ÖNEMLİ SORULAR VE YANITLARI DOĞU ANADOLU ERMENİLERİN ANAYURDU MUDUR ? Bu sorunun yanıtını Anadolu tarihinde aramak gerekir. Ermeni tarihçileri kendi aralarında bile Ermenilerin kökenleri konusunda fikir birliği içinde değildirler. Bu da anayurdun neresi olduğunu tartışmalı kılmaktadır. Bu konuda Ermeni tarihçilerin çatışan ve çelişen görüşlerini şöyle sıralayabiliriz: Ermenileri Nuh Peygambere dayandıran görüş: Bu düşünceye göre Ermeniler Nuh'un torunu olan Hayk'tan gelmektedir.

Bu konu 5867 kez görüntülendi 16 yorum aldı ...
önemli sorular ve yanıtları 5867 Reviews

    Konuyu değerlendir: önemli sorular ve yanıtları

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 5867 kez incelendi.

  1. #1
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart önemli sorular ve yanıtları

    ÖNEMLİ SORULAR VE YANITLARI


    DOĞU ANADOLU ERMENİLERİN ANAYURDU MUDUR ?

    Bu sorunun yanıtını Anadolu tarihinde aramak gerekir. Ermeni tarihçileri kendi aralarında bile Ermenilerin kökenleri konusunda fikir birliği içinde değildirler. Bu da anayurdun neresi olduğunu tartışmalı kılmaktadır. Bu konuda Ermeni tarihçilerin çatışan ve çelişen görüşlerini şöyle sıralayabiliriz:

    Ermenileri Nuh Peygambere dayandıran görüş: Bu düşünceye göre Ermeniler Nuh'un torunu olan Hayk'tan gelmektedir. Nuh'un gemisi Ağrı Dağı'na oturduğundan Ermenilerin anayurdu Doğu Anadolu'dur. Üstelik Hayk 400 yıl yaşamış ve yurdunu Babil'e kadar genişletmiştir. Efsanelere dayanan ve bilimsellikle hiç bir ilgisi bulunmayan bu görüşün üzerinde durulamaz. Tarihçi Auguste Carriére de bu hususu vurgulamakta ve "eski Ermeni tarihçilerin verdikleri bilgilere güvenmenin büyük bir gaflet olacağını. çünkü verdikleri bilgilerin çoğunun uydurma olduğunu" kaydetmektedir.
    Ermenileri Urartulara dayandıran görüş: Doğu Anadolu kavimlerinden biri olan Urartuların M.Ö. 3 bin yılına kadar uzandıkları, M.Ö. 7 ve 6. yüzyıllarda önce İskitlerin, sonra Medlerin saldırısına uğrayarak ortadan kaldırıldıkları, yaşadıkları bölgenin Lydialılarla Medler arasında mücadeleye sahne olduğu ve sonunda Medlerin nüfuzuna girdiği bilinmektedir. Bu dönemlerde Anadolu'da Ermeni adına hiç bir şekilde rastlanmadığı gibi, Urartu dili ile Ermeni dili de birbirlerine benzememektedir. Urartu dili bir Asya dilidir, Ural-Altay dilleri ile benzerlik göstermektedir. Urartu kültürü ile Ural-Altay kültürü arasmda da aynı benzerlik vardır. Erzurum yöresindeki son arkeolojik bulgular bunu açıkça ortaya koymaktadır. Ermeni dilinin ise Hint-Avrupa dillerinin Satem grubuna girdiği kabul edilmektedir. Öyle ise, Urartularla Ermeniler arasında bir özdeşlik bulunduğunu ileri sürmeye imkân yoktur. Bunu doğrulayacak hiçbir somut bulgu da mevcut değildir.
    Ermenileri Urartu bölgesini işgal eden bir Trak-Frig soyuna dayandıran görüş: Ermeni tarihçileri arasında en çok benimsenen bu teoriye göre, Ermeniler Balkan kökenli ve Trak-Frig soyundandırlar. İllyrialıların baskısıyla M.Ö. 6. yüzyılda Doğu Anadolu'ya göçederek yerleşmişlerdir. Ermeni adına ilk kez M.Ö. 521 yılında Med (Pers) İmparatoru Dara'nın (Darius) Behistun yazıtında rastlanılması ve Dara'nın "Ermenileri yendim" demesinin bunu doğruladığı ileri sürülmektedir. Bu görüş, Nuh ve Urartu teorilerini de kendiliğinden çökertmektedir.
    Ermenileri Güney Kafkas ırkı olarak kabul eden görüş: Buna göre, Ermenilerin anayurdu Güney Kafkasya'dır. Kafkas boylarına yakınlıkları ve kültür akrabalıkları bu teoriye gerekçe olarak gösterilmektedir. Bir başka gerekçe de, Ermenilerden ilk kez söz eden Dara'nın "Ermenileri yendim" derken yer olarak Kafkasya'yı kast etmesidir. Ne var ki Ermenilerin diğer Kafkas ırkları ile ilgisi yoktur.
    Ermeniler bir Turan ırkı olarak kabul eden görüş: Bu teori ise Ermenilerin bazı Türk ve Azeri boylarıyla kültür ve gelenek akrabalığına ve dildeki benzerliklere dayandırılmaktadır.
    Görüldüğü gibi, Ermenilerin kökeni ve anayurdu kendi aralarında bile tartışmalıdır. Böylesine çelişik görüşler karşısında, Ermenilerin Doğu Anadolu da 3-4 bin yıldır mevcut oldukları herhalde söylenemeyecektir.

    Ermeni çevrelerinin bu iddialarının altında Doğu Anadolu'daki Ermeni varlığını mümkün olduğu kadar eskilere uzatmak, Doğu Anadolu'ya bir anayurt olarak sahip çıkabilmek ve üstelik bunu eski bir kültür varlığı olarak sunmak hevesi yatmaktadır. Böylece Türklerin Ermenilerin binlerce yıllık topraklarını işgal ettikleri de ileri sürülmek istenmektedir.

    Bu iddia gereksizdir. Tarih itibarıyla Ermenilerin Doğu Anadolu'nun otokton ahalisi olmayıp dışarıdan buralara yerleştikleri ve bu bölgedeki varlıklarının ancak M.Ö. 521 yılına kadar gidebildiği anlaşılmaktadır. Halbuki Anadolu'nun en az 15 bin yıldır meskun olduğu bilinmektedir. 15 bin yıldır meskun olan Anadolu ise yerleşik ya da göçebe çok çeşitli kavimlere ve çok zengin uygarlıklara yurt olmuştur. Bölgeye başka yerlerden ve nispeten yeni gelmiş kavimlerden biri olan Ermenilerin Doğu Anadolu'ya tek başlarına ve yurt olarak sahip çıkmaları söz konusu olamaz.

    KAYNAK
    CARRIERE, Auguste-; Moise de Khoren et la Généalogie Patriarcale, Paris 1896.


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: önemli sorular ve yanıtları

          Kategori: Türk Soykırımı

          Konuyu Baslatan: AyMaRaLCaN

          Cevaplar: 16

          Görüntüleme: 5867

    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  2. #2
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: önemli sorular ve yanıtları

    TÜRKLER, SELÇUKLULAR’DAN BAŞLAYARAK, ERMENİ TOPRAKLARINI ERMENİLERDEN ZORLA ALMIŞ VE İŞGAL ETMİŞLER MİDİR?

    Ermenilerin bir zamanlar toplu olarak oturdukları bölge, tarihin kaydettiği dönemlerde M.Ö. 521'den 344'e kadar bir Pers vilâyeti, 344'den 215'e kadar Makedonya İmparatorluğunun bir parçası, 215'den 190'a kadar Selefkitlere tâbi bir vilâyet, 190'dan M.S. 220'e kadar Roma İmparatorluğu ile Partlar arasında sık sık el değiştiren bir mücadele alanı, 220'lerden V. yüzyıl başına kadar bir Sasani vilâyeti, V. yüzyıldan VII. yüzyıla kadar bir Bizans vilâyeti, VII. yüzyıldan başlayarak bu kez Arap egemenliğinde bir toprak parçası, X. yüzyılda yeniden Bizans vilâyeti olmuş ve XI. yüzyıldan başlayarak bölgeye Türkler gelmişlerdir.

    Bu denli çeşitli egemenlikler altında yaşayan Ermeniler, tarih boyunca, o dönemlerin olağan siyasî ve toplumsal düzeni olan derebeylik, yani belirli bölgelerde belirli ailelerin nüfuz sahibi olmaları sistemi dışında, hiçbir zaman bağımsız, birleşik ve sürekli bir devlete sahip olmamışlardır.

    Ermeni tarihçilerin Ermeni Krallıkları olarak niteledikleri Ermeni Beylikleri aslında her zaman bir "suzerain"e bağlı "vassal"lar olarak yaşamışlar, yabancı devletler arasında tampon bölgeler oluşturmuşlardır. Ermeni Beylikleri ya da Prensliklerinin bir çoğu da bölgeye hakim olan yabancı devletlerce kurdurulmuş, Ermenileri kendi saflarına çekmek ya da bir diğer güce karşı kullanmak isteyen hakim devletler kendilerine yakın buldukları Ermeni ailelerini bu beylik ya da prensliklerin başına getirmişlerdir. Örneğin, Bagrat ailesinden Aşot'u ve Ardruzuni ailesinden Haçik Gaik'i Arap halifeleri prens yapmışlardır. Prens ya da Bey ünvanı verilen Ermeni Ailelerinden bazılarının da Ermeni değil, Pers soylu olduklarını belirtmek gerekir.

    Bu husus Ermeni tarihçi Kevork Aslan'ın şu sözleriyle de doğrulanmaktadır:

    "Ermeniler derebeylikler halinde yaşamışlardır. Birbirlerine vatan hisleriyle bağlı değildirler. Aralarında siyasi bağlar yoktur. Yalnızca yaşadıkları derebeyliklere bağlıdırlar. Vatanseverlikleri de bu nedenle bölgeseldir. Birbirleriyle bağlarını siyasi ilişkiler değil, dilleri ve dinleri oluşturur."(1)

    Tarihleri boyunca çeşitli büyük imparatorluk ve devletlerin nüfuzu altında yaşayan ve bunlar arasında mücadele alanı olan Ermeni Beyliklerinin bir takım ek avantajlar sağlamak amacıyla bu güçler arasında sık sık taraf değiştirmeleri, Ermeni halkının büyük acılara maruz kalmasına yol açmıştır. Romalı tarihçi Tacitus, "Annalium Liber" adlı eserinde "Ermenilerin Roma ve Pers İmparatorlukları karşısında tutum değiştirerek kâh Romalılarla, kah Perslerle birlikte hareket ettiklerini" yazmakta ve bu nedenle Ermeni halkının "acayip bir halk" olarak nitelemektedir.

    Gerek bu davranışları, gerek büyük imparatorluklara tâbi olarak yaşamaları Ermenilerin sık sık tehcire uğramalarına ya da kendiliklerinden göç etmelerine neden olmuştur.

    Perslerden kaçıp İç Anadolu'da Kayseri yöresine yerleşmişler, Sasanilerce İran içlerine, Araplarca Suriye ve Arabistan'a, Bizanslılarca İç Anadolu, İstanbul, Trakya, Makedonya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Transilvanya ve Kırım'a, Haçlı seferleri sırasında Kıbrıs, Girit ve İtalya'ya, Moğal istilasında Kazan ve Astrahan'a, Ruslarca Kırım ve Kafkasya'dan Rusya içlerine tehcir edilmişlerdir. Ermenilerin Sicilya'dan Hindistan'a, Kırım'dan Arabistan'a kadar uzanan çeşitli bölgelere dağılmaları bu tehcirlerin sonucudur.

    Bu da göstermektedir ki, 1915'de Osmanlılarca tehcir edilmeleri uğradıkları ilk tehcir olmadığı gibi, Ermeni diasporası denilen olgu da 1915 tehcirinin sonucu olarak ortaya çıkmamıştır. Özellikle Sivas yörelerine getirilişleri Selçukluların Anadolu'ya gelişlerinden pek kısa bir süre önce olmuştur.

    Hıristiyanlığı kabul etmelerinden sonra 451 yılında Bizans kilisesinden ayrılmaları Türklerin Anadolu'yu iskânlarına kadar süren bir Bizans-Ermeni çatışmasına, Ermenilerin Bizans tarafından ezilmesine, eritilmeye çalışılmasına ve esasen Bizans'a tâbi olan Ermeni beyliklerinin yok edilmesine yol açmıştır. Bizans'ın Ermenileri çeşitli yerlere sürmesi ve diğer yabancı güçlere karşı piyon olarak kullanması da buradan kaynaklanmaktadır. Bizans'ın bu zulmü Ermeni tarihçilerince bütün ayrıntılarıyla dile getirilmiştir.

    Selçuklu Türkleri işte böyle bir ortamda XI. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu'ya toplu şekilde gelmeye başlamışlardır. Selçukluların ele geçirmeye başladıkları Anadolu topraklarında bir başka devlete tâbi durumda dahi bir Ermeni Prensliği bulunmamaktadır ve Selçukluların karşısındaki güç Bizans'tır.

    Selçuklu Hakanı Alpaslan eski Ermeni Prensliği Ani'nin topraklarını 1064'de ele geçirmiştir ama, bu Prensliğin varlığına esasen 1045'de, yani Türklerin gelişinden 19 yıl önce Bizans tarafından son verilmiştir. Dolayısıyla, Selçukluların ilerlediği topraklar, üzerinde diğer kavimlerin yanı sıra Ermenilerin de yaşadıkları Bizans topraklarıdır. Bu nedenle Selçukluların bir Ermeni devleti ya da prensliğini işgal ve istila ettikleri yolunda ileri sürülebilecek herhangi bir iddianın tarih karşısında doğrulanmasına maddeten imkân yoktur.

    Üstelik, tarih bunun tersini kanıtlamakta ve Ermenilerin Bizans'ın yüzyıllardır süren zulmüne son verilmesi amacıyla Selçukluların Anadolu topraklarını ele geçirmelerine yardımcı olduklarını göstermektedir.

    Ermeni tarihçi Asoghik'in "Ermenilerin Bizans'ın olan düşmanlıkları nedeniyle Türklerin Anadolu'ya gelmesine sevinmişler, hatta Türklere yardım etmişlerdir" yolundaki sözleri bu olguyu belgelemektedir. Urfa'nın Türklerce fethinin de kentteki Ermenilerce bir bayram havası içinde kutlandığı yine Ermeni tarihçi Urfalı Mateos tarafından kaydedilmiştir.

    Burada, Anadolu Selçuklu Devleti ile çağdaş olan bir Ermeni Prensliğinden de söz etmek gerekmektedir. Bu Prenslik, Kilikya Ermeni Prensliğidir. Kilikya'daki Ermeni varlığı ise Bizans'ın Ermenilere uyguladığı tehcir politikası sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Doğu Anadolu'daki son Ermeni Prensliklerinin Bizans tarafından yıkılması üzerine Kilikya'ya yeni bir Ermeni göçü daha olmuştur ve bu son göç 1080 yılında Kilikya Ermeni Prensliğinin kurulmasına vesile teşkil etmiştir.

    Haçlı Seferleri sırasında Haçlılara yaptığı yardımlar ve Bizans'ın giderek zayıflaması nedeniyle varlığını sürdürebilen, ancak yine de Bizans'a daha sonra Haçlılara ve Moğollara ve nihayet Katoliklere bağımlı durumda bulunan bu Prenslik Türklerle iyi ilişkiler içinde olmuş ve sonunda Kıbrıs'ta yerleşmiş Katolik Lusignan ailesinin egemenliğine girmiştir. Bu durum Gregoryen Ermenileri memnun etmeyecek ve bu memnuniyetsizlik prensliğin 1375 yılında Memlûkların eline geçmesinde önemli bir rol oynayacaktır.

    Kilikya'ya bu son Ermeni göçünün burada Eçmiyazin'den ayrı bir Ermeni kilisesinin kurulmasına da yol açtığını ve bu ayrılığın bugün de sürdüğünü belirtmekte yarar vardır. Osmanlılar döneminde ise durum çok daha açıktır. Doğu Anadolu, Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde Akkoyunlular ile Safavilerden, Güney Anadolu ise Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır Memlûklularından alınmıştır.

    Gerçek bu olduğuna göre, Osmanlıların bir Ermeni Devleti ya da Prenslik ve Beyliğine ait toprakların işgal ve istila ettikleri yolundaki iddia da tarih önünde yenik düşmektedir.

