gönderilen yazıda da, adı geçen 13 Vilayet ve Mutasarrıflıkta kalan Katolik Ermenilerin sevk edilmeyerek nüfuslarının bildirilmesi istenmiştir.

    Katolik Ermenilerin şevkinin durdurulmasından 11 gün sonra, Protestan Ermenilerin de sevk edilmemeleri yönünde bir hüküm çıkarılmıştır. 15 Ağustos 1915 tarihli bu hükümde, Dahiliye Nezaretinden Erzurum, Adana, Ankara, Bitlis, Halep, Hüdavendigar, Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Konya, Elazığ ve Van vilayetleriyle Urfa, İzmit, Canik, Karesi, Karahisar-ı Sahib livaları, Maraş, Niğde, Eskişehir, mutasarrıflıklarını kapsayan yazıda, Protestan mezhebinde bulunan Ermenilerden sevk olunmayanların şevkinden sarf-ı nazar olunması ve vilayet dahilindeki nüfusları, ile bu nüfustan kalan ve sevk olunanların miktarının bildirilmesi istenmiştir. Buna cevap olarak Kayseri'den 18 Eylül 1915 tarihli Dahiliye Nezaretine gönderilen yazıda, şevke tâbi tutulan Ermenilerin dışında 4.911 asker ailesi ve Protestan ile Katoliklerden oluşan bir gurubun kaldığı belirtilmektedir. Yine Niğde vilayetinden Dahiliye Nezaretine gönderilen 18 Eylül 1915 tarihli belgede de, liva dahilinde Katolik ve Protestan Ermenilerden 221 nüfus kaldığı bildirilmektedir. Dahiliye Nezaretinden Konya vilayetine gönderilen 4 Kasım 1915 tarihli telgrafta, Konya'da bulunan 2.000 Ermeni'nin şimdilik sevk olunmayarak muhafazada bulundurulması, asker aileleriyle Katolik ve Protestan olanların da vilayet dahilinde uygun mevkilerde iskan edilmeleri istenmektedir. Yine aynı vilayete gönderilen 10 Temmuz 1916 tarihli yazıda zararlı ve çeteci Ermenilerin Zor'a sevk edilmeleri istenirken, Protestan ve Katoliklerin bundan istisna tutulması istenmiştir.

    Bu arada, Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşaya gönderilen 26 Nisan 1916 tarihli belgenin içeriğinde ise Maraş'da sevk olunmamış 3.845 erkek 5.000 küsur kız ve kadın bulunduğu, bunların 3.500 kadarının Gregoryen, diğerlerinin Katolik ve Protestan olduğu bildirilmektedir. Buna göre Maraş'da Gregoryen Ermenilerin dışında yaklaşık 5.345 Katolik ve Protestan Ermeni'nin yerinde kaldığı anlaşılmaktadır.

    Devlet Kademelerinde Görev Yapan Ermeniler

    Osmanlı Devletinin çeşitli kademelerinde görevli komitacılarla iş birliği yapmayan, devletine bağlı memurlar da tehcirden istisna edilmişlerdir. Dahiliye Nezaretinden 12 Vilayet, 9 Mutasarrıflığa gönderilen 15 Ağustos 1915 tarihli yazıda, Ermeni mebus ve ailelerinin ihraç edilmemeleri istenmiştir. Yine aynı tarihli başka bir belgede ise asker, zabit ve sıhhiye zabitlerinin ailesinden olan Ermenilerin sevk edilmeyerek yerlerinde bırakılması belirtilmiştir.
    Dahiliye Nezaretinden çeşitli vilayet ve mutasarrıflıklara gönderilen 17 Ağustos 1915 tarihli yazıda, Ellerinde belgeleri bulunan şimendifer memurları, ameleler ve müstahdemlerin aileleriyle birlikte şimdilik sevklerinden vazgeçilmesi ve bunların miktarının bildirilmesi istenmiştir. Bu arada 28 Haziran 1915 tarihli Dahiliye Nezaretinden Trabzon Vilayetine gönderilen yazıda ise Düyun-ı Umumiyedeki Ermeni memurların yerlerinde kalmaları emredilmektedir. Çeşitli Valilik ve Mutasarrıflıklara gönderilen başka bir belgede de, tahliye edilen yerlerdeki Düyun-ı Umumiye ve Reji idaresinde sevkten istisna edilen Ermeni memurlarla yeniden tayin edilen Ermenilerin isimlerinin, tayin tarihlerinin ve nereli olduklarının bildirilmesi istenmiştir

    Ticaret ve Benzeri İşlerle Uğraşan Ermeniler

    Ticaretle uğraşan Ermenilerin arasında da Osmanlı hükümeti aynı hassasiyeti göstererek komitacılarla ilgisi olmayan tüccarları şevke dahil etmemiştir. Dahiliye Nezaretinden Maraş Mutasarnflığına gönderilen 8 Haziran 1915 tarihli telgrafta, göç ettirilen yerlerde, ticaret ve sair suretle ikamet eden Ermenilerin yerlerinde bırakılmaları istenmektedir. Dahiliye Nezaretinden Trabzon, Sivas, Diyarbakır, Elazığ valiliklerine ve Canik mutasarrıflığına gönderilen 4 Temmuz 1915 tarihli başka bir belgede ise Hükümetçe muzır tanınmış Ermenilerin, aileleriyle birlikte uzaklaştırılması ve kendi işleriyle meşgul tüccar ve esnafın yerlerinin değiştirilerek alıkonulması belirtilmiştir.

    Bazı Özel Şahısların Sevk Edilmemelerine Dair Yollanan Emirler

    Dahiliye Nezaretinden, Bursa vilayetine gönderilen 15 Ağustos 1915 tarihli telgrafta, İstanbul Bulgar Hastanesi doktorlarından Nikolo'nun kayınpederi Ermeni milletinden fotoğrafçı Papazyanın ikinci bir emre kadar sevkinin ertelenmesi belirtilmektedir. Yine 27 Ekim 1915 tarihli bir yazıda, Tekfurdağlı sabık mebus Agop Boyacıyan Efendinin yeğeni Tekfurdağlı Bogos'un Konya'da kalması istenmektedir. Dahiliye Nezaretinden Halep vilayetine gönderilen 23 Ekim 1915 tarihli belgede de, Adana Osmanlı Bankası memurlarından Halep'te bulunan Edvar Simkiyan, Manok Sarrafyan ve Agop Gagayan ile Tarsus şubesi memurlarından Serkis Kişiyan'ın Halep şubesinde çalışabilecekleri bildirilmiştir. Ayrıca 15 Mart 1916 tarihli Dahiliye Nezaretinden bazı vilayet ve mutasarrıflıklara gönderilen telgrafta, bundan böyle idari ve askeri maslahat gereği ne sebeple olursa olsun hiçbir Ermeni'nin sevk edilmemesi istenerek sevk ve iskânın durdurulduğu belirtilmiştir.

    9 Haziran 1915'ten 8 Şubat 1916 tarihine kadar Anadolu'nun muhtelif bölgelerinde yerlerinde bırakılan Ermenilerle ilgili olarak Osmanlı Arşivi tasniflerindeki belgelerden Yusuf Halaçoğlu'nun derlediği bilgilere göre; Adana: 16.000 civarı, Ankara: 733, Karahisarı Sahip: 2.222, Kayseri: 4.911, Elazığ: 4.000, Maraş: 8.845, Sivas: 6.055 olmak üzere toplam 42.766 Ermeni yerlerinde kalmıştır. Bunların dışında yukarıda ifade ettiğimiz belgelerden anlaşılacağı üzere; Karesi Mutasarrıflığı, Kastamonu, Balıkesir, Antalya, İstanbul, Urfa, Kütahya, Aydın vilayetlerindeki Ermeniler de sevk edilmemiştir.

    Katolik ve Protestan Ermenilerin ilk anda tehcire tâbi oldukları, Alman ve Amerikan büyükelçiliklerinin baskılar neticesinde Katolik ve Protestan Ermenilerin sevkinin durdurulduğu belgelerden anlaşılmaktadır. Bunun haricinde Gregoryen Ermenilerin tamamı da sürülmemiştir. Meclis-i Vükela'nın çıkarmış olduğu sevk ve iskân kararına bakıldığında sevk ve iskân edilecek Ermeniler "düşmanla işbirliği yapan, masum halkı katleden ve isyan çıkaran Ermeniler şeklinde tarif edilmektedir." Başka bir belgede ise Ermenilerin hükümet aleyhinde çalışmalarına engel olunmak için sevk edildikleri, bir Ermenistan hükümeti kurmaları yönündeki faaliyetlerini önlemek olduğu, belirlenenler dışındakilerinin sevk edilmemeleri, istenmektedir. Yine bir belgede, Hükümet Ermenilerin bulundukları yerden alınarak fesat çıkarmasına imkan bulamayacakları yerlere yerleştirilmelerini ve sevk işleminin sadece bozguncu ve isyancı Ermenilere uygulanmasını istemektedir. Osmanlı Devletinden Valiliklere ve Mutasarrıflıklara gönderilen telgrafların genelinde bu ifadeler özellikle vurgulanmıştır. Bu da Gregoryen Ermeniler içerisinde de masum olanların kaldığını göstermektedir. Yukarıda incelenen belgelerden ve verilen rakamlardan da bu sonuç çıkmaktadır.

    2 Mayıs 1916 tarihli Dahiliye Nezaretinden Halep vilayetine gönderilen şifre telgrafta, Halep'te bulunan Maraş Katoliklerinin sevk olunmamaları kararlaştırılmıştı. Bunların sevklerine başlandığı haber veriliyor. Niçin sevk edildiklerinin bildirilmesiyle beraber sevk olunanların da geriye getirilmeleri istenmiştir. Bundan 11 gün sonra 13 Mayıs 1916 tarihli Dahiliye Nezaretinden Halep vilayetine ve Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşaya gönderilen telgrafta, Halep'teki Katolik ve Protestanların dışındaki yabancı Ermenilerin başka yerlere şevklerine ve çete teşkilatıyla ilgisi olanların bilgisine müracaat etmek için tevkifine dair telgraf, bu olayların hiçte böyle gelişmediğini göstermektedir. Ayrıca Osmanlı Hükümeti, Halep sevkiyatı sırasında devlet hizmetinde bulunan ve devlete karşı kötü niyet beslemeyenlerin daha iyi şartlara sahip olmaları maksadıyla başka yerlere iskan edilmelerini istemiştir. Osmanlı sınırları içerisinde yukarıda saydığımız özelliklere haiz olan Ermenilerin, çoğunlukla bulunduğu bölgelerde kalmaları sağlanmış veya belirli bölgelere toplanarak güvenlikleri temin edildikten sonra hayatlarını sürdürmüşlerdir.

    Yanlışlıkla şevke tâbi tutulan Katolik ve Protestan Ermeniler ise araştırılarak o sırada bulundukları şehirlere yerleştirilmişlerdir. Ancak konunun başından bu yana ifade ettiğimiz gibi zararlı faaliyetlere karışan Katolik ve Protestan Ermeniler yeni iskan sahalarına sevk edilmişlerdir.

    J. McCarthy'nin yaptığı hesaplamalara göre; 1922 yılında savaşın sona ermesinin hemen ardından Türkiye Cumhuriyetinde yaklaşık 140.000 Ermeni kalmış bulunuyordu. 1927 Türkiye nüfus sayımı yazımlarına göre 77.433 Gregoryen, 6.658 Protestan, 34.000 Katolik'tir. Yine McCarthy'nin ifadesine göre, bu nüfus sayımı Ermeni Protestan Kilisesinin yaptığı hesaplamalara da uygundur.

    Sonuç olarak, Ermeni asıllı Türk vatandaşı Dabağyan'ın ifadesiyle; "Bu karmaşık mücadeleden Ermeniler pek zararlı çıkmışlar ise hesabını kaderlerini teslim etmiş oldukları Hınçak ve Taşnak gibi maceracı Komitelerden ve tam bir basiretsizlik içinde, gözü kapalı bağlandıkları o Hristiyan devletlerinden sormalıdır. Ne var ki, öyle yapmamış tam aksi, uşaklıklarını devam ettirmiş ve de ettirmektedirler ...Sevk hareketi Kafkas Ermenilerinden kurulu çetelerin Anadolu'da icra ettikleri dehşet verici katliamların tezahüründen kaynaklanmış pek uğursuz bir vakadır.

    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  6. #6
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: Makaleler

    MAKALELER

    1915 Ermeni Tehcirine Giden Yolda Gözden Kaçan İki Nokta: Projeler ve Müfettişlikler

    *Ali KARACA


    Giriş

    Günümüzde Türk-Ermeni İlişkileri söz konusu edildiğinde sergilenen genel yaklaşım, 1915 zorunlu iskânını, tehciri sorgulamak şeklindedir. Günümüzde ileri sürülen tez ve antitezler, genellikle bu tehcir esnasında yaşanılanlara dayandırılmakta, bu ise tehcirin arka plânının gözden kaçmasına sebep olmaktadır. Bu tür yaklaşımların ana nedeni Ermeni -Türk ilişkilerinin tarihî süreçten kopuk olarak ele alınmasıdır. Hâlbuki söz konusu ilişkiler için, projektörleri tarihin derinliklerine yöneltmek, konuya yaklaşım metodu açısından oldukça önemlidir.

    Osmanlı Devleti'nin, Ermeniler de dahil yönetimi altında bulunan gayrimüslimlerle olan ilişkilerinin hukukî zeminini Zımmî statüsü oluşturmaktaydı. 1821 Mora Rum isyanı, devletin Ermeniler için yeni bir yaklaşıma zemin hazırlarken, 1828 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası yeni oluşumların tohumu atılmıştı. Esasında Hristiyan unsurlar için idarî-yapısal temel düzenlemeler Tanzimat (1839), Islahat (1856) ve Kanunıesâsi/Anayasa (1886) dönemlerinde yapılarak, Ermenileri de kapsayan kanun ve tüzükler yürürlüğe sokulmuştu. Bu arada devlet, Sırbistan ve Cebeli Lübnan olayları sonrası, yerel taleplere bir çözüm olarak yaptığı yeni bir temel düzenlemeyle yerel meclislerin oluşumuna izin vermişti. Bu yaklaşım çerçevesinde. Millet-i Ermeniyân Nizamnâmesi'ni de yürürlüğe koymuştu (1862). Daha sonra uygulama alanı bulmuş olan Anadolu Reform programı da (1895) bu kabildendir. Zira Hükümetin ilgililere verdiği direktiflerde, çalışmalar esnasında Tanzimat, Islahat ve Kanuniesasî hükümlerinin dikkate alınmasına özellikle vurgu yapması, bahsi geçen düzenlemelerin Ermeni unsurla ilgisini açıkça göstermektedir.

    1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı Sonrası Gelişmeler ve Öne Çıkan İki Öğe

    Kaynaklara bakıldığında, 1878 sonrası gelişen olaylar bütünü içerisinde Türk-Ermeni-Avrupalı devletler ilişkisinin farklı ve yeni bir safhaya girdiği görülmektedir. 1915 zorunlu iskânına kadar devam eden bu süreçte, ortaya çıkan bazı öğeler, tehcirin esas zeminini oluşturacaktır. Doğu Sorunu'na Ermeni Meselesi rengini veren 3 Mart 1878 Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması (16. madde) ile bu sorunu uluslar arası arenaya taşıyan 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması (6l.madde) problemin çözüm şeklini de belirtmekteydi. İlgili maddede: " Hükümet halkı Ermeni bulunan eyaletlerde yerel ihtiyaçların gerektirdiği reformu ertelemeksizin yapma ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliğini sağlamayı yükümlenir ve ara sıra bu konuda düşünülen düzenlemeleri devletlere (İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya ve İtalya) bildireceğinden, adı geçen devletler konu edilen düzenlemelerin (reform.) yerine getirilmesini /yürütülmesini gözetleyeceklerdir" denilmekteydi. Bu antlaşmalar sonrası süreçte, Avrupalı devletlerce ilgili maddelerden kaynaklanan iki ana öğenin daima ön plâna çıkarıldığı görülecektir.
    Avrupa Patentli Reform Projeleri

    Bir tür reform programı olan Islahat Fermanı'na esas oluşturan hususların hazırlanmasında, Avrupalı devletlerin sergilediği metodik tavır, 1878 sonrası programları için de geçerliliğini koruyacaktı. Buna göre reform programları, taraftar devletlerce hazırlanmakta ancak, uygulayacak olan devletin de (Osmanlı) onayı ve yönetim esasları dikkate alındığı izlenimi verilmekteydi.

    1878 sonrası projelerinin özelliği, tarif edilmiş belli bölge (Vilâyât-ı Sitte) ve belli unsur (Ermeni) için programlanmış oluşu, uygulama şeklinin ise doğrudan veya dolaylı müdahele esaslarına dayandırılmasıydı: Mesela Salisbury'nin direktifleri doğrultusunda Layard'ın açıkladığı reform programı ve üç maddelik nota (8 Ağustos 1878) ile dokuz maddelik diğer bir projesi (24 Kasım 1879 12 T. Sani 1295), yine İngiltere, Fransa ve Rusya'nın müşterek hazırladıkları kırk maddelik reform programı ve on dört maddelik muhtıra (11 Mayıs 1895), ayrıca 1909 tarihli yirmi dokuz maddelik reform projesi ile 23 Mayıs 1914 tarihli yirmi üç maddelik reform programı bu çerçevede değerlendirilebilir.

    Avrupa kaynaklı bu reform projelerinin ana eksenini, uygulanması safhasında Avrupalı uzmanların istihdamı, denetimin başında ise yine bir Avrupalı Genel Müfettiş Komiser'in bulunması şartı oluşturmaktaydı. Bilhassa 1895 tarihli projenin hazırlanışı ile getirilen öneriler, uygulama için yapılan düzenleme, yine 1914 tarihli projenin hazırlanışındaki ön gelişmeler doğrultusunda yönelilen hedef, söz konusu uzmanlar ve müfettiş konusunun, Avrupalı devletlerce ne kadar önemsendiğinin göstergesiydi. Çünkü bir iyileştirmenin çok ötesine geçen amaçlarının gerçekleşmesi buna bağlı bulunmaktaydı.

    Söz konusu projeler süreli incelendiğinde, reform konusunun Avrupalı devletlerin inisiyatifinde ve onların çıkarlarına göre şekillendirildiği görülmektedir. Bu meyanda, Ermeni Sorunu'na siyasî bir biçim verilirken de, zamanı gelip şartlar oluştuğunda, siyasî reformlar sayesinde, sınırları çizilmiş coğrafî bölgede güdümlü muhtar veya bağımsız bir oluşumun şartlarının hazırlandığı anlaşılıyor.

    1912 yılına gelindiğinde ortaya çıkan siyasî gelişmeler, Rusya'nın yine bu maksatla, doğu vilâyetleri için yeni bir ıslahat/reform programı isteğiyle harekete geçeceğini gösteriyordu. İttihat ve Terakki Hükümeti bu durumu kavrayıp, daha önce davranarak bir reform projesi hazırlayıp, reform işini İngiltere'ye havale etmek üzere harekete geçti. Hükümetin teklifini önce olumlu karşılayan İngiliz Hükümeti, daha sonra bu yaklaşımından caydıktan başka, reform projesinin hazırlanması işini de Rusya'ya bıraktı (12 Kasım 1912). Bu. I. Dünya Savaşı'nın arefesinde İngiliz-Rus ittifakının da önemli bir göstergesi oluyordu.

    Önceki projelerde olduğu gibi bu son projede de yine ön plâna çıkan diğer önemli bir unsursa, Reform Müfettişlerinin durumlarıdır.

    Avrupalı Reform Müfettişi Dayatması

    Müfettişlik konusu irdelendiğinde. Avrupalı devletlerin Türk Devleti'nin inisiyatifini elinden almak ve reformların kendi istekleri doğrultusunda yürütülmesi için, bu hususa büyük önem verdikleri görülür. Diğer taraftan ise kendi çıkarlarını koruduğunun ve reformu kontrol ettiğinin esaslı bir göstergesi olacağından, söz konusu müfettişlerin seçim ve tayin şekilleri Osmanlı Devleti için de hayatî bir konuydu.

    Bu konuda Osmanlı Devleti'nin 1856 Paris Antlaşması'ndan sonra siyasî baskılara açık hâle geldiği anlaşılmaktadır. Zira daha o tarihte Rusya, Paris Antlaşması ve Islahat Fermanı gereği söz konusu olan reformun, yanlızca Türk Devleti'nin inisiyatifine bırakılamayacağı itirazında bulunmaktaydı. Yine Rusya'nın, antlaşma ve Islahat Fermanı'nın, Hristiyan halklar lehinde karara bağlanan şartlarının, Osmanlı Devleti'nce uygulanmadığı yönündeki şikâyeti üzerine, Avrupalı devletler nezdinde durumun kontrolü gündeme gelmiş ve bu hususu incelemek için Veziriazam Kıbrıslı Mehmet Paşa görevlendirilmişti. Paşanın, İmparatorluğun belli başlı vilâyetlerindeki teftişi üç ay sürmüş ve kendisi yapılan reformlar hakkında raporlar hazırlamıştı.

    10 Mayıs 1878 senesine gelindiğinde Erzurum, Van, Diyarbekir vilayetleriyle Mamüretülaziz (Elâzığ) mutasarrıflığının teftişi göreviyle Şûrayı Devlet Üyesi Ali Şefik Beyin atanması ise Ayastefanos Antlaşması'nın on altıncı maddesine bağlı görünmektedir. Müfettiş'in başlıca görevi, Ermenilere tecavüz ettikleri iddia olunan Kürtlerin, varsa tespiti ve etkili bir biçimde cezalandırılmalarına yöneliktir. Berlin Antlaşması'ndan sonra ise İngiltere Hükümetinin, Anadolu'da uygulanması maksadıyla hazırladığı dokuz maddelik reform projesini (24 Kasım 1879) denetlemek için, bir Avrupalı müfettişin atanması talebi üzerine, İngiliz uyruklu General Baker Paşa bu göreve atanmıştı (1880).

    1895'te bu defa ortak bir girişimle İngiltere, Fransa ve Rusya'nın, 1878 antlaşmasının altmış birinci maddesine atfen hazırladıkları, kırk maddelik reform projesinin uygulanması için, yine Avrupalı bir Genel Müfettişin atanmasını şiddetle istedikleri görülüyor. Fakat II. Abdülhamit'in diplomatik tavrı karşısında bilhassa, ısrarcı olan İngiliz Hükümeti, tutumunu değiştirerek Raif, Hasan Fehmi ya da Ahmet Muhtar Paşalardan birinin atanmasına olumlu bakacağını bildirmekteydi. II. Abdülhamit ise bu teklifi dikkate almayarak, Yaver-i Ekrem Mareşal Çapanoğlu Ahmet Şakir Paşayı müfettişlik görevine getirmiştir (27 Haziran 1895 ). Bu tayin özellikle İngiliz Hükümet Başkanı Salisbury'nin büyük tepkisine yol açarsa da sonradan durumu kabullenmek zorunda kalır. Oldukça geniş yetkilerle donatılmış olan Şakir Paşa ve başkanı olduğu heyet, aynı zamanda Ermenilerle ilgili reform programını yürütmede, beş yıl gibi uzun bir süre görev yapan müfettişlik heyeti olacaktı (24 Ağustos 1895-18 Nisan 1900).

    Bu tarihten sonra 1909 yılına kadar Avrupa kaynaklı bir reform ve ona uygun Avrupalı müfettiş atanması yönünde herhangi bir teklife şimdilik rastlanamadı. Bununla birlikte Dahiliye Nazırı Memduh Paşanın başkanlığını yaptığı ve Anadolu Reformu esnasında ona bağlı olarak İstanbul'da görev yapan Tesrii Muamelât Komisyonu'nun, 2 Ağustos 1900 tarihine gelindiğinde hâlâ çalışmalarını yürütüyor olması ise genelleştirilmiş bir reform programıyla ilgisi bulunmasındandı (26 Ekim 1896-?).

    II. Abdülhamit'in idareden uzaklaştırılmasından hemen sonra Avrupalı devletlerin Vilayât-ı Sitte için yeni bir reformu gündeme getirdikleri anlaşılıyor. Bu defa da hükümet, Trabzon, Erzurum, Van, Sivas, Diyarbekir, Mamuratülaziz ve Bitlis vilayetlerine bir reform heyeti gönderecekti. Bu Özel Reform Heyeti'ni (Heyet-i Mahsûs-ı islahiye) Galip, Mustafa Zihni Beylerle, Meclis-i Mebusan Üyesi Ermeni Babekyan Efendi ve Erkânıharp Cemâl ile Binbaşı Zeki Beyler oluşturmaktaydı. Bununla birlikte hükümetçe, Avrupalı müfettişlerin görevlendirilmesi fikrinin de benimsendiği anlaşılıyor.

    1912 yılına girilirken yukarıda da değinildiği üzere yönetimdeki İttihat ve Terakki hükümeti, bazı gelişmeler dolayısıyla, bu defa yeni bir reform projesi hazırlama, ve uygulama işinin bir Avrupalı müfettişe havale olabileceği yönünde İngiliz hükümetine müracaat eder. Bu teklif üzerine İngiliz hükümeti, müfettişlik için Lord Milner'i seçmişse de sonradan bu kararından vazgeçecektir. Aslında 1909 sonrasında reform konusunun Avrupalı devletler, özelikle de İngiltere'nin inisiyatifine bırakılması eğiliminin ağırlık kazandığı gözlenmekteydi. Zaten 1913 yılına gelindiğinde yine bu çerçevede, Reform Genel Müfettişliğinden başka, birçok Avrupalı müfettiş bazı önemli bürokratik görevlere atanmıştı. Bunlardan bazıları: Mülkiye Müfettişi İngiliz Yüzbaşı Daves, Mülkiye Teftiş Müdürü Gravü, Adliye Bakanlığı Teftiş Heyeti Başkanı İngiliz Hukukçu Clarc ve Maliye Bakanlığı Genel Müdürü Henry Beylerdi.

    Reform İşinin Avrupalı Müfettişlere Teslimi

    Bu sıralarda Reformun yeniden gündeme gelmesiyle hareketlenen Rusya, İngiltere ve Fransa ile Almanya hükümetlerine başvurarak. Vilayât-ı Sitte'de Ermeniler için kararlaştırılan reform işine Avrupalı bir genel vali atanmasını teklif etti. Reform kararları şekillendiğinde ise tayinleri artık zorunlu hâle gelen iki Avrupalı Reform Genel Müfettişi bu memuriyete getirildi (2 Temmuz 1914). Bu müfettişler Norveçli Hoff ve Hollandalı Westenen'di. Adı geçen iki müfettiş Osmanlı Hükümeti memuru gibi addedilse de gerçekte reform işi ve Ermeni sorunu tamamen Avrupa'nın kontrolüne girmişti.

    Bazı Ermenilerin Sadakattan Teröre Kayışı

    İşleyen bu süreç zarfında Türk ve Ermenilerin tavrına bakıldığında bazı değişimler göze çarpar. 1829'den sonra, bir kırılma noktası oluşturan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşına kadar devletin. Ermenilere yaklaşımı, resmî belgelere de yansıdığı gibi " sadık tebaa/gönülden bağlı uyruk " anlayışı üzerine temellendiriliyordu. Bu yaklaşım aynı zamanda devletin, Ermeni politikasının güven, takdir ve koruyup-kollama esasına dayandığının bir ifadesiydi. Türk Devleti'nin asırlarca süren politikalarının bir sonucu olarak dinî-ırkî, sosyal ve kültürel kimliklerini yaşatıp geliştirme imkânı bulan Ermeniler, devlet bürokrasisinde bakanlık dahil birçok önemli memuriyetlerde bulunurken, özellikle ticarî hayatın en aktif ve çok kazanan kesimi durumuna da yükseldiler.

    Türk Devleti'nin bu yaklaşımı ve sahip oldukları statüye rağmen 1870'li yıllardan itibaren, sadık Ermenileri devlete karşı kışkırtan bazı Ermeni komite ve derneklerinin ortaya çıktığı gözlenmekteydi (İttihat-ı Halâs Cemiyeti/Kurtuluş Dernekleri Birliği gibi). Farklı isimler taşıyan bu güdümlü oluşumlar, 1890'da kuruluşlarını tamamlamış ve belirledikleri hedefe ulaşmak için silâhlı eylemler dahil harekete geçmişlerdi. Amaçları, her imkânı değerlendirerek sınırları tarif edilmiş bir bölgeyi birlikte yaşadıkları unsurlardan temizleyip, burayı devletten koparmaktı. Kullandıkları metot ise ihtilalci silâhlı terörizmdi (Kendilerine propogant ve terrör adı veren üyelere sahip, Marksist doktrini benimseyen Devrimci Hınçak Partisi ve Ermeni İhtilal Komiteleri Birliği gibi).

    Bu terörist gruplar ve diğer Ermeni oluşumlarını yönlendirme ve destekleme işini ise başta Rusya olmak üzere İngiltere, Fransa ve Yunanistan gibi Avrupalı devletler üstlenmişti. Böylece Ermeni Komiteleri, Mayıs 1915 tarihindeki zorunlu iskân uygulamasına kadar 40 yıl sürecek olan plânlı, bilinçli ve Türklere karşı sürekli silâhlı terörizmle siyasallaşma yoluna girmişlerdi.

    İçişleri Bakanı Talat Paşanın Değerlendirmesi ve Son Tahlilde Tehcirin Esas Gerekçesi

    Bütün bu gelişmelerden sonra Ermeni Sorunu ve yaşanan tarihi süreci, Dahiliye Nazırı Talat Paşa, Meclis-i Vükela'ya sunduğu arz tezkeresinde şöyle tahlil ediyordu (30 Mayıs 1915):

    a- "Ermeniler, bölücü ve işgalci emeller taşıyan Avrupalı devletlerin etkisiyle de silâhlı isyanla/terör bölücü davranışlar sergileyerek, devletin işleyişini engellemişlerdir.

    b- Bu tavırları ile diğer sadık halkı (Türk.Kürt.Çerkez...) varlığını korumaya zorlamakta, böylece devletin arzu etmediği olaylara sebebiyet vermekteydiler.

    c- Problemleri ortadan kaldırmak için devletin fedakarânece sürdürdüğü uygulama ve reform çalışmalarının olumlu sonuçları görülmekteydi. Buna rağmen Ermeniler uzlaşmaz tavırlarını devam ettirmekteydiler.

    d- Bu tutumları, sırf bir iç mesele olan bölgenin reformu işinin, dış bir mesele şeklinde devletler arası genel görüşmeler alanına çekilmesine yol açtı.

    e- Bu yolla, Osmanlı ülkesinin bir kısmında yabancı devletlerin nüfuz ve kontrolleri altında bir idari yapılanma ayrıcalığı kazanmaya yöneldiler.

    f- Türk Devleti'nin bütün bu yeni yapılandırma ve reformlarının, Avrupalı devletlerin etki ve baskısıyla, Osmanlı ülkesini bölünme ve parçalanmaya doğru çektiği birçok deneme ve üzücü gelişmelerle ortaya çıkmıştı.

    g- Devletin idarî bağımsızlığı ve bütünlüğü, Avrupalı devletlerin baskısıyla yapılacak benzeri reformlardan, devletin imkânlarının elverdiği ölçüde sakınma ve korunmayı zorunlu kılmaktadır.

    h- Osmanlı Devleti'nin hayatî meseleleri arasında önemli bir yer işgal eden bu baş ağrıtan Ermeni probleminin, kesin bir biçimde ve tamamıyla çözüme kavuşturulması için, reform maksadıyla bir kere daha gerekli düzenlemeler plânlanarak yürürlüğe konulmuştur.

    i- Bütün bunlara rağmen bazı Ermeniler, tehcirden hemen önce (Nisan 1915'te Rusların doğu sınırından saldırmaları üzerine) amaçları doğrultusunda, savaşa girmiş bulunan devletleri aleyhine düşmanlarla fikir ve iş birliği yaparak, silâhlı isyana kalkmış (15 Nisan 1915 Van ve Sivas isyanları gibi), askeri birliklerimize ve korumasız halka silâhla saldırarak, şehir ve kasabalarda katliam, hırsızlık ve yağmalama suçunu işlemişlerdir. "

    Bu tahlilin ışığında altı dikkatle çizilmesi gereken bir husus da, Ermenilerin silâhlı isyan tarihi (15 Nisan 1915) ile soy kırım olarak dünyaya tescil ettirmek için ön plâna çıkarttıkları tarihin (24 Nisan 1915 ) çelişkisidir. Bu çelişkiye esas zorunlu göçürme tehcir kararının, 27 Mayıs 1915 tarihli olduğu gerçeğini de eklemek gerekir. Ermenilerin iddalarını ortaya koyuş biçimi tehcirin, Ermenilerin hiçbir eylem ve devlet aleyhinde hiçbir tavırlarının olmadığı hâlde ve zamanda tamamen keyfî, onları yok etmeye yönelik olarak uygulanmaya konulduğu tezini işlemektedir. Halbuki 30 yıldan fazla sürdürdükleri plânlı silâhlı terör dışında, 15 Nisan tarihindeki tavırları bile bu tezlerini çürütmektedir. Bu durumda: Ermenilerin silâhlı isyan ve düşmanla işbirlikleri olan 15 Nisan, sonraki gelişmeleri ateşleyen fitil olmalıdır.

    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  7. #7
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: Makaleler

    Uluslaşma Süreçleri Açısından Ermeni Sorunu

    *Şener AKSU
    *Kocaeli Üniversitesi Öğretim Elemanı


    Sanayi Devrimi, bilindik toplumsal yapıları sökerken, ürettiği koşulların gereksinimleri, yeni bir toplumsal örgütlenme ve yönetim düzenlemesine yol açtı. Yaşama alanındaki türdeşliğe dayanan "ulus" kurgusu, endüstri ilişkilerinin yaşandığı her iklimde boy göstermeye, ardından da "ulus-devletler" örgütlenmeye başlandı. Endüstri ilişkilerinin yeşermediği coğrafyalar, bu alt üst oluştan bir başka şekilde etkilendi; tarihsel akışın doğal seyriyle değil de, sömürgecilerin hızlandırıcı etkisiyle...

    Sömürgeciler, endüstrilerinin ürettiği artı ürün için gerekli olan pazar ve ham madde gereksinimlerine göre dünyayı paylaşma ve yeniden yapılandırmaya yönelik politikalar üretmeye başladıklarında; aynı zamanda, geleneksel ya da dinî bağlarla birbirine bağlı tarım toplumlarına etki etmeye başladılar. Yerleşik ve geleneksel otoritelerin olmadığı yerde güçleriyle, diğer sömürgecilerin ya da otoritelerin direndiği yerde ise diplomasinin becerisiyle, olmazsa teknoloji, bilgi ve değer aktarımıyla, hatta borçlandırarak yeryüzünün önemli noktalarını etkilemeye başladılar.

    Bu etkileme süreci, endüstri ilişkilerinin girmemesine karşın, bu ilişkilerin sonucu değerlerin ve gereksinimlerin hissedilmesine, arzulanmasına yönelikti. Böylece, endüstri dışı ekonomiler, bu ekonomiler üzerine şekillenen toplumsal yapı ve yönetsel düzenlemeler, olgunlaşma sürecini yaşamadan, baskıyla, çeşitli hızlandırıcı mekanizmalarla çökmeye başladı. Fakat, topluluklar henüz "ulusal egemenliğe" veya "ulus" örgütlenmesine hazır bulunmuyorlardı. Bu nedenle ulusçuluk, dengesiz eylemler üretmeye başladı: ya sömürgecilerin işbirliği olan bir kültürü güçlendirdi ya da şiddete yönelik bir yüz takındı. Ulusçuluğun eylemleri, bu eylemleri kabullenmeye hazır olmayan monarşilerde büyük gürültüler koparttı. Bağımsızlık mücadeleleri ya da "ulusal egemenlik" arzuları toplumsal cinnetlere, katliamlara dönüştü. Oysa ulusçuluk ve ulus(al)-devlet kurguları, doğal yollardan olgunlaştığı yerlerde, toplumsal çatışmayı değil barışı, sömürgeciliğin işbirliğini değil bağımsızlığı getiriyordu.

    Ulus duygusu, dördü içsel, biri dışsal beş öğenin doğal tarihsel süreç içinde birleşiminden doğar; toplumda, geleneksel pratiklerin birikimi kültürel veya dinî bağlarla birbirine bağlanmanın dışında, ortak ulus duygusu etrafından şekillenir. İçsel öğelerin başında sınırları belirli bir yaşama alanı, yani "yurt" gelir. Bu yurt içinde bulunan toplum, sınırlar içinde oluşan üretim-tüketim zincirinin bir parçası olmakla, ülkedeki herkesle ortak çıkar sahibi olur ve kendini bu ortak çıkarın ortaklarından biri olarak görür. Böylece diğerlerine bağlanır. Bu bağın güçlenmesi için türdeşliği sağlayacak ortak (resmi) dili gerekir. Bu dil, ortak kültürü ve değerleri barındırır ve gelecek kuşaklara aktarır. Ancak, değerlerin ve kültürün birikmişliğe gereksinimi vardır ve toplumun ortak bir bilinçaltma sahip olmasına katkı sağlayacak şekilde yeniden hatırlatma ve unutmalarla biçimlenen "tarih" ortaklığı gerekir. Bu ortak bilinçaltı, gelecekte yazgı birliği yapmaya zemin hazırlayacak bir toplumsal bilinç durumu oluşturur. Böylece türdeşlik hisseden topluluk, gelecekte birlikte yaşama arzusu duyar. Fakat bunların dışında ulus hamuruna bir de dışsal etken karışmalıdır.O da "öteki"dir. Düşmandır. Tehdittir. Doğal ya da türetilmiş olsun mutlaka "öteki" gereklidir. Düşman imgesi, ulusların varoluşuna önemli katkı sağlar. Katkı sağlar çünküyaşama alanındaki türün bugün ve gelecekte varlığının tehlikeye düşüyor olması, o yaşama alanındaki herkesin içgüdüsel bir yok olma paniği yaşamasına, yani bir çeşit toplumsal paniğe yol açar. Bu ortak korku, toplumu hem otorite etrafında merkezileştirir hem de toplumsal örgüyü pekiştirir.

    Ermeniler, endüstri ilişkilerinin tarihî koşulları değiştirmesiyle doğal bir ulusçuluk sürecine, giderek de bağımsızlık talebine sahip olmadılar. Bir doğu toplumu olmakla, Osmanlı ülkesindeki herhangi bir toplum gibi, endüstri ilişkilerini yaşamak için gerekli olan dönüşümü gerçekleştiremediler. Fakat, sömürgecilerin Ortadoğu'yu şekillendirme ya da paylaşma tasarılarının bir parçası olarak Ermenilerin bir kısmında ulusçuluk önemli bir yaşamsal siyasaya dönüştü.

    Ermeniler, yönetsel geleneklerden uzak kültürü ile kilise etrafında birliklerini sağlayan, ticaret ve bürokrasi kültürüne sahip bir topluluktu. Kentlerde yaşayan Ermenilerden esnaf ve ticaretle uğraşanların ellerinde, Osmanlıların Müslüman halklarında olmayacak kadar sermaye birikimi vardı. Fakat köylü Ermeniler, neredeyse Müslüman Ermeniler gibi kapalı köy ekonomisinin kısır döngüsünde yaşıyorlardır. Osmanlı bürokrasisi içinde yer eden Ermeniler, siyasî güce yakınlığın getirdiği saygınlığın yanı sıra, ekonomik açıdan da birikimliydi.

    Endüstri ilişkilerinin ortaya çıkardığı artı ürünün pazar gereksinimini Osmanlı ülkesinden karşılamak isteyen sömürgeciler, kıyılarda deniz ticareti kültürüne sahip Rum tacirlerle işbirliği yaptı. Fakat Küçükasya'nın içlerindeki kara ticareti Ermenilerin elindeydi ve önemli ticarî bağları bulunan Ermeni tacirleriyle işbirliği yapmak oldukça verimli bir tercihti. Üstelik. Ermenilerin Osmanlının dininden olmamaları, bu ilişkiyi bir ittifaka dönüştürmeye başladı. Sömürgeciler Osmanlı ülkesindeki çıkarlarını korumanın, buradaki işbirlikçilerini korumakla eş anlamlı olduğunun farkına kolaylıkla vardılar. Varmayanları da Ermeniler uyardı. Sömürgecilerle kurulan bu ilk ilişki, giderek Ermeni sermaye sınıfını ulusçuluğa itti. Ulusal egemenlik arzulan Ermeni tacirlerinin kulağına hoş gelmeye başladı.

    Bu ekonomik ilişkilerden kazançlarım yükselten Ermeni tacirlerin çocukları, Avrupa'da ve özellikle ulusçuluğun bir heyecan olduğu ülkelerde okumaya gitti.

    Sömürgeciler "yurt" ilân ettikleri bu bölgede, Ermenileri korumaya alacak ve bu sınırlar giderek bağımsız ulus-devletleri için yurt olacaktır. Yurt olduktan sonra, ortak dil ortak bilinçaltı ve ortak yazgı sorunu çözülecek,ulusal egemenlik gerçekleşecektir.

    Ermeni ulusçuları, özellikle Berlin Antlaşması'ndan sonra (1878). kurguladıkları ayaklanmaları gerçekleştirdiler. Bölgedeki halka yönelik terör ve şiddet eylemlerini artırdılar. Müslüman halk bölgeyi terk etmek yerine karşı şiddette bulundu. Tam bir toplumsal cinnet yaşanmaya başlandı. Bunu bekleyen Ermeni ulusçuları dünya kamuoyundan yardım talep etti. Sömürgeciler, Osmanlılara baskı yapmaya başladı.

    I.Dünya Savaşı, Ermeni ulusçuların tasarladıkları bağımsız Ermeni devleti için koşulları olgunlaştırdı. Osmanlılar Almanların yanında savaşa girmeye hazırlanıyor, Rus Çarlığı ise Ermenilere, bu savaşta Osmanlının dağılacağı ve kendilerine yardım etmeleri karşısında, bağımsız Ermeni Devleti'nin kurulmasını sağlayacağını teklif ediyordu. Ermeni ulusçuları teklifi kabul ettiler. Teklifin gerektirdiği örgütlenmeleri yapıp birçok yerde, örneğin Kafkas Cephesinin arkasında ve özellikle Van'da Çarlık ordusunun yengisini sağlamak için Osmanlıya karşı mücadeleye giriştiler. Ermeni ulusçularının bu tutumu karşısında Osmanlı Devleti, meşru savunma hakkını kullanarak, Ermeni örgüt liderlerini tutukladı ve kendine karşı mücadele eden bazı Ermenileri, yine kendi toprağı olan güvenli bölgelere zorunlu göçe tâbi tuttu.

    I.Dünya Savaşı'ndan Osmanlıların yenik ayrılması Ermeni ulusçuları için yeni bir olanak yarattı. Sevr Antlaşması ile şekillenen bu olanak da Lozan Antlaşması ile geçersiz oldu. Böylece Ermeni ulusçuları, İngiltere'nin, Sovyetlerin petrol bölgelerine inmesini engellemek için kurdurttuğu Kafkas Ermenistan'ı ile yetinmek zorunda kaldı.

    Ulus olmanın öncelikli koşulu olan "yurt" gereksiniminin karşılanamaması, Ermeni toplumunda "ulus" bilinci için bir başka dinamiğin öne çıkmasına neden oldu: ortak düşman! Dışsal bir etken olan "öteki" tarihî süreç içinde şekillenmiş ve "Ermeni" kimliğini tehdit ettiği varsayılan "zorunlu göç" bu gereksinim için yüceltilmiştir. Ulus bilinci için aranılan temel dinamik böylece ortak çıkardan ortak düşmana dönüşmüştür. Zorunlu Göç, Ermeni ulusçuları tarafından, Ermeni toplumunun yok olmasına yönelik bir eylem olarak ilân edilmiş ve Ermeni kimliğine sahip, fakat yeryüzünün çeşitli yerlerinde dağınık biçimde yaşayan Ermenilerin türdeşliğinin birleşme merkezi hâline getirilmiştir. Böylece Ermeni ulusçuları, yeryüzünün neresinde olunursa olunsun, Ermeni kimliğinin yaşamasını da sağlamış oldular.Bugünkü uluslar arası gücün altında da "zorunlu göçün bir tabuya dönüştürülmesi ve Ermeni toplumunun kollektif bilinçaltında sürekliliğini sağlayacak şekilde kullanılması vardır.

    Ermeni sorunu diye bilinen sorun, özünde bir uluslaşma sorunudur; fakat doğal süreçlerle şekillenmemiş Ermeni ulusçuluğu (olgunlaşmamış bir meyvenin daldan düşmesindeki zorluk gibi) ulus olmanın gerektiği koşulları bulamaması nedeniyle, başlattığı bağımsızlık mücadelesi, daha çok sömürgecilerin siyasaların bir parçası olmuştur. Ermeni ulusçu hareketi, daha çok sömürgecilerin işine yaramıştır. Acısı ise Ermeni ve Müslüman halkın üzerine kalmıştır.

    Türk atasözünde olduğu gibi; "Yiyen içen kurtulmuş, kap yıkayan tutulmuştur.'' ve şimdi olanların sorumluluğu, Türk ulusunun üzerine yüklenmek istenmektedir. Oysa Türk ulusu, yaşanan toplumsal cinnetin sorumlusu olacak bir rol üstlenmemiştir. Ne var ki toplumsal bilincimiz, Ermeni meselesi konusunda aydın ve duru değildir. Eğitimde, bilimsel verilerle toplumumuzu aydınlatmamız gerekir. Belki de öncelikle, bugünkü Ermeni ulusçularına, ve elbet dünya kamuoyuna, tarihi tahrif etmenin yarar getirmeyeceğini sakin bir şekilde anlatmanın yolunu bulmamız gereklidir.





    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  8. #8
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: Makaleler

    Güncel Boyutuyla Ermeni Sorunu

    *Ömer E.LÜTEM
    *Emekli Büyükelçi,Ermeni Araştırmaları Enstitüsü Kurucu Başkanı


    Ermeni sorununun güncel boyutlarını açıklayabilmek üzere Lozan Antlaşmasından sonraki gelişmeleri kısaca anımsamakta yarar bulunmaktadır.

    Sevr Antlaşması'nın öngördüğü ve günümüz Ermenistan'ından başka Doğu Anadolu topraklarının büyük bir kısmını da içermesi plânlanan büyük Ermenistan kurulamamıştır. Bunun başlıca nedeni Türk Milli Mücadelesinin Sevr'i uygulanamaz hale getirmesidir. Diğer yandan Ermeniler giriştikleri savaşta Kazım Karabekir komutasındaki Türk güçlerine yenilerek 1920 yılı sonunda Gümrü Antlaşması'nı imzalamışlar ve Sevr'i geçersiz saymış ve iki ülke arasındaki yaklaşık bugünkü sınırları kabul etmişlerdir. Ermenistan kısa süre sonra Sovyetler Birliği tarafından ilhak edilmiş ve bağımsız bir devlet olarak ortadan kalkmıştır. Yeni Türk Devleti'nin uluslar arası yükümlülüklerini saptayan Lozan'da Ermenistan ve Ermenilere dair bir hüküm bulunmamaktadır. Bu durum Ermeni sorununu hukuken ortadan kaldırmıştır.

    Lozan Antlaşması'nı izleyen yaklaşık 20 yıl, Ermenilerden ve Ermenistan'dan pek söz edilmemiştir. İkinci Dünya Savaşı'ndan galip çıkmanın yarattığı hırsla Rus İmparatorluğu sınırlarını yeniden elde etmeyi amaçlayan Sovyetler Birliği, bir yandan Doğu Avrupa'da uydu komünist rejimler kurmayı sürdürürken diğer yandan Türkiye'den Boğazlarının kontrolünü ve Doğu Anadolu'da da Kars ve Ardahan'ın kendisine bağlanmasını istemiş ve bu talebi Ermenistan ve Gürcistan adına yapmıştır. Aynı zamanda çeşitli ülkelerde bulanan Ermenilerin Sovyet Ermenistan'ına gelip yerleşmesi için de bir kampanya açılmıştır. Bu kampanyayla, Ermenistan nüfusunun yetersizliği dikkate alınarak, Türkiye'den Kars ve Ardahan alındığı taktirde, buraya yerleştirilecek Ermenilerin bulunması öngörülmüştür. Sovyet talepleri, o zamana kadar bir tür tarafsızlık politikası izlemiş bulunan Türkiye'yi Batı Bloku ile işbirliğine götürmüş ve Kore Savaşma katılan Türkiye 1952 yılı Şubat ayında NATO'ya girmiştir. Hatalarının farkına varan Sovyetler, Stalin'in 1953 Martında ölümünün ardından Türkiye'ye bir nota vererek Boğazlar üzerindeki iddialarından ve Ermenistan ve Gürcistan adına ileri sürdüğü taleplerinden vazgeçtiklerini bildirmişler. Türkiye'nin batının yanında yer almış olmasını değiştirememişlerdir.

    Böylece Sovyetlerin, Türkiye üzerinde baskı kurmak amacıyla Ermeni sorununu yeniden gündeme getirme gayretleri bir sonuç vermemiş ancak Ermenistan'da, Sovyetlerin izin verdiği ölçüde, milliyetçilik akımlarının zaman içinde yeniden güçlenmesine neden olmuştur. Bu akımlar sayesinde Erivan’da bir Ermeni soy kırımı anıtı inşa edilmiş ve anıt 1967 yılında büyük bir törenle açılmıştır. Ermeni şovenizminin hâlâ mevcut olduğunu gösteren bu olay Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunda o zamana kadar pek görülmeyen Türkiye ve Türkler karşıtı duyguların güçlenmesine yol açmıştır. Yahudi Holokostu'ndan esinlenerek ve Federal Almanya'nın bu olayda zarar görenlere büyük tazminat ödediği de dikkate alınarak 1915 sevk ve iskanını bir soy kırım olduğu ileri sürülmeye ve Türkiye de bu hayali olayın faili olarak suçlanmaya başlamıştır. Bu yolda hayli yoğun propaganda yapılmışsa da o yıllarda bunların kamuoyunda kayda değer etkisi görülmemiştir.

    1973 yılında Los Angeles'te yaşlı ve yarı meczup bir Ermeni, Türk Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Yardımcısı Bahadır Demir'i katletmiştir, kurbanları ile hiçbir sorunu olmaması ve onları sadece asılsız Ermeni soy kırımından "sorumlu devletin temsilcileri olduğu için katletmesi ilgi uyandırmış ve basın, olayın evveliyatı hakkında bilgi vermek için, soy kırımı iddialarından uzun uzun bahsetmiştir. O zamana kadar "davalarını" duyurmak hususunda pek başarılı olamayan Ermeni milliyetçileri, bu olayın öğretisinden yararlanarak Türk diplomatlarını katletmek üzere aşırı sol eğilimli olduğu belirtilen, ASALA adında bir terör örgütü kurulmuş, Taşnaklar da buna paralel olarak Adalet Komandoları adı altında bir başka örgüt oluşturmuşlardır. ASALA ağırlıklı olmak üzere, bu iki örgüt 1975 ilâ 1985 yılları arasında, genellikle Ermenilerin çok olduğu ülkelerde görev yapan, 4'ü büyükelçi 34 Türk diplomatını katletmiştir. Her olay, bu cinayetin neden işlenmiş olduğunun açıklanması bahanesiyle soy kırım iddialarının gündeme gelmesine vesile olmuş ve yayınlanmaya başlayan asılsız soy kırım konusunda çok sayıda kitap, makale, belgesel film, sergi gibi faaliyetlerin de katkısıyla, batı ülkeleri kamuoyunda Ermenilerin Türkler tarafından soy kırımına uğratılmış olduğu hakkında bir kanı yerleşmiştir. Bu kanı, Ermeni terörizmini izleyen yıllarda bazı ülke parlâmentolarında asılsız Ermeni soy kırımını tanıyan kararlar atamasının başlıca nedenini oluşturmuştur.

    Türk diplomatlarını katleden Ermenilerin hemen hepsi çok genç insanlardı ve 1915 sevk ve iskânından sonra yabancı ülkelere gidip yerleşen Ermenilerin torunlarıydı. Hemen hepsi yaşamlarında bir Türk ile karşılaşmamıştı. Büyük çoğunluğunun sabıkası yoktu. Bu durumda olan kişilerin cinayet gibi son derecede ağır bir suçu işlemeleri ilk bakışta makul görülmüyordu. Normal koşullarda 1915 sevk ve iskânına tâbi olan birinci kuşağın Türklere karşı duygular beslemesi beklenirdi. Onların çocuklarının oluşturduğu ikinci kuşağın ise anne ve babalarının aksine, bulundukları ülkeye uyum sağlamaları nedeniyle, soy kırım söylentilerine daha az önem vermesi gerekirdi. Torunları oluşturan üçüncü kuşak için ise bu söylentilerin fazla bir değeri olmaması normaldi. Ancak bu konuda gerçeğin farklı olduğu ve söz konusu üç kuşak arasında Türkiye ve Türklere en az kin besleyenlerin birinci kuşak olduğu görülmüştür. Bu olgu, aynı zamanda 1915 sevk ve iskânı sırasında soy kırım olarak tanımlanacak olayların vuku bulmamış olduğunun diğer bir kanıtı oluşturmaktadır.

    Türk diplomatlarına karşı işlenen cinayetlerin faillerinin 1915 olaylarından hiç etkilenmeyen üçüncü kuşağa mensup kişiler olması, diğer bir deyimle, Ermeni kuşaklan arasında Türklere karşı farklı davranışların mevcut bulunması Ermeni kiliselerinin, siyasî partilerinin ve derneklerinin etnik karakteri ile açıklanabilir. Yabancı ülkelerdeki Ermeni kiliselerinin var olabilmesi Ermeni cemaat olmasına, siyasî partilerinin ve çeşitli derneklerinin faaliyetlerini sürdürebilmeleri de Ermeni üyeleri olmasına bağlıdır. Oysa Ermeniler, göç eden her halk için olduğu gibi, ikinci kuşaktan itibaren göç ettikleri ülkenin halkı arasında erimeye başlamışlardır. Bu, Ermeni kiliseleri için cemaat ve parti ve dernekler için de üye sayısının azalmasına neden olmuş, söz konusu örgütlerde kendi gelecekleri için endişeler yaratmıştır. Ermenileri bir arada tutabilmek ve onlarda Ermeni bilincini yaşatabilmek için bulunan çare de, 1915 sevk ve iskânının Yahudi Holokostu ile aynı nitelikleri taşıdığını ileri sürüp bir "Ermeni soy kırımı" yaratmaya çalışmak olmuştur. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, tedricen, Ermeni kiliselerinde, okullarında, siyasî partilerinde ve derneklerinde Türklerin Ermenileri soy kırımına uğrattıkları teması sürekli işlenmeye başlamıştır. Kişilerin baba veya dedelerinin soy kırımına uğradığına inanmaları ise Ermeni milliyetçiliğinin daha da canlanması sonucunu vermiştir. Bu milliyetçiliğin başlıca amacı dedelerinin intikamını Türklerden almak ve "Büyük Ermenistan" in kurulmasına çalışmaktır. Bu "beyin yıkama" en fazla üçüncü kuşak Ermeni-lerini etkilediği için Türk diplomatları katilleri de bu kuşak arasından çıkmıştır.

    Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun terörizm dışında Türkiye'ye karşı yürüttüğü faaliyetleri iki kategoride toplamak mümkündür: Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetler ve siyasi faaliyetler.

    Ermenilerin soy kırımına uğramış olduğunu kanıtlamak için, özellikle son 25 yılda, birçok kitap yazılmış bulunmaktadır. Bunlar genelde bilimsel görünüştedir. Vaktiyle bu konuda, bir iki istisna dışında, genellikle Ermeniler eser verirken son yıllarda Ermeni kökenli olmayanların da yazmaya başladıkları ve bunlar arasında, çok az sayıda da olsa, bazı Türk yazarların da bulunduğu görülmektedir.

    Ermeni ve yabancı yazarlar kitaplardan başka, bilimsel dergilerde olduğu gibi günlük gazetelerde, Ermeni iddialarına yer veren çok sayıda makale yayınlamışlardır.

    Ayrıca, özellikle Ermenilerin çok olduğu ülkeler ile hedef olarak seçilen bazı ülkelerde asılsız soy kırımı hakkında birçok konferans, panel vb düzenlenmektedir.

    Soy kırım konusu edebiyat alanında romanlarda, şiir kitaplarında ve piyeslerde işlenmektedir.

    Filmlere gelince çok sayıda "belgesel" film mevcut olup bunlar, genellikle Nisan ayında, başta ABD, Fransa ve Lübnan olmak üzere birçok ülke televizyonunda gösterilmektedir. 1915 yılına dair görsel malzeme çok az olduğundan bu filmlerde kullanılanların bir kısmının uydurma olduğu bir kısmının ise gerçekliği tartışmalıdır. Bu husus, yine her yıl genellikle Nisan ayında açılan sergiler için de geçerlidir.

    Konulu filmlerden ikisi özellikle dikkat çekmektedir. Bunlar Ermeni asıllı Fransız Yönetmen Henri Verneuil (Aşot Malakyan) tarafından 1991 yılında çevrilen Mayrig (Anne) filmi ile Ermeni asıllı Kanadalı Yönetmen Atom Egoyan'ın 2002 'de gösterime giren Ararat (Ağrı Dağı) filmidir. Mayrig, asılsız soy kırıma temas etmekle birlikte, esas konusu 1915 sevk ve iskânı sonrasında Fransa'ya göçmüş bir ailenin yaşam mücadelesidir. Ararat ise karma karışık bir senaryo içinde, Türklere atfedilen bir takım vahşet sahneleriyle, sadece asılsız soy kırımı ele almaktadır.

    Yukarıda değindiğimiz bilimsel nitelikli olmayan kitaplar, makaleler, romanlar, şiirler, piyesler, filmler, sergiler ve çeşitli toplantılar son yıllarda çok yoğunlaşmıştır. Bunlar için Ermeni çevrelerinden büyük bir talep olması ve bu talebi karşılamak üzere bu faaliyetlerin üretilmesinin gerekmesi, bu üretimi mümkün kılacak malî fonların mevcut olması, bu üretimden gelir sağlayan çok sayıda kişi bulunması bir bütün olarak dikkate alındığında ortada bir "Ermeni Soy kırım Endüstrisi" bulunduğunu ifade etmek abartma olmayacaktır.

    Ermenilerin bu faaliyetler için yaptıkları harcamaların kaynağı bağışlardır. Soy kırım iddialarının güçlendirdiği milliyetçilik, Ermeniler arasında esasen yaygın olan bağış geleneğini daha da arttırmıştır. Günümüzde varlıklı Ermeniler için bağışta bulunmak bir millî görev olarak addedilmektedir.

    Kamuoyunu etkilemeye yönelik faaliyetleri ile aşağıda açıklayacağımız siyasi faaliyetler için ne kadar harcama yapılmaktadır? Ermeni kaynakları bu konuda bilgi vermemektedir. Ancak kesin sonuçlara varılamasa da bir tahmin yapmak mümkündür. Bir yazar Ermenilerin ABD Kongresi üyelerini etkileyebilmek için yılda 14 milyon dolar sarf ettiklerini yazmaktadır. Bir diğer kaynak, Ararat filminin0 maliyetinin 15 milyon dolardan fazla olduğunu belirtmektedir. Bunlara yukarıda değindiğimiz kitaplar, makaleler, romanlar, şiirler, piyesler, filmler, sergiler ve çeşitli toplantılar da eklenirse ve bu tür faaliyetlerin sadece ABD'de değil Fransa, Kanada,

    Avustralya ve Lübnan başta olmak üzere diğer bazı ülkelerde de yapıldığı düşünülürse, bulunacak rakamın yılda yüz milyon dolardan daha az olamayacağı sonucuna varılmaktadır.

    Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun siyasi faaliyetlerine gelince, propaganda faaliyetlerin asılsız Ermeni soy kırımını kamuoyuna duyurma amaçlamasına karşın siyasî faaliyetlerin birinci amacı bu iddiayı bazı ülkelerin yerel veya millî meclislerine kabul ettirmektir. Ermeniler kayda değer bir azınlık oluşturdukları ülkelerde oylarını bölmeyerek azımsanmayacak bir siyasî nüfuz sahibi olmuşlar ve bunu soy kırım iddialarını o ülkelere kabul ettirmek için kullanmışlardır. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun soy kırım kadar önem verdiği bir diğer konu, bulundukları ülkenin Ermenistan'a yardı yapmasıdır. Bu husus özellikle ABD için önemlidir. Ermenistan, Rusya ile gayet yakın ilişkiler yürütmesine ve Güney Kafkaslarda Rus çıkarlarının korunmasına hizmet etmesine rağmen ABD'den, sanki bu ülkenin yakın bir müttefikiymiş gibi, büyük yardım sağlamış bulunmaktadır. ABD'nin 2001 yılına kadar Ermenistan'a doğrudan yaptığı yardımların toplamı 1,4 milyar dolara- varmaktadır ki bu Ermenistan'ın yılda 2 milyar civarında olan millî gelirinin %7'sine tekabül etmektedir. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu kuruluşlarının Ermenistan'a yaptığı yardımlar bunun dışındadır.

    Ermeni toplumunun görev bildiği bir diğer husus da bulundukları ülkede Türkiye ve Azerbaycan'ın lehine olabilecek her hareket ve girişimi bunlar kendilerinin veya Ermenistan'ın aleyhine olmasa bile, karsı çıkmaktır.

    Bu durum özellikle ABD'de görülmektedir. Örneğin, Ermeni saldırıları sonucunda Azerbaycan topraklarının % 20'sini kaybetmiş ve bir milyon kadar Azeri de kaçkın (mülteci) durumuna düşmüş iken ABD'nin Azerbaycan'a yapacağı yardımlar Ermeni lobisi tarafından 1993 yılında yardım mevzuatına getirilen bir değişiklikle önlenmiş. Amerikan hükümetinin ısrarlı girişimleri sonucunda bu hükmün uygulaması, 2002'den itibaren birer yıllık sürelere bağlı olmak kaydıyla, durdurulabilmiştir. Türkiye'ye gelince, Türkiye ve Türkleri soy kırımla suçlamak amacıyla Kongre'den bir karar çıkartmak için harcanan büyük çabaların dışında, Bakû-Ceyhan petrol boru hattının inşa edilmesini engellenmeye çalışılması ve ABD tarafından Türkiye'ye tanınmak istenen bazı ticaret kolaylıklarına karşı çıkılması örnek olarak gösterilebilir.

    Türkiye aleyhindeki bu faaliyet ve girişimleri sadece düşmanlık ve intikam duygularıyla açıklamak zordur. Bu duyguların etkisi olmakla beraber Ermenilerin bu faaliyetlerden bazı beklentileri olduğu ve bunların birbirini izleyecek dört aşamada gerçekleşmesini ümit ettikleri anlaşılmaktadır. Bu aşamalar şu şekilde özetlenebilir.

    Birinci aşama, asılsız soy kırımının, başta büyük ülkeler olmak üzere, mümkün olduğu kadar çok sayıda ülke ile ayrıca belli başlı uluslar arası kuruluşlar tarafından tanınmasıdır.

    İkinci aşama, Türkiye'nin yabancı ülkelerin asılsız soy kırımını tanımasından etkilenmesi ve bu ülkelerin baskısı ile asılsız soy kırımını tanımak mecburiyetinde kalmasıdır.

    Üçüncü aşama, Türkiye'nin asılsız soy kırıma maruz kalan kişilere veya onların mirasçılarına tazminat ödemesidir. Burada dikkat edilecek husus soy kırımı tanımanın vaktiyle bazı kişilere zarar verilmiş olduğunun da kabulü anlamına geleceği ve genel hukuk ilkesi gereğince bu zararın tazmin edilmesi gerekeceğidir. Diğer bir deyişle üçüncü aşama ikinci aşamanın doğal bir sonucudur.

    Dördüncü ve son aşama ise Sevr Antlaşması ihya edilerek Doğu Anadolu'dan Ermenistan'a toprak verilmesidir.

    Bu talepler ayrıca açıklamaya gerek olmayacak kadar gerçek dışıdır. Ancak, gerçekçi olmasa da militan Ermenilerin inanç ve beklentileri bunlardır. Özellikle Taşnak Partisi üyelerinin, Türkiye'den toprak talepleri olduğunu açıkça belirten beyanları vardır. Örnek olarak, Taşnak Partisi Yönetim Kurulu üyesi ve Basın Bürosu Şefi Gegham Manukian'ın bir Türk gazetesine verdiği mülakatı gösterebiliriz.Manukian, "Ermenistan'ı Sevr'e göre mi tanımlıyorsunuz?" sorusuna "Evet. Sevr sözleşmesini temel alıyoruz. Dolayısıyla ''Batı Ermenistan" (Doğu Anadolu) bu sınırlar içerisinde" diye cevap vermiştir. Taşnak yetkilisi "Peki Sevr'in gerçekleşeceğine inanıyor musunuz,Türkiye'nin size toprak bırakacağına gerçekten inanıyor musunuz?" sorusunu da "Ben öyle düşünüyorum ki bu gerçekten mümkün." sözleriyle cevaplamıştır.

    Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun gelecekte Türkiye'ye karşı neler yapabileceklerine gelince esas itibariyle şimdiki faaliyet ve girişimlerini sürdüreceklerini düşünmek yanlış olmayacaktır.

    Soy kırım iddiaları Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunda Ermeni bilincini yaşatabilmek için bir araç olarak kullanılmıştır. Bu toplumdaki Ermeni kiliseleri cemaatlerinde, siyasi partileri ve dernekleri ise üyelerinde bir Ermeni bilinci var olduğu taktirde kendi varlıklarını sürdürebileceklerinden bu kuruluşların soy kırım iddiasından vazgeçmeleri, kendi çıkarları bakımından, mümkün görülmemektedir. Diğer yandan, yukarıda değindiğimiz gibi, "Ermeni Soy Kırımı Endüstrisi" için çalışan Ermeni ve Ermeni olmayan çok sayıdaki kişi de soy kırım iddialarından kazanç sağlamaktadır. Son olarak Ermeniler Türkiye aleyhinde bazı sonuçlar doğurabileceği ümidiyle de soy kırım iddialarına önem vermektedirler. Amerika'da Ermeni Milli Komitesi Başkam Ken Hachikian bu hususu şöyle açıklamaktadır: "Türkiye'nin soy kırımını tanıması bu ülkeyi Ermenilere karşı soy kırınımı yapan ve bunu uzun zamandan beri inkar eden bir ülke olarak tanımayacak. Türkiye'nin Ermenistan'a karşı hareket alanını sınırlayacak... ve tazminat ödenmesine ve diğer uygun cezalara kapıyı açacaktır."

    Yukarıda saydığımız nedenlerle Ermeniler gelecekte de asılsız soy kırımının bazı ülkeler ve başlıca uluslar arası kuruluşlar tarafından tanınması faaliyetlerini sürdürecekler ve yine aynı amaçla propaganda faaliyetlerine (kitaplar, makaleler, konferanslar, romanlar, şiirler, piyesler, filmler vb devam edeceklerdir.

    ABD Kongresinin asılsız soy kırımını tanıyan bir karar alması Ermenilerin en büyük düşüdür. Böyle bir kararın Türkiye'yi soy kırımını tanımaya zorlayacağı düşüncesi Ermenilerde hâkimdir. 2000 yılı son baharında Temsilciler Meclisinin bu yönde bir kararı kabul etmesi ancak Başkan Clinton'un şahsi müdahalesiyle önlenebilmiştir. 11 Eylül olayından sonra Türkiye'nin bulunduğu bölgedeki stratejik öneminin çok artmış olması Amerikan kongresinden bu tür bir karar geçmesini çok güçleştirmiş buna karşın Türkiye'nin Irak savaşı karşısındaki tutumunun bazı ABD çevrelerince eleştirilmesi Ermenilerde yeni ümitler yaratmıştır.

    Amerikan eyaletleri asılsız soy kırımını tanımaları çabalarına da devam edecektir. Ermeniler özellikle 1980'li yıllardan itibaren Amerikan eyaletlerinin çeşitli makamlarından asılsız soy kırımını tanıyan kararlar almasına çalışmışlardır. Hâlen 50 eyaletten 28'i bu yolda karar almıştır.

    Amerikalı Ermenilerin diğer bir uğraşısı Ermeni soy kırımını okul müfredatlarına almış bulunan eyaletlerin sayısının arttırılması yönünde olacaktır.

    Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu özellikle ABD'de Türkiye ve Azerbaycan'ın her türlü çıkarını önlemek, buna karşın Ermenistan'a maddi yardım sağlamak yolundaki gayretlerini sürdüreceklerdir.

    Avrupa'da Ermenilerin en fazla nüfuz sahibi oldukları ülke Fransa'dır. Asılsız Ermeni soy kırımını tanımak için kanun çıkarmış olan tek ülke de Fransa'dır. Bu kanun, soy kırım iddialarını reddedenlere karşı bir müeyyide içermediğinden Fransa'daki Ermenilerin gayreti, Yahudi soy kırımını reddedenlere karşı müeyyideler öngören kanunun (Gayssot kanunu) Ermenilere de teşmil edilmesidir. Asılsız soy kırım hakkındaki kanun nedeniyle Türkiye ile ilişkilerinde ciddî bir sarsıntı yaşayan Fransızların, bu kere Ermeni iddialarını kabul etmeyenleri cezalandırmak suretiyle Türkiye ile tekrar bir bunalım yaşamak isteyecekleri zannedilmemektedir.

    Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine aday olması Ermenilere bu üyeliği Türkiye'nin asılsız soy kırımının tanınması koşuluna bağlama fikrini vermiştir. Avrupa Birliği üyesi ülkelerden Fransa, Yunanistan ve Belçika bu asılsız soy kırımı tanımıştır. Halen Ermenilerin Almanya, İngiltere, Hollanda ve İsveç'e öncelik verdikleri ancak henüz başarılı olamadıkları görülmektedir. Türkiye’nin adaylığı olumlu sonuçlanmadığı sürece Ermenilerin bu ülkeler ve asılsız soy kırımını tanımamış diğer Avrupa Birliği üyesi ülkeler nezdinde girişimlerini sürdürmeleri beklenmelidir. Ancak Türkiye’nin Fransa'ya gösterdiği tepkiler, Fransa'yı takip etmesi muhtemel bazı ülkeleri uyarmıştır. Buna mukabil Türkiye'nin Avrupa Birliğine üye olmak için son derece istekli davranması bazı ülkelerde Türkiye’nin bu üyelik uğruna Ermeni sorununda taviz vereceği gibi düşüncelere yol açmış olması olasılığı vardır.

    Ermenileri bu konuda cesaretlendiren Avrupa Parlamentosunun 1987 yılında aldığı bir karardır. Bu kararda Avrupa Parlamentosu 1915 olaylarını soy kırım olarak kabul etmekte ve Türkiye soy kırımı tanımadığı taktirde Avrupa Birliği üyeliğine alınmayacağı belirtilmektedir. Bu karar 1987 yılında Türkiye'nin tam üyelik için başvurması üzerine alınmış, üyelik başvurusu bir sonuca bağlanmayınca da gündemden düşmüştü. Türkiye'ni 1999 yılında adaylığının kabul edilmesinden sonra Ermeni soy kırımının tanınması konusu gündeme gelmiş ve Avrupa Parlamentosu 2000 yılı Kasım ayında Türkiye'nin adaylığı ile ilgili ilerleme raporu hakkındaki kararında asılsız soy kırımı tanıması için Türk Hükümetine ve Türkiye Millet Meclisine çağrıda bulunmuştur. 2001 yılı ilerleme raporunda bu konu yok iken 2002 yılı ayı sonunda kabul edilen Güney Kafkasya Raporu ile ilgili Karar, 1987 yılı kararına atıfta bulunmakla, Türkiye’nin adaylığı ile asılsız soy kırım arasında tekrar bağ kurulmuştur. Ermenilerin Avrupa Parlamentosundan her fırsatta bu konuda bir karar çıkartmaya veya eski kararları teyit ettirmeye çalışacakları ve Türkiye'nin adaylık statüsü devam ettiği sürece bu yoldaki faaliyetlerinin devam edeceği görülmektedir.

    Bu konuda bilinmesinde yarar olan başka bir husus da Avrupa Parlamentosunun bu tür kararlarının tavsiye mahiyetinde olduğu ve o nedenle de ne Avrupa Birliği üyesi ülkeler hükümetlerini ne de Türkiye'yi bağladığı, buna karşın Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturulmasına yardım ettiğidir. Ancak, Türkiye Avrupa Birliğine üye olursa bu konudaki antlaşma tasdik için Avrupa Parlamentosuna gelecektir. Parlamento önceki kararlarını dikkate alarak tasdikten önce Türkiye'nin asılsız Ermeni soy kırımını tanımasını istemesi olasılığı vardır. O sırada herhangi bir nedenle Türkiye'nin üyeliğine ihtiyaç duyuluyorsa Parlamentonun bu konuya hiç değinmeden tasdik işlemini yapması da mümkündür. Türkiye'nin tam üyeliğinin kısa vadede gerçekleşmesine pek olanak görülmediğinden yukarıda değindiğimiz durum güncel değildir. Ancak Ermeni sorununun Avrupa Parlamento bağlantısı hatırda tutulmalıdır.

    Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla hukuken ve fiilen ortadan kalkmış olan Ermeni sorununun, bundan yaklaşık 30 yıl önce tekrar canlandığı ve zaman zaman Türkiye için bir endişe kaynağı olabilecek boyutlara ulaştığı görülmektedir.

    Ermeni sorununun kaynağında 1915 sevk ve iskânının aslında bir soy kırım iddiası olduğu yatmaktadır. Türkiye ve Türklerin insanlığa karşı işlenmiş en büyük suç olan soy kırım ile itham edilmesi ciddî bir imaj bozulmasına yol açmaktadır. Oysa, teknik ilerlemeler sonucunda çok küçülmüş olan dünyada sahip olunan imaj, ticaretten turizme kadar geniş bir alanda etkisini hissettirmekte ve bu nedenle de ciddî bir önem taşımaktadır.

    Siyasî alanda ise Ermeni sorunu Türkiye'nin bazı ülkelerle olan ilişkilerine olumsuz etki yapmaktadır. Bunların başında Ermenistan gelmektedir. Asılsız soy kırım iddiaları, başta Karabağ olmak üzere mevcut birçok sorun nedeniyle barış ve istikrara kavuşamayan Güney Kafkasya için, ek bir yük oluşturmaktadır. Ayrıca Türkiye'nin asılsız soy kırımını kabul etmiş ülkelerle ilişkilerinde de, bir süre için olsun, ciddî gerilemelere neden olmaktadır. Nihayet Ermenilerin soy kırım iddialarını kabul ermediği taktirde, Avrupa Birliğine üye olmaması yolunda Avrupa Parlamentosunda mevcut eğilimin de ileride Türkiye için olumsuz sonuçlar doğurması olasılığı mevcuttur.

    1915 sevk ve iskânın bir soy kırım olmadığı hakkında ülkemizde bazı değerli çalışmaların varlığına rağmen bunların yurt dışında tanıtılması yeterince sağlanamamış ve yabancı ülkelerde gitgide yerleşmekte olan Ermenilerin soy kırımına uğradığı kanısı değiştirilememiştir. Bu durumun başlıca nedeni Türkiye'de Ermeni sorununun yaratabileceği tehlikeler hakkındaki bilinçsizliktir. Bu tehlikenin devamlı olmasına karşın, genellikle ülkemizde siyasî makamların bu sorunla ilgileri güncelliği ile orantılı olmuştur. Diğer bir deyişle ancak kriz olduğu taktirde bu sorunla yakından ilgilenilmiş, geçici olarak gündemden düştüğü zamanlarda ise önemini kaybetmemiş olmasına bakılmaksızın, bu ilgi azalmıştır. Medyanın Ermeni sorununa yaklaşımı aynen bu şekildedir. Başta üniversiteler olmak üzere bilimsel çevrelerin de Ermeni sorununa ilgisi sınırlı olmuş ve bu konu az sayıda bilim adamın uhdesinde kalmıştır.

    Bu olumsuz tablonun son zamanlarda değişmeye başladığı memnuniyetle görülmektedir. 2001 yılı sonunda, Ermeni sorunu konusunda devlet daireleri çalışmalarının bir uyum içinde yürütülebilmesini sağlamak üzere bir "Asılsız Soy Kırım İddialarıyla Mücadele Koordinasyon Kurulu" kurulmuştur. Diğer yandan Ermeni sorununun okulların müfredat programına alınması gençlerin bu konuda bilinçli bir şekilde yetişmeleri sürecini başlatmakla önemli bir eksikliği gidermiştir. Ermeni sorunu hakkında, üniversitelerde bilimsel çalışmaları özendirmek ve koordine etmek için de Yüksek Öğretim Kurulu tarafından bir "Türk-Ermeni İlişkileri Milli Komitesi" oluşturulmuştur. Üniversite dışında ise özel bir kuruluş olan Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi 2001 yılı başlarında bir Ermeni Araştırmaları Enstitüsü kurmuştur. Bu Enstitü "Ermeni Araştırmaları" başlığı altında Türkçe ve "Review of Armenian Studies" başlığıyla İngilizce olmak üzere iki dergi çıkarmış ve Türkiye'de Ermeni sorunu konusunda çalışmalar yapan bilim adamlarının katıldığı bir "Ermeni Araştırmaları Kongresi" düzenlemiştir.

    Ermeni sorununa yaklaşımlarda ciddî bir değişikliğe işaret eden ve bu konunun derinliğine bilimsel araştırılmasını ve öğretilmesini öngören bu gelişmeler sorunun kalıcı bir çözümüne katkı yapabilecek niteliktedir, bu nedenle de gelecek için ümit vericidir.
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  9. #9
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: Makaleler

    Hukuki ve Siyasi Boyutuyla Ermeni Sorunu
    "Ermeniler Soy Kırıma Uğratıldı mı?"

    *Pulut Y.TACAR
    *Emekli Büyükelçi


    Konunun Hukuki Yanları

    Soy kırımı suçu, sınırları soy kırımı sözleşmesi tarafından belirlenmiş hukukî bir kavramdır.

    "Soy kırımı suçu" kavramı 9.12.1948 tarihli Soy kırımı Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi ile tanımlandı; daha önce böyle bir suç tanımlaması yoktu. Soy kırımı eylemi, Soy kırımı Sözleşmesini onaylayan tüm ülkelerde suçtur. Türkiye bu Sözleşmeyi onaylamıştır. Bu nedenle her şeyden önce soy kırımı suçunun tanımı, unsurları, nasıl oluştuğu ve bu suçun işlenip işlenmediği ile ilgili kararın hangi mahkeme tarafından verilebileceği hususlarını ele almamız gerekir.

    Soy kırımı Sözleşmesinin "Giriş" bölümünde bu suçun savaş veya barış dönemlerinde işlenebileceği kayıtlıdır. Başka bir deyişle, suçun savaş koşullarında işlenmiş bulunması, o suçun soy kırımı çerçevesine girmesini engellemez.

    Sözleşmenin 2. maddesi hangi eylemlerin, hangi koşullarda soy kırımı sayılacağını belirtmektedir. Buna göre. soy kırımı bir ulusal, etnik, ırksal veya dinî gruba mensup insanları, tamamen veya kısmen, o gruba mensup oldukları için ortadan kaldırmak - halk deyimi ile kökünü kazımak - amacıyla işlenmiş aşağıdaki eylemlerden biridir:

    A) Bir grubun üyelerini öldürmek;

    B) Bir grubun üyelerine cismanî veya aklî zarar vermek:

    C) Bir grubun üyelerini fizikî olarak tamamen veya kısmen yok etme sonucunu vereceği önceden bilinen yaşam koşulları altına sokmak;

    D) Grup içindeki doğumları bilinçli olarak önlemeğe yönelik önlemler dayatmak:

    E) Bir grubun çocuklarını başka gruplar içine zorla götürmek.

    İnsanları, belirli bir gruba mensup bulundukları gerekçesiyle ortadan kaldırma eylemine bir örnek vermek gerekirse, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'daki Yahudilerin sırf Yahudi oldukları içi toplu olarak katledilmelerini gösterebiliriz. İnsanları bir ırka ya da dinî gruba mensup oldukları gerekçisiyle toptan ya da kısmen yok etme niyeti bulunmadığı takdirde, o eyleme soy kırımı denilemez: olsa olsa -kendileri de suç olan- cinayet veya toplu öldürme terimleri kullanılabilir.

    Sözleşmenin 3. maddesine göre sadece soykırımı suçunu işleyenler değil, buna katkıda bulunanlar. doğrudan veya açık biçimde teşvik edenler, soykırımı girişiminde bulunanlar veya suç ortaklığı yapanlar da soy kırımı suçu ile cezalandırılacaklardır

    Sözleşmenin 4. maddesine göre soy kırımı cezalandırabilecek olanlar hakikî şahıslardır. Bunlar kamu görevlileri, özel şahıslar ya da anayasaları gereğince sorumlu olan yöneticiler olabilir. Yani soykırımı suçunu, hükmi şahıslar değil -örneğin devletler veya yerel yönetimler değil-, gerçek şahıslar işleyebilmekte, bu kişiler yargılanabilmekte, suçlu bulunurlarsa cezalandırılmaktadır.

    Sözleşmenin 6. maddesine göre suçun işlenip işlenmediğine karar verecek olan yetkili mahkeme soy kırımı suçunun işlendiği ülkenin mahkemesidir: ayrıca taraflar yargı yetkisini kabul ettikleri takdirde, bir uluslar arası ceza mahkemesi de görevlendirilebilir. Bunun anlamı, yerel ya da ulusal parlementoların sivil toplum örgütlerinin ve yetkisiz mahkemelerin herhangi bir eylemi soy kırımı olarak nitelendirmeye hakları bulunmadığıdır. Başka bir deyiş Fransa Parlamentosunun ya da ABD'de bir Eyalet Meclisinin veya örneğin Fransa'da Paris Asliye Mahkemesinin bir başka ülkede soy kırımı suçu işlendiği konusunda karar verme yetkisi yoktur. Böyle bir yola gidilmesi, Soy kırımı Sözleşmesinin ihlâli anlamına gelir.

    Devletin soy kırımındaki sorumluluğu konusu da dahil olmak üzere Sözleşmenin yorumu, uygulanması ve hayata geçirilmesi konusunda Akit Taraflar arasında uzlaşmazlık olursa, yani Sözleşme ihlâl edilirse, Soy kırımı Sözleşmesinin 9ncu maddesine göre, ihtilafın taraflarından biri. konuyu Uluslar arası Adalet Divanına götürebilir. Bir örnek vermek gerekirse, yetkili yargı organı tarafından varlığı karara bağlanmamış bir soy kırımı suçu olmadan, Fransa'nın çıkardığı tek maddelik "Fransa 1915 yılında Ermenilere yapılan soy kırımını tanır" şeklindeki yasa Soy kırımı Sözleşmesine aykırıdır. Zira, bir yargı organı olmayan, Soy kırımı Sözleşmesine göre yetkisi bulunmayan Fransa Parlamentosu, soy kırımı yapıldığı yolunda bir karar alarak anılan Sözleşmeye aykırı hareket etmiş. Fransa'nın yürütme organının başındaki Cumhurbaşkanı da yasayı onaylayarak yayımlamıştır. Ayrıca, soy kırımı suçu gerçek kişi tarafından işlenebildiği hâlde, bu konuda herhangi bir kişi hakkında dava açılmamış, kişinin savunması alınarak usulüne uygun biçimde yargılanmamıştır. Bu nedenle. Sözleşmenin Fransa tarafından ihlâl edildiğinin saptanması için Uluslar arası Lahey Adalet Divanına başvurma seçeneğinin ciddî bir biçimde ele alınması gerektiğini düşünüyorum.

    Konunun Siyasi Yanları: Siyasi Anlamda Soy Kırımı Kavramı

    Kimi ülke parlamento veya Eyalet Meclislerinin ve Avrupa Parlamentosunun yargı organı olmadıkları ve hiçbir yetkileri de bulunmadığı hâlde Osmanlı Devleti topraklarında yaşayan Osmanlı vatandaşı Ermenilere karşı 1915 yılında soy kırımı suçu işlendiği yönünde aldıkları kararlar hukukî değil, siyasal niteliklidir. Böylece ortaya "siyasî anlamda soy kırımı" kavramı çıkarılmıştır. Ermeni soy kırımı savının siyasî nitelikli yorumunun ardında, o ülke vatandaşı olan Ermenilere hoş görünmek, onlara hak vererek acılarını bir ölçüde dindirmek, Türkiye'ye baskı yapmak, ülkemizi Avrupa Birliğine tam üyelikten uzaklaştırmak dahil, çok farklı amaçlar vardır. Ayrıca, bu yönde düşünenlerin büyük bir bölümü de söylediklerine gerçekten inanmaktadırlar.

    Son zamanlarda, soy kırımı savlarının hukuka uygun olmadığını kavramış bulunan çok sayıda Ermeni militan, soy kırımı terimini hukukî değil, siyasî anlamda kullandıklarını ve siyasî tanıma istediklerini belirtmeye başlamışlardır. Doğal olarak, böyle bir siyasî tanımanın hukukî sonuçlarından ziyade, manevî ve siyasî sonuçları öne çıkmaktadır.

    Konunun Siyasi Yanları: Türk Görüşü

    Türk Hükümetleri ile Türk ulusunun ittifaka yakın çoğunluğu. Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı Devleti'nin Ermeni vatandaşlarına soy kırımı uygulandığı savını kabul etmemektedir. Belge ve verilere de dayanan görüşümüze göre. 1915 başlarında Anadolu'da bir Ermeni Devleti kurmak için başlatılan silâhlı ayaklanma ve savaş nedeniyle karşılıklı öldürmeler olmuş (Osmanlı dilinde buna mukatele "karşılıklı çok sayıda öldürme" de deniliyor). Osmanlı Devleti'nin bazı bölgelerinde oturan Ermeniler, ülkenin başka kesimlerine zorla göç ettirilmiş, bu göç sırasında hastalık, açlık ve haydutların saldırıları nedeniyle Müslüman veya Gayrimüslim Osmanlı vatandaşları arasında çok sayıda ölüm vuku bulmuştur. Bunun dışında aynı yerleşim biriminde oturan Osmanlı yurttaşı Türkler ve Ermeniler, öç alma gibi duygularla birbirlerini öldürmüşlerdir. Bunun aksi de olmuş, komşular birbirlerini korumuşlardır. Ancak, bizim değerlendirmemize göre. Osmanlı Ermenilerini. Ermeni oldukları gerekçesiyle tamamen veya kısmen yok etme niteliği taşıyan - yani 1948 Soy kırımı Sözleşmesinin hukukî çerçevesine giren- bir eylem yapılmamıştır. Ayrıca, hukuk acısından 1948 yılında oluşmuş bir suç kavramının, geriye doğru işletilmesi mümkün değildir. Nihayet. Ermeniler. Sevr Anlaşması görüşmelerine katılırken "savaşan taraf" olduklarını resmen ileri sürmüşlerdir. Savaşan taraf, savaşta kaybettiği askerlerinin soy kırımına uğradığını ileri süremez.

    Gene de o dönemde yaşanan trajedide. Gayrimüslim ve Müslüman pek çok Osmanlı yurttaşının -maalesef - hayatını kaybettiği, yaralandığı, malından, yerinden yurdundan olduğu bir gerçektir. Ancak bu acıların sadece Osmanlı vatandaşı Ermeniler tarafından çekildiğini ileri sürmek büyük haksızlıktır. Haçlı zihniyetinin sonucu olan dini bağnazlıktır: kabul edilmesi beklenmemelidir.

    Konunun Siyasi Yanları: Ermeniler Soruna Nasıl Bakıyor?

    Ermenilerin soruna bakış acısını inceleyecek olursak, atalarının soy kırımına uğradığı ve yaklaşık bin yıldır oturdukları topraklarından sökülüp atıldıkları savının, günümüzde Türkiye dışındaki Ermeni toplumunun kimliğinin çimentosunu oluşturduğunu görürüz. Ermenistan Cumhuriyeti'nde yaşayanlar da dahil olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış olan Ermeniler, sistemli biçimde beyinlerini yıkayan —terör örgütleri de dahil olmak üzere- bazı derneklerin ve Türkiye dışındaki Ermeni Kilisesinin gayretleri ile Anadolu'nun doğusunu da içine alan Büyük Ermenistan hayalini beyinlerinden çıkaramamakta, bu hayali canlı tutmak için atalarının çektiği acıları belleklerinde tazeleyerek yaşatmaktadırlar.Bugün Ermenistan Cumhuriyeti'ne gidenler, sokak, meydan, otel adlarından başlayarak, içki adlarına kadar uzanan yer ve malların isim veya simgelerinin Doğu Anadolu'daki bölge, dağ ve kentleri canlandırdığını göreceklerdir.

    Oysa, Birinci Dünya Savaşı sırasında. Osmanlı Ermenilerinin bir bölümü, başlarında Osmanlı Meclisindeki temsilcileri olduğu hâlde Doğu Anadolu'da ayaklanmışlardır.

    Van isyanı buna bir örnek teşkil etmektedir. Bu macera sonucunda uğradıkları büyük kayıplar, ayaklanmalarının ve giriştikleri savaşın sonucudur. Bu ayaklanmadan sonra. Osmanlı Hükümetinin aldığı zorunlu yer değiştirme sırasında hastalık, yorgunluk, açlık ve dağlardan inen çetelerin saldırıları sonunda ölenlerin sözde soy kırımına uğratıldıkları ileri sürülmektedir. Militan Ermenilerin iddiasına göre. az sayıda Ermeni çetecisinin ayaklanması bahane edilerek ülkedeki tüm Ermeniler İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından plânlı ve bilinçli olarak kırıma uğratılmıştır.

    Gerçekte ise Osmanlı Ermenileri. Osmanlı Devletinden koparak ve bağımsızlıklarını kazanan Yunanlar, Sırplar, Karadağlılar, Bulgarlar, Romenler gibi bağımsızlıklarını kazanmak için silâha sarılmış ve Osmanlı Devleti ile savaşmışlardır. Diğerlerinden farkları Ermenilerin Osmanlı Devleti'nin hiçbir bölgesinde çoğunlukta bulunmamalarıdır. Bu durumda. Ermeni çeteciler ayaklandıkları yerlerde. Rus ordusunun da yardımıyla katliâma ve etnik temizliğe başvurmuşlardır. Öte yandan, Türkiye'nin güneyini işgal eden Fransızlar, bir bölümü Osmanlı vatandaşı olan Ermeniler" den Fransız Lejyonları kurmuşlar, bunları Fransız askeri üniforması giydirerek silâhlandırmış savaşa sokmuşlardır.

    Ermenistan'da yaşayan Ermenilerin ve diğer ülkelerdeki yurttaşlarının bir bölümünün şimdiki beklentisi, bugünkü Ermenistan Cumhuriyetinin-Batı Ermenistan diye adlandırdığı- Türk topraklarına doğru genişlemesi ve asılsız soy kırımına uğrayanların bir bölümü için tazminat sağlanmasıdır.Bunun mümkün olamayacağını bilen gerçekçi bazı Ermeniler ise toprak ve tazminat taleplerini ileride ortaya atılabilecek bir pazarlık unsuru olarak kenara bırakmakta ve ilk aşamada, Osmanlı Devleti'nin Ermenilere soy uygulandığının Türkiye Cumhuriyeti tarafında bir şekilde tanınmasını istemektedirler. Bunlar. Avrupa Birliğinin Türkiye'nin tam üyelik talebini görüşeceği son karar aşamasında, asılsız Ermeni soy kırımım tanınmasını olmazsa olmaz koşul olarak ileri sürmeyi hayal ediyorlar ve Avrupa Parlamentosunun Ermeni soy kırımını tanıyan kararı nedeniyle bu isteklerinin gerçekleşeceğine inanıyorlar.

    Ermenilerin (kimliklerinin ayrılmaz bir parçasını oluşturan) atalarının soy kırımına uğradığı savından vazgeçeceklerini sanmıyorum: böyle bir vazgeçme kimliklerinin önemli ölçüde yaralanması, âdeta yok olması anlamına gelecektir. Öte yandan, soy kırım savları Ermeniler dışında da destek bulmaktadır.Pek çok ülkede oluşan inanç, Birinci Dünya Savaş Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı olan Ermenilerin büyük bir kırım uygulandığı yolundadır. Haçlı döneminden başlayarak yüzyıllar boyu Türkler ile savaşmış olan batılı ülkeler ve kötü Türk imajı ile beslenmiş olan Avrupa kamuoyu, Birinci Dünya Savaşında yapılan Türk karşıtı propagandadan da etkilenerek perçinlenen kanaatini bu konuyu fazla incelemeye, ayrıntılarını araştırmaya gerek görmeden sürdürmektedir. Sosyal psikoloji ile uğraşanlar, kanaat değişimi sürecinin ne kadar zor ve engebeli olduğunu bilirler.

    Bu Koşullar Altında Ne Yapılabildi?

    Türkiye'de üst düzey bazı yöneticiler, kimi düşünürler ve parlâmento üyelerinin bir bölümü sorunun tarihe ya da tarihçilere havalesini öneriyorlar. "Tarihe havale etmek" terimi kanımca çok soyuttur; tarih yazımının ise sübjektif olduğu kanısındayım. Hele tarihteki olayları, nedenleri ile birlikte ele alıp incelediğimizde, varacağımız sonuçlar bakış açımıza ve incelemenin yapıldığı zamana ve o dönemde geçerli olan hukuk veya etik normlarına göre farklı olacaktır.

    Her iki tarafın tarihçileri ile tarafsız denebilecek bilim adamları, bu yolda yıllardır Ermeni olayları konusunu inceliyorlar: söylenebilecek olan hemen her şey söylenmiş, yazılmıştır: bunlar arasında büyük fark ve çelişkiler vardır. Taraflar kendi gerekçe ve belgelerini öne çıkarmakta, diğerlerinin belgelerinin sahte, tanıklarının ise yalancı olduğunu söylemektedir. Kimi tarihçiler, tarihin bazı sayfalarını okumamakta, yok saymakladır. Taraflar kendi tezlerini destekleyen bilgi ve belgelere inanmaya bunları öne çıkarmaya devam edeceklerdir. Objektif denebilecek tarihçilerin ulaşacakları sonuçların ise asılsız soy kırımını kendi kimliklerinin ayrılmaz bir parçası hâline getiren dogma sahiplerini ikna etmesi beklenmemelidir. Unutmayalım ki dogma sahipler: "kendi gerçekleri" sorgulama sonucunu verebilecek olan araştırma veya inceleme yapılmasını bile istemezler. Başkalarından tek bekledikleri kendilerinin bir dinî inanış gibi algıladıkları "nihaî ve mutlak gerçeğinin" kabul edilmesidir. Bütün bu nedenlerle, bugün Ermenistan'da ya da diğer ülkelerde yaşayan Ermenilerin, atalarına soy kırımı uygulanmadığı hususunda ikna edilebileceklerine inanmıyorum.

    Bunun yanında, birlikte veya yan yana yaşamanın koşullarını da yaratmak gereklidir. Bence bunu sağlamanın yolu 1915 olaylarında yaşanan trajik olayların acısını, eylemlerden zarar görenlerden sadece bir bölümünün çektiği düşüncesinin ve kabul edilemeyeceğinin, soy kırımının esas itibariyle hukukî bir terim olduğunun, bu konuda karar vermeye yetkili yargı organının 1948 Soy kırımı Sözleşmesinde belirlenmiş bulunduğunun, siyasî veya entelektüel çevrelerin kendilerini yetkili yargıç sayarak, yargısız infaz yapmalarının kabul edilemeyeceğinin, her fırsattan yararlanılarak belirtilmesi ve tek taraflı suçlamalar ile barış içinde yaşama koşullarının sağlanamayacağının vurgulanmasından geçer.

    Bu konudaki görüşlerimiz, yurt dışında ve Türkiye'de yabancıların katılımı ile yapılacak çalışma, panel veya sempozyumlarda Ermenilere ve onları destekleyen çevrelere anlatılmalıdır.Düzenleyeceğimiz toplantılara sadece Türk görüşlerini destekleyen yabancılar değil, tarafsız olanlar ve hatta değerlendirmelerimizi paylaşmayanlar da davet edilmelidir. Bu anlatım ve görüş değiştokuşu, duygusallıktan uzak bir biçimde, soğukkanlılıkla yapılmalıdır. Bu çerçevede Ermeni tarihçilerinin ve onları destekleyenlerin savları tek tek incelenmeli, gerçeğe uygun olmayan hususlar ortaya çıkarılmalı, kabul eylemediğimiz savları ileri sürenlere, gerekçeli karşı görüşlerimiz iletilmelidir. En önemlisi diyalogun başlatılması ve sürdürülmesi, farklı görüş ve yorum bulunduğunun belirlenmesidir. Gerek tarihte olan olaylar konusunda, gerek diğer güncel konularda sürdürülecek diyalog, sonuçta ve uzun vadede birlikte yaşamanın koşullarını yaratacaktır.

    Tarihin her döneminde, dünyanın her yerinde yaşanan trajik olaylar geniş toplum kesimlerini etkilemiştir. Bu olaylarda zarar görenlerin, hayatlarını kaybedenlerin soylarının belleklerinin silinmesi, belleklere yerleşmiş verilerin, sevinç ve üzüntülerin yok sayılması beklenemez. Bu duyguların da anlayışla karşılanması, yaraların deşilmesi yerine, sarılması için gereken psikolojik adımlar atılmalıdır. Öte yandan, belleğe saygı duyulması bağlamında, sadece şevke bağlı trajik olaylarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin çocuk veya torunlarının değil, İğdır'da. Maraş'ta, Van'da ve ülkenin başka yerlerinde öldürülen Müslüman Osmanlı vatandaşlarının kaderlerinin de bunların soylarının belleğine kayıtlı bulunduğu gerçeği unutulmamalı ve anımsamayanlara gerektiğinde hatırlatılmalıdır.

    Bu konuda dikkate alınması gereken bir diğer husus, soy kırımı iddiaları karşısında son derecede ağırbaşlı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin onurunu ve çıkarını ön plâna çıkarıcı bir tutum sergileyen Ermeni yurttaşlarımızın, kimi gelişmeler vesilesiyle rahatsız edilmemeleri ve incitilmemeleridir. Türk vatandaşı Ermenilerin, ülkemizde tüm vatandaşların yararlandığı saygınlığa ve onura sahip bulundukları hatırdan çıkarılmamalıdır. Ermeni yurttaşlarımızın ülkemizde yararlandıkları hak ve özgürlükler, soy kırımı savlarını geçersiz kılan deliller olmalıdır.
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  10. #10
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: Makaleler

    Uluslar Arası İlişkiler Boyutuyla Ermeni Sorunu

    *Yard.Doç.Dr. Kamer KASIM

    ASAM,Ermeni Araştırmaları Enstitüsü ve Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası ilişkiler Bölümü

    Giriş

    1878 Berlin Anlaşması ile uluslar arası alana taşınan Ermeni sorunu her dönemde büyük güçlerin uluslar arası politikada ilgilendikleri bir konu oldu. Osmanlı döneminde imparatorluğun dağılma süreciyle birlikte, imparatorluk topraklannda söz sahibi olmak isteyen ve/veya imparatorluğun çöküşünü hızlandırmak isteyen devletlerin Ermenilere yönelik politikalar oluşturduklarını görüyoruz. Osmanlı Imparatorluğu'nun dağılmasından sonra ise Kafkasya politikası ve dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Ermeniler bağlamında Ermeni sorununun uluslar arası ilişkilerde yer aldığı söylenebilir.

    Dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Ermenilerin kurduktan organizasyonlar vasıtasıyla bulundukları ülkelerin dış politikasına etki etme çabaları ve özellikle sadece Ermeni toplumuna özgü olan ve kendilerini parti olarak nitelendiren organizasyonların uluslar arası alandaki rolleri de Ermeni sorunu bağlamında ele alınması gerekli konulardır.

    1991 yılında Ermenistan'ın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Ermeni sorununun Ermenistan boyutu da gündeme geldi. Ermenistan'ın bağımsızlığı iki noktada önem taşımaktaydı. Birincisi, bu ülkenin Türkiye ile dan ilişkileri ve bu ilişkilere Ermeni sorununun etkisi. ikinci önemli nokta ise Ermenistan'ın diğer ülkelerde yaşayan Ermeniler ile olan bağı ya da onların Ermenistan dış politikasına yön verme çabalarıdır.

    Bu makalede yukarıda belirtilen konular ana hatlarıyla ele alınacak ve Ermeni sorununun uluslar arası ilişkiler boyutu analiz edilecektir.

    Ermenistan Dışındaki Ermeni Toplumu Kuruluşları ve Faaliyetleri

    Ermenilerin belirli bir yoğunlukta yaşadığı başta ABD olmak üzere Fransa, Kanada. Lübnan, Rusya,Avustralya, İran ve İngiltere gibi ülkelerde örgütlendikleri görülüyor. Söz konusu Ermeni örgütler çok çeşitli alanlarda faaliyet göstermektedir. Eğitim, sağlık, din hizmetleri ve politika bunlardan bazılarıdır. Mevcut örgütler arasında Ermeni Devrimci Federasyonu veya bilinen adıyla Taşnaklar, Sosyal Demokrat Hınçak Partisi ve Ramgavar olarak bilinen Ermeni Liberal Demokrat organizasyonları kendilerini politik parti olarak tanımlamaktadırlar.

    Ermenilerin ABD'deki nüfusu 750.000 kadardır. Kanada'da 50.000 kadar Ermeni yaşamaktadır. Avrupa'da ise Fransa 300.000 kişi ile en fazla Ermeni'nin yaşadığı ülkedir. Ortadoğu'da 200.000'er kişi ile Ermeni toplumu İran ve Lübnan'da yoğunlaşmaktadır. Avustralya'da da Ermeni nüfusu 30.000 kadardır. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun toplam sayısı 4-5 milyon civarındadır. ABD. Fransa ve Ortadoğu'da Ermeni toplumunun varlığı oldukça eski tarihlere kadar uzanmasına rağmen, Avustralya ve Kanada'da Ermeni yerleşimi daha yenidir. Özellikle Avustralya'ya Ermeni toplumunun yaygın olarak göçü 1960'lı yıllarda başlamıştır.

    Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun kurduğu organizasyonlar genel olarak araştırma kuruluşları, yardım kuruluşları, kültürel ve sportif amaçlı kuruluşlar olarak sınıflandırılabilir. Bunların yanında hemen her ülkede yukarıda değinilen kendini politik parti olarak adlandıran Taşnak, Hınçak ve Ramgavar örgütleri bulunmaktadır. Yine pek çok ülkede Ermeni Ulusal Komitesi adlı organizasyon vardır. Bu her ülkede o ülkenin adıyla ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Amerika Ermeni Ulusal Komitesi (Armenian National Committee of America) ve Avustralya Ermeni Ulusal Komitesi (Armenian National Committee of Australia) gibi. Bunun yanında Ermeni Genel Hayır Birliği (Armenian General Benevolent Union-AGBU)'nın pek çok ülkede şubeleri bulunmaktadır.

    Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun organizasyonları faaliyetlerinde soykırım iddialarının ön plâna çıkaran ve bulunduktan ülkelerin yönetimlerini bu noktada yönlendirmeyi amaçlayan bir çizgiyi takip etmektedirler. Araştırma merkezleri gerek hükümetler dışı organizasyon (XGO) gerekse üniversiteler bünyesinde faaliyet gösterenler, soykırım iddialarını içeren sempozyum, panel ve konferanslar düzenlemektedirler. Ermeni Ulusal Komiteleri Ermenilerin bulundukları ülkelerin politik yaşamına katılmaları ve Ermeni toplumunun görüşlerinin medyada yer alması için gerekli çalışmaları yapmaktadırlar. AGBU gibi yardım kuruluşları ve bazı kültürel amaçlı kuruluşlar dünyanın çeşitli ülkelerindeki Ermenilerin ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı faaliyetleri içerisindedirler. Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaklar), Hınçaklar ve Ramgavarlar ile Amerika Ermeni Asamblesi (Armenian Assembly of America-AAA) ve Ermeni Ulusal Komiteleri tamamen politik alanda yoğunlaşmışlardır. Amerika Ermeni Asamblesi ve Amerika Ermeni Ulusal Komitesi soy kırım iddialarının ABD Kongresine taşınmasında itici güç durumundadırlar. Bunlar ayrıca ABD'deki Ermeni lobisinin de ana unsurlarıdır. Türkiye'ye yönelik ABD yardımlarının engellenmesi. Türkiye'ye ABD'nin silâh satışının önlenmesi. Azerbaycan'a ABD yardımının yapılmasının önlenmesi ve Ermenistan'ın her alanda ABD tarafından desteklenmesi ABD'deki Ermeni lobisinin ana amaçlarındandır.

    Avrupa ülkelerindeki Ermeni organizasyonları da benzer faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu ülkelerdeki Ermeni toplumunun organizasyonları için soy kırım iddiaları ve Ermeni toplumunun bu iddialar çevresinde toplanması kendilerinin varlık nedenini oluşturmaktadır. Bu durum bir "soy kırım" endüstrisinin oluşmasına neden olmuştur. Ermeni toplumunun belirli bir konu etrafında birleşip lobi oluşturması ise bulundukları ülkedeki Ermeni toplumuna politik alanda bir avantaj sağlamaktadır. Bu özellikle ABD'de görülmektedir.

    Ermenistan'ın Bağımsızlığı ve Türkiye - Ermenistan İlişkileri

    1991 yılında Ermenistan'ın bağımsızlığıyla birlikte Ermeni sorununda Ermenistan olgusu devreye girdi. Ermenistan ile yukarıda belirtilen dışarıda yaşayan Ermeni toplumu arasındaki bağ ve Türkiye ile Ermenistan ilişkilerinin izlediği seyir Ermeni sorununun uluslararası ilişkiler boyutunu ön plâna çıkardı.

    Ermenistan'ın bağımsızlığı Türkiye tarafından tanındı. Ancak iki ülke arasında diplomatik ilişkileri kurulamadı. Diplomatik ilişkilerin kurulamamasının ön engeller ise Ermenistan'ın soy kırım iddialarını uluslararası alanda gündeme getirmesi ve Karabağ sorunudur.Soy kırım iddiaları Ermenistan'ın Bağımsızlık Bildirgesinde yer almaktadır ve Ermenistan anayasası da Bağımsızlık Bildirgesine atıfta bulunmaktadır. Ermenistan politikasına Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunu etkisi özellikle soykırım iddiaları ve Türkiye ile Ermenistan ilişkileri konusunda ortaya çıkmaktadır. Ermenistan’ı Bağımsızlığa taşıyan süreçte önemli rol oynayan Ermenistan Ulusal Hareketi ve Ermenistan'ın ilk Devlet Başkanı Levon Ter Petrosyan. soy kırım iddialarının Ermenistan tarafından gündeme getirilmesine karşıydı. Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesinde de konunun yansıtılmasına Ter Petrosyan karşı çıkmıştı. Ancak Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu ve bunların partileri olarak adlandırılan partiler özellikle de Ermeni Devrimci Federasyonu ve Ermeni Liberal Demokrat Parti Ter Petrosyan'a ve Ermeni Ulusal Hareketine yönelik çok sert eleştirilerde bulundular. Bu partilerin Türkiye topraklanrı üzerinde iddiaları vardır. Örneğin. Ermeni Liberal Demokrat Parti'den bir lider. Ermenistan Cumhuriyetini gelecekte büyük Ermenistan'ın bir çekirdeği olarak değerlendirirken Ermenistan hükümetinin bunun gerçekleşmesine kendisini adaması gerektiğini ifade etmiş ve Ermenistan Cumhuriyeti'nin hem asılsız Ermeni ''soykırımının” de Ermenistan'ın toprak iddialarının uluslararası toplum tarafından tanınması için çaba sarf etmesi gerektiği belirtmiştir. Yine Ermeni Devrimci Federasyonun milletvekili. Kars Antlaşmasının Ermenistan tarafından tanınmamasını isteyen bir konuşma yapmıştır. Ter Petrosyan Türkiye ile ilişkiler konusunda çok daha radikal bir tutum içerisinde olan Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu ve bunların partileriyle mücadele etmek zorunda kaldı. Nitekim Ter-Petrosyan ile Ermeni Devrimci Federasyonu arasındaki mücadele 1994 yılında Devrimci Federasyonu'nun Ermenistan'daki faaliyetlerinin durdurulmasıyla sonuçlandı. Görüldüğü üzere Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu gerek soykırım iddiaları gerekse Türkiye-Ermenistan ilişkileri konusunda hesaba katılması gereken temel unsurlardan birisidir. Ermeni Devrimci Federasyonu'nun faaliyetlerinin Ermenistan'da durdurulmasından sonra Ter Petrosyan aleyhine yoğun bir kampanya başlatan bazı Ermeni toplumu kuruluşları, Ermenistan'ın dış temsilcilikleri önünde Ter Petrosyan aleyhine gösteriler düzenlemiştir. Sonuçta Ter Petrosyan, istifa etmek zorunda kalmış ve sonrasında yapılan seçimlerde ise Taşnaklann desteğine sahip ve radikal politik görüşleriyle bilinen Robert Koçaryan, Ermenistan Devlet Başkanı olmuştur. Ter Petrosyan döneminde Ermenistan soykırım iddialarını gündeme getirmekten kaçınırken Koçaryan ile birlikte Ermenistan yönetimi, iddiaları yeniden gündeme taşımıştır. Türkiye'nin Ermenistan ile normal diplomatik ilişkileri kurmak için ileri sürdüğü şartlardan biri Ermenistan'ın soykırım iddialarını uluslararası alanda gündemden çıkarmasıdır. Ermenistan ayrıca gerekli yasal düzenlemeleri de yapmalıdır. Yukarıda belirtildiği gibi Ermenistan anayasasından Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesine yapılan atıf çıkartılmalıdır. Türkiye'nin Ermenistan ile normal diplomatik ilişkileri kurmak için ileri sürdüğü bir diğer şart ise Karabağ sorununun çözülmesidir.

    Karabağ Problemi

    Sovyetler Birliği döneminde Azerbaycan sınırları içerisinde yer alan ve nüfusunun çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu Dağlık Karabağ'da ilk çatışmalar 1988 yılında Ermenilerin Azerbaycan yönetiminden çıkma talepleriyle birlikte başladı. 1991 yılında Azerbaycan ve Ermenistan'ın bağımsızlığını kazanmasından sonra ülkeler arası bir sorun hâline gelen Karabağ çatışmasında 1994 yılında ateşkes antlaşması imzalandı. Bu aşamadan sonra soruna çözüm bulunması için görüşmeler yoğunlaştırıldı.

    Soğuk Savaş dönemi sonrası en yıkıcı bölgesel savaşlardan biri olan Karabağ çatışmasında 1 milyon Azerbaycan vatandaşı mülteci durumuna düşmüş ve Azerbaycan topraklarının % 20'si Ermeni işgaline uğramıştır. Karabağ çatışması hem Türkiye-Ermenistan ilişkilerini etkilemiş hem de Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun Türkiye ve Azerbaycan aleyhine faaliyetlerinin yoğunlaşmasına neden olmuştur. Her ne kadar Ermenistan özellikle Hocalfda yapılan katliâmdan sonra Dağlık Karabağ yönetimiyle bir bağı olmadığını ve çatışmanın Azerbaycan'ın bir iç sorunu olduğunu açıklasa da uluslar arası gözlemciler tarafından da Ermenistan'ın Dağlık Karabağ Ermenilerine yardım yaptığı teyit edilmiştir. Nitekim bağımsız Ermenistan'ın ilk Cumhurbaşkanı Ter Petrosyan'dan sonra sözde Dağlık Karabağ Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan. Ermenistan Cumhurbaşkanı olmuştur. Ter Petrosyan döneminde Ermenistan'ın Türkiye ile ilişkileri geliştirme politikasının önündeki en büyük engel Karabağ savaşı olmuştur. Çelişkili bir şekilde Ter Petrosyan'ın Karabağ politikası Türkiye ile ilişkilerde normalleşmeyi engellerken. Ermenistan'ın Türkiye'ye karşı radikal politikalar izlemesini savunan Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu tarafından da eleştirilmiştir.

    1994 yılında ateşkes antlaşmasının imzalanmasından sonra barış sürecine Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı (AGİT) bünyesinde hız verildi. AGİT çerçevesinde yürütülen görüşmelerde önemli bir dönüm noktası 1996 yılındaki AGİT Lizbon Zirvesi olmuştur. Bu zirvede Azerbaycan'ın toprak bütünlüğünü esas alan karar tasarısı Ermenistan dışındaki ülkelerin desteğini almıştır. 1997 yılında da AGİT adım adım çözüm önerisinde bulunmuştur. Bu öneri Ermeni kuvvetlerin öncelikle Dağlık Karabağ dışında kalan işgal ettikleri topraklardan çekilmesini ve Karabağ'ın statüsü konusunun daha sonra ele alınmasını önermekteydi. Ermenistan Devlet Başkanı Levon Ter Petrosyan da bu öneriye sıcak baktığı açıklamasında bulunmuştur. Ancak muhalefetin sert eleştirileri sonucu Ter Petrosyan'ın istifası ve uzlaşmaya yanaşmayan Koçaryan'ın Devlet Başkanı seçilmesiyle barış sürecinde bir tıkanma yaşanmıştır. Koçaryan iktidannın ilk yılında Karabağ sorununun çözümü için Azerbaycan Devlet Başkam Aliyev ile görüşmekten kaçınmasına ve Aliyev'in muhatabının Karabağ yönetimi olduğunu söylemesine rağmen daha sonra sorunun çözümü için Aliyev ile bir araya gelmiş ve barış süreci devam etmiştir.

    Türkiye. Karabağ sorununa uluslar arası örgütler ve özellikle de AGİT çerçevesinde bir çözüm bulunmasını istemiştir. 1992 yılında da Türkiye ve ABD destekli koridor önerisi ortaya konmuştur. Bu öneri Azerbaycan ile Nahçivan arasındaki bölgenin bir kısmının Azerbaycan'a verilmesi (Mehri Koridoru) ve Ermenistan ile de Dağlık Karabağ arasında bağ kurulmasını içermekteydi. Ancak bu her iki tarafça reddedilmiştir. Son dönemde barış görüşmelerinde koridor konusu yeniden tartışılmaktadır.

    Ermeni Sorununda Diyalog Çabaları

    Türk ve Ermeni tarafları arasında sivil diplomasi örneği olarak adlandırılabilecek olan ve tarafların görüşlerini karşılıklı olarak tartışmalarına imkân tanımak amacıyla bazı girişimler olmaktadır. İki taraftan gazeteciler belirli aralıklarla bir araya gelmekte ve sorunlar masaya yatırılmaktadır. Bunun yanında diyalog açısından en ciddî girişim Türk-Ermeni Barışma Komisyonu'nun kurulmasıdır.

    Türk-Ermeni Barışma Komisyonu (TEBK) 9 Temmuz 2001 tarihinde altı Türk ve dört Ermeni temsilcinin katılımıyla kurulmuştur. TEBK'nın amaçlan Terms of Reference adlı belge ile şu şekilde açıklandı: Türkler ve Ermeniler arasında karşılıklı anlayış ve iyi niyeti geliştirmek. Ermenistan ve Türkiye ilişkilerinin iyileştirilmesini teşvik etmek: Türk-Ermeni sivil toplum örgütleri ve Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunda mevcut barışma arzusundan yararlanmak ve söz konusu örgütler arasında temas, diyalog ve işbirliğini desteklemek; doğrudan bazı faaliyetlere girişmek ve diğer kuruluşların projelerinin gerçekleşmesine yardımcı olmak; hükümetlere sunulmak üzere bazı tavsiyeler geliştirmek; iş dünyası, turizm, kültür, eğitini, araştırma, çevre, medya ve güven artırıcı önlemler alanında resmî olmayan işbirliğini desteklemek, talep üzerine, tarihî, psikolojik, hukukî ve diğer alanlardaki bazı projeler için uzman incelemesi sağlamak.

    Türk-Ermeni Banşma Komisyonu'nun Ermeni tarafında özellikle de Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunda değerlendiriliş biçimine baktığımızda bu toplum kesimin diyaloğa hiç hazır olmadığı ve ileri sürdükleri iddiaların araştırılmasını bile istemedikleri görülür.

    TEBK, üyelerinin resmî görev ve sıfat taşımadığı bir sivil diplomasi örneğiydi. Komisyon Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunda ve Ermenistan'da geniş platformda tartışılmış ve değerlendirmeler yapılmıştır. Bazı istisnalar dışında Ermenilerin TEBK'ya bakışı olumsuz olduğu söylenebilir. Komisyona yönelik en sert eleştiriler Taşnakların ABD'deki örgütlerinden Ermeni Ulusal Komitesi (Armenian National Commitı America -ANCA-) ve yine bir Taşnak örgütü olan Ermeni Devrimci Federasyonu’ndan geldi. Taşnaklar TEBK’yı yabancı güçler tarafından emredilen, yetkisiz kişilerin katıldığı ve Ermeni millî çıkarlarını gözetmeyen bir girişim olarak değerlendirdiler. Taşnaklar için asılsız soykırımın Türkiye tarafından tanınması her türlü görüşmenin ön şartıydı. Taşnaklann temel kaygısı Barışma Komisyonu'nun faaliyetlerinin asılsız soy kırımın uluslararası düzeyde tanınması çabalarının önünde engel oluştması ve Ermeniler arasında bölünmeye neden olmasıydı. TEBK'nın kurulmasından sonra Ermeniler arasında tartışmalar incelendiğinde bölünme konusunda Taşnakların endişelerinin yersiz olmadığını söyleyebiliriz.

    Ermenistan'da Ter-Petrosyan döneminde iktidarda olan Ermeni Ulusal Hareketi'ne ve Amerika Ermanistan Asamblesi'ne (Armenian Assembly of America-karşı olan çevreler, Komisyona yönelik sert eleştiriler yaptılar. Bunun nedeni TEBK'nın Ermeni üyelerinin Ter-Petrosyan döneminde önemli görevlerde bulunmuş olmalarıdır. Örneğin Komisyon'un üyelerinden Arzumanyan, Ter-Petrosyan dönemi Dışişleri Bakanlarındandı ve Hovhanisyan aynı dönemde Ermenistan'ın Suriye Büyükelçisiydi.

    ANCA ve Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun örgütleri ABD Dışişleri Bakanlığını da TEBK'nın kurulmasını teşvik ettiği gerekçesiyle eleştirdiler. ABD Dışişleri Bakanlığı Barışma Komisyonu'na yönelik desteğini ifade etmişti. Hatta medyada ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Komisyona maddi destek sağladığı haberleri çıkmıştı. TEBK'nın Ermeni üyeleri ise ABD hükümetinin maddî desteği hakkında bir bilgileri olmadığını belirttiler.

    ANCA'nın tersine AAA. Komisyona açık destek verdi. Barışma Komisyonu’nun kurulması ABD'deki iki büyük Ermeni örgütü olan ANCA ve AAA arasındaki rekabeti daha da arttırdı. Barışma Komisyonu ABD'deki iki büyük Ermeni örgütünün ortak lobi faaliyetlerini etkiledi. Barışma Komisvonu'nun kurulmasının Ermenilerin asılsız soykırım iddialarını taşıdıkları ülkeler üzerinde de etkisi oldu. Avrupa Parlamentosu TEBK'nın oluşturduğu diyalog ortamının önemine işaret ederek Türkiye ile ilgili kararda Ermenilerin asılsız soykırım iddialarına yer vermedi. Alman Parlamentosu da Ermeni asılsız soykırım iddiaları ile ilgili bir dilekçeyi görüşmeyi, Türk-Ermeni sivil toplum örgütleri arasında temasların başlamış olduğuna dikkat çekerek reddetti.

    TEBK 11 Aralık 2001 de Ermeni temsilcilerin ortak bir beyanat yayınlayarak komisyondan ayrılmalarıyla dağılmıştır. TEBK. iki toplum arasında diyalog ortamı oluşturmaya yönelik bir girişimdi. Ancak Ermeni tarafının böyle bir diyaloga hiç hazır olmadığı görüldü. Burada temel sorun Ermenilerin asılsız soykırım iddiaları ve Ermenistan dışındaki Ermeni örgütlerinin asılsız soykırımın uluslararası düzeyde tanınmasını temel faalivet alanı olarak ele almalarıdır. Komisyon'a karşı Ermenistan dışındaki Ermeni örgütlerinin faaliyetleri de bu toplumun iyi örgütlendiğini ve sivil toplum örgütlerinin bir baskı aracı olarak kullanılabileceğini göstermektedir. Türkiye'de de Ermeni iddialarına ve bu iddialar doğrultusunda Ermenilerin yaptıkları faaliyetlere sivil toplum örgütleri cevap verebilir. Bunun için öncelikle konu ile ilgili bilgilenmeleri ya da bilgilendirilmelerin yapılması ve bunları harekete geçirecek mekanizmaların kurulması gerekir. Türkiye'de TEBK gibi bir oluşum ve faaliyetler; hakkında kamuoyu ve sivil toplum örgütlerinin ilgisizliği dikkat çekicidir. Taraflar arasında yeniden Barışma Komisyonu'nu canlandırma doğrultusunda görüşmeler sürdürülmektedir. Daha önceki tecrübeden yola çıkan taraflar görüşmeleri gizli yürütme eğilimdedirler. Konuşulanların hemen kamuoyuna yansıtılması bazı çevrelerin Komisyonu hedef almasına neden olmuş ve bu durum Komisyonu olumsuz etkilemiştir.

    Sonuç

    Ermeni iddialarının Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu tarafından çeşitli ülkelerde gündeme getirilmesi, 1991 yılında Ermenistan'ın bağımsızlığı ile birlikte Ermenistan'ın da hem Türkiye ile ilişkiler bağlamında hem de Ermenistan'ın dışardaki yurttaşlarıyla bağlantısı ile Ermeni sorununa bir aktör olarak girmesi sorunun uluslararası ilişkiler boyutunu ön plana çıkardı. Türkiye ile Ermenistan arasında Ermenistan yönetiminin asılsız soy kırım iddialarını uluslararası alanda gündeme getirme çabalarından ve Karabağ sorunundan kaynaklanan gerginlik Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun da devreye girmesiyle diğer ülkeler ile Türkiye ve Ermenistan'ın ilişkilerini etkileyen bir noktaya geldi. Ermenistan yönetimi üzerinde özellikle dışarıdaki Ermeni partileri vasıtasıyla söz sahibi olan Ermeni toplumu Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde olumsuz bir faktördür. Ermenistan çok taraflı bir politika ile bölgede Rusya'ya olan bağımlılığını azaltabilir. Denize çıkışı olmayan Ermenistan'ın ekonomik ve politik istikrarı için Türkiye ile normal diplomatik ilişkileri geliştirmesi gerekir. Ancak Ermenistan'ın mevcut politikası Türkiye ile normal diplomatik ilişkiler kurmasına engeldir.



    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

Sayfa 1 Toplam 4 Sayfadan 123 ... Sonuncu

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş