10- Ebu Hureyre Dusî
Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ömrünün sonlarına doğru Müslüman olan sahabelerden biridir. İbn-i Sâd'ın Tabakat adlı kitabında bildirdiğine göre, Ebu Hureyre fazilet bakımından dokuzuncu veya onuncu sıralardadır. Hicretin yedinci yılının sonlarına doğru Peygamber'le tanıştı. Tarihçilerin dediğine göre onun Peygamber'le birlikteliği üç yıldan fazla değildir.[346]
Bazı tarihçiler de bu sürenin iki yıldan az olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü Peygamberimiz onu İbn-i Hazremî ile birlikte Bahreyn'e gönderdi. Peygamberimiz vefat ettiğinde o Bahreyn'deydi.
Ebu Hureyre ne cihadıyla, ne de yiğitliğiyle meşhur biri değildi. Siyasetçilerden ve düşünürlerden veya hafızası güçlü fakihlerden de değildi. Üstelik okuma yazması da yoktu. Peygamber'in yanına karnını doyurmak maksadıyla gelmişti. Nitekim onunla ilk kez bu amaçla tanıştığını kendi de itiraf eder. Peygamberimiz de ona Suffe ehlinin[347] yanında yer vermişti. Ne zaman Peygamberimize sadaka ve yiyecek gelse, ona gönderirdi.
Çok aç kaldığını, sahabenin yolu üzerinde oturup kendisini halsizlik ve baygınlığa vurarak ondan bundan yiyecek dilendiğini veya "Belki biri çıkar da beni evine götürüp doyurur" diye düşündüğünü bizzat kendisi kendi hakkında rivayet etmiştir.
Ne var ki o, bu özellikleri ile değil, Resulullah'tan (s.a.a) çokça hadis ve rivayet nakletmekle meşhur olmuştur. Rivayetleri altı binden fazla olduğu için tarihçilerin oldukça dikkatini çekmiştir. Peygamber'in sohbetleri dışında, kendi şahit olmadığı ve içinde asla hazır bulunmadığı olaylar hakkında bile rivayetleri vardır.
Bazı araştırmacılar dört halifenin, (Ehlisünnet inancına göre) cennetle müjdelenen on kişinin, Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarının ve Ehlibeyt'in (a.s) hadislerini bir araya getirerek bunları Ebu Hureyre'nin rivayetleriyle karşılaştırmış, hepsinin toplamının tek başına Ebu Hureyre'nin hadislerinin onda biri ve hatta yüzde biri kadar olmadığını görmüşlerdir. Oysa biz bu şahıslar arasında mesela, Hz. Ali'nin (a.s), otuz yıldan fazla Resul-i Ekrem'le (s.a.a) beraber olduğunu biliyoruz.
İşte burada Ebu Hureyre bir suçlamaya maruz kalmaktadır: Yalancılık ve hadis uydurma suçu... Bu yüzden, Ebu Hureyre hakkında "Yalancılıkla suçlanan ilk ravidir" denmiştir.
Gelin, görün ki Ehlisünnet ve'l-Cemaat onu "İslam Rivayetçisi" olarak adlandırıyor, çok saygın bir zat olarak anıyor ve sözlerini delil olarak sunuyor. Belki de bazıları onun Hz. Ali'den daha bilgili olduğunu iddia ediyordur. Zira Ebu Hureyre kendisi hakkında şöyle rivayet etmiştir: «Bir gün Allah resulüne, "Ey Allah'ın resulü, senden birçok hadis işitiyorum da unutuyorum." dedim. "Abanı yay!" buyurdu. Yaydım. Elleriyle (bir şey) avuçlayıp (abanın) içine at(ıyor gibi yap)tı. Sonra, "Topla!" diye emretti. Abamı topladım. İşte ondan sonra hiçbir şey unutmadım.»[348]
Ebu Hureyre, Peygamber'den o kadar hadis nakletmişti ki, sonunda Ömer dayanamayarak kendi eliyle onu kırbaçladı ve "Çok rivayet naklediyorsun, senden Resulullah adına yalan hadis uydurmak bile beklenir!" dedi. Zira Ebu Hureyre bir gün Peygamberimizin dilinden, "Allah yeri ve göğü yarattı, sonra da saydı; tam yedi gün geçmişti" şeklinde bir hadis rivayet etmişti. Ömer bu hadisi duyduğunda onu yanına çağırdı. Hadisi yeniden okumasını istedi. O da okuyunca öfkelenip ona bir daha vurdu. Sonra da, "Allah altı günde yarattığını söylüyor, oysa sen yedi günde yarattı diyorsun!" dedi. Ebu Hureyre "Bu rivayeti Kâbu'l-Ahbar'dan duymuş olabilirim" diye karşılık verince Ömer şöyle dedi: "O halde Peygamber'in rivayetleriyle Kâbu'l-Ahbar'ın rivayetlerini birbirinden ayırt edemediğin sürece bir daha da hadis nakletme!"[349]
İmam Ali de (a.s) onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Bilesiniz ki bugün Resulullah'a karşı halkın en yalancısı Ebu Hureyre Dusî'dir."[350]
Ümmül Müminin Ayşe de defalarca onu yalanlamış, Resulullah'tan naklettiği birçok hadisi reddetmişti. Hatta bir keresinde onun yaptığı bu işin çirkinliğini dile getirerek, "Ne zaman Resulullah'ın böyle söylediğini duydun?" (veya "Sen, Resulullah'tan duymadığım hadisleri söylüyorsun!") diye çıkışmış, Ebu Hureyre de şöyle cevap vermişti: "Resulullah hadis söylerken sen ancak gözüne sürme çekmek ve aynanın karşısında saçına kına yakmakla meşguldün!"[351]
Ayşe, Ebu Hureyre'nin uydurmaları konusunda ayak diretip onun bir yalanını su yüzüne çıkarınca Mervan b. Hakem de olaya el attı ve Ebu Hureyre'nin rivayetlerini değerlendirmeye aldı. Ebu Hureyre zor durumda kaldığını görünce gerçeği itiraf ederek, "Ben onu Resulullah'tan değil, Fazl b. Abbas'tan duymuştum!" dedi.[352]
İbn-i Kuteybe, bu rivayet konusunda onu suçlayarak şöyle demiştir: "Ebu Hureyre, Fazl b. Abbas'ın adını öne sürmüştür. Hâlbuki o hayatta değildi. Hadisi ona isnat ederken insanlara bu hadisi ondan duyduğunu ima etmeye çalışıyordu."[353]
İbn-i Kuteybe, Tevil-u Muhtelifi'l-Hadis kitabında şöyle diyor: "Ebu Hureyre sürekli 'Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor, ama ben bunu başkasından duydum' derdi."
Zehebî, Siyer-u Âlâmi'n-Nubela adlı kitabında, Yezid b. İbrahim'in Şûbe b. Haccac'dan şöyle dediğini duyduğunu nakleder: "Ebu Hureyre müdellis[354] idi."
İbn-i Kesir'in el-Bidaye ve'n-Nihaye kitabında şöyle yazılıdır: "Yezid b. Harun, Şube'nin de Ebu Hureyre hakkında aynı şeyi söylediğini işitmiştir. Yani o, müdellis idi; Peygamber'den ve Kâbu'l-Ahbar'dan duyduklarını nakleder, ama aralarında bir fark gözetmezdi."
Aynı şekilde Ebu Cafer İskafî de şöyle der: "Ebu Hureyre bizim üstatlarımıza göre ihlâssız idi ve rivayetleri makbul değildi."[355]
Ebu Hureyre, kendi zamanındaki sahabeler arasında yalancı, müdellis ve çok sayıda yalan rivayet sahibi biri olarak tanınıyordu. Öyle ki bazen onu alaya alırlar, ondan kendi hallerine uygun hadis uydurmasını isterlerdi.
Rivayet edilir ki: Kureyş kabilesinden biri yeni bir kürk satın almıştı ve onu giyerek halk arasında gösteriş yapıyordu. Bir gün Ebu Hureyre'nin yanından geçerken ona, "Ey Ebu Hureyre! Sen Peygamber'den çok hadis naklediyorsun. Acaba Peygamber'den benim kürküm hakkında da bir söz işittin mi?" diye sordu. Bunun üzerine Ebu Hureyre şöyle cevap verdi: "Ebul Kasım'dan (Resul-i Ekrem'den) duydum ki; öncekilerden biri yeni bir elbise giyip gösteriş yapıyordu. Allah da onu yerin dibine gömdü. Kıyamet gününe kadar da yerin dibine gömülmeye devam edecek. Allah'a ant olsun ki, acaba o, senin kabilenden veya ailenden miydi, yoksa başkası mıydı bilemiyorum."[356]
Rivayet ettiği hadisler birbiriyle çelişirken halk neden Ebu Hureyre'nin hadislerinde şüphe etmesin ki? Nitekim o, bir hadis rivayet ederken ona muhalefet eden başka bir hadis veya bir şahit gösterildiğinde hemen ilk söylediği hadisle çelişen başka bir hadis ileri sürerdi. Habeş dilinde ya da anlaşılmaz bir lehçeyle konuşurdu.[357]
Neden onu yalan hadis söylemekle suçlamasınlar ki? Zaten kendi de itiraf etmiyor mu? Hadisleri kesesinden çıkarıyor ve onu Peygamber'e isnat ediyor!
Buharî kendi Sahih'inde Ebu Hureyre'nin şöyle söylediğini nakleder: «Peygamber (s.a.a) buyuruyor ki: En iyi sadaka, geriye servet bırakandır. Üstte olan el, altta olan elden (veren el, alan elden) daha üstündür. İlk olarak kendi ailenden başla. Kadın der ki; "Ya bana ekmek ver, ya da beni boşa!" Köle der ki: "Bana ekmek ver, sonra çalıştır." Evlat der ki: "Bana ekmek ver, beni kime emanet edersen et!" Orada bulunanlar sordular: "Ey Ebu Hureyre! Bu hadisi Peygamber'den mi duydun?" Ebu Hureyre cevap verdi: "Hayır, bu, Ebu Hureyre'nin kesesindendi."»[358]
Bakın, nasıl da hadislere "Peygamber buyuruyor ki…" diye başlıyor? Sonra da ona itiraz edildiğinde veya kimden naklettiği sorulduğunda hadisin kendi ürünü olduğunu ve onu kendi kesesinden çıkardığını itiraf etmek zorunda kalıyor.
Ne mutlu Ebu Hureyre'ye ki, yalanlarla dolu bir kesesi var ve bu keseyi Muaviye ve Ümeyye oğullarının sayesinde genişletmeyi başarmış; haysiyet, güç, servet ve saraylar elde etmiştir!
Muaviye onu Medine'ye vali olarak atadı ve onun için akikten bir saray yaptırdı. Bununla da kalmayıp onu eşraftan bir kadınla evlendirdi. Öyle ki, Ebu Hureyre daha önce bu kadının yanında bir hizmetkâr olarak görev yapıyordu.
Ebu Hureyre'nin, Muaviye'nin yanında adeta bir vezir gibi durması, onun şerefli, âlim ve üstün bir kişiliğe sahip olmasından kaynaklanmıyordu. Muaviye onun hadis konusundaki yerini görüyor ve bu uyduruk hadisleri onun vasıtasıyla yaymak istiyordu. Ali (a.s) hakkında bazıları iki gönüllüydü. Lanet okumaktan sakınıyorlardı. Oysa Ebu Hureyre, Ali'yi (a.s) kendi evinin içinde, hatta Şiîlerinin yanında bile lanetlemekten geri kalmıyordu.
İbn-i Ebil Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belaga'da şöyle der: «Ebu Hurey-re, Cemaat Yılı'nda Kûfe Mescidi'ne geldi ve kendisini karşılamaya gelenleri oldukça kalabalık görünce iki dizinin üzerine oturup eliyle alnına vurarak şöyle dedi: "Ey Irak halkı! Siz benim Peygamber hakkında yalan mı söylediğimi düşünüyorsunuz? Kendimi (bile bile) ateşe atacağımı mı zannediyorsunuz? Allah'a ant olsun ki Peygamber'in şöyle buyurduğunu duydum: "Her peygamberin bir haremi (mahrem bölgesi) vardır. Benim haremim de Ayr ve Sevr dağları hududunca Medine'dir. Kim burada (kötü) bir olay çıkarırsa Allah'ın, meleklerin ve insanların laneti ona olsun! Ve ben şahitlik ederim ki Ali orada olay çıkarmıştır!" Bu rivayet Muaviye'nin kulağına varınca onu mükâfatlandırdı, ona değer verdi ve valisi yaptı.»[359]
Bizim için şu şahit yeterlidir ki, o, Muaviye tarafından Medine valisi olmuştur. Allah'ın düşmanını dost bilen ve Resulullah'ın dostunu düşman bilen kimseden elbette ki özgür düşünceli herkes şüphe eder. Muhakkak ki Ebu Hureyre, boş yere İslam'ın başkentine vali olmadı. O, sadece Muaviye'ye ve diğer Emevî valilerine yapmış olduğu hizmetlerin karşılığını aldı.
Ebu Hureyre Medine'ye sadece avretini kapatan bir peştamalla gelmişti. O, yoldan geçenlerden dilenir, bir lokma ekmek alarak yarım canını doyurmaya çalışırdı. Baştan ayağa her yanı bit kaynıyordu. Derken Medine'nin valisi oldu. Akikten yapılmış sarayında oturuyordu. Serveti, hizmetçileri ve köleleri vardı. İnsanlar randevusuz onunla görüşemezdi. Bunların hepsi onun kesesinin bereketiydi.
Çok da şaşırmamak gerek! Bugün dahi aynı şeyleri görmek mümkündür. Nice fakirler var ki, kendilerini hüküm sahiplerine yakın göstererek bir anda makam sahibi oluyorlar. Böylece dünya onlara saygı gösteriyor. İstediklerini yapıyorlar. Sınırsız servetlere konuyor, çeşit çeşit otomobillere biniyorlar. Kimse de onları sorgulayamıyor. Öyle yiyecekleri var ki pazarlarda dahi bulunmaz. Tüm bunlara rağmen bir de bakıyorsunuz ki aslında bunlar ana dillerini bile doğru dürüst konuşamıyorlar. Hayattan, karınlarını ve şehvetlerini doyurmaktan başka bir beklentileri de yoktur. Yalnızca Ebu Hureyre'nin kesesi gibi keseleri vardır. Elbette içlerinde biraz farklılık var, ama hedef yine aynıdır.
Bu hedef, hâkim yönetimi razı etmek ve onun reklâmını yapmaktır. Böylece hükümetlerini sağlam bir temel üzerine oturtmaya, düşmanlarını ortadan kaldırmaya, taçlarını ve koltuklarını sağlamlaştırmaya çalışırlar.
Ebu Hureyre, Ümeyye oğullarının taraftarlarındandı. Onu Osman b. Affan zamanından beri sevmişlerdi. Çünkü Ebu Hureyre'nin Osman hakkındaki görüşleri bütün muhacir ve ensardan farklıydı. Ebu Hureyre, Osman'ın öldürülmesi olayında parmağı olanları kâfir biliyordu. Hiç şüphesiz o, Ali b. Ebu Talib'i de (a.s) Osman'ı öldürmekle suçluyordu. Bunu onun Kûfe Mescidi'nde yapmış olduğu konuşmasından anlıyoruz. Zira o, bu konuşmasıyla Allah'ın, meleklerin ve insanların Hz. Ali'ye lanet okuduğunu ima ediyordu.
İbn-i Sâd, Tabakat'ında şöyle der: Ebu Hureyre hicretin 59. yılında öldü. Osman'ın çocukları onun tabutunu omuzlayıp Bakî Mezarlığı'na götürdüler. Böylece Osman hakkındaki görüşlerinden ötürü ona teşekkür etmiş oldular."[360]
Bakın şu Allah'ın işine! Müslümanların halifesi olmasına, "Zinnu-reyn" diye anılmasına, birçoklarının iddiasına göre meleklerin bile kendisinden hayâ etmesine rağmen Kureyş'in en önde gelenlerinden biri olan Osman'ı koyun gibi boğazlayarak öldürüyor; ölümünden üç gün sonra gusülsüz ve kefensiz olarak bir Yahudi mezarlığına gömüyorlar, ama Ebu Hureyre gibi biri aynı topluluk arasında izzet ve ihtiramla ölüyor!
O fakirdi ve kimse ailesini veya kabilesini tanımıyordu. Kureyş'le bir bağı da yoktu. Muaviye döneminde makam elde eden Osman'ın evlatları, Ebu Hureyre'nin cenazesini sırtlarına alarak Peygamber'in Bakî Mezarlığı'na defnettiler.
Şimdi de Ebu Hureyre'nin sünnet karşısındaki tutum ve davranışlarına bir göz atalım:
Buharî, Sahih'inde Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben Allah resulünden iki tabak saklamıştım. Birini dağıttım. Diğerini de dağıtsaydım boynumu vururlardı."[361]
Geçen konularda Ebubekir ve Ömer'in Peygamber'in yazılı sünnetini yaktıklarını, hadisçilerin bu hadisleri anlatmalarına izin vermediklerini yazmıştık. İşte, Ebu Hureyre, o perdeyi aralayarak bizim sözlerimizi onaylamış, halifelerin hoşuna giden şeylerin dışında hiçbir şey nakletmediğini itiraf etmiştir. Bu yüzdendir ki, Ebu Hureyre'nin iki kesesi veya iki tabağı vardı. Doğal olarak bunlardan sadece birini anlatıyordu. O da halifelerin hoşlandıkları şeydi. Açıklamaktan korktuğu ikinci tabak ise, Peygamberimizin doğru hadisleriyle dolu olan tabaktı. Eğer Ebu Hureyre doğru ve emin birisi olsaydı, doğru hadisleri saklayıp, uydurduğu hadisleri zalimleri korumak için yaymazdı. Oysa Ebu Hureyre, Allah'ın apaçık ayetlerini saklayanları lanetlediğini çok iyi biliyordu.
Buharî, Ebu Hureyre'nin dilinden şöyle nakleder: «Halk, "Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor!" deyip duruyor. Hâlbuki Allah'ın kitabında şu iki ayet olmasaydı, hiçbir hadisi nakletmezdim: "İndirdiğimiz apaçık delilleri, bildirdiğimiz dosdoğru yolu, insanlara Kurân'da tamamıyla anlattıktan sonra bunu gizleyenlere gelince; Allah da onlara lanet eder, lanet edenler de."[362] Ebu Hureyre diğer ayeti de okuduktan sonra şöyle devam ediyor) Muhacir kardeşlerimiz çarşılarda alışverişle, ensar kardeşlerimiz de malları (ve toprakları) için çalışmakla meşgul olurken Ebu Hureyre boğazı tokluğuna Resulullah'ın yanında bulunuyordu. Onların bulunmadıkları mecliste hazır bulunur, onların ezberleyemedikleri şeyleri ezberlerdi.»[363]
O halde nasıl olur da Ebu Hureyre "Kurân'daki iki ayet olmasaydı hadis nakletmezdim" diyebilir? Daha önceki rivayette iki tabağı olduğunu, birini anlattığını, diğerini de boğazı kesilir korkusuyla anlatamadığını kendisi söylemiyor mu? Acaba Kurân'ın ayetlerine rağmen hakikatleri kendi gizlediğine dair kendisi şahitlik etmiyor mu?
Resul-i Ekrem (s.a.a), ashabına "Aileleriniz arasına geri dönün ve (anlattıklarımı) onlara da öğretin"[364], "Nice elçiler vardır ki (hadisi bizzat dinlemedikleri halde), dinleyenlerden daha iyi anlarlar" derken veya Abdukays'ın sözcülüğündeki bir heyeti ilim ve imanı öğrenmeye ve bunları kendi kabilelerine aktarmaya teşvik ederken[365] neden bir sahabe Peygamber'in hadisini nakletmekten korksun ki? Bir sahabenin sırf Peygamber'in hadisini naklettiği için boğazının kesilmesinden korkması sizce de ilginç değil mi? Belki de rivayet edilecek hadislerde halifelerin ortaya çıkmasını istemedikleri birtakım gerçek vardı, öyle değil mi?
Biz, önceki konularda ve yine Zikir Ehline Sorun adlı kitabımızda bu sırrı açıklamıştık. Özetle değinecek olursak, "Bu hakikat, Peygamberimizin (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) nassa dayalı olarak halife seçmesidir" diyebiliriz.
Aslında Ebu Hureyre'yi kınamamak gerekir. Zaten kendi değerini kendisi ortaya koymuş, "Allah, Peygamber ve insanlar, Peygamber hadislerini saklayanları lanetler" demiştir. Asıl kınanması gereken birileri varsa o da Ehlisünnet ve'l-Cemaat'tir. Çünkü bu cemaat, Ebu Hureyre gibi birini "Ehlisünnet'in Rivayetçisi" olarak kabul ediyor. Hâlbuki Ebu Hureyre, hadisleri sakladığını, tedlis (müdellislik) ettiğini ve uydurduğunu bizzat kendisi itiraf ediyor. Ebu Hureyre başkalarının sözleriyle Peygamberimizin sözlerini birbirine karıştırmış, hangisinin Peygamberimize, hangisinin başkasına ait olduğunu kendisi bile teşhis edememişti. Bunların hepsi Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in kendi sahih ve müsned kitaplarında yazılı olan gerçeklerdir. İlave ve iftira yoktur.
Hal böyleyken Ali b. Ebu Talib gibi biri onun adaletinden şüphe ederken ve "Resulullah'a karşı halkın en yalancısı Ebu Hureyre Dusî'dir" derken nasıl olur da yine de Ebu Hureyre gibi yalancı olarak adlandıran birine güvenebiliyorlar? Ömer onu yalancılıkla itham ederken ve defalarca dayak atıp sürgünle tehdit ederken yine de Ebu Hureyre mi diyorlar? Ayşe de onu dışlayıp defalarca yalancı olarak adlandırmamış mıydı? Sahabelerin çoğu yanlış ve eksik hadis naklettiği için onu reddetmemişler miydi? Bizzat kendisi bile bazen kendi yanlışlığını itiraf edip, Habeşi diliyle kaçamak cevaplar verdiğini itiraf etmemiş miydi? Birçok İslam âlimi onu dışlamış, yalancı ve tedlis ehli olduğunu savunmuş, Muaviye'nin dalkavukluğunu yaptığını, onun sofrasının hayranı olduğunu ve gözünün onun altınlarında olduğunu söylememiş miydi? Tüm bunlardan sonra nasıl olur da Ebu Hureyre "İslam'ın Rivayetçisi" olabiliyor? Nasıl oluyor da İslam'ın hükümlerini ondan öğreniyorlar?
Bazı araştırmacılar, Yahudi inançlarını Ebu Hureyre'nin İslam'a soktuğunu ve hadis kitaplarını bunlarla doldurduğunu söylüyorlar. Başka bir deyişle; bir Yahudi olan Kâbu'l-Ahbar, onun sayesinde Yahudi inançlarını İslam'a sokmuştur. Teşbih,[366] tecsim,[367] hulul[368] ve peygamberler hakkında kötü sözler hep Ebu Hureyre tarafından İslam'a atfedilmiştir.
Acaba şimdi Ehlisünnet mensupları tövbe edip doğru yola dönmeyi kabul ederler mi? Peygamberimizin (s.a.a) gerçek sünnetini kimlerden öğreneceklerini anlamışlar mıdır? Bu konuda ne zaman bize sorsalar, onlara vereceğimiz cevap şudur: "Gelin, ilim şehrine kapısından girin, tertemiz Peygamber evlatlarına sarılın; onlar sünnetin koruyucuları, ümmetin kurtuluş gemisi, hidayet öncüleri, karanlıkların aydınlatıcısı ve Allah'ın sağlam ipleridir."
11- Abdullah b. Ömer
Adı çokça anılan sahabelerdendir. Üç halife dönemindeki olaylarda önemli rolleri olmuştur. Ömer b. Hattab'ın oğlu olması, Ehlisünnet ve'l-Cemaat yanında saygın ve sevilen birisi olmasına yetmiştir. Ehlisünnet arasında büyük fıkıh âlimlerinden ve Peygamber'in hadislerini ezberleyenlerden biri olarak tanınır. Hatta İmam Malik, birçok dinî hükümlerini ona dayandırmış ve Muvatta adlı kitabını onun rivayetleriyle doldurmuştur.
Ehlisünnet ve'l-Cemaat kitaplarını her açıp okuduğumuzda mutlaka onun ismine rastlarız. Ama bir araştırmacı gözüyle bu kitaplara bakacak olursak, onun adaletten, doğruluktan, Peygamber sünnetinden, fıkıh ve din ilimlerinden uzak olduğunu görürüz.
Onun hakkında bizim dikkatimizi çeken ilk nokta, Peygamber ailesinin efendisi Ali b. Ebu Talib'le olan şiddetli düşmanlığı olmuştur. Her fırsatta İmam Ali'yi (a.s) aşağılamış, onu okuma yazma bilmeyen sıradan insanların seviyesine kadar indirmeye çalışmıştır.
Daha önce de dediğimiz gibi Abdullah b. Ömer, bazı rivayetler uydurmuştu ve onun anlattıklarına göre; Peygamber zamanında sahabeler arasında derece farkı vardı. İnsanların en üstününü önce Ebubekir, sonra Ömer, sonra da Osman'dı ve geriye kalan insanlar da eşit idi. Güya Resul-i Ekrem (s.a.a) tüm bu söylentileri duyuyor ama hiçbir şey söylemiyordu![369]
Bu rivayet yalandan başka bir şey değildir. Hatta cevap vermeye değmeyecek kadar boş ve değersiz bir uydurmadır.
Daha önce Abdullah b. Ömer'in, Resul-i Ekrem (s.a.a) zamanındaki yaşantısına kısaca değinmiştik. O zamanlar Abdullah, henüz ergenlik çağına bile girmemişti. İlim ehliyle hiçbir alakası yoktu ve onun görüşlerine kimse itina etmiyordu. Onun yaşını en fazla rivayet edenler bile Peygamberimiz vefat ettiğinde onun henüz on dokuz yaşında olduğunu söylerler.
O zaman nasıl olur da "Biz, Peygamber zamanında halkın birbirine karşı üstünlüğünden söz ederdik" diyebilir? Belki de Abdullah, bu görüşleri çocuklar arasında söylemiştir. Yani Ebubekir ve Osman'ın çocukları ile kendi kardeşleri arasında… "Peygamber duyuyor ama bir şey söylemiyordu" sözü de dolayısıyla yalanlanmış oluyor. Bu da rivayetin yalan olduğunu ve onun kötü niyetle söylendiğini gösteriyor.
Bunlar bir tarafa, Peygamberimiz (s.a.a), Abdullah b. Ömer'in Hendek ve diğer savaşlara katılmasına izin vermemişti. Çünkü Abdullah, henüz on beş yaşına yeni girmişti.[370]
Hiç şüphesiz Hayber Savaşı'nda oradaydı. Ebubekir ve Ömer'in nasıl kaçtıklarını kendi gözleriyle görmüştü. Hiç şüphesiz Peygamber'in bu sözünü de duymuştu: "Yarın bayrağı öyle birine vereceğim ki, Allah ve resulü onu sever, o da Allah ve resulünü sever. Çok hamle eder ve kaçmaz. Allah onun kalbini imanla sınamıştır."
Ertesi gün bayrağı öyle birine verdi ki, kâfirlerin bütün ümitleri boşa çıktı; hepsi üzüntüye boğuldu. O, büyük kerametler sahibi ve Allah'ın yenilmez aslanı Ali b. Ebu Talib idi.[371]
Raiyyet Hadisi olarak bilinen bu hadis, İmam Ali'nin (a.s) diğer sahabeler karşısındaki üstünlüğünü ve gerek Allah, gerekse Resulü katında ne kadar yüksek bir makama sahip olduğunu göstermektedir. Bu iftihar ona yeter ki, Allah ve resulü onu seviyordu. Ama bir de Abdullah b. Ömer'e bakın! İmam'a karşı öylesine nefret duyuyordu ki onun bu makamını bildiği halde onu halktan biri gibi göstermeye çalışıyordu.
Daha önce de dediğimiz gibi Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Abdullah b. Ömer'den öğrendiği bu rivayete göre amel ediyor, İmam Ali'yi (a.s) Hülefa-i Raşidin'den dahi kabul etmiyordu. Onun hilafetini sadece Ahmed b. Hanbel zamanında kabullendiler. Bu zamanda Hz. Ali'nin (a.s) faziletleri hakkındaki hadislerin gün yüzüne çıkmasıyla geçmişte ona karşı olumsuz yaptırımları olan kimseler de rezil oldu. İnsanlar onları sorgulamaya başladılar. O dönemin insanları, Hz. Ali'ye (a.s) düşmanlık gütmenin en büyük nifak olduğunu anladılar.
Böylece bu grup, Hz. Ali'nin halifeliğini kabul etmek ve onu Raşit halifeler arasına almak zorunda kaldı. Yalanla ve istemeyerek de olsa Ehlibeyt'i sevme iddiasında bulundular.
Neden bir kişi çıkıp da Abdullah b. Ömer'e şöyle bir soru sormadı acaba: Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından sonra bütün Müslümanlar veya Müslümanların büyük çoğunluğu hilafet konusunda neden iki kişi arasında tereddütte kalmıştı? Neden sadece Ebubekir ile Ali (a.s) arasında ihtilaf ediyorlardı? Neden hiç babasından veya Osman b. Affan'dan söz edilmiyordu?
Ömer'in oğluna şu soruyu sormak lazım: Eğer Resul-i Ekrem (s.a.a) senin sözünü tasdik edercesine sessiz kalmış ve kimsenin Ebubekir, Ömer ve Osman'dan daha üstün olmadığını kabul etmişse, o halde neden ölümünden iki gün önce henüz suratında tüy bile çıkmamış ve senden daha küçük yaşta olan birini İslam ordusunun komutanı yapıp, herkese onun bayrağının altına girmesini emretmişti? Acaba babanın dediği gibi, Peygamberimiz (hâşâ) sayıklıyor muydu?
Yine sormak gerekir: Neden muhacir ve ensar, Ebubekir'le biatleştikleri gün, Hz. Fatma'ya, "Eğer kocan ve amcanın oğlu, Ebubekir' den daha önce bizim yanımıza gelmiş olsaydı, ondan başka kimseyi kabul etmezdik!" dediler? Bu, sahabenin büyükleri tarafından, Hz. Ali'nin (a.s) üstünlüğünü gösteren bir itiraf değil midir? Sadece bir oldu-bitti ve hesapta olmayan bir biat, İmam Ali'nin hilafetinin pratiğe dönüşmesine engel olmuştur. Öyle ya, böyle bir zamanda Abdullah b. Ömer gibi eşini nasıl boşaması gerektiğini bilmeyen gururlu bir gencin görüşü, sahabenin büyüklerinin görüşü karşısında ne kadar değerli olabilir ki?
Son olarak da şunu sormak gerekiyor: Ömer'in ölümünden sonra neden sahabenin çoğu Hz. Ali'yi (a.s) hilafet için daha uygun gördü? Neden Ali'yi Osman'dan daha üstün tuttular ve sadece Abdurrahman b. Avf'ın "önceki halifelerin yönetimiyle hilafet etmek" şartını kabul etmediği için onu kenara ittiler?[372]
Abdullah b. Ömer, babasından etkilenmişti. Ebubekir, Ömer ve Osman'ın halifelik dönemlerinde yaşamış ve Ali'nin (a.s) hep bir köşeye itildiğini görmüştü. Onların arasında yoktu, hükümetlerinde ona bir makam da verilmemişti. Arap şahsiyetler, Hz. Ali'yi, amcasının oğlunun (s.a.a) ve kadınların en üstünü eşinin vefatından sonra ondan yüz çevirmişlerdi. Çünkü elinde halkın dikkatini çekebilecek bir şeyi yoktu.
Hiç şüphesiz Abdullah b. Ömer babasına en yakın şahsiyetti. Onun görüşlerini duyuyor, dostlarını ve düşmanlarını onun öğretilerine göre belirliyordu. Bu yüzden de Ali ve Ehlibeyt'e karşı öfke ve kinle büyüdü. Bir gün Osman'ın öldürülmesi olayından sonra muhacir ve ensarın ona biat ettiğini görünce bu, ona zor geldi. Gizli olan kinini açığa vurarak Hz Ali'ye biat etmeye yanaşmadı. Sonunda Medine'de daha fazla kalmak istemedi ve Umre'ye gitmek bahanesiyle Mekke'ye gidip oraya yerleşti.
Abdullah b. Ömer, bu tarihten itibaren tüm gücünü halk hareketini gevşetmek, Hz. Ali'ye (a.s) karşı tutumlarını değiştirmek ve onları isyana ve savaşlara sevk etmek için kullandı. Hz. Ali'nin onları yeniden kitap ve sünnete yönlendirmesini istemiyordu. Abdullah, zamane imamına itaat etmenin vacip olduğunu bildiği halde onu yalnız bırakan ilk kimselerdendi.
Hz. Ali'nin (a.s) öldürülmesinden sonra İmam Hasan'la mücadelesi sonucu iktidarı ele geçirmeyi başaran Muaviye, halka hitaben bir konuşma yaparak şöyle dedi: "Ben, sizinle namaz kılmanız ve oruç tutmanız için savaşmadım. Bilakis, size hükümdarlık edebilmek için savaştım. Allah da bana istediğimi verdi!" İşte, tam bu sırada Abdullah b. Ömer biat etmek amacıyla Muaviye'ye koşuyor ve "Halk, onun hakkında ihtilaf ettikten sonra yine onun hakkında bir araya gelmiş ve ona biat etmiştir" iddiasında bulunuyor.
Bence bu yılı "Cemaat Yılı" olarak ilan eden kişi de Abdullah b. Ömer olmuştu. Böylece o ve Ümeyye oğullarından oluşan takipçileri, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'i tesis etmiş oldular. O günden sonra kıyamete kadar da bu isimle adlandırılacaklardır.
Abdullah b. Ömer'e ve onunla aynı fikirde olan Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e sormak lazım: Tarih boyunca Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti gibi hangi hilafet olayında halk, her kesimiyle, topluca ve istekli olarak böylesi bir biatte bulunmuştur?
Ebubekir'in halifeliği alelacele ve hesapsız bir şekilde gerçekleşmiş, sahabenin çoğu biat etmekten kaçınmıştı. Ömer'in halifeliği de kimsenin görüşü dikkate alınmadan Ebubekir'in vasiyetiyle gerçekleşmişti. Osman'ın halifeliği ise Ömer'in seçtiği üç kişinin onayıyla ve Abdurrahman b. Avf'ın kendi kararıyla sonuçlandı. Ama Hz. Ali'nin (a.s) biati muhacir ve ensarın kendi isteğiyle oldu. Hiçbir zorluk ve propaganda olmadan gerçekleşti. Müminlerin Emiri Ali (a.s), onların kendine olan biatlerini tüm İslam âlemine mektupla ulaştırdı ve herkes de bunu kabul etti. Sadece Şam'da bulunan Muaviye kabul etmedi.[373]
Abdullah b. Ömer ve Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e göre Muaviye'yi öldürmek vacipti. Çünkü o, İslam ümmetinin birliğini, hilafete geçebilmek sevdasıyla tehlikeye attı. Biz, bu hükmü Sahih-i Müslim'in Resul-i Ekrem'den (s.a.a) naklettiği şu rivayete dayanak veriyoruz: «Peygamber efendimiz buyuruyor ki, "İki halifeye biat edildiğinde bunlardan ikinciyi öldürün!"»[374]
Yine Sahih-i Müslim'de Resul-i Ekrem'in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim bir imama biat eder, elinin ayasını ve kalbinin semeresini ona verirse (ona gönül hoşluğuyla biat ederse), ona itaat etsin. Onunla çatışan bir başkası gelirse, sonrakinin boynunu vurun!"[375]
Ne var ki, Abdullah b. Ömer, Kurân'a ve Peygamber'e uyarak Muaviye'yle savaşacağı yerde Müslümanların halifesiyle savaşmayı ve ona karşı fitne çıkarmayı tercih etti. Biz görüyoruz ki, Abdullah, tüm Müslümanların icma ile biatinde birleştiği Hz Ali'ye (a.s) yüz çevirmiş; onun yerine zamanının imamına itaatsizlik eden, onunla savaşan, günahsız insanların kanını akıtan ve etkisi bugünlere kadar gelen fitnelerin çıkmasına neden olan Muaviye gibi birine biat etmeyi yeğlemiştir.
Bundan dolayı ben, şahsen, Abdullah b. Ömer'in Muaviye'nin tüm cinayet ve ihanetlerine ortak olduğuna inanıyorum. Zira Abdullah, Allah'ın ve Peygamber'inin onlara ve çocuklarına haram kıldığı hilafet makamının Muaviye'ye ulaşmasına yardımcı olmuş, onun saltanatını sağlamlaştırmıştı. Nitekim hadiste de hilafetin onlara haram kılındığı rivayet edilmiştir.
Abdullah b. Ömer bunlarla da yetinmeyip içkili, bozguncu ve imandan uzak biri olan melunlar melunu Yezid'e biat etti. Oysa Yezid, azat edilmiş bir babanın azat edilmiş oğluydu. Eğer İbn-i Sâd'ın Tabakat adlı kitabında yazdığına bakılacak olursa; "(Ömer'e göre), hilafet makamı, azat edilen hiçbir kimsenin layık olmadığı bir makamdır ve bu makam, (Mekke'nin) fethinden sonraki Müslümanlara ve onların çocuklarına dahi düşmez."[376]
"O halde nasıl olur da Abdullah, babasıyla muhalefet edebilir?" diye sormayın. Çünkü hilafet konusunda Kurân ve sünnete muhalefet etmekten geri kalmayan kimse, hâliyle de babasının görüşleriyle muhalefet edebilir.
Acaba bu durumda Abdullah b. Ömer'e şöyle sorabilir miyiz: Hangi icma ile Yezid'e biati kabul ettin? Ümmetin temiz insanları ne zaman onunla biatleşti? Bütün muhacir ve ensar, hatta cennet gençlerinin efendisi İmam Hüseyin (a.s), Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Abbas, taraftarlarıyla birlikte Yezid'e biat etmekten kaçınmadılar mı?
Abdullah b. Ömer'in başlangıçta Yezid'e biat etmediğini herkes bilir. Ama Muaviye onun kalbini nasıl çalacağını biliyordu. Nihayetinde ona yüz bin dirhem gönderdi. Sonra da oğlu Yezid'e biat edilmesi hakkında bir konuşma yaptı. Abdullah b. Ömer bunu duyunca, "Onun benden daha önce istemiş olduğu şey budur? Demek ki benim dinim çok ucuzmuş!" dedi.[377]
Evet, Abdullah b. Ömer kendi de itiraf ettiği gibi dinini çok ucuza sattı. Takva ehlinin önderi Ali'ye (a.s) biat etmekten kaçındı, ama isyankârların önderi Muaviye'ye ve bozguncuların önderi Yezit'e biat etmek için çok acele etti. Böylece zalim Muaviye'nin tüm günahlarını üzerine almış oldu. Hiç şüphesiz o, Yezid'in cinayetlerini de üzerine almış oluyordu. Daha da öteye, Peygamber'in hürmetini ayaklar altına alarak cennet gençlerinin efendisinin, Peygamber ailesinin ve ümmetin pak insanlarının Kerbela'da şehit edilmesinden ve daha sonraları meydana gelen Harra Olayı'ndan[378] da sorumludur.
Abdullah b. Ömer, yezide biat etmesi yetmezmiş gibi halkı ona biat etmeye zorluyor, ona yönlendiriyor ve ona karşı ayaklanma çıkarmak isteyenleri korkutuyordu.
Buharî, Sahih'inde şöyle nakleder: (Medine halkı Yezid'i hilafetten azlettikten sonra) Abdullah b. Ömer çocuklarını, çevresini ve kölelerini etrafına toplayarak onlara şöyle seslendi: «Biz, bu adama Allah ve resulünün biatiyle biat ediyoruz.[379] Ben Resulullah'ın şöyle buyurduğunu duydum: "Kıyamet gününde hainler için bir bayrak açılacak ve 'Bu, falancanın ihanetidir!' denilecek. Şirkten sonra Allah'a karşı yapılabilecek en kötü hıyanet, birine Allah ve resulünün biatiyle biat ettikten sonra onu bozmaktır."[380] Sakın ola Yezid'in hilafetini reddetmeyin veya bu duruma seyirci kalmayın veyahut da böyle bir işin içinde hazır bulunmayın. Aksi takdirde onunla aram açılır!»[381]
Yezid, Abdullah b. Ömer'in yardımı ve halkı biate teşvikiyle güçlendi. Çok geçmeden Müslim b. Ukbe komutanlığında bir ordu hazırlayarak Peygamber'in Medine'sine gönderdi. Onlara canlarının istediği her şeyi yapabilmeleri konusunda izin verdi. Müslim b. Ukbe ve ordusu on bin sahabeyi katletti, kadınlarını cariye olarak aldı, mallarını yağmaladı. Belazerî'ye göre, yedi yüz Kurân hafızı öldürüldü. Kadınlara ve kızlara tecavüz edildi. Bu tecavüz yüzünden zinadan türeme binin üzerinde çocuk dünyaya geldi. Sonra da Yezid'in kulu-kölesi olduklarına dair Medinelilerden biat alındı.
Acaba Abdullah b. Ömer bütün bu işlerde onlarla ortak sayılmaz mı? Yezid'i destekleyen ve halkı ona biat etmeye teşvik eden o değil miydi? Artık ben son kararı araştırmacıların vicdanına bırakıyorum!
Abdullah b. Ömer, bunlarla da yetinmeyip "melun, azade, kertenkele ve bozguncu" lakaplarıyla tanınan Mervan b. Hakem'e bile biat etti. Oysaki Mervan, İmam Ali (a.s) ile savaşmış, Talha'yı öldürmüş ve yüz kızartıcı suçlar işlemişti.
Ömer'in oğlu bununla da yetinmedi. Birkaç adım daha ileri giderek Haccac b. Yusuf'a dahi biat etti. Hâlbuki Haccac, zamanının en büyük kâfiri idi. Kuranla alay ediyor, "Kurân, Arapların (savaşlarda) okuduğu recezlerden[382] ibarettir" diyordu. Efendisi Abdulmelik b. Mervan'ı Peygamber'den de üstün görüyordu. Haccac'ın bozgunculuğunu Şiî-Sünnî herkes bilir. Öyle ki, tarihçiler, bütün İslamî temellerin onun tarafından yıkıldığını yazmışlardır.
Hafız b. Asakir, kendi Tarih'inde şöyle yazar: "Bir gün, iki kişi Haccac hakkında tartıştı. Biri Haccac'ın kâfir olduğunu, diğeri de yoldan çıkmış bir mümin olduğunu savunuyordu. Derken tartışma kavgaya dönüştü. Sonunda hakemlik yapması için meseleyi Şubî'ye açtılar. Şubî de onlara şöyle dedi: O, puta ve tağuta tapar, yüce Allah'ı ise inkâr eder."[383]
Haccac, bütün ilahî yasakları çiğneyecek kadar pervasız ve aşağılık biriydi. Tarihçilerin yazdıklarına göre, Haccac, ihlâs sahibi müminleri, özellikle de Ehlibeyt (a.s) dostlarını öldürüp işkence etmede oldukça ileri gitmişti. İnsanların uzuvlarını keserek onlara işkence ediyor, sonra da öldürüyordu. Halk, Haccac'ın elinden çektiği kadar kimseden çekmemişti.
İbn-i Kuteybe, Tarih'inde şöyle yazar: "Haccac, bir günde yetmiş bin küsur insanı öldürdü. Döktüğü kanlar mescit kapısından sokağa akıyordu."[384]
Tirmizî de Sahih'inde şöyle der: "Haccac'ın elleri ve ayakları bağlı olarak öldürdüğü topluluğu saydılar. Nihayet, sayılarının 120 bin kişiden daha fazla olduğunu gördüler."[385]
İbn-i Asakir de yine Tarih'inde Haccac tarafından öldürülenlerin sayısına değindikten sonra şöyle der: "Haccac'ın ölümünden sonra zindanında seksen bin kişi buldular. Bunların otuz bini kadınlardan oluşuyordu."[386]
Haccac sürekli kendini (hâşâ) yüce Allah'a benzetirdi! Ne zaman zindanının yanından geçecek olsa, zindandakilerin feryadını duyar, onlara "Defolun gidin, benimle konuşmayın!" derdi.
İşte bu Haccac, yıllar önce Peygamberimiz (s.a.a) henüz sağlığındayken hakkında şöyle buyurduğu kimseydi: "Sakif kabilesinde yalancı ve bozguncu biri var!" Ne ilginçtir ki, bu hadisin ravisi de Abdullah b. Ömer'in ta kendisidir![387]
Evet, Abdullah b. Ömer, Peygamber'den (s.a.a) sonra yeryüzünün en faziletli insanına biat etmedi, ona yardımcı olmadı ve arkasında namaz kılmadı. Böylece Allah da onu zelil etti. Biat için Haccac'a gittiğinde, "Allah resulünün şöyle dediğini işittim: Eğer biri ölür de boynunda bir başkasının biati olmazsa cahiliye ölümüyle ölmüştür!" dedi. Bunun üzerine melun Haccac onu aşağıladı. Ayağını onun elinin üzerine koyarak, "Ellerim şu an için meşgul, o halde ayaklarımla biat et!" diye çıkıştı. Ömer'in oğlu işte bu kâfir Haccac'ın ve onun veziri olan Necdet b. Amir'in[388] arkasında namaz kılıyordu.[389]
Hiç şüphesiz Abdullah b. Ömer'in bunların arkasında namaz kılmasının sebebi, her namazdan sonra İmam Ali'ye (a.s)'a lanet okumalarıydı. O da bundan dolayı mutlu oluyordu. Bu yüzden görüyoruz ki, Ehlisünnet'e göre iyi, kötü, mümin ve fasık ayırt edilmeden bunların arkasında namaz kılınabilir. Nitekim delil sunma safhasında da önderleri ve fakihleri olan Abdullah b. Ömer'in kâfir olan Haccac'ın ve Haricî olan Necdet b. Amr'ın arkasında namaz kılmasını gösterirler.
Oysaki Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Cemaat imamlığını üstlenecek şahıs, Allah'ın kitabı Kurân'ın okunuşunu herkesten daha iyi bilmelidir. Eğer okumada eşitlerse, sünnetimi daha iyi bilen biri, eğer sünnette de eşitlerse, hicrette daha öncelikli biri, eğer hicrette de eşitlerse, İslam'da daha öncelikli biri namaz kıldırmalıdır."[390] Evet, onlar bu sözü hiç dikkate almıyorlar.
Kurân, sünnet, hicrette öncelik ve İslam'da öncelik olmak üzere hadiste geçen bu dört özelliğin hiçbiri, Abdullah b. Ömer'in biat ettiği ve arkalarında namaz kıldığı Muaviye, Yezid, Mervan, Haccac ve Haricî Necdet'te yoktu. Abdullah b. Ömer'in ihtilaf edip kenara attığı Peygamber sünnetlerinden biri de buydu. O, sünnete değil, sünnetin tersine amel etti. Zira Peygamber'in (s.a.a) tertemiz Ehlibeyt'inden olan İmam Ali (a.s) bu sıfatların hepsine, hatta daha fazlasına sahipti. Ama o bunlara sırtını döndü; onun yerine dinsizlere, Haricîlere, fasıklara ve Allah düşmanlarına yöneldi, onların arkasında namaz kıldı.
Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in önde gelen fakihlerinden biri olan Abdullah b. Ömer'in, Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetiyle o kadar çok muhalefeti var ki, bunların hepsini bir araya getirecek olursak ayrı bir kitap ortaya çıkar. Biz, burada, Ehlisünnet kaynaklarına dayalı sadece birkaç örnekle yetiniyoruz:
Abdullah b. Ömer'in Kitap ve Sünnet ile Muhalefeti
Allah-u Taâla Kurân-ı Kerim'de şöyle buyurur:
"İnananlardan iki grup, birbiriyle savaşa girişirse hemen aralarını bulun, bir bölüğü, öbürüne saldırırsa o saldırganlarla, Allah'ın emrine itaat edinceye dek savaşın."[391]
Peygamberimiz de (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ey Ali! Sen benden sonra biatlerinden dönenler (nakisîn), zalimler (kasitîn) ve isyancılarla (marikîn) savaşacaksın."
Abdullah b. Ömer Kurân ve sünnete açıkça muhalefet etmiştir. Hatta muhacir ve ensardan oluşan ve İmam Ali'nin yanında yer alan ümmetin icmaına da muhalefet ederek, "Ben fitneler anında savaşmam ve savaşı azgın biri de kazansa, arkasında namaz kılarım!" demiştir.[392]
İbn-i Hacer der ki: "Abdullah b. Ömer, kimin hak, kimin batıl olduğu bilinse bile fitne anında savaşmamak gerektiğine inanıyordu."[393]
Ne kadar da ilginç! Abdullah b. Ömer kimin hak, kimin batıl olduğunu bildiği halde yerinden kıpırdayıp da hakka yardım etmekten çekiniyor ve batılı yok ederek Allah'ın emirlerini yerine getirmiş olmak istemiyor. Bu da yetmiyor, batıl da olsa, galip gelenin arkasında namaz kılınabileceğini söylüyor. Zaten kendi de pratikte bunu göstermişti. Muaviye galip gelip İslam ümmetine musallat olduğunda Abdullah b. Ömer, Muaviye'nin bütün cinayetlerini ve günahlarını bildiği halde ona biat etti ve arkasında namaz kıldı.
Batıl ehli hak ehlini, yani Ehlibeyt imamlarını zulümle ortadan kaldırmaya çalışmış, onlarla savaşmıştır. Abdullah b. Ömer de hakkı tamamen boşlamış, hayatı boyunca beş Ehlibeyt imamının döneminde yaşamış olmasına rağmen onlardan hiçbirinin arkasında namaz kılmamış, onlarla oturmamış ve onların fazileti hakkında bir tek hadis bile nakletmemiştir.
Biz, daha önceki konularda Abdullah b. Ömer'in görüşüne göre 12 imamın kimler olduğunu yazmıştık. O, şöyle diyordu: "Ebubekir Sıddık, Ömer Faruk, Osman Zinnureyn, kutsal toprakların padişahları Muaviye ve oğlu (Yezid), Seffah, Selam, Mensur, Cabir, Mehdi, Emin ve Emir-i Usb. Bunların hepsi Benî Kâb b. Luvî kabilesindendir ve hilafete layık kimselerdir. Onlar gibi kimse bulunmaz!!"[394]
Acaba bu kimseler arasında Peygamberimizin Kurân'la aynı safhada gösterdiği ve kurtuluş gemisi olarak addettiği Ehlibeyt imamlarından (a.s) birinin adını görebiliyor musunuz? İşte, bu yüzdendir ki sizler, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in peşinden gittiği imamlar ve halifeler listesinde Ehlibeyt imamlarından (a.s) birini dahi göremezsiniz. Bunlar Abdullah b. Ömer'in Kitap ve sünnetle olan muhalefetleriydi. Onun cehaleti hakkında da söylenecek çok şey var. Mesela; Peygamber efendimizin, kadınların ihramdayken dikilmiş ayakkabı giymelerinin caiz olduğuna dair emrini bilmiyor, bu yüzden de onun haram olduğuna dair fetva veriyordu.[395]
Bir diğer konu da sahip olduğu tarlaları kiraya vermesi konusuydu. Tarlalarını Resul-i Ekrem (s.a.a), Ebubekir, Ömer, Osman ve Muaviye döneminde kiraya verirdi. Bir gün sahabelerden biri ona Peygamberimizden hadis naklederek bu işin haram olduğunu söyleyinceye kadar buna devam etti.[396]
Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in bu fakihi, o zamana kadar tarlayı kiraya vermenin haram olduğunu bilmiyormuş. Demek ki, Peygamber (s.a.a) döneminden Muaviye dönemine kadar geçen 50 yıl içerisinde Abdullah, bu eylemin caiz olduğuna dair fetva vermiştir.
Ayşe, öpmenin abdesti bozduğu konusunda onunla muhalefet etmiştir. Ayrıca Abdullah b. Ömer, ailelerin ölen yakınlarına ağlamasını hoş karşılamıyor, bunun, ölen kimsenin azabını artıracağını söylüyordu. Sabah ezanı, bir aylık sürenin 29 gün olduğu ve daha birçok konuda Ayşe'yle muhalefet etmiş, onun görüşünü kabul etmemişti.
Buharî ve Müslim, Sahih'lerinde, kendi senetleriyle şöyle rivayet ederler: Birileri Abdullah b. Ömer'e, "Ebu Hureyre, Resulullah'ın (s.a.a) 'Kim bir cenazenin arkasından yürürse, bir kırat[397] sevap alır' buyurduğunu söylüyor" deyince Abdullah, "Ebu Hureyre çok konuşuyor!" diye karşılık verdi. Ayşe de Ebu Hureyre'nin sözünü onaylayarak "Ben de Peygamber'den böyle işittim" dedi. Bunun üzerine Abdullah şu cevabı verdi: "Desenize; o zaman biz çok kırat kaybetmişiz!"[398]
Ömer b. Hattab'ın, oğlu Abdullah için söylediği şu söz, sanırım onun nasıl biri olduğunu anlamamız için yeterli olacaktır: Dalkavuğun biri Ömer'i ölüm döşeğinde ziyaret ederek "Oğlun Abdullah'ı halife olarak tanıt!" diye bir teklifte bulundu. Bunun üzerine Ömer şu cevabı verdi: "Karısını dahi nasıl boşaması gerektiğini bilmeyen birini yerime nasıl bırakabilirim?"
Evet, Ömer, oğlunu işte böyle tanımlıyor. Kimse onu babasından daha iyi tanıyamaz. Efendisi Muaviye'ye hizmet etmek için çok sayıda uydurma hadis rivayet etmiştir. Örnek olarak şu rivayetine değiniyoruz:
Abdullah b. Ömer der ki: "Peygamberimiz bir gün şöyle buyurdu: Birazdan cennetliklerden biri gelecek. Bir süre sonra gördük ki Muaviye geldi. Ertesi gün Peygamberimiz yine "Birazdan cennetliklerden biri gelecek" dedi. Yine Muaviye geldi. Bir sonraki gün de aynı sözü tekrarladı ve yine Muaviye geldi!"
Abdullah b. Ömer, başka bir rivayetinde de şöyle demiştir: "Ayetel Kürsî nazil olduğunda Resul-i Ekrem (s.a.a) Muaviye'ye bunu yazmasını emretti. Muaviye, "Eğer yazarsam ödülüm nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de, "Onu kim okursa sevabından sen de alacaksın" buyurdu.
Abdullah, bir başka rivayetinde de Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Biliniz ki kıyamet gününde Muaviye, bedeni iman nuruna bürünmüş bir şekilde haşredilecektir!"
Ehlisünnet ve'l-Cemaat, önderleri olan Muaviye'yi cennetle müjdelenen on kişinin arasına neden almamışlar, bilemiyorum. Hâlbuki bir diğer öncüleri olan Abdullah b. Ömer, üç gün peş peşe cennetlik olarak Muaviye'nin geldiğini iddia ediyor ve fazileti hakkında birçok hadis rivayet ediyor.
Kıyamet gününde insanlar çıplak ve yalın ayak bir şekilde haşredil-diklerinde güya herkesten üstün olan Muaviye nurdan bir deriyle dirilecekmiş! Gel de inan!
İşte Abdullah b Ömer ve işte onun ilmî konumu; işte onun fıkhı ve işte onun Kurân ve sünnetle olan muhalefeti… Bir yanda Müminlerin Emiri ve pak Ehlibeyt imamlarıyla (a.s) olan düşmanlığı, bir yanda da Allah, Peygamber ve insanlık düşmanlarıyla olan dostluğu…
Acaba Ehlisünnet ve'l-Cemaat, bugün bu gerçeğin farkında değil mi? Muhammedî (s.a.a) sünnet sadece Peygamber'in tertemiz Ehlibeyt'ine bağlı kalan İmamiye Şiîlerindedir.
"Ateş ehliyle cennet ehli bir değildir; asıl kurtuluşa erenler cennet ehlidir."[399]