    KAYNAK
    1) ASLAN, Kevork-; L'Arménie et les Arméniens, İstanbul 1914.
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  3. #3
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: önemli sorular ve yanıtları

    TÜRKLER BUGÜN DE TÜRKİYE'DEKİ ERMENİLERİ BASKI ALTINDA MI TUTMAKTADIRLAR?

    Türkiye'deki Ermenilerin bugün de baskı altında tutuldukları iddiası zaman zaman gündeme gelmektedir. Ermeni propaganda çevreleri bu iddiayı şu amaçlarla ileri sürmektedirler:

    "Ermeni’ye zulmeden Türk imajını" tarih içinde kesintisiz olarak sürdürerek bugüne kadar getirmek,
    Genç Ermeni kitlelerine uğruna mücadele edilecek bir hedef göstermek,
    Propagandaya güncel bir nitelik kazandırmak,
    Yabancı ülkelere Türkiye'nin içişlerine müdahale imkânı sağlayabilmek. Bu iddia da, diğerleri gibi, hiçbir esasa dayanmamaktadır.
    Türkiye'deki 40-50 bin Ermeni vatandaşımız bugün hiçbir ayırıma tâbi tutulmadan, Türk vatandaşlarının sahip oldukları tüm hak ve özgürlüklerden eşit şekilde yararlanarak güven, huzur ve refah içinde yaşamaktadırlar.

    Kendi kiliselerinde özgürce ibadet etmekte, kendi okullarında kendi dilleriyle öğrenim görmekte, yine kendi dilleriyle yayın organları çıkarmakta, kendi derneklerinde sosyal ve kültürel faaliyetlerini sürdürmektedirler. Türkiye'deki Ermeni toplumu 30 okula, 17 hayır ve kültür demeğine, Jamanak ve Marmara adlı 2 günlük gazeteye ve ayrıca bazı dergilere, Şişli ve Taksim adlı iki spor kulübüne, çeşitli vakıflara ve sağlık kuruluşlarına sahip bulunmaktadır.

    Türkiye Ermenilerinin büyük çoğunluğu Gregoryen’dir. Dini liderleri Türkiye Ermenileri Patriği unvanını taşımaktadır. Bu Gregoryen çoğunluğun yanında Katolik ve Protestan Ermeniler de vardır, bunlar da kendi kiliselerine sahiptir.

    Ermeni vatandaşlarımızın çok büyük ekseriyeti İstanbul'da oturmaktadır. Bu nedenle kurumlarının büyük çoğunluğu da İstanbul'da bulunmaktadır.

    Hiçbir baskıya maruz kalmadıklarını, Türkiye'de yaşamaktan büyük bir memnunluk duyduklarını ve Türk vatandaşı olmakla iftihar ettiklerini her vesile ile dile getiren Ermeni vatandaşlarımız, yurtdışındaki Türk diplomatlarını hedef olan Ermeni terör örgütlerinin saldırılarını başta Patrik olmak üzere, her fırsatta şiddetle kınamışlar, bu terörün yol açtığı acıları diğer Türklerle birlikte aynı ortak duygularla paylaşarak Ermeni propaganda ve terör odaklarına en etkili yanıtı bizzat vermişlerdir.

    1 Kasım 1981 günü İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesinde şehit Türk diplomatlarının anısına düzenlenen ve Patrik tarafından yönetilen dinî ayin Türkiye Ermenilerinin Ermeni terörü karşısındaki kararlı tutumlarının açık bir örneğini teşkil etmiştir.

    Avrupa Konseyinin Türkiye'deki azınlıklara baskı yapıldığı yolundaki kararı üzerine 1982 Şubatında Ermeni Patrikliğince yapılan açıklamada, "Türkiye Ermenilerinin birer Türk vatandaşı olarak Türkiye’de huzur içinde yaşadıkları ve her türlü inanç hürriyetinden yararlanarak ayinlerini serbestçe yaptıkları" vurgulanmış, Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan'ın 28 Ocak 1982 günü Ermeni teröristlerce şehit edilmesi üzerine Patrik verdiği demeçte "Türk Ermenilerinin bu cinayeti her Türk vatandaşı gibi büyük bir üzüntüyle karşıladıkları” ifadesini kullanarak "dışarıdaki Ermenileri bütün yasa dışı eylem ve cinayetlere karşı çıkmaya” çağırmıştır.

    Böylece, Ermeni propagandasının bu iddiası hak ettiği cevabı Türkiye Ermenilerinden almış olmaktadır.
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  4. #4
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: önemli sorular ve yanıtları

    1948 TARİHLİ BM SOYKIRIM SÖZLEŞMESİ AÇISINDAN ERMENİ İDDİALARI NASIL DEĞERLENDİRİLEBİLİR?

    Soykırım kavramı, 1948 tarihli BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme ile tanımlanmıştır. Sözleşmenin 2. maddesine göre soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle; Grup üyelerinin öldürülmesi, Grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi, grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması, grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması, bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır. Soykırımda planlı, devlet politikası haline gelmiş eylemler söz konusudur.

    Konuyu soykırım sözleşmesi açısından yorumladığımızda, tarihteki bazı olaylara değinmeden geçilemeyecektir. Soykırım gibi vahim bir insanlık suçunun işlenebilmesi için o milletin tarihinde bu suça yatkınlık gerekir. Bir fert için suça eğilimlilik nasıl bir özellik ise, toplumlar için de öyledir. Türk tarihi incelendiğinde soykırıma ve asimilasyona rastlanamaz.

    Osmanlının yayıldığı coğrafyayı hatırladığınızda Osmanlının; Avrupâ da Viyana önlerine kadar; Afrikâ da, Akdeniz'e sahil tüm Kuzey Afrika’yı; Ortadoğu'nun tamamını ve Arap yarımadasını uzun yıllar yönetimi altında tuttuğu görünür. Bu süre asgari 200-400 yıl arasıdır. Bu coğrafyadaki, hangi halkın yok edildiği söylenebilir?

    Anadolu'da şer’i hükümlerin hakim olduğu dönemde, en eski Hıristiyanlık mezhebi Süryanilik, tavus kuşuna ateşe tapan Yezidilik gibi inançlar yaşatılırken, 1800'lü yıllarda şer hükümlere aykırı olmasına rağmen Anadolu'da kiliseler açılmıştır. Hatta kardeşlerden biri Osmanlı Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa iken, diğer kardeş Makarije Sırp Kilisesine Patrik tayini edilmiş ve Sırp halkını diriltmiştir. Avrupa'daki mezhepler mücadelesi döneminin soykırımlarını, uzak doğuda dili değişen halkları (Hindular-Peştun), komple dili ve dini değişen Afrikayı, Güney Amerika'yı görürüz.

    Türk yönetimi hakim olduğu yörelerde diğer kültür ve soylara sahip halklarla yaşamaya alışıktır. Belki de bu tarihinde uzun süre farklı kültürlerle bir arada yaşamanın kazandırdığı bir özelliktir.

    Türk devlet geleneğinde adalet vardır, kültürlerin yaşatılması vardır ancak, katliam ya da soykırım yoktur. Bu konuyu. Justin McCarthy'nin "Ölüm ve Sürgün" isimli kitabı açıkça ortaya koyulmaktadır. Bu kitapta, Balkan ve Kafkas halklarının ölümden kurtulmak için Osmanlı yönetimine nasıl sığındıklarını görürüz.

    Yine Osmanlı yönetimini soykırımla suçlayanlara sormak gerekir: 1469 yılında İspanya ve Portekiz'den Musevi ve Müslümanlar, 1680 yılında Tökeli İmre ve adamları Macaristan'dan, 1711 yılında Rakoczi Ferençh ve adamları, 1849 yılında Layoş Kosuth ve 2000 kişilik Macar grubu, İsveç Kralı Şarl ve 1500-2000 kişilik adamları, 1841 ve 1856 yıllarında Polonya'lı Prens Chartorski, 135 bin kişilik ordusuyla Ekim 1917'de Rus komutan Vrangel, hatta Troçki ölümden soykırımından kurtulmak için nereye sığındılar? Tabii ki Osmanlı ülkesine.

    1915 yılında "Sözde Ermeni Soykırımı"nın yapıldığını iddia edenler, 1930'lu yıllardan itibaren Polonya ve Almanya kökenli Musevilerin Türkiye'ye sığındıklarını bilmiyorlar mı? Sözde Ermeni soykırımından 20-25 yıl gibi kısa bir süre geçmiş iken, soykırım yaptığı iddia edilen bir milleti kurtarıcı olarak görenler, neden Türkiye'yi tercih etmişlerdir acaba?

    Bugünkü insan hakları normlarını ihtiva eden 1478 tarihli Fermanı ile ülkesi insana sahip oldukları tüm değerleri yaşama, yaşatma ve yeni nesillere nakletme imkanı veren Osmanlı Padişahı Fatih'ten yaklaşık 550 yıl sonra Balkanlardaki soykırım ve asimilasyonları hatırlayalım. Bu ferman ile dili, dini, kilisesi, okulu vs. güvence altına alınan Balkan milletleri; homojen toplumlar oluşturma adına 21. Yüzyıla girildiği bir dönemde Boşnakları, Arnavut asıllı Müslümanları, Makedonları ve Bulgaristan Türklerini yurtlarından söküp atmışlardır. Bugün Türkiye’yi soykırım ile suçlayanlar, aylarca süren katliamları görmezlikten gelmiş, ırzına geçilen her yaştaki kadının feryadına kulaklarını tıkamıştır.

    Balkan halkları ile, Batılı kimyasal silah üreticilerinden temin ettiği hardal gazı ile soykırıma kalkışan Saddam'ın elinden kaçan Irak halkı, yine Türkiye'ye sığınmıştır. Türk insanı sınırlı imkanlarına rağmen, ekmeğini paylaşmış, mazlum halklara tarihin her döneminde kucak açmıştır. Türk insanının, Osmanlının ve Türkiye Cumhuriyeti'nin diğer milletlere ve devletlere örnek olacak temiz sicili budur.

    Prof. Justin McCarthy de ABD Temsilciler Meclisinde yaptığı Savunma Bilgilendirme konuşmasında, I. Dünya Savaşı'nda Türklerin de büyük acılar yaşadığını ancak bu acıları yüreğinde saklamayı tercih ettiğini şu sözlerle ifade etmiştir:

    "... Savaşlarda her şeylerini kaybedenlerin akıllarında intikam duygusu yer etmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyetini bu duyguların yönetmesi halinde daha çok fazla ölüm olayı yaşanacaktı. Mustafa Kemal Atatürk hükümeti bu nedenle geçmişteki kayıpları görmezden gelen ve eski düşmanlarla barış imzalayan bir politika ortaya koymuştur. Türk hükümeti, Ermenilere ve diğerlerine karşı Türk davasında baskı yapılmasının eski nefretleri canlandıracağını ve savaşa davetiye çıkaracağını hissetmiştir.

    Bu yüzden Türkler dertleri ile ilgili hiçbir şey söylememişlerdir. Bu, o dönem için alınabilecek en doğru karardı. Hiç kimsenin Türkler adına konuşmaması ise bu noktadaki olumsuz sonucu oluşturmuştur... Yapmadıklarına inandıkları bir şeyden dolayı haksız yere eleştirilen Türklerin ne düşünmesi gerekiyor..."
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  5. #5
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: önemli sorular ve yanıtları

    ERMENİ DİN ADAMLARININ, TÜRKLERE YÖNELİK SOYKIRIM İDDİALARINA BAKIŞ AÇILARI NASILDIR?

    DİKRAN KEVORKAN
    (Kandilli Ermeni Kilisesi Başkanı)

    7 Ekim 2000 tarihli Sözde Ermeni Yasa Tasarısı hakkındaki görüşlere yer veren “Ceviz Kabuğu” adlı TV programına katılan Kandilli Ermeni Kilisesi Başkanı Dikran Kevorkan, şunları söylemiştir:

    "Soykırım ve Tehcir (bir yerden alıp başka bir yere götürmek) farklı anlamlara gelir. Emperyalistlerin oyunları, Ermeni idarecilerin apolitik düş öncüleri (medya, kiliseler, din adamları) bütün bu olaylara sebep olmuştur. Patrik ruhani bir liderdir, siyasi konularda patrikten görüş alma gibi bir yanlış yapılıyor. Emperyalist güçler ASALA ve PKK'nın arkasında olmasaydı onlar ne yapabilirlerdi?

    Tehcir meselesinde Almanya'nın İstanbul'a baskısı vardı. Burada Almanya'nın yerleşik düzenini sarsmak ve Bağdat demiryolu mevzusunda ekonomik menfaatlerini sağlama almak amacı vardı. Atatürk'ün sağlığında Ermeni meselesi niye gündeme gelmedi. Çünkü, ulusal ruh vardı, tek yumruk vardı. Bugün bence devlet sisteminde bir laçkalık vardır.

    Asimilasyon konusunda ise şunu söyleyebilirim; bugün dünya üzerindeki Ermenilerin en rahatlıkla, en güçlü şekilde kendi kimliklerini muhafaza eden ülke: Türkiye'dir. Yurtdışındaki Diasporadaki Ermeni, ismini değiştirerek mücadeleye giriyor. Çünkü, oralarda bir kültür ağırlığıyla o insanların kültürünü eritmek var.

    Bugün Türkiye'nin aleyhine konuşulan Diasporadaki Ermeniler çok iyi biliyorlar ki, Amerika'nın belli kiliselerinde kurban ayinleri Pazar günleri İngilizce yapılıyor, Ermeniler ana lisanlarını kaybediyorlar. Bunu söylediğin zaman kötü kişi oluyorsun. Biz onun için Türkiye'deki Ermeni vatandaşlar olarak üzüntümüzü dile getiriyoruz. Ne için? Atatürk'ün emanet ettiği Kuvay-i Milliye ruhuna bir haksızlık yapılmaktadır. Bütün bunlar dışarıdakilerin oyunudur. PKK, ASALA, bu kararname, bütün bunlar dışarıdakilerin oyunu. Biz Türkiye'deki vatandaşlar olarak bir haksızlık yapıldığını düşünüyoruz. Ermeniler eğer akıllıysa maşa olarak kullanılmasınlar."

    II. MESROB
    (ERMENİ PATRİĞİ)

    CNN-Türk Televizyonunda 2000 Ekiminde yayınlanan bir programa katılan Ermeni Patriği II. Mesrob, Henika Kiremitçi isimli bir izleyicinin yönelttiği “Ben Türkiye'de yaşayan Ermeni'ler yani azınlık olarak ne olacağız yani biz burada tedirgin oluyoruz.” Şeklindeki sözlerine şu cevabı verdi:

    MESROB II - Gerçektende ben de nabzını yoklarken bizim İstanbul'da yaşayan kilise üyelerimizin bir tedirginlik sezinliyorum; ama buradan izin verirseniz, Türkiye'de yaşayan bütün hem Ermenilere hem kilisemin üyelerine şunu söylemek istiyorum; tedirgin olmanıza hiçbir sebep yok. Lütfen Türkiye'de yaşayan bütün vatandaşlarımızın ve özellikle devletimizin sağduyusuna güveniniz ve hiç bir eziklik altında da kendinizi hissetmeyiniz. Çünkü sizin bu tasarılar ve bu gibi eylemlerle uzaktan yakından hiçbir ilginiz yok.

    II. MESROB
    ( ERMENİ PATRİĞİ)

    22 Ağustos sabahı Kınalıada Surp Krikor Lusavoric Kilisesi'ndeki törenlere başkanlık eden Ermeni Patriği II. Mesrob, Hayr Sahak Apega'nın sunduğu Surp Badarak ayininde özetle şu vaazı verdi:

    VAAZIN BİRİNCİ KISMI

    Yerusagem'de Siloam adında kutsal sayılan bir havuz vardı. Rab Hisus'un zamanında, şehirliler bazen havuzun suyunun birdenbire dalgalandığını söylerlerdi. Bu dalgalanma esnasında kendini toparlayıp hemen suya atanların hastalıklarına şifa bulacaklarına inanırlardı. Yüzlerce hasta havuz kenarında imanla nöbet tutar ve dua okurdu. Bir defasında havuz kenarındaki büyük sütunlardan biri devriliverdi. Havuz başındakilerden 18 kişi feci şekilde ezilerek can verdi. Bu olay Luka İncili'nin 13. bölümünde kayıtlıdır.

    Rab Hisus şakirtlerine bu felaketi hatırlatarak, 18 kurbanın cemaatin diğer üyelerinden daha günahkar olup olmadığını sordu. Sonra da, yanıt alamayınca, "Hayır!" dedi. Çünkü insanlar yalnız kendi hataları ya da günahları sonucunda değil, birçok başka nedenlerden ötürü yaşamlarını yitirebilirler. Asıl mesele şu: Doğal afet ya da başka nedenlerle olsun, insan her zaman o ölümle yaşam arasındaki kritik ana hazırlıklı olmalı, elinden geldiğince hazırlıksız yakalanmamalıdır.

    Ruhani hayatta karşılaşabileceğimiz en büyük felakete gelince, o da Tanrı'nın krallığından mahrum kalma olasılığıdır. Tanrı'nın yakınlığını ve babalık şefkatini hissetmek istiyorsak , tövbe ederek Tanrı ile barışmamız gerekiyor. Bu da, gerek Vaftizci Yahya'nın (Surp Hovhannes Migirdic), gerek Rab Hisus'un İncil'deki vaazlarının odak noktasını oluşturuyor: "Tövbe edin, çünkü Tanrı'nın Krallığı yakındır."

    Altı gündür merkezi İzmit olan feci depremin etkisi altındayız. Maddi ve manevi değerler yanında, ve onlardan önce, belki de yirmi bini aşkın can kaybının verdiği ıstırap dayanılacak gibi değil. Halbuki bu depremin olacağı biliniyordu. İnsanlık tabiatı işte, o an gelene kadar tedbir almakta ne kadar gecikildiğini anlamak istemiyoruz sanki. Bu kadar can kaybına neden olan hırsız müteahhitlerin, tabi yapanları kastediyorum, acaba vicdanları sızlıyor mu? Ya, ağır çekimli film misali yavaş harekete geçen yöneticiler? Öte yandan, sadece para değil, kanını gönderen Yunan halkını, vatandaşına ve insanına başka bir ülkede bile değer veren İsrail yetkililerini ibretle takdir etmemek mümkün müdür?

    Dindarlıktan önce insanlık gelir. İnsanı sevmeyen, ruh olan ve gözle görünmeyen Tanrı'yı sevemez, der Surp Hagop. Bu gibi doğal afetlerde, din, dil, ırk farkı gözetenler zavallı sefillerdir. Rab Hisus'un, İyi Samiriyeli meselinde öğrettiği gibi, farklı din ve etnik gruplardan olsalar bile, insanlar Göklerdeki Baba'nın evlatları ve birbirinin kardeşleridir. İnsan, komşusuna ve kardeşine karşılıksız yardımda bulunabilme erdemini gösterebilmelidir. Marmara depreminde ölenler, geride kalan, kurtulabilen acılı insanlar, evleri barkları kullanılamaz durumda olanlar bizim Rab'deki kardeşlerimizdir. Her imanlı elinden gelen yardımı, kendi kararınca, yapmalıdır. Bu acıya seyirci kalmak ayıp ve günahtır.

    Bugünlerde güz yağmurları başladığında sokaklarda yatıp kalkan onbinlerce depremzedeler bir de hastalanmaya başlayacaklar. Yuvalarımızın güvenliğinde yaşarken, üç öğün yemeklerimizi yerkenfelaketzede kardeşlerimizi de düşünmeli, Rab'bin bizlere verdiği nimetlerden onlara da pay çıkarmalıyız. Bu, ilk görevimizdir.

    İkinci görevimiz, cemaatimize ait olan okulların, kiliselerin ve Patrikhanemiz'in binalarındaki hasarları en kısa zamanda el ele vererek onarmalı,güçlendirmeli ve yöremizdeki olası herhangi yeni bir sarsıntıya karşı bu emanetlerin mukavemet güçlerini artırmalıyız.

    Ancak bunları yaparken en önemli noktayı göz ardı etmemeliyiz. O da şudur: bu deprem kendimizi sorgulamamıza , tövbemizi yenilememize, sosyal, idari ve manevi anlamda yeniden yapılanmamıza muhakkak vesile olmalıdır.

    VAAZIN İKİNCİ KISMI

    Yeni öğrenim dönemi yaklaşırken, sözümün ikinci kısmında önemli bir konuya değinmek istiyorum. Ruhani ve kültürel hayatımız büyük bir yıpranmaya girmiş bulunuyor. Bunun yegane sebebi snobizm ve gösteriş meraklılığıdır. Cemaat okullarından uzaklaşma ve özellikle yeni zenginlerin kendi çocuklarını yenibitme okullara büyük masraflarla kaydetme yarışına akıl ve mantık sığdırmak mümkün değil.

    Kendi kendilerini haklı çıkarmak için de cemaat okullarımızın kalitesi hakkında yalan yanlış hurafeler yayıyorlar. Cemaatimiz ilköğrenim okullarından bu yıl tam 8 talebe Robert Kolej'in imtihanlarında gayet yüksek puanlar elde ederek başarı kazandılar. Liselerimizden de üniversiteye giriş oranı gayet yüksek; liselerimiz, yurdumuzdaki binlerce ortaöğrenim okulları başarı sıralamasında ilk 150'ye giriyor.

    Okullarımızın başarı oranının göstergesi değil mi bunlar? Okullarımıza ikiyüz milyonu çok gören ve evladını en az iki-üç milyarlık yenibitme okullara gönderenler evlatlarına en büyük kötülüğü yapıyorlar. Onları kendi kültürlerinden, dillerinden ve manevi zenginliklerinden mahrum bırakıyorlar. Yarın öbür gün yetişip erdikleri zaman, evlatları kendi ana-babalarını emin olunuz ki suçlayacaklar.

    Otomobillerin markası vardır. Komşumun şu marka arabası var, bizimki de ondan olsun diyebilir birisi, arabaların alternatifleri çok; ancak bizim cemaat okullarımızın alternatifi yok. Bizim okullarımızda çocuklarımız hem bilinçli Türkiye vatandaşları olarak yetişiyor, hem de Ermeni dili ve edebiyatına, Hıristiyanlık dininin temel ilkelerine vakıf oluyorlar.

    Okullarımızda aksaklıklar yok değil. Peki, öteki okullar mükemmel mi? Tabi ki, değiller. Öyleyse boş ve kaprisli tenkitleri bir yana bırakarak, sorunları gidermek için yönetimlerde, okul komisyonlarında ve okul-aile birliklerinde aktif görev almak gerekir. İyi olmayan, kendini yenileyemeyen yöneticiler demokratik katılımla görevden alınır, daha iyileri göreve getirilir. Bu da cemaatin etkin ve uyanık katılımıyla olur.

    Okullarımıza yabancı kalmanın direkt sonuçlarından biri aile düzenimizin bozulmasıdır. Hemen hemen boşanma yokken, cemaatimizdeki boşanma oranı son onyılda hızla yükseliyor. Kutsal olmayan evlilikler ve nikahsız yaşayanlar yüzde 60 oranını neredeyse geçmek üzere.

    Hayırseverlerimiz var ki, hem maddi destek yapıyor hem de cemaatin bu yaraları ile yakinen ilgileniyor ve bir çıkış yolu arıyorlar. Bir de ağalik taslayanlar var ki, ne maddi yardımda bulunurlar, ne de bu sorunlara ilgi gösterirler; ama baş masalarda oturmaz ya da resimlerde görünmezlerse kıyameti koparırlar.

    Peki, bu sorunlarla toplumun önde gelenleri, aydınları ve hayırseverleri ilgilenmezse kim ilgilenecek? Benim ruhani ve manevi yetkim dışında bir gücüm yok. Patriğiniz olarak şu kadarını söylüyorum: evladını kendi cemaatinden, kendi dininden, kendi okulundan uzaklaştıran her kişinin ve her ailenin üzerinden takdisimi geri alırım! Vay Resuli Kilise'nin ve kilise büyüklerinin takdisinden mahrum kalanların haline! Ne mutlu bu büyük ailenin sevgi bağı ve birliği içinde bulunabilenlere!

    Ne mutlu atalarımızın örf ve adetleriyle donanmış olan inayetli ve kadasetli kilisemizin vasıtasıyla ebediyet suyunun öz kaynağından içebilenlere! Kısacası şunu söylemek istiyorum: Yeni okul döneminin başlamasına birkaç hafta kaldı. Okullarımıza sahip çıkın, onlara destek olun, çocuklarınızı kendi okullarınızdan uzaklaştırmayın, okullarımızı ve sevgili öğretmenlerimizi yüreklendirin, okullarınıza ve kiliselerinize güvenin, bir-iki yıldır başka yerlerde okuyorlarsa bile, çocuklarınızı kendi eğitim yuvalarına döndürün!

    II. MESROB
    ( ERMENİ PATRİĞİ)

    Ermeni Patriği II. Mesrob’un Milliyet Gazetesi muhabiri Yavuz Baydar’a 22 Mayıs 1999 tarihinde verdiği mülakat.

    Soru - Fatih dönemine kadar Konstantinopolis'teki Ermenilerin bir Patriği olmamış. Neden?

    II. Mesrob - Konstantinopolis'teki Ermeni topluluğunun tarihi MS 4. yüzyıla dayanır. Bir ara 6. yüzyılda sur içinde bir Ermeni kilisesi olduğunu biliyoruz. Daha sonra Bizans Ortodoks mezhebi dışındaki Hristiyanlara müsamaha göstermediği için Ermeniler sur dışında kalan binalarda ibadet etmişler. Tüm Batı Anadolu, Trakya ve hatta Lvov'a kadar Doğu Avrupa bölgelerindeki Ermeni cemaatlerinin ruhani reisi ise Bursa'da imiş. Bizans'ta Batı Ermenileri için bir patriğe gerek görülmemiş.

    * İstanbul'un fethine kadar Anadolu'daki Ermeni cemaatinin durumu nasılmış?

    II. Mesrob - Anadolu'daki Hristiyan Ermenilerin tarihi İsa Mesih'in havarilerinden ikisinin, Aziz Tadeos ile Aziz Bartolomeos'un doğu yörelerinde misyonerlik yapmalarıyla başlar. 301 yılında Ermeni Krallığı Hristiyanlığı resmi din olarak kabul etti. Bu olayın 1700'ncü yıldönümünü 2001 yılında kutlayacağız. Böylece 301 yılında Ermeniler'in başpatrikliği sayılan Eçmiyadzin Patrikliği kurulmuş oldu.

    6. yüzyıldan itibaren Kudüs'te Rum Kilisesi'nden ayrılan Ermeniler bir Ermeni Patrikliği oluşturdu. 10. yüzyılda Van'ın Aktamar Adası'ndaki Aktamar Patrikliği üçüncüsüydü. Kozan'daki Kilikya Patrikliği ise 1441'de başladı. Diğer tüm yörelerde Osmanlıca'da "marhasa" diye adlandırılan Ermeni episkoposları ya da başepiskoposları vardı.

    Soru - Fatih'in İstanbul Ermeni cemaatine patriklik berati vermesinin nedeni nedir?

    II. Mesrob - Fatih, İstanbul'u fethettikten sonra şehrin iskanı için Anadolu'nun muhtelif bölgelerinden Ermenileri İstanbul'a getirdi. Onun Gennadios'u Rum Patriği olarak tanımasından sonra Bursa Başepiskoposu Hovagim'i Ermeni Patriği olarak tanıması, Hristiyan tebaa arasında bir denge kurma düşüncesine atfedilir.

    İmparatorluk sınırları dahilinde Bizans Ortodoks doktrinini kabul etmeyen büyük bir kitle olduğunu unutmamak gerek. Ayrıca, devlete ödenecek vergilerin de Ermeni tebaadan toplanması gerekiyordu. Fatih'in kararının bir nedeni de budur.

    Soru - Osmanlı döneminde Ermenileri genelde zanaatkar ve tüccar olarak, sorunları geniş ölçekli yaşamayan bir topluluk olarak görüyoruz. II. Mahmut döneminden itibaren saraya yakınlaşıyorlar. Tanzimat'ı izleyen dönemde Nizamname-i Millet-i Ermeniyan fermanı ile cemaat laik bir özerkliği pekiştiriyor. Bu arada milletvekili ve bakanlar da çıkarıyor. Ama bu arada Osmanlı topraklarında yaşanan çözülme giderek hız kazanıyor. Bazı Ermeni siyasi partileri merkezi otoriteye başkaldırıyor. Yaşanan acılı olaylar 1915'te doruk noktasına geliyor. Siz halen devam etmekte olan bu tartışmalarla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?

    II. Mesrob - Ben o dönemde Ermenilerin bağımsızlık arayışında olduklarına inanmıyorum. Patrikhane ve cemaatin büyük bir çoğunluğu Osmanlıcıydı. Bir kısmı doğudaki yağmalama olaylarından, yaşanan siyasi kargaşadan rahatsızlık duyuyor ve güven ortamının sağlanmasını talep ediyordu. Çok küçük bir kesim, sadece Tasnaklar, bağımsızlık peşindeydi.

    O dönemin paniği içinde, yöneticiler, azınlık içindeki küçücük bir azınlığın eğilimlerini bütün bir azınlığa mal etme yanlışını yaptılar. Sorun bence şuydu: Osmanlı'nın çöküşü başlamış, birçok ülke bağımsızlığını ilan etmişti. Tabii bazı Batılı güçler de bu kargaşada roller almıştı. Bu gibi nedenlerle, Türk - Ermeni ilişkileri güvensizlik ortamına sürüklendi. Böylece tehcir kanunu çıktı, bu da Ermenilerin tarihine "büyük felaket" diye geçen olaylara sebebiyet verdi.

    Ancak TC'nin kuruluşuna kadarki Türk - Ermeni ilişkilerinin bu son dönemini bütün tarihi açıklamak için kullanmak çok yanlış.

    Tarihe besinci yüzyıldan itibaren bakmak gerekir. İlk Ermeni matbaasının İstanbul'da kurulduğunu, ilk Ermenice kitapların burada basıldığını, ilk Ermeni tiyatrosunun bu dönemde İstanbul'da kurulduğunu da görmek gerek. Benim için en önemlisi, bu kadar çok farklı gruplardan, kültürlerden, dinlerden insanın bir imparatorluk çatısı altında 600 yılın üzerinde birlikte yaşamış olmasıdır. Bu bence kutlanması gereken bir şey.

    Soru - Cumhuriyet'e geçiş kiliseniz açısından sancılı oldu mu?

    II. Mesrob - Oldu elbette. Birinci Dünya Savaşı olmuş, tehcir yaşanmıştı. Bir yıkım tüm toplumu etkilemişti. Cumhuriyet'in ilk beş yılında cemaat patriksiz kaldı. I. Mesrob'un 1927'de Patrik seçilmesinin ardından normalleşme süreci başladı.

    Soru - Bugün kilisenizin ve cemaatinizin sorunları neler?

    II. Mesrob - Dini ve ruhani açıdan hiçbir sorunumuz yok. İstediğimiz yerde ve saatte dini vecibelerimizi yerine getiriyoruz. En büyük sorun, rahip ve papaz sıkıntısı. Bir ruhban okulu şart, ama biz bunu YÖK kanalıyla üniversite sistemi içinde çözmek istiyoruz.

    Cemaatin toplumsal sorunları var. 1936 Beyannamesi'nin vakıflarımıza getirdiği bazı çağdışı kalmış, artık bugünün şartlarına göre gözden geçirilmesi gereken tahditler var. Bir camiye bir kişi nasıl hibe edebiliyorsa, bir kiliseye de hibede bulunmalı. 1936'dan sonra vakıflara verilen mülk bağışları da tapu verildiği halde 1970'lerden itibaren sahiplerine geri verilmesi kararı altında. Eski sahipleri ölmüş ise, mülklere el konmuş. Bu uygulamaların bir an önce son bulmasını diliyorum.

    Soru - 2000'lere gidilirken Türkiye toplumu sizin pencerenizden nasıl bir manzara arz ediyor?

    II. Mesrob - 75. yıldönümünü birlikte kutlamakta olduğumuz Türkiye, çok karmaşık gündemli görünse de, ben bu sıkışık ortamdan çıkıp baktığımda, durumun o kadar da kötü olmadığını görüyorum. Gelecek açısından ümitliyim. Ülkemizin gerek bölgesel konumundan, gerek kendi içindeki ileriye dönük hamleleri bakımından iyimserim. Sistemin yeni döneme uyarlanmasıyla birçok sorunun üstesinden gelebileceğimizi düşünüyorum.

    Soru - Günümüzdeki laiklik tartışmalarına ne diyorsunuz?

    II. Mesrob - Bu ilke bizim cemaatimizin içinde var. 1863'teki belge bunu tescil ediyor. Bu anlayış hala devam ediyor. Ben Türkiye Ermenileri patriği olarak, burada insanların evlenmesi, boşanması, mülkiyet ihtilafları gibi hususlara bakacak dini mahkemelere başkanlık etmeye hiç mi hiç hevesli değilim.

    Cumhuriyet döneminde doğan insanlar olarak geriye dönüşün imkansız olduğu kanısındayım. 2000'lere adım adım ilerlerken, Orta Çağ'a geri dönüş anlamına gelecek her çabayı, hayatı dini yasalarla yönetmeye ilişkin her adımı gülünç buluyorum.

    Soru - 2000 yılı kutlamaları bütün insanlığın ilgisini çekiyor, ama Hıristiyanlar için ayrı bir önem taşıyor. Siz Türkiye'de "millennium" kutlamalarına nasıl katkılar yapacaksınız? Türkiye için bu kutlamalar büyük bir fırsat değil mi? Türkiye sizce bu konuyu yeterince önemsiyor mu?

    II. Mesrob - Biz çok önemsiyoruz bunu, ama devletin bu işle alakalı birimleri ne kadar önemsiyor, hala bilemiyorum. Bakın, Türkiye'de Anadolu'nun üç ana kilisesi var: Ermeni, Rum ve Süryani kiliseleri. Benim bildiğim kadar, 2000 kutlamaları konusunda bu üç kiliseden hiçbiriyle temas kurulmadı. Biz her türlü katkıyı yapmaya hazırız, ama son ana bırakılırsa, korkarım istemediğimiz engeller önümüze çıkabilir. Hep söyledim:

    Hristiyanlık açısından birinci dereceden kutsal ülkeler Filistin ve Vatikan ise, ikinci dereceden kutsal ülke Anadolu, yani Türkiye. Düşünün, İsa'nın havarilerinden yarısının mezarları buradadır! Bunun turizm, kültür ve dinler arası ilişkiler bakımından devasa önemi var. 2000 yılında İsrail'e müthiş bir turizm akımı olacak. Bize ne kadarı gelecek? Biz turizm krizine cevap ararken, bunu da düşünmeliyiz. Türkiye'nin kültürel, folklorik, dini dokusunun sonuna kadar kullanılması, sergilenmesi gerekiyor. Ben bunun yapılmadığı kanısındayım. Bu büyük fırsat değerlendirilmelidir.

    II. MESROB
    ( ERMENİ PATRİĞİ)

    22 Mayıs 1999 günü Hilton Oteli’nde düzenlenen resepsiyonda konuşan Ermeni Patriği II. Mesrob, şunları söylemiştir:

    "3. Binyılın eşiğindeyiz. İnsanlık tarihinde yeni bir dönemin başlangıcını kutlamaya hazırlanıyoruz. Bunun hepimiz için büyük fırsat olduğunu düşünüyorum. Geleceğimizi kıtaların, kültürlerin ve halkların birlikteliği düşüyle tayin etme fırsatı...

    İnsan hayatına, kişisel hak ve özgürlüklere saygı, adil ve her türlü şiddetten uzak bir dünya hepimizin ortak özlemi.

    Önümüzdeki bu dönüm noktası yalnızca eşsiz bir fırsat değil, aynı zamanda çetin bir sınav sunuyor bizlere. Geride bırakmaya hazırlandığımız 2. Binyıl trajik olaylarla doluydu.

    Yine de geride bıraktıklarımız arasında hep saygıyla yad edeceğimiz, önümüzdeki binyıllarda da sevinçle kutlayacağımız nice olaylar yok değil.

    Tıpkı bugün kutladığımız gibi...

    İstanbul Ermeni Patrikliği'nin kuruluşu tarihte eşine rastlayamayacağımız bir olaydır.

    Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sekiz yıl sonra, 1461'de Batı Anadolu'daki Ermeni episkoposluğunu çıkardığı bir fermanla İstanbul Patrikliği'ne dönüştürmesi Fatih'in ve Osmanlı Sultanlarının gelecek vizyonu ve diğer dinlere gösterdiği hoşgörünün çok açık bir örneğidir.

    Tarihte bir dine mensup bir hükümdarın başka bir dinin üyeleri için ruhani riyaset makamı tesis etmesi, ne Fatih'ten önce, ne de sonra görüldü.

    Yeni bir binyıla girerken dünyada yaşanan gerginlikleri, özellikle yakın çevremizdeki savaş ortamını gözönünde bulunduracak olursak, 538 yıl önce gerçekleşen bu olayın değerini, dinler ve kültürler arası hoşgörünün önemini, sanıyorum daha iyi kavrayabiliriz.

    İmparatorluk sınırları içindeki Ermeni toplumunun hayatını onun örf ve adetlerine göre düzenleyen Fatih Sultan Mehmet'i, onun doğrultusunda ülkeye hizmet eden devlet adamlarını ve 1461'deki ilk İstanbul Ermeni Patriği Bursalı Hovagim'den başlayarak bu makama sadakatle hizmet eden 83 patriğimizi sevgiyle ve minnetle anıyoruz.

    Biz Türkiye Ermenileri, ülkemizde yaşayan en kalabalık Hıristiyan cemaati olarak 75. yılını coşkuyla kutladığımız Türkiye Cumhuriyeti'nin aydınlık geleceğine tüm kalbimizle inanıyor ve yarınlara ümitle bakıyoruz."
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  6. #6
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: önemli sorular ve yanıtları

    TÜRKLER ERMENİLERİ 1915'DE PLANLI VE SİSTEMLİ BİR SOYKIRIMA TÂBİ TUTMUŞLAR MIDIR?

    I. Dünya Savaşının başlaması ve Osmanlı Devletinin 1 Kasım 1914'de İtilâf Devletlerine karşı Almanların yanında savaşa girmesi Ermenilerce büyük bir fırsat olarak görülmüştür. Louse Nalbandian'ın belirttiği gibi. "Ermeni komiteleri için ivedi hedeflerini gerçekleştirecek topyekûn ayaklanmayı başlatmanın en uygun zamanı Osmanlıların savaş halinde olduğu zamandır. (1)"

    Komitelerin I. Dünya Savaşında faaliyete geçmesinden kuşkulanan Osmanlı Hükümeti. savaş öncesinde, 1914 Ağustosunda Erzurum'da Taşnak yöneticileriyle bir toplantı yapmıştır. Taşnaklar bu toplantıda Osmanlıların savaşa girmesi halinde sadık vatandaşlar olarak Osmanlı orduları safında görevlerini yerine getirecekleri vaadinde bulunmuşlardır. Bu vaatlerini tutmamışlardır, zira bu toplantıdan önce Haziran ayında yine Erzurum da düzenlenen Taşnak Kongresinde Osmanlı Devletine karşı mücadelenin sürdürülmesi kararlaştırılmıştır(2).

    Rusya Ermenileri de Rus ordusuyla birlikte Osmanlı Devletine saldırma hazırlıklarına başlamışlar, Eçmiyazin (Vagrsabat: Erivan yakınlarında) Katogikosu ile Kafkas Genel Valisi Vranzof-Daşkof arasında "Rusya'nın Osmanlılara Ermeniler için yapılacak ıslâhatı uygulattırması karşılığında, Rusya Ermenilerinin kayıtsız şartsız Rusya'yı desteklemeleri" yolunda mutabakata varılmış(3).

    Katogikos daha sonra Tiflis'te Çar tarafından kabul edilmiş ve Çar'a "Anadolu'daki Ermenilerin kurtuluşunun ancak Türk egemenliğinden ayrılarak özerk bir Ermenistan teşkil etmeleri ve bu Ermenistan'ın Rusya'nın himayesiyle mümkün olabileceğini" bildirmiştir(4). Rusya'nın niyeti ise Ermenileri kullanarak Doğu Anadolu’yu ilhak etmektir.

    Rusya'nın Osmanlılara savaş ilân etmesi üzerine Taşnak Komitesi, yayın organı Horizon'da şu bildiriyi yayınlamıştır:

    "Ermeniler en küçük bir tereddüt göstermeden İtilâf Devletlerinin yanında yer almışlar, bütün güçlerini Rusya'nın emrine vermişler; ayrıca gönüllü alayları teşkil etmişlerdir. (5)"

    Taşnak Komitesi örgütüne de şu talimat vermiştir:

    "Ruslar sınırı geçtiklerinde ve Osmanlı orduları geri çekilmeye başladıklarında her yerde isyanlar çıkarılmalı, Osmanlı orduları bu suretle iki ateş arasına alınmalıdır. Osmanlı ordularının ilerlemesi halinde ise Ermeni askerler silâhlarıyla birlikte kıtalarını terk edecek ve çeteler teşkil edip Ruslarla birleşeceklerdir. (6)"

    Hınçak Komitesi de örgütüne gönderdiği talimatta, "komitenin bütün gücüyle mücadeleye katılarak İtilâf Devletlerinin ve özellikle Rusya'nın müttefiki sıfatıyla Ermenistan, Kilikya. Kafkasya ve Azerbaycan'da zaferi temin için her türlü vasıta ile İtilâf Devletlerine yardım edeceğini" bildirmiştir(7).

    Osmanlı Meclisinde Van mebusluğu yapan Papazyan ise bir bildiri yayınlayarak, "Kafkasya’da gönüllü Ermeni alaylarının hazır bulundurulmasını, bunların Rus ordularının öncüleri olarak Ermenilerin yaşadıkları bölgelerdeki kilit noktaları ele geçirmelerini ve Anadolu topraklarında ilerleyecek Ermeni alayları ile hemen birleşilmesini" istemiştir(8).

    Bütün bu emirler fazlasıyla yerine getirilmiş, Rus kuvvetlerinin Osmanlı ve Rus Ermenilerinden kurulmuş gönüllü alayları öncülüğünde Doğu'dan Osmanlı topraklarına girmesiyle birlikte Osmanlı ordularındaki Ermeniler (burada II. Meşrutiyet döneminde çıkarılan bir yasa ile Ermenilerin askere alınmalarının kabul edildiğini hatırlatalım) silahlarıyla firar ederek Rus kuvvetlerine katılmışlar ya da çeteler kurmuşlar, yıllardır Ermeni ve misyoner okul ve kiliselerinde saklanan silâhlar ortaya çıkarılmış, askerlik şubeleri basılarak yeni silahlar sağlanmıştır.

    Silâhlanan bu çeteler komitelerin “kurtulmak istiyorsan önce komşunu öldür" talimatı üzerine erkekler cephelerde olduğu için savunmasız kalan Türk şehir, kasaba ve köylerine saldırarak katliama girişmişler, Osmanlı kuvvetlerini arkadan vurmuşlar, Osmanlı birliklerinin harekâtını engellemişler, ikmâl yollarını kesmişler, yaralı konvoylarını pusuya düşürmüşler, köprü ve yolları imha etmişler, şehirlerde ayaklanarak Rus işgalini kolaylaştırmışlardır.

    Rus kuvvetleri saflarındaki Ermeni gönüllü alaylarının yaptıkları zulüm o kadar ağır olmuştur ki, Rus komutanlığı bazı Ermeni birliklerini cepheden uzaklaştırarak geri hatlara sevk etmek zorunluluğunu hissetmiştir. O dönemde Rus ordusunda görev yapan bazı subayların hatıratı bu zulme bütün açıklığıyla tanıklık etmektedir(9).

    Ermeni katliamı yalnızca Türkleri hedef almamış, Trabzon dolaylarındaki Rumlar ve Hakkari dolaylarındaki Musevîler de Ermeni çetelerince katledilmişlerdir(10). Ermeni komitelerinin amacı bu topraklar üzerinde yaşayan Ermeniler dışındaki bütün unsurları yok etmek ya da göçe zorlamak ve böylece kurulması hayal edilen Ermeni Devletinde Ermenilerin çoğunlukta olmalarını sağlamaktır.

    Rus kuvvetleriyle birlikte sının ilk geçen Ermeni birliklerinin başında Armen Garo lâkabıyla tanınan eski Osmanlı mebusu Karekin Pastırmacıyan bulunmaktadır. Yine eski mebuslardan Murad lâkabıyla bilinen Hamparsum Boyacıyan Ermeni çetelerinin başında cephe gerisinde Türk kasaba ve köylerine saldırmakta ve "Ermeni milleti için tehlike teşkil ettiklerinden Türk çocuklarının dahi öldürülmesini" emretmektedir. Bir diğer eski mebus Papazyan çeteleriyle Van, Bitlis ve Muş dolaylarını kasıp kavurmaktadır.

    Rus kuvvetlerinin 1915 Man ayında bu kez Van yönünde harekâta geçmeleri üzerine 21 Nisanda Van'da geniş çapta bir Ermeni isyanı başlamış, bu isyan sonucu Van Rusların eline düşmüştür. Rus Çan II. Nikola Van'daki Ermeni komitesine 21 Nisan 1915'de bir telgraf göndererek, "Rusya’ya yaptığı hizmetler nedeniyle teşekkür etmiştir." ABD'de yayınlanan Ermeni gazetesi Goçnak 24 Mayıs 1915 tarihli sayısında "Van'da yalnızca 1.500 Türk'ün kaldığını" iftiharla bildirmiştir.

    Taşnak temsilcisinin 1915 Şubatında Tiflis'de toplanan Ermeni Milli Kongresinde yaptığı konuşmada, "Rusya'nın Osmanlı Ermenilerini silahlandırmak, hazırlamak ve isyanlar çıkarmalarını sağlamak için savaştan önce 142.900 ruble verdiğini" söylemesi(11), Rus Ermeni ittifakı ve Ermeni komitelerinin savaş öncesinde nasıl bir hazırlık içinde olduklarını bütün açıklığıyla gösterecek niteliktedir.

    Ermeniler, bu ayaklanmaları ve faaliyeti, Osmanlıların tehcir karan üzerine girişilen bir meşru müdafaa olarak takdim etmek alışkanlığındadırlar. Oysa ortada henüz alınmış bir tehcir kararı yoktur ve isyanlar tehcirin değil, tehcir isyanların sonucudur.

    Bütün bunlar olup biterken İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale Boğazını zorlamakta, Osmanlı orduları Galiçya'dan Doğu Anadolu ve Irak'a kadar çeşitli cephelerde düşman kuvvetleriyle çarpışmaktadırlar.

    Osmanlı Hükümeti bu durum karşısında, önce Ermeni Patriği, mebusları ve önde gelenlerini çağırarak Ermenilerin müslümanları katletmeye devam etmeleri halinde gerekli önlemleri alacağını bildirmekle yetinmiş, bu sonuç vermeyince 24 Nisan 1915'de Ermeni komitelerini kapatmış ve yöneticilerinden 235 kişiyi devlet aleyhine faaliyette bulunmak suçundan tutuklamıştır.

    Dışarıdaki Ermeni toplantılarının her yıl "katliam" yıldönümü diye andıkları 24 Nisan işte bu 235 kişinin tutuklandığı tarihtir.

    Osmanlı Hükümeti maruz kaldığı bu büyük iç ve dış tehlikeler nedeniyle benzer tehlikelerle karşılaşan tüm ülkelerin almakta tereddüt göstermeyeceği bir önleme başvurarak, savaş bölgeleri yakınlarındaki Ermenileri daha güneydeki Osmanlı topraklarına, Suriye'ye tehcir etmiştir. Muvakkat Kanunun tarihi 27 Mayıs 1915'tir.

    Ermeni tarihçi Leo'nun da belirttiği gibi, Osmanlı Hükümeti "Rus kışkırtmalarına kapılarak ve Rus silâhlarına güvenerek karışıklık ve isyanlar çıkaran Ermeni komiteleri karşısında kendi varlığını korumak hakkını kullanmıştır."

    Üstelik tehcir bir cezaî işlem değil, güvenlik nedenleriyle belirli bir grubun belirli bir yerde ikamete mecbur edilmesidir. Bir savaş halinde düşman ile işbirliği yaptığı sabit olmuş ve üstelik, bu işbirliğini bir iftihar vesilesi olarak gören topluluklarının, zararlı faaliyetlerinin önlenmesi bakımından belirli bölgelerde mecburî ikamete tâbi tutulmaları itiraz edilecek bir husus da olmasa gerektir. Bu tedbir II. Dünya Savaşında bile bütün devletlerce uygulanmıştır.

    Kaldı ki, Osmanlı Hükümeti Ermenilerin tehcir sırasında zarar görmelerini önlemek için somut bir gayret de göstermiştir. Bu amaçla yayınlanan emirler bunun belirgin kanıtıdır:

    "Bahsi geçen kasaba ve köylerde yerleşik ve nakli gereken Ermenilerin yeni yerleşme bölgelerine hareket ettirilmeleri ve yolculukları sırasında rahatları sağlanmalı, canları ve malları korunmalıdır; varışlarından yeni yurtlarına tamamıyla yerleşmelerine kadar iaşeleri mülteci tahsisatlardan karşılanmalıdır: bunlara daha önceki mali durumları ve hali hazır ihtiyaçlarına göre mal ve toprak dağıtılmalıdır; ihtiyaç sahipleri için Hükümet evler yapmalı, çiftçi sahibi zanaatkârlara tohum, alet, teçhizat temin etmelidir."(12)

    "Bu emrin tamamıyla Ermeni isyancı komitelerinin genişlemesine karşı bir önlem olması nedeniyle, Müslüman ve Ermeni gruplarının karşılıklı katliama girişimlerine yol açacak şekilde yerine getirilmesinden kaçınılmalıdır."

    "Yeniden yerleştirilen Ermeni gruplarına refakat etmek üzere özel görevliler temini için düzenlemeler yapılacak, bunların yiyecek ve diğer ihtiyaçları sağlanacak, bu amaçla gerekecek harcamalar göçmenlere ayrılan hükümet tahsisatından karşılanacaktır"(13)

    "Göçmenlerin yolculukları sırasında varış yerlerine kadar gerekli iaşeleri sağlanmalıdır. Yoksul göçmenlere yerleşebilmeleri için kredi verilmelidir. Yolculuk halindeki kişiler için kurulan kamplar muntazaman denetlenmelidir; bu kişilerin refahı için gerekli önlemler alınmalı, ayrıca asayiş ve güvenlikleri sağlanmalıdır. Yoksul göçmenlere yeterli yiyecek verilmeli ve sağlık durumları her gün doktor tarafından denetlenmelidir...

    Hasta, kadın ve çocuklar trenle, diğerleri ise dayanıklılıklarına göre katırla, araba içinde veya yaya olarak gönderilmelidir. Her konvoya bir müfreze muhafız refakat etmeli, her konvoyun yiyecek malzemeleri varış yerine kadar korunmalıdır... Kamplarda veya yolculuk sırasında göçmenlere karşı bir saldırı vuku bulursa, bu saldırılar derhal püskürtülmelidir."(14)

    Ermenilerin Doğu Anadolu'daki çarpışmalar ve tehcir sırasında kayıplar verdikleri doğrudur, esasen bunu kimse inkâr etmemektedir. Bir dünya savaşı, bir ayaklanma ve isyan ve bunun sonucu bir tehcir söz konusudur. Savaştan kaynaklanan genel asayişsizlik ortamı ve şahsi kin ve intikam duygulan tehcir edilen kafilelerin birtakım saldırılara uğramasına neden olmuştur. Hükûmet bu durumu elinden geldiğince önlemeye çalışmış ve sorumlu gördüğü kimseleri de cezalandırmıştır.

    Öte yandan, savaş günlerinin güç koşulların, araç, yakıt, gıda, ilaç ve diğer imkânların yetersizliğini, ağır iklim şartlarını ve tifüs gibi salgın hastalıkların yol açtığı tahribatı da göz önünde tutmak gerekir. 90 bin kişilik bir Osmanlı kolordusunun Doğu cephesinde soğuk ve hastalıktan kırıldığı unutulmamalıdır. Cephelere uzak bölgelerde, hatta başkent İstanbul'da bile feci sıkıntılar çekilmiştir. Bu koşullar ve sıkıntılar yalnız Ermeniler için değil, bütün Osmanlılar için eşit şekilde geçerlidir ve uğranılan acılar herkes için ortak acılar olmuştur.

    Ermeni propaganda ve terör odaklarının bugün "20. yüzyılın ilk soykırımı" diye ilân ettikleri olayın aslı işte bundan ibarettir.

    KAYNAKLAR
    1) NALBANDIAN, Louise-; a.g.e., sayfa 111.
    2) Ermeni Komitelerinin Amâl ve Harekât-i İhtilâliyesi, İstanbul 1917, sayfa 144-146.
    3) TCHALKOUCHIAN, Gr.-; Le Livre Rouge, Paris, 1919, sayfa 12.
    4) TCHALKOUCHIAN, Gr.-; a.g.e.
    5) URAS, Esat-; a.g.e., sayfa 594.
    6) HOCAOĞLU, Mehmet-; Tarihte Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, İstanbul, 1976. Sayfa 570-571.
    7) Ermeni Komitelerinin Amâl ve Harekât-i İhtilâliyesi, sayfa 151-153
    8) URAS, Esat-; a.g.e., sayfa 596-600
    9) Örneğin “Journal de Guerre du Deuxieme Regiment d’Artillerie de Forteresse Russe d’Erzoroum, 1919”.
    10) SCHEMSI, Kara-; a.g.e., sayfa 41-49
    11) URAS, Esat-; a.g.e., sayfa 604.
    12) 1915 Mayıs Tarihli Bakanlar Kurulu Talimatı, Başbakanlık Arşivi, İstanbul Meclis-i Vükelâ Mazbataları, Cilt 198. Karar No. 1331/163.
    13) İngiliz Dışişleri Arşivi, 371/9158/E 5523.
    14) İngiliz Dışişleri Arşivi, 371/9158/E 5523.
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  7. #7
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: önemli sorular ve yanıtları

    TÜRKLER ERMENİLERİ 1890'LARDAN İTİBAREN KATLETMEYE Mİ GİRİŞMİŞLERDİR?

    19. yüzyılın ikinci yarısında bir "Ermeni Sorunu”ndan söz edilmeye başlandığını görmekteyiz. Ancak, "Ermeni Sorunu" için bir başlangıç noktası aramak gerekirse, bunun 1856 Islahat Fermanı ya da 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve bunun izleyen Ayastefanos (Yeşilköy) Anlaşması ve Berlin Konferansında bulmak mümkündür. Ancak biz, biraz daha gerilere, 1820'lere kadar gitmenin meselenin anlaşılması bakımından daha yararlı olacağı kanısındayız.

    Çarlık Rusyası bu dönemde dünya güç dengesinde giderek daha önemli bir devlet olarak ortaya çıkmaktadır. Bu emperyalist güç komşu olduğu Osmanlı Devleti topraklarını bir tür doğal gelişme alanı olarak kabul etmekte olup Osmanlıların sırtından güneye ve güneybatıya yayılmak peşindedir. Nitekim, Yunanistan'ın Osmanlılardan ayrılarak bağımsız olması büyük ölçüde Rusya'nın bu politikası sonucudur. Bu politikanın başta gelen unsurlarından biri de, Rusya'ya göre, Osmanlı Hıristiyanlarının hamisi olmaktır. Bu ise, Rusları Ortodoks Rumların yanı sıra Gregoryen Ermenilerle de ilgilenmeye sevk etmektedir.

    Rusya, Batı'da Balkanlara nüfuz etmeye çalışırken, Doğu'da da Kafkasya'ya inmektedir. Bu gelişme Katkasya'daki Eçmiyazin (Vagrsabat: Erivan’ın batısında) Ermeni kilisesini Rus tesiri altına sokmaya başlamıştır. Eçmiyazin ise Gregoryen Ermenilerin büyük çoğunluğunun bağlı oldukları dinsel merkezdir.

    Eçmiyazin Kilisesi kısa sürede Rus nüfuzuna girmiş, hatta Katogikos Nerses Aratarakes 60 bin kişilik bir Ermeni kuvvetinin başında 1827-28 Rus-İran Savaşına Ruslar safında katılmıştır.

    Rusların Osmanlı Ermenilerine sızmaya çalışması da Eçmiyazin Kilisesi aracılığıyla olmuş ve 1844'den itibaren İstanbul Ermeni Patrikhanesindeki ayinlerde Eçmiyazin Katogikosu’nun adı anılmaya başlamıştır.

    Osmanlı Hıristiyanlarının hamisi olmaya niyetlenen yalnız Rusya değildir. İngiltere ve Fransa da Osmanlı Ermenilerini Protestanlık ve Katolikliğe kazanmak amacındadırlar. Bunda başarılı olmaları üzerine 1830'da İstanbul’da Etmeni Katolik Kilisesi, 1847de de Protestan Kilisesi kurulmuştur. Ancak ne bu gelişmeler olup biterken, ne de 1856'da Islahat Fermanı ilân edilirken bir "Ermeni Sorunu" söz konusu değildir.

    Toplumsal düzenin Batı modelinde yeniden örgütlenmesi anlamına gelen Islahat Fermanı müslümanlarla gayrîmüslimleri aynı statüye getiriyor ve gayrimüslimlere tanınmış bulunan ayrıcalık ve ruhani muafiyetlere de bu nedenle son veriyordu. Bu Ferman üzerine Ermeni Patrikhanesince hazırlanan Etmeni Milleti Nizamnamesi Osmanlı Hükümetine sunulmuş ve 29 Mart 1862'de onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Nizamname ile Ermeni toplumunun içişlerini görüşmek üzere 140 üyelik bir meclis kurulmuş, bunun 20 üyesinin İstanbul kilisesi mensuplarından, 80 üyesinin İstanbul'daki kilise cemaatlerinden ve 40 üyesinin taşradan seçilmesi öngörülmüştü.

    Islahat Fermanı Rusya'nın yanı sıra, İngiltere ve Fransa'ya da Ermenilerle daha çok ilgilenmeye sevk etmiş, bu ise Rusya'yı Ermenilerle ilgisini yoğunlaştırmaya yöneltmiştir.

    Bu ilginin altında bu devletlerin Ermenilere duydukları sempati değil, kendi emperyalist çıkarları yatmaktadır. Bunun neden böyle olduğunu görmek için dünyada o dönemde mevcut güç ilişkilerine ve nüfuz mücadelesine bakmak lâzımdır.

    Bu nüfuz ve çıkar mücadelesinin önemli alanlarından biri de Osmanlı Devletidir. İzlenen yeni politikanın temel taşlarından biri ise Osmanlı Devletindeki Hıristiyan unsurları ve özellikle Ermenileri Osmanlılara karşı kullanmak olmuş ve Ermenilere, gerçekleşmeyeceği kendilerince de bilinmesine rağmen, Doğu Anadolu'da hayalî bir Ermenistan vaat edilmiştir.

    "Ermeni Sorunu"nun 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve Osmanlıların bu savaşı kaybetmeleri sonucu meydana gelen gelişmeler üzerine çıkması bunun belirgin kanıtıdır.

    Savaş sona ererken İstanbul Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan Eçmiyazin Katogikosluğu aracılığıyla Rus Çarı'ndan Rusya'nın Doğu Anadolu'da işgal ettiği toprakları Osmanlılara geri vermemesini istemiş, bununla da yetinmeyerek savaş sonunda Ayastefanos'daki Rus karargâhına gidip Grandük Nikola ile görüşmüş ve Doğu Anadolu'nun Ruslar tarafından ilhâkını bu olmazsa bölgeye Bulgaristan'a olduğu gibi özerklik verilmesini, bu da mümkün değilse bölgede Ermeniler lehine ıslahat yapılmasını ve bu ıslahat tamamlanana kadar Rus ordusunun geri çekilmesinini talep etmiştir. Patriğin son talebi Ruslarca kabul edilmiş ve Ayastefanos Anlaşmasına 16. Madde olarak girmiştir(1).

    Patrik Varjabedyan'ın Osmanlı vatandaşı olduğunu hatırlatmaya sanırız gerek yoktur.

    Doğu Anadolu'daki Rus işgali Rusya'ya Osmanlı Ermenileri üzerindeki etkisini arttırma olanağı sağlamış ve Rus ordusundaki Ermeni subaylar Osmanlı Ermenilerini devlet aleyhine kışkırtmaya çalışmış ve Ermenilere "Balkanlardaki Hıristiyanlar gibi "Osmanlılardan ayrılarak kendi muhtar devletleri kurabileceklerini" telkin etmişlerdir.

    Rusların niyetini sezen İngiltere Ayastefanos Anlaşmasına karşı çıkmıştır. Zira, Doğu Anadolu'da Rusya himayesinde kurulacak bir Ermenistan İngiltere'nin Basra Körfezi ve Hindistan yolunun güvenliğini tehlikeye düşürecektir. Bunun üzerine İngiltere, Osmanlılardan Kıbrıs'ı kopararak bunun karşılığında Ayastefanos Anlaşmasının değiştirilmesini sağlamış ve Berlin Konferansında Rusya'nın Kars, Ardahan ve Batum dışında işgal ettiği topraklardan hemen geri çekilmesi ve Ermeni ıslahatının bunun ardından yapılması kararlaştırılmış, üstelik ıslahatın 5 büyük devletin denetiminde uygulanması öngörülmüştür. Bu tarihten itibaren İngiltere "Ermeni ıslahatı"nı kendi meselesi olarak görecektir.

    Berlin Konferansına İstanbul Ermeni Patrikhanesinden de bir heyet katılmış ve isteklerini kabul ettiremeyen bu heyet İstanbul’a "mücadele ve ayaklanmaya girişilmedikçe hiç bir şey elde edilemeyeceği" yargısıyla dönmüştür(2).

    Ayastefanos Anlaşması ile eline geçirdiği büyük fırsatı Berlin Konferansı ile kaybeden, ayrıca Batı’ da Yunanistan ve Bulgaristan'ı İngiliz nüfuzuna terk etmek zorunda kalan Rusya Doğu Anadolu'yu doğrudan ilhak etmeyi amaçlayan bir politika izlemeye başlamış, bu politikasında yine Ermenileri kullanmayı denemiştir.

    İngiltere ve Rusya'nın Ermeniler üzerindeki mücadelesi, Türk düşmanlığıyla ünlü Fransız yazar Rene Pinon'un şu sözleriyle açıkça görülmektedir:

    "Rus ve İngiliz nüfuzu Ermenilerin sırtında çarpışmıştır. Ermenistan İngiltere'nin elinde Rus yayılmacılığına karşı ileri bir karakol olmuştur."

    1880'de İngiltere'de Gladstone Hükûmeti’nin iktidara gelmesi bu mücadeleyi daha da yoğunlaştırmıştır. İngiltere artık Rusya'ya karşı Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünü korumak politikasını terk etmiş ve Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp kendisine dost küçük devletler kurmayı ve bunları Rusya'ya karşı tampon olarak kullanmayı öngören bir politikayı benimsemiştir. İngiltere'ye göre bu tampon devletçiklerden biri de Ermenistan olacaktır.

    Bu yeni politikanın ilk sonuçları İngiliz basınında Doğu Anadolu'dan Ermenistan diye söz edilmesi, Doğu Anadolu'nun en ücra köşelerinde bile İngiliz Konsoloslukları açılması, bölgedeki Protestan misyonerlerin sayısının hızla artması ve Londra'da bir İngiliz-Ermeni Komitesinin kurulmasıyla görülmüştür. Rusya ve İngiltere'nin Ermenileri kendi emellerine nasıl alet ettikleri çok sayıda Ermeni ve yabancı kaynak tarafından da belgelenmiştir.

    Ermeni Patriği Horen Aşıkyan "Ermeni Tarihi" adlı eserinde şunları yazmıştır: "Türkiye'nin çeşitli yerlerine dağılmış çok sayıda Protestan misyoner İngiltere lehine propaganda yapmakta, Ermenilerin İngiltere sayesinde muhtariyete kavuşacaklarını ileri sürmektedirler. Kurdukları okullar gizli tasarıların yuvasıdır."

    Ermeni din adamı Hrant Vartabed'e göre de "Osmanlı ülkesinde Protestan topluluklar kurulması ve bunların İngiltere ve ABD tarafından himaye edilmesi uygarlık iddiasındaki Batılı güçlerin en kutsal duygu olan din duygusunu bile sömürmekten kaçılmadıklarını göstermektedir." Vartabed, Eçmiyazin Katogikos'u V. Kevork'u da Çarlık Rusya’sına alet olmak ve Anadolu Ermenilerine ihanet etmekle suçlamıştır(3).

    Bir başka teşhis İstanbul’daki Fransız Büyükelçisi Paul Cambon'a aittir. Cambon 1894'de Paris'e gönderdiği bir raporda şöyle demektedir:

    "Gladstone gayri memnun Ermenileri örgütlemiş, disiplin altına almış, onlara destek vaadinde bulunmuştur. Bundan sonra propaganda komitesi ilhamını aldığı Londra'ya yerleşmiştir."

    Jean-Paul Ganier şunları söylemektedir:

    "Millet-i Sadıka diye adlandırılan Ermeniler, Ruslar ve Protestan misyonerlerce tahrik edilmiş ve Berlin Konferansına sanki zulüm görmüş bir halkmış gibi başvurmuşlardır."

    Edgar Granville, "Rus tahrikinden önce Osmanlı ülkesinde hiç bir Ermeni hareketi olmadığı; Çar himayesinde bir Ermenistan gibi hayaller yüzünden masum insanların acı çektiklerini" kaydetmiş ve "asıl büyük canilerin Çarlar olduklarını", "Ermeni hareketlerinin Doğu Anadolu'nun Rusya’ya ilhakını amaçladığını" vurgulamıştır.

    Ermeni yazar Kaprielian Ermeni Krizi ve Yeniden Doğuş adlı kitabında "ihtilâl vaad ve telkinlerini Ruslara borçlu olduklarını" iftiharla belirtmiştir.

    Taşnak yayın organı Hairenik, 8 Haziran 1918 tarihli sayısında şu itirafta bulunmaktadır:

    "Türkiye'deki Ermeniler arasında ihtilâlci ruhun uyanması Rus kışkırtmaları sonucudur. Rusya (...) sınır halklarında her türlü merkezkaç eğilimi teşvik etmiştir."

    Bu gerçekler karşısında, Ermeni sorunun ardında emperyalizmin Osmanlı İmparatorluğunu parçalama ve paylaşma politikalarının yattığını söylemek güç olmayacaktır.

    Bu politika çerçevesinde 1880'den itibaren Doğu Anadolu'da bazı Ermeni komiteleri kurulmaya başlamış, Van'da "Kara Haç" ve "Armenakar", Erzurum'da "Vatan Koruyucuları" adlı komiteler teşkil edilmiştir. Bu komiteler yerel düzeyde kalmış ve Osmanlı yönetiminden bir şikâyeti olmayan ve refah ve barış içinde yaşamaya devam eden Ermeni halkının büyük çoğunluğunun bu faaliyete rağbet etmemesi nedeniyle etkili olamamış ve zamanla varlıkları da sona ermiştir.

    Osmanlı Ermenilerini içeride kurulan komiteler yoluyla devlete karşı harekete geçirmek mümkün olamayınca, bu kez bir başka yol denenmiş ve Rus Ermenilerine Osmanlı toprakları dışında komiteler kurdurulmuştur. Böylece 1887'de Cenevre'de Hınçak, 1890'da Tiflis'de Taşnak Komiteleri onaya çıkmıştır. Bu komitelere hedef olarak Anadolu toprakları ve amaç olarak Osmanlı Ermenilerini "kurtarmak" gösterilmiştir.

    Ermeni propagandasının bugünkü öncülerinden Louise Nalbandian Hınçak Komitesi için şöyle demektedir:

    "(Ermeni) Halkın(ın) duygularını harekete geçirmek için tahrik ve teröre ihtiyaç vardır. Halk, düşmanlarına karşı kışkırtılacak ve aynı düşmanın misilleme faaliyetlerinden yararlanılacaktı. Terör, halkı korumak ve Hınçak programına güven duymasını sağlamak için bir yöntem olarak kullanılacaktı. Parti (komite), Osmanlı Hükümetini terörize etmeyi amaçlamıştı. Bu suretle rejimin prestiji azaltılacak ve tam anlamıyla dağılması için çaba harcanacaktı. Terörist taktiklerin tek odak noktası hükümet olmayacaktı. Hınçaklar, o sırada hükümet hesabına çalışan en tehlikeli Ermeni ve Türkleri öldürmek istiyor ve bütün casus ve muhbirleri yok etmeye çalışıyorlardı. Parti (komite), bütün bu terörist faaliyetlerde bulunabilmek üzere kendisine özgü bir kuruluş meydana getirecekti(4)."

    K.S. Papazian ise Taşnak Komitesi hakkında şunları yazmaktadır:

    "Komitenin programı isyan yoluyla Türkiye Ermenistan’ına siyasî ve ekonomik özgürlük sağlamaktı... Komitenin 1892 yılında yapılan Genel Kurulunda kararlaştırılan programın 8. metodu Hükümet yöneticilerini ve hainleri terörize etmek, 11. metodu ise Hükümet kuruluşlarını tahrip etmek ve yağmalamaktı.(5)"

    Taşnak kurucularından ve ideologlarından Dr. Jean Loris-Melikoff, "Komitenin çıkarlarının Ermeni toplumunun çıkarlarından önde geldiğini ve amaçlarının gerçekleşmesi uğruna zengin Ermenilerden terör yoluyla para toplandığını" kabul etmektedir(6).

    Yine Taşnak ideologlarından Varandian, "Histoy of the Dahnagizoutune" (Paris,1932) adlı kitabında aynı itiraflarda bulunmaktadır.

    Ermeni yazarların da açıkça kaydettikleri gibi amaç Anadolu'da isyanlar çıkarmak, yöntem ise terördür. Ermeni komiteleri bu programlarını uygulamaya koymak için zaman kaybetmemişler ve çeşitli ayaklarıma girişimlerinde bulunmuşlardır.

    Ayaklanma teşebbüsleri önce Hınçaklardan gelmiş, daha sonra Taşnaklar da bu yolu izlemişlerdir. Bütün ayaklanma girişimlerinin ortak özelliği bunların Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komitecilerle planlanmış ve gerçekleştirilmiş olmasıdır.

    İlk isyan 1890'daki Erzurum isyanıdır. Bunu yine aynı yıl meydana gelen Kumkapı gösterisi, 1892-93'de Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon olayları, 1894'de Sasun isyanı, 1895'de Babıâli gösterisi ve Zeytun isyanı, 1896'da Van isyanı ve Osmanlı Bankasının işgali, 1903'de 2. Sasun isyanı, 1905'de Padişah Abdülhamid'e suikast teşebbüsü. 1909'da Adana isyanı takip etmiştir.

    Bütün bu isyan ve olaylar Ermeni Komitelerince Ermenilerin "Türklerce katledilmesi" olarak tanıtılmış ve Batı ülkelerine, Hıristiyan kamuoylarına bu şekilde yansıtılarak büyük bir gürültü koparılmıştır. Bu amaçla hiçbir yalandan kaçınılmamış, olaylar tahrif edilmiştir. Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar dağılmış Hıristiyan misyonerler ile büyük devletlerin Konsoloslukları ve İstanbul'daki Büyükelçilikler bu propagandanın batı kamuoylarına iletilmesinde ve benimsetilmesinde büyük bir rol oynamışlardır.

    Buna Batı basının bu yoldaki yayınlan da eklenince, Hıristiyan kamuoyları Ermenilerin gerçeklerle hiçbir ilgisi bulunmayan mesajlarını benimsemeye başlamışlardır. Esasen, kendi devletlerinin politikaları da bu mesajların benimsenmesini gerektirmekteydi. Üstelik, Batı'ya göre bu "Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki bir çatışmaydı ve vahşi Müslümanlar masum Hıristiyanları katletmekteydi." Öyle ise, yapılacak iş Müslümanlara karşı Hıristiyan Ermenileri desteklemek ve himaye etmekti. Gerçekten de böyle yapılmıştır.

    Ancak meselenin aslının hiç de böyle olmadığı ve Ermeni komitelerinin bu propagandasının altında büyük devletleri Osmanlılara karşı silâhlı müdahaleye zorlamak amacının yattığı belgelerle sabittir.

    İstanbul'daki Ermeni Patriği daha 6 Aralık 1876'da İngiliz Büyükelçisi Elliot'a "eğer Avrupa’nın bu işe müdahalesi dikkatinin çekilmesi için ihtilâl isyan çıkarmak lâzımsa, bunu yapmanın hiç de zor olmadığını” söylemiştir(7).

    İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi Currie 28 Mart 1394'de İngiliz Dışişlerine şu raporu göndermiştir:

    "Erzurum'daki ihtilâlcilerin hedefi karışıklıklar çıkararak Osmanlıların karşılık vermesini temin etmek ve böylece yabancı ülkelerin duruma müdahale etmesini sağlamaktır(8)."

    Erzurum’daki İngiliz Konsolosu Graves 28 Ocak 1895'de İstanbul'daki İngiliz Büyükelçiliğine yolladığı mesajda, "Komitelerin amaçlarının genel bir memnuniyetsizlik yaratarak Türk Hükümeti ve halkının hayali acılarına, dolayısıyla durumu düzeltme gereğine çekmek" olduğunu bildirmiştir(9).

    Yine Graves New York Herald Muhabiri Sydney Whitman’ın "eğer bu memlekete hiç bir Ermeni komitecisi gelmemiş olsaydı ve Ermenileri isyana kışkırtmasaydılar, bu çarpışmalar olur muydu?" şeklindeki sorusuna şu yanıtı vermiştir:

    "Tabîî ki hayır; sanmam ki bir tek Ermeni öldürülmüş olsun.(10)"

    Van’daki İngiliz Muavin Konsolosu Williams 4 Mart 1896 tarihli yazısında "Taşnak ve Hınçakların kendi vatandaşlarını terörize ettiklerini, aşırılık ve çılgınlıklarıyla Müslüman halkı kışkırttıklarını,reformların uygulanması için girişilen tüm çabaları felce uğrattıklarını ve bütün Anadolu'da olup bitenlerden Ermeni komitelerinin cinayetlerinin sorumlu olduğunu" belirtmiştir(11).

    Adana'daki İngiliz Başkonsolosu Doughty Wily 1909'daki bir raporunda "Ermenilerin yabancı müdahaleyi sağlamaya çalıştıklarını" yazmıştır(12).

    Bitlis ve Van’da Rus Başkonsolosluğu yapan General Mayewski 1912 tarihli bir raporunda şunları kaydetmiştir:

    "1895 ve 1896 yıllarında Ermeni komiteleri Ermenilerle yerel halk arasında öyle bir kuşku yaydılar ki, bu bölgelerde herhangi bir reformun yürütülmesi imkansız hale gelmişti. Ermeni din adamları hemen hemen hiçbir dini eğitim gayreti içinde değillerdi. Buna karşılık, milliyetçilik fikirlerini yaymak için çok çalıştılar.

    Bu tür düşünceler esrarengiz manastırların duvarları içinde gelişti ve dini görevlerin yerini Hıristiyanların Müslümanlara olan düşmanlığı aldı. 1895 ve1896 yıllarında Asya Türkiye’sinin pek çok vilâyetinde çıkan ayaklanmaların sebebi ne Ermeni köylülerin büyük sefaleti, ne de maruz bulundukları baskı idi. Zira bu köylüler komşularından çok daha zengin ve müreffehtiler:Ermenilerin ayaklanması şu üç sebepten ileri geliyordu:

    1. Bunların siyasi konularda bilinen tekâmülleri,

    2. Ermeni kamuoyunda milliyetçilik, kurtuluş ve bağımsızlık fikirlerinin gelişmesi,

    3. Bu fikirlerin Batı hükümetlerince desteklenmesi ve Ermeni din adamlarının telkin ve çabalarıyla yayınlanması. (13)"

    Mayewski, Aralık 1912 tarihli bir başka raporunda, "Taşnak komitesinin Ermenilerle müslümanları birbirine düşürerek durumu karıştırmaya ve Rus müdahalesine zemin hazırlamaya çalıştığını" vurgulamıştır(14).

    Nihayet, Taşnak ideologu Varandian "Avrupa'nın müdahalesini sağlamak istediklerini" itiraf etmiş(15), Papazian'da "isyanların amacının Avrupa devletlerinin Osmanlı Devletinin içişlerine karışmalarını sağlamak olduğunu' yazmıştır(16).

    Ermeni komiteleri her isyanı, bu isyandan hemen sonra Avrupalıların müdahalede bulunacakları propagandasıyla çıkarmışlardır. Bu propagandaya komitecilerden bazıları da inanmış, Osmanlı Bankasının işgali olayında saatlerce İngiliz donanmasının gelişini gözleyen komiteci Armen Aknomi kaderine küserek intihar etmiştir.

    Gerek Ermeni yazar ve komitecilerin, gerek Ermenileri destekleyen İngiliz ve Rus diplomatlarının ifadelerinden de açıkça görüldüğü üzere, Ermeni ayaklanmasının nedeni ne sefalet, ne ıslahat, ne de baskıya tâbi tutuldukları iddiasıdır. Ayaklanmanın nedeni Batılılar ile Rusya'nın Ermeni komiteleri ve kilisesi ile işbirliği halinde Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak istemeleridir.

    Osmanlılar ise bu isyanlar karşısında, her devletin yapacağını yapmışlar ve isyanları bastırmak için asilerin üzerine kuvvet göndermişlerdir. İsyanlar, Ermeni halkının çoğunluğunun komitelerin faaliyetini benimsememesi nedeniyle kısa sürede bastırılabilmiştir. Ancak, yukarıda da değinildiği gibi. her isyanın bastırılması yeni bir "katliam” olarak sunulmuştur.

    Yakalanan komiteci teröristler yine büyük devletlerin yardımıyla serbest bırakılmışlardır. Zeytun isyanının, Osmanlı Bankası işgalinin ve padişah Abdülhamid'e yapılan suikast girişiminin ele başları büyük devletlerin müdahaleleriyle ellerini kollarını sallayarak Osmanlı topraklarını terk edebilmişler, üstelik düzenlenen sahte pasaportlarla yeni cinayetler işlemek üzere tekrar geri dönebilmişlerdir.

    Ancak, gerek Ermeni komitelerinin, gerek büyük devletlerin gözden uzak tuttukları temel bir unsur vardır: Ermeniler adına talep edilen topraklarda yaşayan Ermeniler küçük bir azınlıktır.

    Ermenilerin üzerinde özerk bir Ermenistan kurulmasını istedikleri 6 doğu vilâyeti Erzurum, Bitlis, Elazığ, Diyarbakır ve Sivas'tır. Ermeni toprak istekleri zamanla gelişecek ve Adana, Halep ve Trabzon’u kapsayacaktır. Şimdi, Batı kaynakları içinde doğu illerinde Ermeni nüfusunu en yüksek gösteren Fransız sarı Kitabını esas alarak bu vilayetlerin nüfus yapılan ile Ermeni nüfusunun toplam nüfusa oranlarını görelim.

    Tablo var

    Buradan, hayalî bir Ermenistan vaadiyle Ermenileri Osmanlı Devletine karşı kışkırtan Rusya'nın kendi ülkesinde Ermenilere nasıl muamele ettiğini ve asıl niyetlerinin ne olduğunu kısaca belirtmekte yarar görüyoruz.

    Rusya Kafkaslara indiğinde Kafkas Ermenilerini Ruslaştırmayı ve Ortodokslaştırmayı öngören bir politika izlemeye başlamıştır. Bu amaçla 1836'da Polijenia kanunu çıkarılmış, Eçmiyazin Katogikosluğunun yetkileri kısıtlanmış, Katogikos tayini Çarın görev alanına girmiştir. 1882'de Ermeni gazeteleri ile okulları kapatılmış, 1903'de ise bu kez Ermeni kilisesi, kurum ve okullarının mal varlığına el konulmuştur. Özetle, Rus Dışişleri Bakanı Lebonof Rostowski'nin ünlü deyimiyle "Ermenisiz bir Ermenistan" hedef alınmıştır. Bu deyimin, son yıllarda, bazı Ermeni yazarlarca Osmanlı Yönetimine atfedilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu husus da Ermeni propagandasının karakteri hakkında belirgin bir fikir verebilmektedir.

    Rusya'nın Ermenilere yaptığı baskı ve zulüm gerek Ermeni, gerek yabancı yazarlarca ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Biz şu iki örneği vermekle yetiniyoruz:

    Ermeni tarihçi Vartanyan Ermeni Harekâtının Tarihi adlı kitabında şunları yazmaktadır:

    "Osmanlı Ermenisi Çarlık Rusyası Ermenisine göre gelenek, din, edebiyat ve dil itibariyle tamamen serbestti."

    Edgar Granville de "Rus mezalimine karşı Ermenilerin fek sığınağının Osmanlı Devleti olduğunu" kaydetmektedir.

    Rusya'nın asıl niyeti Doğu Anadolu'da bir Ermeni Devleti kurulmasını sağlamak değil, bu toprakları ilhak etmektir. I. Dünya Savaşı içinde yapılan Osmanlı imparatorluğunun paylaşılması anlaşmalarında Ermenilerin üzerinde muhtar bir devlet kurmayı hayal ettikleri topraklar Rusya ve Fransa arasında taksim edilmiştir. Rus Çan de Eçmiyazin Katogikosu’na "Rusya'da bir Ermeni meselesi olmadığını' söyleyerek Rus niyetini açıkça dile getirmiştir.

    Ermeni yazar Boryan bu hususu şu sözleriyle isabetle teşhis etmiştir:

    "Çarlık Rusya’sı hiçbir zaman Ermeni muhtariyetini sağlamak istememiştir. Bu nedenle Ermeni muhtariyeti için çalışan Ermeniler aslında Rusya'nın Doğu Anadolu'yu ele geçirmesi için Çarlık ajanı olarak faaliyet göstermişlerdir."

    KAYNAKLAR
    1) URAS, Esat-; a.g.e , sayfa 212- 215
    2) URAS, Esat-; a.g.e , sayfa 250 — 251
    3) SCHEMSİ, Kara-; a.g.e. pp. 20 — 21
    4) NALBANDIAN, Luase-; Armenian Revolutionary Movement University of California Press, 1963, sayfa 110 — 111
    5) PAPAZIAN K.S.-, Patriotism Perverted, Boston, Baikar Press1934 ; sayfa 14 — 15
    6) Loris-Melikoff, Dr. Jean; La Revolution Russe et les Nouvelles Repobliques Transcaucasiennes, Paris 1920, sayfa 81
    7) İngiliz Dışişleri Arşivi, F.O. 424/46, sayfa 205-206, No.336
    8) İngiliz Mavi Kitabı, No.6(1894), sayfa 57.
    9) İngiliz Mavi Kitabı, No.6(1894), sayfa.222-223
    10) URAS,Esat-; a.g.e., sayfa 426
    11) İngiliz Mavi Kitabı, No.8 (1896), sayfa 108.
    12) SCHEMSI, Kara-; a.g.e., sayfa 11.
    13) General MAYEWSKI-; Statistigue des Provinces de Van et de Bitlis.sayfa 11-13
    14) SCHEMSİ, Kara-; a.g.e.sayfa11
    15) VARANDIAN, Mikayel-; History of the Dashnagtzoutune, Paris 1932 sayfa 302 Papazian, K.S. age. Sayfa 19.
    16) PAPAZIAN, K.S.-; a.g.e., sayfa 19.
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  8. #8
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: önemli sorular ve yanıtları

    TÜRKLER TARİH BOYUNCA HER ZAMAN ERMENİLERE BASKI VE ZULÜM MÜ YAPMIŞLARDIR?

    Ermeni propagandası, sözde "soykırım" iddiasını tarihi bir zemine oturabilmek amacıyla, Türklerin tarih boyunca her zaman gayrimüslimlere ve Ermenilere kötü muamele ettiğini savunagelmektedir. Zira, bu iddiada bulunmadıkça "600 yıldır Ermenilerle birlikte yaşayan Türklerin, durup dururken, nasıl olup da bir günde Ermenileri topyekün imha etmeye karar verdikleri" sorusunu yanıtlayamayacakları kanısındadırlar. Ermenileri bu iddiaya sarılmaya yönelten bir başka etken de meseleyi tahrif ederek bir "Hıristiyan-Müslüman mücadelesi"ne dönüştürmek ve böylece Hıristiyanlık dünyasının desteğini peşinen kazanabilmek arzusudur.

    Ermenilerin uğradıkları Bizans zulmü nedeniyle, Türklerin Anadolu'ya girmelerini bir bayram havası içinde karşıladıklarını kendi tarihçileri yazarlar. Nitekim, Selçuklular Bizans'ın ezmeye ve yok etmeye çalıştığı Ermeni kilisesini himaye etmeye başlamış, Ermeni kilisesi, manastırları ve ruhban sınıfına Bizans tarafından konulan ağır vergileri kaldırarak bunları vergiden muaf tutmuş, Ermeni toplumunu ibadet, eğitim ve içişlerinde serbest bırakmış, içişlerine müdahale etmemiş ve Ermenileri Müslüman olmaya hiçbir zaman zorlamamışlardır. Ermeni ruhanî lideri Selçukluların bu tutumu karşısında Sultan Melikşah'ı ziyaret ederek şükranlarını bildirmiştir. Özetle, Ermeniler bu dönemde gerek toplum olarak varlıklarını, gerek din ve kiliselerini Türkler sayesinde koruyabilmişlerdir.

    Bu olgu, bizzat Ermeni tarihçilerince de iftiharla dile getirilmiştir. Ermeni tarihçi Urfalı Mateos 129 sayı kroniğinde Selçuk Sultanı Melikşah'tan şöyle söz etmiştir:

    "Melikşah'ın kalbi Hıristiyanlara karşı şefkat ve iyilikle doluydu. İsa'nın evlatlarına çok iyi davrandı. Ermeni halkına refah, barış ve mutluluk getirdi(1)."

    Mateos, Sultan Kılıç Aslan'ın ölümünden sonra ise şunları yazmıştır:

    "Kılıç Aslan'ın ölümü Hıristiyanlar yasa boğmuştur. Zira bu Sultan yüksek karakterli ve hayırsever bir insandı."

    Selçuklu Türklerinin Ermenilere ne kadar iyi davrandıkları Taşirk ailesi gibi bazı Ermeni beylerinin kendiliklerinden Müslümanlığı kabul etmelerinden ve Türklerle birlikte Bizans'a karşı çarpışmalarından da bellidir.

    Türklerin gayrimüslimlere iyi muamele etmeleri ifadesini İslâm-Türk felsefesinde bulmaktadır. Bu felsefeyi şu şekilde özetlemek mümkündür: Türkler, Müslüman olmayan kavimlerin yaşadıkları topraklan kendi ülkelerine kattıklarında bu bölgeler halkı ile zimma adı verilen bir anlaşma yapmaktadırlar. Müslüman olmayan halkın hak ve hukuku bu anlaşma ile güvence altına alınmakta ve bu halka zımmî denmektedir. Böylece diğer dinlerden olan insanlara o zamana kadar tanık olunmamış bir hoşgörü ile davranılmaktadır.

    Bu dönemin Yunus Emre ve Mevlâna Celaleddin Rumî gibi büyük düşünürlerinin "72 millete bir göz ile bakan" ve "ne olursan ol, yine gel" diyen insanlık ve hoşgörüye dayalı felsefeleri de bu çerçevede değerlendirilmelidir. Hıristiyanlar arasında mezhep kavgaları ve özellikle Bizans'ın Ermenilere yaptığı zulüm göz önünde tutulduğunda bunun ne denli insanca bir yaklaşım olduğu ortadadır.

    Osmanlı Devletinin kuruluşu, gelişmesi ve özellikle İstanbul'un fethi sonucu Bizans'ın yıkılmasıyla Ermeniler için tarihlerinin hiç bir döneminde yaşamadıkları yeni bir çağ açılmış, üzerindeki dinsel, siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel her türlü baskı kalkmış ve barış, güven ve refah dönemi başlamıştır.

    Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti Türk kökenli, İslâmi yapıya sahip ve çok uluslu bir devlettir. Bu çok uluslu yapı içinde Türkler kadar, diğer uluslara da yer vardır. Nitekim, ilk Osmanlı Padişahı Osman Bey Ermenilerin Bizans'ın zulmünden korunmaları için Anadolu'da ayrı bir toplum olarak örgütlenmelerine izin vermiş ve Batı Anadolu'daki ilk Ermeni dinî merkezi Kütahya'da kurulmuştur. Bursa'nın alınarak başkent yapılması üzerine bu dinî merkezi Kütahya'dan Bursa'ya taşınmış ve Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sonra Bursa'daki Ermeni dinî lideri Hovakim 1461'de İstanbul'a getirilmiş ve Fatih'in fermanı ile İstanbul'da bir Ermeni patrikhanesi kurulmuş(2).

    Bunu izleyerek han, Kafkasya, Doğu ve Orta Anadolu, Balkanlar ve Kırım'dan İstanbul'a Ermeni göçleri başlamış ve Osmanlı imparatorluğu Ermeniler için bir çekim merkezi haline gelmiştir. Görüldüğü gibi, Ermeni toplumu ve kilisesi Osmanlı Devletinin gelişmesine paralel olarak gelişmektedir.

    Osmanlı İmparatorluğu Gregoryen Ermenileri "millet" adı altında örgütlemiş ve kendi dinî liderlerinin yönetimine bırakmıştır. Fatih Sultan Mehmet Ermeni Patrikhanesini kuran fermanında, Patriğin imparatorlukta yaşayan bütün Ermenilerin hem ruhanî, hem cismanî lideri olduğunu hükme bağlamıştır.

    Ermeniler Müslümanlara verilen her türlü haktan yararlandıkları gibi, bazı ayrıcalıklara da sahip olmuşlar, örneğin askere alınmamışlardır. Askere alınmamaları ise Ermeni ailelerinin sürekliliğini ve dolayısıyla refaha kavuşmalarını sağlamıştır.

    Müslümanlarla gayrîmüslimlerden haraç ve cizye vergileri alınmış, buna karşılık Müslümanların tâbi oldukları zekât ve öşür vergilerinden muaf tutulmuşlardır. Haraç ve cizye vergilerinin Ermeni toplumuna nasıl dağıtılacağının tespiti de dini liderlere bırakılmıştır.

    Ermenilere, din, kültür, eğitim ve hayır işlerini yürütebilmeleri için gerekli mali güçlerinin yetişmemesi halinde Osmanlı yönetimi yardımda bulunmuş, Patrikhanenin açıklarını kapatmış, Ermeni kurumlarına malî destek sağlamıştır. Bu vakıf sistemi bugün de muhafaza edilmektedir.

    Burada şu noktaya da işaret etmek istiyoruz: Ortodoks Rumlar Ermenilerden önce örgütlendiklerinden, Ortodoks Rumlar dışında kalan tüm diğer Hıristiyan unsurlar Etmeni sayılmıştır. Bu unsurlar arasında Anadolu'daki Pavlakiler (Paulicien) ve Yakubîler ve Balkanlardaki Bogomiller gibi Ermenilikle hiç bir ilişkileri bulunmayan Hıristiyanlar da yer almıştır. Bu olgunun özellikle Osmanlı İmparatorluğundaki Ermeni nüfusuna ilişkin tartışmalarda göz önünde tutulması gerekmektedir.

    Ermeni toplumu kendisine tanınan hak ve ayrıcalıkları başarıyla kullanarak hızla gelişmiş ve refaha kavuşmuş, ayrıca Türk-Osmanlı kültür, yaşam tarzı ve yönetim biçimini de benimseyerek kısa zamanda Osmanlıların güvenine lâyık olmuş ve "millet-i sıdıka" unvanına hak kazanmıştır. Osmanlı Ermenileri bu unvan sayesinde iş hayatında olduğu gibi, kamu hizmetlerinde de önemli yerlere gelmişlerdir.

    Osmanlı tarihi Ermenilerden 29 Paşa, 22 Bakan, 33 milletvekili, 7 Büyükelçi, 11 Başkonsolos ve Konsolos, 11 Üniversite öğretim üyesi ve 41 yüksek rütbeli memur kaydetmektedir. Ermeni Bakanlar arasında Dışişleri, Maliye, Ticaret ve Posta Bakanları gibi son derece önemli ve kilit mevkilerde bulunanlar olmuştur(3).

    Ermeniler Osmanlı-Türk sanat, kültür ve müziğine önemli katkılar yapmışlar, ünlü sanatçılar yetiştirmişlerdir. Bu sanatçılar bugün de Türkiye Ermenileri ve Türkler için övünç kaynağı olarak anılmaktadır.

    Burada, dünyadaki ilk Ermeni matbaasının da XVI. yüzyılda İstanbul'da kurulduğunu belirtmek yerinde olur.

    Böylece, Ermeniler, Türkler başta olmak üzere, İmparatorluğun tüm unsurlarıyla XIX. yüzyıl sonlarına kadar barış ve güven içinde yaşamışlar, Osmanlı yönetimiyle ilgili hiçbir şikâyet ya da sorunları olmamıştır.

    Bununla birlikte, zaman zaman kendi aralarında iç çekişmelere düşmüşlerdir. İstanbul'un fethinden önce ve hemen sonra Anadolu ve Kırım'dan İstanbul'a gelen ve "Yerli" denilen Ermeniler ile İran ve Kafkasya'dan gelen ve "Doğulu" ya da "Taşralı" denilen Ermeniler Patrik seçimi nedeniyle mücadeleye girişmişler, birbirlerini Osmanlılara şikâyet etmişler ve yönetimin kendi lehlerine müdahalesini sağlamaya çalışmışlardır.

    Osmanlılar ise Ermeni grupları ve iç sorunları karşısında ısrarla tarafsız kalmışlardır. Bu mücadeleyi "Doğulu"ların kazanması üzerine Patrikliğe ruhani olmayan kişiler de getirilmeye başlanmış, mevki ve unvan çatışması kimi zaman kanlı kavgalara dönüşmüştür. Osmanlılar bu aşamada duruma müdahale etmişler ve Ermenilerin birbirlerini kırmasını önlemişlerdir.

    Mezhep kavgaları Ermenileri birbirlerine düşüren bir diğer etken olmuştur.

    Özellikle yabancı müdahaleler sonucu Ermeniler arasında Katoliklik ve Protestanlığın yayılması Gregoryen Ermenilerde büyük bir infial uyandırmış ve Gregoryen Ermeniler Osmanlı yönetimine başvurarak bu durumun önlenmesini istemişlerdir. Osmanlı yönetimi Ermenilerin iç sorunu saydığı bu gelişmeye müdahale etmeyince yine kanlı kavgalar görülmüş ve Protestanlığı kabul eden Ermeniler Çuhacıyan ve Tahtacıyan adlı Patrikler tarafından aforoz edilmişlerdir(4).

    Daha sonra Katolikler arasında da Vatikan'a bağlı olup olmamak konusunda çatışmalar çıkmış, Papa Vatikan'a bağlı olmayan Ermenileri aforoz etmiş, Osmanlı yönetimi duruma müdahale ederek 1888'de bu iki Katolik grubu barıştırmıştır.

    Osmanlıların gayrîmüslimlere gösterdiği bu engin hoşgörü İmparatorluğu, çöküş yıllarına kadar, dinî zulümden kaçan bütün insanlar için her zaman sığınılabilecek bir ülke haline getirmiştir. Bir mezhepteki Hıristiyanların zulmüne uğrayan diğer mezhepteki Hıristiyanlar ile Katoliklerin ağır işkencelerine manız kalan Musevîler kurtuluşu Osmanlılara sığınmakta bulmuşlardır. Bunun en belirgin örneği, gerek 15. yüzyıl sonlarında İspanya'nın Katoliklerce yeniden işgalini müteakip, gerek daha sonraki yüzyıllarda Fransa, Orta Avrupa ve Rusya'daki Hıristiyan baskısından kaçan Musevilerin Osmanlı İmparatorluğuna göç etmeleridir.

    Gerçekler böyle olduğuna göre, Türklerin gayrimüslimlere ve Ermenilere kötü muamele ettikleri, baskı yaptıkları ve ezdikleri gibi iddialar ileri sürmek için herhalde mantık, vicdan, sağduyu, hakkaniyet ve tarih bilgisinden yoksun bulunmak ya da önyargılı olmak gerekir, çünkü başka bir izah tarzı yoktur. Tarihin bu iddiayı yalanladığı çok sayıda yabancı tarihçi ya da yazarın eserlerinde de onaya konulmuştur.

    Asoghik ve Mateos'dan Voltaire, Lamartine, Claide Farrere, Pierre Loti, Nogueres, İlone Caetani, Philip Ntarshall Brown, Michelet, Sir Clıarles Wilson, Politis, Arnold, Bronsart, Roux, Grousset, Edgar Granville, Garnier, Toynbee, Lewis, Price, Bombaci ve Shaw'a kadar uzanan ve bazılarına hiç de Türk dostu damgası vurulmayacak pek çok tarihçi ve yazar Türklerin bu konudaki hakkını teslim etmişlerdir. Bunlardan bazı örnekler şöyledir:

    Voltaire:

    "Büyük Türk çeşitli dinlerden 20 milleti barış içinde yönetmektedir Türkler Hıristiyanlara savaşta ılımlı, zaferde yumuşak olmayı öğretmişlerdir"

    Philip Marchall Brown:

    "Türkler kazandıkları büyük zafere rağmen fethettikleri yerlerin halkına, kendilerini kendi yasa ve gelenekleri uyarınca yönetme hakkını cömertçe bahşetmişlerdir."

    Venizelos Hükûmetinin Dışişleri Bakanı Politis:

    "Türkiye'deki Rumların çıkarları Türklerden başka hiçbir güç tarafından bu kadar iyi korunamazdı."

    J.W. Arnold:

    "Türk ordularının fethettikleri yerlerde din ve kültüre müdahale etmediği tarihin inkar edemeyeceği bir gerçektir."

    Alman Generali Bronsart:

    "Türkler; kendilerine dokunulmadığı takdirde, başka dinlerden olanlara karşı dünyanın en hoşgörülü insanlarıdır."

    Son olarak şu örneği verelim: Napolyon Bonapart, Akka yenilgisi üzerine Osmanlı İmparatorluğundaki Katolik Ermenileri yönetime karşı ayaklandırmayı ve bir tür intikam almayı düşünür. Bunun mümkün olup olmayacağını İstanbul'daki Büyükelçisi Sebastiani'den sorar. Büyükelçinin yanıtı çok açık ve kesindir:

    "Ermeniler hayatlarından o kadar memnundurlar ki, buna imkan yoktur"

    DİPNOTLAR
    1) URFALI MATEOS, (Mathieu d'Edesse); Chronicles. No.129.
    2) URAS, Esat-; Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, 2. Baskı, İstanbul 1976, sayfa. 149.
    3) Türk Ermenilerinden Gerçekler, Jamanak Yayını. İstanbul, 1980, sayfa 4 ve KOÇAŞ, Sadi; Tarih Boyunca Ermeniler ve Türk - Ermeni İlişkileri. Ankara, 1967. sayfa 92 -I 15.
    4) SCHEMSI, Kara-; Turcs et Armeniens devant l'Histoire, Genere. Imprimeric Nationale, 1919, sayfa 19.
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  9. #9
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: önemli sorular ve yanıtları

    OSMANLI ARŞİVLERİ KAPALI MI, TEHCİRLE İLGİLİ BELGELER SAKLANIYOR MU?

    Tehcirle ilgili her konuda orijinal belgelere ulaşım şansı vardır. Bu belgelerin bulunduğu Osmanlı Arşivleri 1925 yılından itibaren tüm araştırmacıların incelemesine açıktır. Bu tarifen günümüze kadar; ABD'den 605, Japonya’dan 203, Almanya’dan 168, Fransa’dan 150, Suudi Arabistan’dan 98, İran’dan 84, İngiltere’den 74, İsrail’den 70, Libya’dan 63, Macaristan’dan 58, Arjantin’den 52, Bulgaristan’dan 47, Mısır’dan 47, Hollanda’dan 39, Romanya’dan 36, Cezayir’den 35, Tunus’tan 35 ve Kanada’dan 28 olmak üzere toplam 3.817 bilim adamlarınca Osmanlı Arşivleri'ni incelemiştir. Ayrıca 180'i Ermeni asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan toplam 190 kişi de, özellikle Ermeniler konusunda bu arşivlere giriş ve çalışma yapmıştır.

    Binlerce yabancının bizzat belgeye ulaşarak yaptıkları çalışma yanında, bu belgeler Türkçe ve İngilizce olarak da yayınlanmış ve araştırmacıların kullanımına sunulmuştur. Bunların yanı sıra, Genelkurmay Başkanlığı arşivindeki belgeler ATASE Başkanlığı'nca, Askeri Tarih Belgeleri Dergisi adı altında orijinal ve günümüz Türkçesiyle yayınlanmakta ve satışa sunulmaktadır.

    Bu konuda hazırlanan bir başka yayın ise, Başbakanlık Yıldız Arşivinden yararlanılarak Osmanlıca ve günümüz Türkçesiyle İngilizce dillerinde sunulan 3 ciltlik yayındır. Tüm bazı gerçeklere rağmen, ya bilgisizliklerinden ya da kasıtlı olarak yerli ve yabancı bazı kişi ve kurumların Türkiye Cumhuriyeti'ni, "arşivleri incelemeye açmaktan kaçtığı” şeklinde suçladığı görülmektedir.
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

  10. #10
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Cevap: önemli sorular ve yanıtları

    TALAT PAŞA’NIN SOYKIRIMI EMREDEN GİZLİ TELGRAFI VAR MIDIR?

    “Soykırım” iddiasını bir Osmanlı politikasına bağlamaya heveslenen Ermeni propagandası, bir de bu yönde alınmış bir karar olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bunun için de bir formül bulunmuş ve Talat Paşa’ya atfedilen ve General Allenby komutasındaki kuvvetlerce Halep’te ele geçildiği ileri sürülen bir takım telgraf örnekleri ortaya çıkarılmıştır. Bu telgrafların Naim Bey adlı bir Osmanlı memurunda bulunduğu ve İngiliz işgalinin öngörülenden daha kısa sürede gerçekleşmesi nedeniyle Osmanlılarca imha edilemediği iddia olunmaktadır.

    Aram Andonian adlı bir Ermeni yazar bu telgrafların örneklerini 1920’de yayınlamış(1), ayrıca Talat Paşa’yı Berlin’de katleden Tehlirian’ı yargılayan mahkemeye de verilmiştir. Mahkemede bunlardan 5’i söz konusu edilmiş, ancak delil olarak kabul edilmedikleri gibi, otantik olup olmadıkları da herhangi bir karara bağlanmamıştır.

    Diğer Ermeni iddiaları gibi, bu iddianın da gerçekle bir ilgisi yoktur. Şöyle ki;

    Bu telgraflar 1922’de İngiltere’de Daily Telegraph gazetesinde yayınlanmıştır(2). İngiliz Dışişleri Bakanlığı bunun üzerine durumu işgal komutanlığından soruşturmuş ve sonunda bu belgelerin Allenby kuvvetlerince bulunmadığı, Paris’teki bir Ermeni gurubunca icat edildiği anlaşılmıştır.
    Telgrafların kaleme alınış şekli ve yazıldıkları kağıtlar Osmanlı belgeleri olmadıklarını açıkça göstermektedir.
    İngilizler ve Fransızlar İstanbul’un işgalinden sonra Ermenilere karşı girişilen “katliamın” sorumlularını cezalandırmak amacıyla tutuklamalara girişmişler, Osmanlı Hürriyet ve İtilaf Hükümeti, İttihat ve Terakki Partisi ve yöneticilerine olan düşmanlığı nedeniyle işgal kuvvetlerine bu hususta elinden gelen her türlü yardımı yapmıştır. Tutuklananlardan bir kısmı İstanbul’da yargılanmış, bir kısmı ise Malta’ya sürülmüştür.

    İstanbul’daki mahkeme İttihat ve Terakki’nin firardaki 4 yöneticisini gıyaplarında idama mahkum etmiş, ayrıca 3 kişiyi daha idam cezasına çarptırmıştır. Bu son idam cezalarının yalancı tanıkların ifadelerine dayanarak verildiği daha sonra açığa çıkmıştır.

    İngilizler Malta’ya sürdükleri sanıklar aleyhine her yerde belge ve tanık aramaya girişmişler, Osmanlı Hürriyet ve İtilaf Hükümetinin de yardımlarına rağmen hiçbir belge bulamamış, bunun üzerine ABD arşivlerine müracaat edilmiştir. Bu arşivlerde de katliam iddialarını kanıtlayacak belge bulunamamıştır.

    Vashington’daki İngiliz Büyükelçiliği bu konuda İngiliz Dışişlerine şu cevabı göndermiştir:

    “Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhine delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey olmadığını bildirmekten üzüntü duyuyorum. Yeterli delil oluşturabilecek hiçbir somut vakıa mevcut değildir. Söz konusu raporlar, hiçbir suretle, Türkler hakkında Majesteleri Hükümetinin halen elinde bulunan bilgilerin takviyesinde yaralı olabilecek delilleri bile ihtiva eder görünmemektedir. (3)”

    İngiliz Dışişleri bu cevap karşısında ne yapılması gerekeceğini İngiliz Kraliyet Savcılığına sormuştur. Savcılığın yanıtı şöyledir:

    “Şimdiye kadar hiçbir şahitten,tutuklular hakkında yapılan suçlamaların doğruluğunu kanıtlayabilen bir ifade alınmış değildir. Esasen herhangi bir şahit bulunup bulunmayacağı da belli değildir...(4)”

    Sonuç olarak, Malta’daki tutuklular, kendilerine hiçbir suçlama dahi yöneltilmeden ve duruşma yapılmaksızın 1921 sonlarında serbest bırakılmışlardır.

    İngilizler belge aramakla meşgul iken Andonian’dan kaynaklanan telgraflar bilinmektedir. İngilizlerin bu telgraflara rağbet etmemeleri bunların uydurma olduklarını bilmelerindendir.

    Andonian’ın belgelerinin sahte olduğuna dair kanıtlar aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
    Andonian, yaptığı sahte belgelerin “gerçek Osmanlı belgeleri” olduğunu kanıtlamak için, söz konusu belgelerdeki Halep Valisi Mustafa Abdülhalik Bey’in imzasına dayanmıştır. Ancak, halihazırdaki arşivlerde bulunan Mustafa Abdülhalik Bey’in imzasını taşıyan bir çok belge incelendiğinde, Andonian belgelerindeki imzanın sahte olduğu ortaya çıkmaktadır.
    Andonian’ın Mustafa Abdülhalik Bey’in imzasının taşıyan sahte belgelerinin bir tanesinde bir tarih yer almaktadır. Ancak dönemin İçişleri Bakanlığı ve Halep Valiliği arasındaki yazışmalara ilişkin asıl belgeler incelendiğinde sözkonusu tarihte Halep Valisinin Mustafa Abdülhalik Bey değil Bekir Sami Bey olduğu görülmektedir.
    Dolayısıyla, Andonian’ın sahte belgeleri şunu kanıtlıyor ki, Andonian’ya Müslüman Rumi takvimi ile Hıristiyan takvimi arasındaki farklardan tamamen habersizdi, ya da belgeleri hazırlarken bu farklar gözünden kaçmıştı. Dikkatsizliği sonucu tarihlerde ve referans numaralarında yaptığı hatalar belgelerin sahte olduğu konusunda şüpheye yer bırakmaktadır.
    Dönemin İçişleri Bakanlığının “giden şifre” kayıtları ayrıntılı olarak incelendiğinde Bakanlığın şifre kayıt tarih ve numaraları ile Andonian’ın sahte belgelerinde yer alan tarih ve numaralandırma sistemi arasında hiçbir benzerlik olmadığı, Andonian’ın sözde “şifreli telgraf”ları ile dönemin İçişleri Bakanlığının Halep’e gönderdiği gerçek şifreli telgraflar arasında bir ilişkinin bulunmadığı ortaya çıkmaktadır.
    Andonian’ın “şifreli telgraflarının“ Türkçe “orijinalleri” ile dönemin Osmanlı şifreli mesajları karşılaştırıldığında, görülmektedir ki, kullanılan şifre sistemleri arasında da herhangi bir bağlantı bulunmamaktadır. Andonian belgelerini gerçek gibi göstermek için hiç kullanılmayan, mevcut olmayan yeni bir şifreleme metodu kullanmıştır. Sahte belgelerin üstlerindeki tarihlerden Osmanlıların 6 ay boyunca aynı şifreleme yöntemini kullanmış oldukları sonucu çıkar ki, bu imkansızdır. Zira o dönemde yayınlanan bir genelge ile savaş yıllarında kullanılan şifreleme yönteminin 2 ayda bir değiştirilme zorunluluğu getirildiği ve bunun uygulanmakta olduğu kanıtlanmıştır.
    Andonian’ın iki sahte belgesinde yer alan Besmele’nin acemice yazılış şekli de gerçek belgelerdekilerle karşılaştırıldığında Andonian’ın belgelerinin sahte olduğuna delalet etmektedir. Bu acemice yazım şekli, Osmanlılarda müslüman olmayanların -Osmanlıca’yı bilseler bile- Besmeleyi yazışmalarında hiç kullanmamış olmalarından kaynaklanmış olabilir.
    Andonian’ın bir çok sahte belgesinde yer alan cümle yapıları ile gramer yanlışlarının bir Osmanlı görevlisince gerçekleştirildiğini kabul etmek güçtür. Aynı şekilde, önemli Osmanlı görevlilerince kullanıldığı iddia edilen bir çok deyim ve ifadenin herhangi bir Osmanlı Türkü tarafından bile kullanılması mümkün değildir. Türklerin suçlarını kendi ağızlarından itiraf ettiklerini kanıtlama çabası içerisindeki Andonian bu hususu da gözden kaçırmıştır.
    Sahte belgeler, iki tanesi hariç, üzerlerinde dönemin Osmanlı bürokrasisinin kullandığı resmi sembollerin hiçbiri bulunmayan düz beyaz kağıda yazılmıştır. Sahte belgelerden birinin, Osmanlıların özel yazışmalarda bile kullanmadıkları çizgili kağıda yazılmış olduğu, diğer iki belgenin de herhangi bir Osmanlı Postanesinden alınabilen boş telgraf formlarına yazıldığı görülmektedir.
    İngilizlerin, Ermeni olaylarından sorumlu tuttukları Osmanlı görevlileri aleyhinde kullanılabilecek belgeler bulmak için yoğun çaba sarf ettikleri bir dönemde, İngilizce edisyonu bulunmasına rağmen Andonian dokümanlarını kullanmamış olmaları İngiliz hükümetinin belgelerinin sahte olduğunu kanısını taşıdığını göstermektedir.
    Andonian tarafından uydurulan belgeler eğer varolmuş olsalardı, çok gizli ibaresi taşımalarından dolayı telgraf yoluyla değil kurye vasıtasıyla gönderilmeleri ve dosyalarda üç yıl boyunca tutulmak yerine okunur okunmaz yok edilmeleri gerekirdi.
    Andonian’ın kitabının İngilizce ve Fransızca baskıları arasında, baskı veya tercüme yanlışlıklarından kaynaklanmış olamayacak kadar önemli bir çok farklılıklar vardır.
    Son olarak, Ermenilerin sözcüleri olarak hareket eden, Ermeni çevrelere yakın ilişkiler içindeki bazı yazarlar bile, Andonian belgelerinin gerçeklikleri üzerinde şüphelerini dile getirmektedirler.

    Kısacası, meşhur “Talat Paşa Telgrafları” Andonian ve çevresi tarafından uydurulmuş aldatmacadan başka bir şey değildir.

    Talat Paşanın Ermenilerin katledilmesini emrettiği ileri sürülen telgrafıyla aynı tarihlerde gönderdiği başka gizli telgraflar da vardır. Bu telgraflar tehcir sırasında suç işleyecek görevlilerin cezalandırılmasına ilişkindir. Bir yandan Ermenilerin “katli” istenirken, diğer yandan da bu “katliamı” yapacak görevlilerin cezalandırılmaları talimatının verilmesinin izahı yoktur.
    Neareast Relief Society adlı Amerikan yardım kuruluşunun tehcir sırasında Ermenilere yardım etmek üzere Anadolu’da görev yapmasına Osmanlı Hükümetince izin verilmiştir. ABD’nin İtilaf Devletlerin safında Osmanlılara karşı savaşa girmesinden sonra da bu kuruluşun Anadolu’da kalmasına müsaade olunmuştur. Bu husus ABD Büyükelçisi Elkus’un raporlarına da konu teşkil etmiştir.

    Bu durumda, eğer “katliam” emri verilmişse, Amerikan kuruluşunun faaliyet göstermesine ve “katliama” tanık olmasına nasıl müsaade edilmiştir, yani, “biz Ermenileri katlediyoruz, siz de gelin seyredin”mi, demiştir? Bunu herhalde mantıklı açıklamak imkanı bulunmaktadır.
    İstanbul, Batı Anadolu ve Trakya’da oturan Ermeniler tehcir dışında bırakılmıştır. Hatta Orta Anadolu Ermenilerinden bile yerlerinde bırakılanlar olmuştur. Topyekûn bir tehcir bile söz konusu olmadığına göre, “topyekûn bir katliam” hiç iddia edilemeyecektir.
    Nihayet, eğer Hükümet Ermenileri topyekûn imha etmek niyetinde olsaydı, herhalde bunu aylarca süren bir tehcir yoluyla ve bütün devletlerin dikkatini üzerine çekerek değil, Ermenilerin bulundukları yerlerde ve özellikle cephelere yakın bölgelerde çok kolay bir şekilde yapabilirdi.

    Görüldüğü gibi, Ermenilerin sımsıkı sarıldıkları soykırım iddiası da yalandan başka bir şey değildir ve bir soykırım hiç bir zaman söz konusu olmamıştır.

    KAYNAKLAR
    1) Andonian, Aram; Documents officels concernants les Massacres Armeniens, Paris 1920. Imprimerie Turabian
    2) Daily Telegraph, 29 mayıs 1922.
    3) Washington'daki İngiliz Büyükelçiliği, R.C. Craigie'den Lord Jurzona 13 Temmuz 1921; İngiliz Dışişleri Arşivi, 371/6504/8519.
    4) 29 Temmuz 1921, İngiliz Dışişleri Arşivi, 371/6504/E8745
    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş