Gerçek Sünnet Ehlİ Şİa'DIR PRF. DR. MUHAMMED TİCANÎ SEMAVÎ http://gadir.free.fr/sit%20dosy/kit/ticani_kulliyati/GercekEhliSunnetSiadir/siadir_small.jpg

Bu konu 6925 kez görüntülendi 15 yorum aldı ...
Gerçek Sünnet Ehlİ Şİa'DIR PRF. DR. MUHAMMED TİCANÎ SEMAVÎ 6925 Reviews

    Konuyu değerlendir: Gerçek Sünnet Ehlİ Şİa'DIR PRF. DR. MUHAMMED TİCANÎ SEMAVÎ

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 6925 kez incelendi.

  1. #11
    Azeribalasi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    9.712
    Konular
    3529
    Beğendikleri
    130
    Beğenileri
    32
    Tecrübe Puanı
    100
    @Azeribalasi

    Standart Gerçek Sünnet Ehlİ Şİa'DIR PRF. DR. MUHAMMED TİCANÎ SEMAVÎ

    10- Ebu Hureyre Dusî

    Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ömrünün sonlarına doğru Müslüman olan sahabelerden biridir. İbn-i Sâd'ın Tabakat adlı kitabında bildirdiğine göre, Ebu Hureyre fazilet bakımından dokuzuncu veya onuncu sıralardadır. Hicretin yedinci yılının sonlarına doğru Peygamber'le tanıştı. Tarihçilerin dediğine göre onun Peygamber'le birlikteliği üç yıldan fazla değildir.[346]
    Bazı tarihçiler de bu sürenin iki yıldan az olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü Peygamberimiz onu İbn-i Hazremî ile birlikte Bahreyn'e gönderdi. Peygamberimiz vefat ettiğinde o Bahreyn'deydi.
    Ebu Hureyre ne cihadıyla, ne de yiğitliğiyle meşhur biri değildi. Siyasetçilerden ve düşünürlerden veya hafızası güçlü fakihlerden de değildi. Üstelik okuma yazması da yoktu. Peygamber'in yanına karnını doyurmak maksadıyla gelmişti. Nitekim onunla ilk kez bu amaçla tanıştığını kendi de itiraf eder. Peygamberimiz de ona Suffe ehlinin[347] yanında yer vermişti. Ne zaman Peygamberimize sadaka ve yiyecek gelse, ona gönderirdi.
    Çok aç kaldığını, sahabenin yolu üzerinde oturup kendisini halsizlik ve baygınlığa vurarak ondan bundan yiyecek dilendiğini veya "Belki biri çıkar da beni evine götürüp doyurur" diye düşündüğünü bizzat kendisi kendi hakkında rivayet etmiştir.
    Ne var ki o, bu özellikleri ile değil, Resulullah'tan (s.a.a) çokça hadis ve rivayet nakletmekle meşhur olmuştur. Rivayetleri altı binden fazla olduğu için tarihçilerin oldukça dikkatini çekmiştir. Peygamber'in sohbetleri dışında, kendi şahit olmadığı ve içinde asla hazır bulunmadığı olaylar hakkında bile rivayetleri vardır.
    Bazı araştırmacılar dört halifenin, (Ehlisünnet inancına göre) cennetle müjdelenen on kişinin, Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarının ve Ehlibeyt'in (a.s) hadislerini bir araya getirerek bunları Ebu Hureyre'nin rivayetleriyle karşılaştırmış, hepsinin toplamının tek başına Ebu Hureyre'nin hadislerinin onda biri ve hatta yüzde biri kadar olmadığını görmüşlerdir. Oysa biz bu şahıslar arasında mesela, Hz. Ali'nin (a.s), otuz yıldan fazla Resul-i Ekrem'le (s.a.a) beraber olduğunu biliyoruz.
    İşte burada Ebu Hureyre bir suçlamaya maruz kalmaktadır: Yalancılık ve hadis uydurma suçu... Bu yüzden, Ebu Hureyre hakkında "Yalancılıkla suçlanan ilk ravidir" denmiştir.
    Gelin, görün ki Ehlisünnet ve'l-Cemaat onu "İslam Rivayetçisi" olarak adlandırıyor, çok saygın bir zat olarak anıyor ve sözlerini delil olarak sunuyor. Belki de bazıları onun Hz. Ali'den daha bilgili olduğunu iddia ediyordur. Zira Ebu Hureyre kendisi hakkında şöyle rivayet etmiştir: «Bir gün Allah resulüne, "Ey Allah'ın resulü, senden birçok hadis işitiyorum da unutuyorum." dedim. "Abanı yay!" buyurdu. Yaydım. Elleriyle (bir şey) avuçlayıp (abanın) içine at(ıyor gibi yap)tı. Sonra, "Topla!" diye emretti. Abamı topladım. İşte ondan sonra hiçbir şey unutmadım.»[348]
    Ebu Hureyre, Peygamber'den o kadar hadis nakletmişti ki, sonunda Ömer dayanamayarak kendi eliyle onu kırbaçladı ve "Çok rivayet naklediyorsun, senden Resulullah adına yalan hadis uydurmak bile beklenir!" dedi. Zira Ebu Hureyre bir gün Peygamberimizin dilinden, "Allah yeri ve göğü yarattı, sonra da saydı; tam yedi gün geçmişti" şeklinde bir hadis rivayet etmişti. Ömer bu hadisi duyduğunda onu yanına çağırdı. Hadisi yeniden okumasını istedi. O da okuyunca öfkelenip ona bir daha vurdu. Sonra da, "Allah altı günde yarattığını söylüyor, oysa sen yedi günde yarattı diyorsun!" dedi. Ebu Hureyre "Bu rivayeti Kâbu'l-Ahbar'dan duymuş olabilirim" diye karşılık verince Ömer şöyle dedi: "O halde Peygamber'in rivayetleriyle Kâbu'l-Ahbar'ın rivayetlerini birbirinden ayırt edemediğin sürece bir daha da hadis nakletme!"[349]
    İmam Ali de (a.s) onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Bilesiniz ki bugün Resulullah'a karşı halkın en yalancısı Ebu Hureyre Dusî'dir."[350]
    Ümmül Müminin Ayşe de defalarca onu yalanlamış, Resulullah'tan naklettiği birçok hadisi reddetmişti. Hatta bir keresinde onun yaptığı bu işin çirkinliğini dile getirerek, "Ne zaman Resulullah'ın böyle söylediğini duydun?" (veya "Sen, Resulullah'tan duymadığım hadisleri söylüyorsun!") diye çıkışmış, Ebu Hureyre de şöyle cevap vermişti: "Resulullah hadis söylerken sen ancak gözüne sürme çekmek ve aynanın karşısında saçına kına yakmakla meşguldün!"[351]
    Ayşe, Ebu Hureyre'nin uydurmaları konusunda ayak diretip onun bir yalanını su yüzüne çıkarınca Mervan b. Hakem de olaya el attı ve Ebu Hureyre'nin rivayetlerini değerlendirmeye aldı. Ebu Hureyre zor durumda kaldığını görünce gerçeği itiraf ederek, "Ben onu Resulullah'tan değil, Fazl b. Abbas'tan duymuştum!" dedi.[352]
    İbn-i Kuteybe, bu rivayet konusunda onu suçlayarak şöyle demiştir: "Ebu Hureyre, Fazl b. Abbas'ın adını öne sürmüştür. Hâlbuki o hayatta değildi. Hadisi ona isnat ederken insanlara bu hadisi ondan duyduğunu ima etmeye çalışıyordu."[353]
    İbn-i Kuteybe, Tevil-u Muhtelifi'l-Hadis kitabında şöyle diyor: "Ebu Hureyre sürekli 'Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor, ama ben bunu başkasından duydum' derdi."
    Zehebî, Siyer-u Âlâmi'n-Nubela adlı kitabında, Yezid b. İbrahim'in Şûbe b. Haccac'dan şöyle dediğini duyduğunu nakleder: "Ebu Hureyre müdellis[354] idi."
    İbn-i Kesir'in el-Bidaye ve'n-Nihaye kitabında şöyle yazılıdır: "Yezid b. Harun, Şube'nin de Ebu Hureyre hakkında aynı şeyi söylediğini işitmiştir. Yani o, müdellis idi; Peygamber'den ve Kâbu'l-Ahbar'dan duyduklarını nakleder, ama aralarında bir fark gözetmezdi."
    Aynı şekilde Ebu Cafer İskafî de şöyle der: "Ebu Hureyre bizim üstatlarımıza göre ihlâssız idi ve rivayetleri makbul değildi."[355]
    Ebu Hureyre, kendi zamanındaki sahabeler arasında yalancı, müdellis ve çok sayıda yalan rivayet sahibi biri olarak tanınıyordu. Öyle ki bazen onu alaya alırlar, ondan kendi hallerine uygun hadis uydurmasını isterlerdi.
    Rivayet edilir ki: Kureyş kabilesinden biri yeni bir kürk satın almıştı ve onu giyerek halk arasında gösteriş yapıyordu. Bir gün Ebu Hureyre'nin yanından geçerken ona, "Ey Ebu Hureyre! Sen Peygamber'den çok hadis naklediyorsun. Acaba Peygamber'den benim kürküm hakkında da bir söz işittin mi?" diye sordu. Bunun üzerine Ebu Hureyre şöyle cevap verdi: "Ebul Kasım'dan (Resul-i Ekrem'den) duydum ki; öncekilerden biri yeni bir elbise giyip gösteriş yapıyordu. Allah da onu yerin dibine gömdü. Kıyamet gününe kadar da yerin dibine gömülmeye devam edecek. Allah'a ant olsun ki, acaba o, senin kabilenden veya ailenden miydi, yoksa başkası mıydı bilemiyorum."[356]
    Rivayet ettiği hadisler birbiriyle çelişirken halk neden Ebu Hureyre'nin hadislerinde şüphe etmesin ki? Nitekim o, bir hadis rivayet ederken ona muhalefet eden başka bir hadis veya bir şahit gösterildiğinde hemen ilk söylediği hadisle çelişen başka bir hadis ileri sürerdi. Habeş dilinde ya da anlaşılmaz bir lehçeyle konuşurdu.[357]
    Neden onu yalan hadis söylemekle suçlamasınlar ki? Zaten kendi de itiraf etmiyor mu? Hadisleri kesesinden çıkarıyor ve onu Peygamber'e isnat ediyor!
    Buharî kendi Sahih'inde Ebu Hureyre'nin şöyle söylediğini nakleder: «Peygamber (s.a.a) buyuruyor ki: En iyi sadaka, geriye servet bırakandır. Üstte olan el, altta olan elden (veren el, alan elden) daha üstündür. İlk olarak kendi ailenden başla. Kadın der ki; "Ya bana ekmek ver, ya da beni boşa!" Köle der ki: "Bana ekmek ver, sonra çalıştır." Evlat der ki: "Bana ekmek ver, beni kime emanet edersen et!" Orada bulunanlar sordular: "Ey Ebu Hureyre! Bu hadisi Peygamber'den mi duydun?" Ebu Hureyre cevap verdi: "Hayır, bu, Ebu Hureyre'nin kesesindendi."»[358]
    Bakın, nasıl da hadislere "Peygamber buyuruyor ki…" diye başlıyor? Sonra da ona itiraz edildiğinde veya kimden naklettiği sorulduğunda hadisin kendi ürünü olduğunu ve onu kendi kesesinden çıkardığını itiraf etmek zorunda kalıyor.
    Ne mutlu Ebu Hureyre'ye ki, yalanlarla dolu bir kesesi var ve bu keseyi Muaviye ve Ümeyye oğullarının sayesinde genişletmeyi başarmış; haysiyet, güç, servet ve saraylar elde etmiştir!
    Muaviye onu Medine'ye vali olarak atadı ve onun için akikten bir saray yaptırdı. Bununla da kalmayıp onu eşraftan bir kadınla evlendirdi. Öyle ki, Ebu Hureyre daha önce bu kadının yanında bir hizmetkâr olarak görev yapıyordu.
    Ebu Hureyre'nin, Muaviye'nin yanında adeta bir vezir gibi durması, onun şerefli, âlim ve üstün bir kişiliğe sahip olmasından kaynaklanmıyordu. Muaviye onun hadis konusundaki yerini görüyor ve bu uyduruk hadisleri onun vasıtasıyla yaymak istiyordu. Ali (a.s) hakkında bazıları iki gönüllüydü. Lanet okumaktan sakınıyorlardı. Oysa Ebu Hureyre, Ali'yi (a.s) kendi evinin içinde, hatta Şiîlerinin yanında bile lanetlemekten geri kalmıyordu.
    İbn-i Ebil Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belaga'da şöyle der: «Ebu Hurey-re, Cemaat Yılı'nda Kûfe Mescidi'ne geldi ve kendisini karşılamaya gelenleri oldukça kalabalık görünce iki dizinin üzerine oturup eliyle alnına vurarak şöyle dedi: "Ey Irak halkı! Siz benim Peygamber hakkında yalan mı söylediğimi düşünüyorsunuz? Kendimi (bile bile) ateşe atacağımı mı zannediyorsunuz? Allah'a ant olsun ki Peygamber'in şöyle buyurduğunu duydum: "Her peygamberin bir haremi (mahrem bölgesi) vardır. Benim haremim de Ayr ve Sevr dağları hududunca Medine'dir. Kim burada (kötü) bir olay çıkarırsa Allah'ın, meleklerin ve insanların laneti ona olsun! Ve ben şahitlik ederim ki Ali orada olay çıkarmıştır!" Bu rivayet Muaviye'nin kulağına varınca onu mükâfatlandırdı, ona değer verdi ve valisi yaptı.»[359]
    Bizim için şu şahit yeterlidir ki, o, Muaviye tarafından Medine valisi olmuştur. Allah'ın düşmanını dost bilen ve Resulullah'ın dostunu düşman bilen kimseden elbette ki özgür düşünceli herkes şüphe eder. Muhakkak ki Ebu Hureyre, boş yere İslam'ın başkentine vali olmadı. O, sadece Muaviye'ye ve diğer Emevî valilerine yapmış olduğu hizmetlerin karşılığını aldı.
    Ebu Hureyre Medine'ye sadece avretini kapatan bir peştamalla gelmişti. O, yoldan geçenlerden dilenir, bir lokma ekmek alarak yarım canını doyurmaya çalışırdı. Baştan ayağa her yanı bit kaynıyordu. Derken Medine'nin valisi oldu. Akikten yapılmış sarayında oturuyordu. Serveti, hizmetçileri ve köleleri vardı. İnsanlar randevusuz onunla görüşemezdi. Bunların hepsi onun kesesinin bereketiydi.
    Çok da şaşırmamak gerek! Bugün dahi aynı şeyleri görmek mümkündür. Nice fakirler var ki, kendilerini hüküm sahiplerine yakın göstererek bir anda makam sahibi oluyorlar. Böylece dünya onlara saygı gösteriyor. İstediklerini yapıyorlar. Sınırsız servetlere konuyor, çeşit çeşit otomobillere biniyorlar. Kimse de onları sorgulayamıyor. Öyle yiyecekleri var ki pazarlarda dahi bulunmaz. Tüm bunlara rağmen bir de bakıyorsunuz ki aslında bunlar ana dillerini bile doğru dürüst konuşamıyorlar. Hayattan, karınlarını ve şehvetlerini doyurmaktan başka bir beklentileri de yoktur. Yalnızca Ebu Hureyre'nin kesesi gibi keseleri vardır. Elbette içlerinde biraz farklılık var, ama hedef yine aynıdır.
    Bu hedef, hâkim yönetimi razı etmek ve onun reklâmını yapmaktır. Böylece hükümetlerini sağlam bir temel üzerine oturtmaya, düşmanlarını ortadan kaldırmaya, taçlarını ve koltuklarını sağlamlaştırmaya çalışırlar.
    Ebu Hureyre, Ümeyye oğullarının taraftarlarındandı. Onu Osman b. Affan zamanından beri sevmişlerdi. Çünkü Ebu Hureyre'nin Osman hakkındaki görüşleri bütün muhacir ve ensardan farklıydı. Ebu Hureyre, Osman'ın öldürülmesi olayında parmağı olanları kâfir biliyordu. Hiç şüphesiz o, Ali b. Ebu Talib'i de (a.s) Osman'ı öldürmekle suçluyordu. Bunu onun Kûfe Mescidi'nde yapmış olduğu konuşmasından anlıyoruz. Zira o, bu konuşmasıyla Allah'ın, meleklerin ve insanların Hz. Ali'ye lanet okuduğunu ima ediyordu.
    İbn-i Sâd, Tabakat'ında şöyle der: Ebu Hureyre hicretin 59. yılında öldü. Osman'ın çocukları onun tabutunu omuzlayıp Bakî Mezarlığı'na götürdüler. Böylece Osman hakkındaki görüşlerinden ötürü ona teşekkür etmiş oldular."[360]
    Bakın şu Allah'ın işine! Müslümanların halifesi olmasına, "Zinnu-reyn" diye anılmasına, birçoklarının iddiasına göre meleklerin bile kendisinden hayâ etmesine rağmen Kureyş'in en önde gelenlerinden biri olan Osman'ı koyun gibi boğazlayarak öldürüyor; ölümünden üç gün sonra gusülsüz ve kefensiz olarak bir Yahudi mezarlığına gömüyorlar, ama Ebu Hureyre gibi biri aynı topluluk arasında izzet ve ihtiramla ölüyor!
    O fakirdi ve kimse ailesini veya kabilesini tanımıyordu. Kureyş'le bir bağı da yoktu. Muaviye döneminde makam elde eden Osman'ın evlatları, Ebu Hureyre'nin cenazesini sırtlarına alarak Peygamber'in Bakî Mezarlığı'na defnettiler.
    Şimdi de Ebu Hureyre'nin sünnet karşısındaki tutum ve davranışlarına bir göz atalım:
    Buharî, Sahih'inde Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben Allah resulünden iki tabak saklamıştım. Birini dağıttım. Diğerini de dağıtsaydım boynumu vururlardı."[361]
    Geçen konularda Ebubekir ve Ömer'in Peygamber'in yazılı sünnetini yaktıklarını, hadisçilerin bu hadisleri anlatmalarına izin vermediklerini yazmıştık. İşte, Ebu Hureyre, o perdeyi aralayarak bizim sözlerimizi onaylamış, halifelerin hoşuna giden şeylerin dışında hiçbir şey nakletmediğini itiraf etmiştir. Bu yüzdendir ki, Ebu Hureyre'nin iki kesesi veya iki tabağı vardı. Doğal olarak bunlardan sadece birini anlatıyordu. O da halifelerin hoşlandıkları şeydi. Açıklamaktan korktuğu ikinci tabak ise, Peygamberimizin doğru hadisleriyle dolu olan tabaktı. Eğer Ebu Hureyre doğru ve emin birisi olsaydı, doğru hadisleri saklayıp, uydurduğu hadisleri zalimleri korumak için yaymazdı. Oysa Ebu Hureyre, Allah'ın apaçık ayetlerini saklayanları lanetlediğini çok iyi biliyordu.
    Buharî, Ebu Hureyre'nin dilinden şöyle nakleder: «Halk, "Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor!" deyip duruyor. Hâlbuki Allah'ın kitabında şu iki ayet olmasaydı, hiçbir hadisi nakletmezdim: "İndirdiğimiz apaçık delilleri, bildirdiğimiz dosdoğru yolu, insanlara Kurân'da tamamıyla anlattıktan sonra bunu gizleyenlere gelince; Allah da onlara lanet eder, lanet edenler de."[362] Ebu Hureyre diğer ayeti de okuduktan sonra şöyle devam ediyor) Muhacir kardeşlerimiz çarşılarda alışverişle, ensar kardeşlerimiz de malları (ve toprakları) için çalışmakla meşgul olurken Ebu Hureyre boğazı tokluğuna Resulullah'ın yanında bulunuyordu. Onların bulunmadıkları mecliste hazır bulunur, onların ezberleyemedikleri şeyleri ezberlerdi.»[363]
    O halde nasıl olur da Ebu Hureyre "Kurân'daki iki ayet olmasaydı hadis nakletmezdim" diyebilir? Daha önceki rivayette iki tabağı olduğunu, birini anlattığını, diğerini de boğazı kesilir korkusuyla anlatamadığını kendisi söylemiyor mu? Acaba Kurân'ın ayetlerine rağmen hakikatleri kendi gizlediğine dair kendisi şahitlik etmiyor mu?
    Resul-i Ekrem (s.a.a), ashabına "Aileleriniz arasına geri dönün ve (anlattıklarımı) onlara da öğretin"[364], "Nice elçiler vardır ki (hadisi bizzat dinlemedikleri halde), dinleyenlerden daha iyi anlarlar" derken veya Abdukays'ın sözcülüğündeki bir heyeti ilim ve imanı öğrenmeye ve bunları kendi kabilelerine aktarmaya teşvik ederken[365] neden bir sahabe Peygamber'in hadisini nakletmekten korksun ki? Bir sahabenin sırf Peygamber'in hadisini naklettiği için boğazının kesilmesinden korkması sizce de ilginç değil mi? Belki de rivayet edilecek hadislerde halifelerin ortaya çıkmasını istemedikleri birtakım gerçek vardı, öyle değil mi?
    Biz, önceki konularda ve yine Zikir Ehline Sorun adlı kitabımızda bu sırrı açıklamıştık. Özetle değinecek olursak, "Bu hakikat, Peygamberimizin (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) nassa dayalı olarak halife seçmesidir" diyebiliriz.
    Aslında Ebu Hureyre'yi kınamamak gerekir. Zaten kendi değerini kendisi ortaya koymuş, "Allah, Peygamber ve insanlar, Peygamber hadislerini saklayanları lanetler" demiştir. Asıl kınanması gereken birileri varsa o da Ehlisünnet ve'l-Cemaat'tir. Çünkü bu cemaat, Ebu Hureyre gibi birini "Ehlisünnet'in Rivayetçisi" olarak kabul ediyor. Hâlbuki Ebu Hureyre, hadisleri sakladığını, tedlis (müdellislik) ettiğini ve uydurduğunu bizzat kendisi itiraf ediyor. Ebu Hureyre başkalarının sözleriyle Peygamberimizin sözlerini birbirine karıştırmış, hangisinin Peygamberimize, hangisinin başkasına ait olduğunu kendisi bile teşhis edememişti. Bunların hepsi Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in kendi sahih ve müsned kitaplarında yazılı olan gerçeklerdir. İlave ve iftira yoktur.
    Hal böyleyken Ali b. Ebu Talib gibi biri onun adaletinden şüphe ederken ve "Resulullah'a karşı halkın en yalancısı Ebu Hureyre Dusî'dir" derken nasıl olur da yine de Ebu Hureyre gibi yalancı olarak adlandıran birine güvenebiliyorlar? Ömer onu yalancılıkla itham ederken ve defalarca dayak atıp sürgünle tehdit ederken yine de Ebu Hureyre mi diyorlar? Ayşe de onu dışlayıp defalarca yalancı olarak adlandırmamış mıydı? Sahabelerin çoğu yanlış ve eksik hadis naklettiği için onu reddetmemişler miydi? Bizzat kendisi bile bazen kendi yanlışlığını itiraf edip, Habeşi diliyle kaçamak cevaplar verdiğini itiraf etmemiş miydi? Birçok İslam âlimi onu dışlamış, yalancı ve tedlis ehli olduğunu savunmuş, Muaviye'nin dalkavukluğunu yaptığını, onun sofrasının hayranı olduğunu ve gözünün onun altınlarında olduğunu söylememiş miydi? Tüm bunlardan sonra nasıl olur da Ebu Hureyre "İslam'ın Rivayetçisi" olabiliyor? Nasıl oluyor da İslam'ın hükümlerini ondan öğreniyorlar?
    Bazı araştırmacılar, Yahudi inançlarını Ebu Hureyre'nin İslam'a soktuğunu ve hadis kitaplarını bunlarla doldurduğunu söylüyorlar. Başka bir deyişle; bir Yahudi olan Kâbu'l-Ahbar, onun sayesinde Yahudi inançlarını İslam'a sokmuştur. Teşbih,[366] tecsim,[367] hulul[368] ve peygamberler hakkında kötü sözler hep Ebu Hureyre tarafından İslam'a atfedilmiştir.
    Acaba şimdi Ehlisünnet mensupları tövbe edip doğru yola dönmeyi kabul ederler mi? Peygamberimizin (s.a.a) gerçek sünnetini kimlerden öğreneceklerini anlamışlar mıdır? Bu konuda ne zaman bize sorsalar, onlara vereceğimiz cevap şudur: "Gelin, ilim şehrine kapısından girin, tertemiz Peygamber evlatlarına sarılın; onlar sünnetin koruyucuları, ümmetin kurtuluş gemisi, hidayet öncüleri, karanlıkların aydınlatıcısı ve Allah'ın sağlam ipleridir."
    11- Abdullah b. Ömer

    Adı çokça anılan sahabelerdendir. Üç halife dönemindeki olaylarda önemli rolleri olmuştur. Ömer b. Hattab'ın oğlu olması, Ehlisünnet ve'l-Cemaat yanında saygın ve sevilen birisi olmasına yetmiştir. Ehlisünnet arasında büyük fıkıh âlimlerinden ve Peygamber'in hadislerini ezberleyenlerden biri olarak tanınır. Hatta İmam Malik, birçok dinî hükümlerini ona dayandırmış ve Muvatta adlı kitabını onun rivayetleriyle doldurmuştur.
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat kitaplarını her açıp okuduğumuzda mutlaka onun ismine rastlarız. Ama bir araştırmacı gözüyle bu kitaplara bakacak olursak, onun adaletten, doğruluktan, Peygamber sünnetinden, fıkıh ve din ilimlerinden uzak olduğunu görürüz.
    Onun hakkında bizim dikkatimizi çeken ilk nokta, Peygamber ailesinin efendisi Ali b. Ebu Talib'le olan şiddetli düşmanlığı olmuştur. Her fırsatta İmam Ali'yi (a.s) aşağılamış, onu okuma yazma bilmeyen sıradan insanların seviyesine kadar indirmeye çalışmıştır.
    Daha önce de dediğimiz gibi Abdullah b. Ömer, bazı rivayetler uydurmuştu ve onun anlattıklarına göre; Peygamber zamanında sahabeler arasında derece farkı vardı. İnsanların en üstününü önce Ebubekir, sonra Ömer, sonra da Osman'dı ve geriye kalan insanlar da eşit idi. Güya Resul-i Ekrem (s.a.a) tüm bu söylentileri duyuyor ama hiçbir şey söylemiyordu![369]
    Bu rivayet yalandan başka bir şey değildir. Hatta cevap vermeye değmeyecek kadar boş ve değersiz bir uydurmadır.
    Daha önce Abdullah b. Ömer'in, Resul-i Ekrem (s.a.a) zamanındaki yaşantısına kısaca değinmiştik. O zamanlar Abdullah, henüz ergenlik çağına bile girmemişti. İlim ehliyle hiçbir alakası yoktu ve onun görüşlerine kimse itina etmiyordu. Onun yaşını en fazla rivayet edenler bile Peygamberimiz vefat ettiğinde onun henüz on dokuz yaşında olduğunu söylerler.
    O zaman nasıl olur da "Biz, Peygamber zamanında halkın birbirine karşı üstünlüğünden söz ederdik" diyebilir? Belki de Abdullah, bu görüşleri çocuklar arasında söylemiştir. Yani Ebubekir ve Osman'ın çocukları ile kendi kardeşleri arasında… "Peygamber duyuyor ama bir şey söylemiyordu" sözü de dolayısıyla yalanlanmış oluyor. Bu da rivayetin yalan olduğunu ve onun kötü niyetle söylendiğini gösteriyor.
    Bunlar bir tarafa, Peygamberimiz (s.a.a), Abdullah b. Ömer'in Hendek ve diğer savaşlara katılmasına izin vermemişti. Çünkü Abdullah, henüz on beş yaşına yeni girmişti.[370]
    Hiç şüphesiz Hayber Savaşı'nda oradaydı. Ebubekir ve Ömer'in nasıl kaçtıklarını kendi gözleriyle görmüştü. Hiç şüphesiz Peygamber'in bu sözünü de duymuştu: "Yarın bayrağı öyle birine vereceğim ki, Allah ve resulü onu sever, o da Allah ve resulünü sever. Çok hamle eder ve kaçmaz. Allah onun kalbini imanla sınamıştır."
    Ertesi gün bayrağı öyle birine verdi ki, kâfirlerin bütün ümitleri boşa çıktı; hepsi üzüntüye boğuldu. O, büyük kerametler sahibi ve Allah'ın yenilmez aslanı Ali b. Ebu Talib idi.[371]
    Raiyyet Hadisi olarak bilinen bu hadis, İmam Ali'nin (a.s) diğer sahabeler karşısındaki üstünlüğünü ve gerek Allah, gerekse Resulü katında ne kadar yüksek bir makama sahip olduğunu göstermektedir. Bu iftihar ona yeter ki, Allah ve resulü onu seviyordu. Ama bir de Abdullah b. Ömer'e bakın! İmam'a karşı öylesine nefret duyuyordu ki onun bu makamını bildiği halde onu halktan biri gibi göstermeye çalışıyordu.
    Daha önce de dediğimiz gibi Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Abdullah b. Ömer'den öğrendiği bu rivayete göre amel ediyor, İmam Ali'yi (a.s) Hülefa-i Raşidin'den dahi kabul etmiyordu. Onun hilafetini sadece Ahmed b. Hanbel zamanında kabullendiler. Bu zamanda Hz. Ali'nin (a.s) faziletleri hakkındaki hadislerin gün yüzüne çıkmasıyla geçmişte ona karşı olumsuz yaptırımları olan kimseler de rezil oldu. İnsanlar onları sorgulamaya başladılar. O dönemin insanları, Hz. Ali'ye (a.s) düşmanlık gütmenin en büyük nifak olduğunu anladılar.
    Böylece bu grup, Hz. Ali'nin halifeliğini kabul etmek ve onu Raşit halifeler arasına almak zorunda kaldı. Yalanla ve istemeyerek de olsa Ehlibeyt'i sevme iddiasında bulundular.
    Neden bir kişi çıkıp da Abdullah b. Ömer'e şöyle bir soru sormadı acaba: Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından sonra bütün Müslümanlar veya Müslümanların büyük çoğunluğu hilafet konusunda neden iki kişi arasında tereddütte kalmıştı? Neden sadece Ebubekir ile Ali (a.s) arasında ihtilaf ediyorlardı? Neden hiç babasından veya Osman b. Affan'dan söz edilmiyordu?
    Ömer'in oğluna şu soruyu sormak lazım: Eğer Resul-i Ekrem (s.a.a) senin sözünü tasdik edercesine sessiz kalmış ve kimsenin Ebubekir, Ömer ve Osman'dan daha üstün olmadığını kabul etmişse, o halde neden ölümünden iki gün önce henüz suratında tüy bile çıkmamış ve senden daha küçük yaşta olan birini İslam ordusunun komutanı yapıp, herkese onun bayrağının altına girmesini emretmişti? Acaba babanın dediği gibi, Peygamberimiz (hâşâ) sayıklıyor muydu?
    Yine sormak gerekir: Neden muhacir ve ensar, Ebubekir'le biatleştikleri gün, Hz. Fatma'ya, "Eğer kocan ve amcanın oğlu, Ebubekir' den daha önce bizim yanımıza gelmiş olsaydı, ondan başka kimseyi kabul etmezdik!" dediler? Bu, sahabenin büyükleri tarafından, Hz. Ali'nin (a.s) üstünlüğünü gösteren bir itiraf değil midir? Sadece bir oldu-bitti ve hesapta olmayan bir biat, İmam Ali'nin hilafetinin pratiğe dönüşmesine engel olmuştur. Öyle ya, böyle bir zamanda Abdullah b. Ömer gibi eşini nasıl boşaması gerektiğini bilmeyen gururlu bir gencin görüşü, sahabenin büyüklerinin görüşü karşısında ne kadar değerli olabilir ki?
    Son olarak da şunu sormak gerekiyor: Ömer'in ölümünden sonra neden sahabenin çoğu Hz. Ali'yi (a.s) hilafet için daha uygun gördü? Neden Ali'yi Osman'dan daha üstün tuttular ve sadece Abdurrahman b. Avf'ın "önceki halifelerin yönetimiyle hilafet etmek" şartını kabul etmediği için onu kenara ittiler?[372]
    Abdullah b. Ömer, babasından etkilenmişti. Ebubekir, Ömer ve Osman'ın halifelik dönemlerinde yaşamış ve Ali'nin (a.s) hep bir köşeye itildiğini görmüştü. Onların arasında yoktu, hükümetlerinde ona bir makam da verilmemişti. Arap şahsiyetler, Hz. Ali'yi, amcasının oğlunun (s.a.a) ve kadınların en üstünü eşinin vefatından sonra ondan yüz çevirmişlerdi. Çünkü elinde halkın dikkatini çekebilecek bir şeyi yoktu.
    Hiç şüphesiz Abdullah b. Ömer babasına en yakın şahsiyetti. Onun görüşlerini duyuyor, dostlarını ve düşmanlarını onun öğretilerine göre belirliyordu. Bu yüzden de Ali ve Ehlibeyt'e karşı öfke ve kinle büyüdü. Bir gün Osman'ın öldürülmesi olayından sonra muhacir ve ensarın ona biat ettiğini görünce bu, ona zor geldi. Gizli olan kinini açığa vurarak Hz Ali'ye biat etmeye yanaşmadı. Sonunda Medine'de daha fazla kalmak istemedi ve Umre'ye gitmek bahanesiyle Mekke'ye gidip oraya yerleşti.
    Abdullah b. Ömer, bu tarihten itibaren tüm gücünü halk hareketini gevşetmek, Hz. Ali'ye (a.s) karşı tutumlarını değiştirmek ve onları isyana ve savaşlara sevk etmek için kullandı. Hz. Ali'nin onları yeniden kitap ve sünnete yönlendirmesini istemiyordu. Abdullah, zamane imamına itaat etmenin vacip olduğunu bildiği halde onu yalnız bırakan ilk kimselerdendi.
    Hz. Ali'nin (a.s) öldürülmesinden sonra İmam Hasan'la mücadelesi sonucu iktidarı ele geçirmeyi başaran Muaviye, halka hitaben bir konuşma yaparak şöyle dedi: "Ben, sizinle namaz kılmanız ve oruç tutmanız için savaşmadım. Bilakis, size hükümdarlık edebilmek için savaştım. Allah da bana istediğimi verdi!" İşte, tam bu sırada Abdullah b. Ömer biat etmek amacıyla Muaviye'ye koşuyor ve "Halk, onun hakkında ihtilaf ettikten sonra yine onun hakkında bir araya gelmiş ve ona biat etmiştir" iddiasında bulunuyor.
    Bence bu yılı "Cemaat Yılı" olarak ilan eden kişi de Abdullah b. Ömer olmuştu. Böylece o ve Ümeyye oğullarından oluşan takipçileri, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'i tesis etmiş oldular. O günden sonra kıyamete kadar da bu isimle adlandırılacaklardır.
    Abdullah b. Ömer'e ve onunla aynı fikirde olan Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e sormak lazım: Tarih boyunca Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti gibi hangi hilafet olayında halk, her kesimiyle, topluca ve istekli olarak böylesi bir biatte bulunmuştur?
    Ebubekir'in halifeliği alelacele ve hesapsız bir şekilde gerçekleşmiş, sahabenin çoğu biat etmekten kaçınmıştı. Ömer'in halifeliği de kimsenin görüşü dikkate alınmadan Ebubekir'in vasiyetiyle gerçekleşmişti. Osman'ın halifeliği ise Ömer'in seçtiği üç kişinin onayıyla ve Abdurrahman b. Avf'ın kendi kararıyla sonuçlandı. Ama Hz. Ali'nin (a.s) biati muhacir ve ensarın kendi isteğiyle oldu. Hiçbir zorluk ve propaganda olmadan gerçekleşti. Müminlerin Emiri Ali (a.s), onların kendine olan biatlerini tüm İslam âlemine mektupla ulaştırdı ve herkes de bunu kabul etti. Sadece Şam'da bulunan Muaviye kabul etmedi.[373]
    Abdullah b. Ömer ve Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e göre Muaviye'yi öldürmek vacipti. Çünkü o, İslam ümmetinin birliğini, hilafete geçebilmek sevdasıyla tehlikeye attı. Biz, bu hükmü Sahih-i Müslim'in Resul-i Ekrem'den (s.a.a) naklettiği şu rivayete dayanak veriyoruz: «Peygamber efendimiz buyuruyor ki, "İki halifeye biat edildiğinde bunlardan ikinciyi öldürün!"»[374]
    Yine Sahih-i Müslim'de Resul-i Ekrem'in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim bir imama biat eder, elinin ayasını ve kalbinin semeresini ona verirse (ona gönül hoşluğuyla biat ederse), ona itaat etsin. Onunla çatışan bir başkası gelirse, sonrakinin boynunu vurun!"[375]
    Ne var ki, Abdullah b. Ömer, Kurân'a ve Peygamber'e uyarak Muaviye'yle savaşacağı yerde Müslümanların halifesiyle savaşmayı ve ona karşı fitne çıkarmayı tercih etti. Biz görüyoruz ki, Abdullah, tüm Müslümanların icma ile biatinde birleştiği Hz Ali'ye (a.s) yüz çevirmiş; onun yerine zamanının imamına itaatsizlik eden, onunla savaşan, günahsız insanların kanını akıtan ve etkisi bugünlere kadar gelen fitnelerin çıkmasına neden olan Muaviye gibi birine biat etmeyi yeğlemiştir.
    Bundan dolayı ben, şahsen, Abdullah b. Ömer'in Muaviye'nin tüm cinayet ve ihanetlerine ortak olduğuna inanıyorum. Zira Abdullah, Allah'ın ve Peygamber'inin onlara ve çocuklarına haram kıldığı hilafet makamının Muaviye'ye ulaşmasına yardımcı olmuş, onun saltanatını sağlamlaştırmıştı. Nitekim hadiste de hilafetin onlara haram kılındığı rivayet edilmiştir.
    Abdullah b. Ömer bunlarla da yetinmeyip içkili, bozguncu ve imandan uzak biri olan melunlar melunu Yezid'e biat etti. Oysa Yezid, azat edilmiş bir babanın azat edilmiş oğluydu. Eğer İbn-i Sâd'ın Tabakat adlı kitabında yazdığına bakılacak olursa; "(Ömer'e göre), hilafet makamı, azat edilen hiçbir kimsenin layık olmadığı bir makamdır ve bu makam, (Mekke'nin) fethinden sonraki Müslümanlara ve onların çocuklarına dahi düşmez."[376]
    "O halde nasıl olur da Abdullah, babasıyla muhalefet edebilir?" diye sormayın. Çünkü hilafet konusunda Kurân ve sünnete muhalefet etmekten geri kalmayan kimse, hâliyle de babasının görüşleriyle muhalefet edebilir.
    Acaba bu durumda Abdullah b. Ömer'e şöyle sorabilir miyiz: Hangi icma ile Yezid'e biati kabul ettin? Ümmetin temiz insanları ne zaman onunla biatleşti? Bütün muhacir ve ensar, hatta cennet gençlerinin efendisi İmam Hüseyin (a.s), Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Abbas, taraftarlarıyla birlikte Yezid'e biat etmekten kaçınmadılar mı?
    Abdullah b. Ömer'in başlangıçta Yezid'e biat etmediğini herkes bilir. Ama Muaviye onun kalbini nasıl çalacağını biliyordu. Nihayetinde ona yüz bin dirhem gönderdi. Sonra da oğlu Yezid'e biat edilmesi hakkında bir konuşma yaptı. Abdullah b. Ömer bunu duyunca, "Onun benden daha önce istemiş olduğu şey budur? Demek ki benim dinim çok ucuzmuş!" dedi.[377]
    Evet, Abdullah b. Ömer kendi de itiraf ettiği gibi dinini çok ucuza sattı. Takva ehlinin önderi Ali'ye (a.s) biat etmekten kaçındı, ama isyankârların önderi Muaviye'ye ve bozguncuların önderi Yezit'e biat etmek için çok acele etti. Böylece zalim Muaviye'nin tüm günahlarını üzerine almış oldu. Hiç şüphesiz o, Yezid'in cinayetlerini de üzerine almış oluyordu. Daha da öteye, Peygamber'in hürmetini ayaklar altına alarak cennet gençlerinin efendisinin, Peygamber ailesinin ve ümmetin pak insanlarının Kerbela'da şehit edilmesinden ve daha sonraları meydana gelen Harra Olayı'ndan[378] da sorumludur.
    Abdullah b. Ömer, yezide biat etmesi yetmezmiş gibi halkı ona biat etmeye zorluyor, ona yönlendiriyor ve ona karşı ayaklanma çıkarmak isteyenleri korkutuyordu.
    Buharî, Sahih'inde şöyle nakleder: (Medine halkı Yezid'i hilafetten azlettikten sonra) Abdullah b. Ömer çocuklarını, çevresini ve kölelerini etrafına toplayarak onlara şöyle seslendi: «Biz, bu adama Allah ve resulünün biatiyle biat ediyoruz.[379] Ben Resulullah'ın şöyle buyurduğunu duydum: "Kıyamet gününde hainler için bir bayrak açılacak ve 'Bu, falancanın ihanetidir!' denilecek. Şirkten sonra Allah'a karşı yapılabilecek en kötü hıyanet, birine Allah ve resulünün biatiyle biat ettikten sonra onu bozmaktır."[380] Sakın ola Yezid'in hilafetini reddetmeyin veya bu duruma seyirci kalmayın veyahut da böyle bir işin içinde hazır bulunmayın. Aksi takdirde onunla aram açılır!»[381]
    Yezid, Abdullah b. Ömer'in yardımı ve halkı biate teşvikiyle güçlendi. Çok geçmeden Müslim b. Ukbe komutanlığında bir ordu hazırlayarak Peygamber'in Medine'sine gönderdi. Onlara canlarının istediği her şeyi yapabilmeleri konusunda izin verdi. Müslim b. Ukbe ve ordusu on bin sahabeyi katletti, kadınlarını cariye olarak aldı, mallarını yağmaladı. Belazerî'ye göre, yedi yüz Kurân hafızı öldürüldü. Kadınlara ve kızlara tecavüz edildi. Bu tecavüz yüzünden zinadan türeme binin üzerinde çocuk dünyaya geldi. Sonra da Yezid'in kulu-kölesi olduklarına dair Medinelilerden biat alındı.
    Acaba Abdullah b. Ömer bütün bu işlerde onlarla ortak sayılmaz mı? Yezid'i destekleyen ve halkı ona biat etmeye teşvik eden o değil miydi? Artık ben son kararı araştırmacıların vicdanına bırakıyorum!
    Abdullah b. Ömer, bunlarla da yetinmeyip "melun, azade, kertenkele ve bozguncu" lakaplarıyla tanınan Mervan b. Hakem'e bile biat etti. Oysaki Mervan, İmam Ali (a.s) ile savaşmış, Talha'yı öldürmüş ve yüz kızartıcı suçlar işlemişti.
    Ömer'in oğlu bununla da yetinmedi. Birkaç adım daha ileri giderek Haccac b. Yusuf'a dahi biat etti. Hâlbuki Haccac, zamanının en büyük kâfiri idi. Kuranla alay ediyor, "Kurân, Arapların (savaşlarda) okuduğu recezlerden[382] ibarettir" diyordu. Efendisi Abdulmelik b. Mervan'ı Peygamber'den de üstün görüyordu. Haccac'ın bozgunculuğunu Şiî-Sünnî herkes bilir. Öyle ki, tarihçiler, bütün İslamî temellerin onun tarafından yıkıldığını yazmışlardır.
    Hafız b. Asakir, kendi Tarih'inde şöyle yazar: "Bir gün, iki kişi Haccac hakkında tartıştı. Biri Haccac'ın kâfir olduğunu, diğeri de yoldan çıkmış bir mümin olduğunu savunuyordu. Derken tartışma kavgaya dönüştü. Sonunda hakemlik yapması için meseleyi Şubî'ye açtılar. Şubî de onlara şöyle dedi: O, puta ve tağuta tapar, yüce Allah'ı ise inkâr eder."[383]
    Haccac, bütün ilahî yasakları çiğneyecek kadar pervasız ve aşağılık biriydi. Tarihçilerin yazdıklarına göre, Haccac, ihlâs sahibi müminleri, özellikle de Ehlibeyt (a.s) dostlarını öldürüp işkence etmede oldukça ileri gitmişti. İnsanların uzuvlarını keserek onlara işkence ediyor, sonra da öldürüyordu. Halk, Haccac'ın elinden çektiği kadar kimseden çekmemişti.
    İbn-i Kuteybe, Tarih'inde şöyle yazar: "Haccac, bir günde yetmiş bin küsur insanı öldürdü. Döktüğü kanlar mescit kapısından sokağa akıyordu."[384]
    Tirmizî de Sahih'inde şöyle der: "Haccac'ın elleri ve ayakları bağlı olarak öldürdüğü topluluğu saydılar. Nihayet, sayılarının 120 bin kişiden daha fazla olduğunu gördüler."[385]
    İbn-i Asakir de yine Tarih'inde Haccac tarafından öldürülenlerin sayısına değindikten sonra şöyle der: "Haccac'ın ölümünden sonra zindanında seksen bin kişi buldular. Bunların otuz bini kadınlardan oluşuyordu."[386]
    Haccac sürekli kendini (hâşâ) yüce Allah'a benzetirdi! Ne zaman zindanının yanından geçecek olsa, zindandakilerin feryadını duyar, onlara "Defolun gidin, benimle konuşmayın!" derdi.
    İşte bu Haccac, yıllar önce Peygamberimiz (s.a.a) henüz sağlığındayken hakkında şöyle buyurduğu kimseydi: "Sakif kabilesinde yalancı ve bozguncu biri var!" Ne ilginçtir ki, bu hadisin ravisi de Abdullah b. Ömer'in ta kendisidir![387]
    Evet, Abdullah b. Ömer, Peygamber'den (s.a.a) sonra yeryüzünün en faziletli insanına biat etmedi, ona yardımcı olmadı ve arkasında namaz kılmadı. Böylece Allah da onu zelil etti. Biat için Haccac'a gittiğinde, "Allah resulünün şöyle dediğini işittim: Eğer biri ölür de boynunda bir başkasının biati olmazsa cahiliye ölümüyle ölmüştür!" dedi. Bunun üzerine melun Haccac onu aşağıladı. Ayağını onun elinin üzerine koyarak, "Ellerim şu an için meşgul, o halde ayaklarımla biat et!" diye çıkıştı. Ömer'in oğlu işte bu kâfir Haccac'ın ve onun veziri olan Necdet b. Amir'in[388] arkasında namaz kılıyordu.[389]
    Hiç şüphesiz Abdullah b. Ömer'in bunların arkasında namaz kılmasının sebebi, her namazdan sonra İmam Ali'ye (a.s)'a lanet okumalarıydı. O da bundan dolayı mutlu oluyordu. Bu yüzden görüyoruz ki, Ehlisünnet'e göre iyi, kötü, mümin ve fasık ayırt edilmeden bunların arkasında namaz kılınabilir. Nitekim delil sunma safhasında da önderleri ve fakihleri olan Abdullah b. Ömer'in kâfir olan Haccac'ın ve Haricî olan Necdet b. Amr'ın arkasında namaz kılmasını gösterirler.
    Oysaki Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Cemaat imamlığını üstlenecek şahıs, Allah'ın kitabı Kurân'ın okunuşunu herkesten daha iyi bilmelidir. Eğer okumada eşitlerse, sünnetimi daha iyi bilen biri, eğer sünnette de eşitlerse, hicrette daha öncelikli biri, eğer hicrette de eşitlerse, İslam'da daha öncelikli biri namaz kıldırmalıdır."[390] Evet, onlar bu sözü hiç dikkate almıyorlar.
    Kurân, sünnet, hicrette öncelik ve İslam'da öncelik olmak üzere hadiste geçen bu dört özelliğin hiçbiri, Abdullah b. Ömer'in biat ettiği ve arkalarında namaz kıldığı Muaviye, Yezid, Mervan, Haccac ve Haricî Necdet'te yoktu. Abdullah b. Ömer'in ihtilaf edip kenara attığı Peygamber sünnetlerinden biri de buydu. O, sünnete değil, sünnetin tersine amel etti. Zira Peygamber'in (s.a.a) tertemiz Ehlibeyt'inden olan İmam Ali (a.s) bu sıfatların hepsine, hatta daha fazlasına sahipti. Ama o bunlara sırtını döndü; onun yerine dinsizlere, Haricîlere, fasıklara ve Allah düşmanlarına yöneldi, onların arkasında namaz kıldı.
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in önde gelen fakihlerinden biri olan Abdullah b. Ömer'in, Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetiyle o kadar çok muhalefeti var ki, bunların hepsini bir araya getirecek olursak ayrı bir kitap ortaya çıkar. Biz, burada, Ehlisünnet kaynaklarına dayalı sadece birkaç örnekle yetiniyoruz:
    Abdullah b. Ömer'in Kitap ve Sünnet ile Muhalefeti

    Allah-u Taâla Kurân-ı Kerim'de şöyle buyurur:
    "İnananlardan iki grup, birbiriyle savaşa girişirse hemen aralarını bulun, bir bölüğü, öbürüne saldırırsa o saldırganlarla, Allah'ın emrine itaat edinceye dek savaşın."[391]
    Peygamberimiz de (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ey Ali! Sen benden sonra biatlerinden dönenler (nakisîn), zalimler (kasitîn) ve isyancılarla (marikîn) savaşacaksın."
    Abdullah b. Ömer Kurân ve sünnete açıkça muhalefet etmiştir. Hatta muhacir ve ensardan oluşan ve İmam Ali'nin yanında yer alan ümmetin icmaına da muhalefet ederek, "Ben fitneler anında savaşmam ve savaşı azgın biri de kazansa, arkasında namaz kılarım!" demiştir.[392]
    İbn-i Hacer der ki: "Abdullah b. Ömer, kimin hak, kimin batıl olduğu bilinse bile fitne anında savaşmamak gerektiğine inanıyordu."[393]
    Ne kadar da ilginç! Abdullah b. Ömer kimin hak, kimin batıl olduğunu bildiği halde yerinden kıpırdayıp da hakka yardım etmekten çekiniyor ve batılı yok ederek Allah'ın emirlerini yerine getirmiş olmak istemiyor. Bu da yetmiyor, batıl da olsa, galip gelenin arkasında namaz kılınabileceğini söylüyor. Zaten kendi de pratikte bunu göstermişti. Muaviye galip gelip İslam ümmetine musallat olduğunda Abdullah b. Ömer, Muaviye'nin bütün cinayetlerini ve günahlarını bildiği halde ona biat etti ve arkasında namaz kıldı.
    Batıl ehli hak ehlini, yani Ehlibeyt imamlarını zulümle ortadan kaldırmaya çalışmış, onlarla savaşmıştır. Abdullah b. Ömer de hakkı tamamen boşlamış, hayatı boyunca beş Ehlibeyt imamının döneminde yaşamış olmasına rağmen onlardan hiçbirinin arkasında namaz kılmamış, onlarla oturmamış ve onların fazileti hakkında bir tek hadis bile nakletmemiştir.
    Biz, daha önceki konularda Abdullah b. Ömer'in görüşüne göre 12 imamın kimler olduğunu yazmıştık. O, şöyle diyordu: "Ebubekir Sıddık, Ömer Faruk, Osman Zinnureyn, kutsal toprakların padişahları Muaviye ve oğlu (Yezid), Seffah, Selam, Mensur, Cabir, Mehdi, Emin ve Emir-i Usb. Bunların hepsi Benî Kâb b. Luvî kabilesindendir ve hilafete layık kimselerdir. Onlar gibi kimse bulunmaz!!"[394]
    Acaba bu kimseler arasında Peygamberimizin Kurân'la aynı safhada gösterdiği ve kurtuluş gemisi olarak addettiği Ehlibeyt imamlarından (a.s) birinin adını görebiliyor musunuz? İşte, bu yüzdendir ki sizler, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in peşinden gittiği imamlar ve halifeler listesinde Ehlibeyt imamlarından (a.s) birini dahi göremezsiniz. Bunlar Abdullah b. Ömer'in Kitap ve sünnetle olan muhalefetleriydi. Onun cehaleti hakkında da söylenecek çok şey var. Mesela; Peygamber efendimizin, kadınların ihramdayken dikilmiş ayakkabı giymelerinin caiz olduğuna dair emrini bilmiyor, bu yüzden de onun haram olduğuna dair fetva veriyordu.[395]
    Bir diğer konu da sahip olduğu tarlaları kiraya vermesi konusuydu. Tarlalarını Resul-i Ekrem (s.a.a), Ebubekir, Ömer, Osman ve Muaviye döneminde kiraya verirdi. Bir gün sahabelerden biri ona Peygamberimizden hadis naklederek bu işin haram olduğunu söyleyinceye kadar buna devam etti.[396]
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in bu fakihi, o zamana kadar tarlayı kiraya vermenin haram olduğunu bilmiyormuş. Demek ki, Peygamber (s.a.a) döneminden Muaviye dönemine kadar geçen 50 yıl içerisinde Abdullah, bu eylemin caiz olduğuna dair fetva vermiştir.
    Ayşe, öpmenin abdesti bozduğu konusunda onunla muhalefet etmiştir. Ayrıca Abdullah b. Ömer, ailelerin ölen yakınlarına ağlamasını hoş karşılamıyor, bunun, ölen kimsenin azabını artıracağını söylüyordu. Sabah ezanı, bir aylık sürenin 29 gün olduğu ve daha birçok konuda Ayşe'yle muhalefet etmiş, onun görüşünü kabul etmemişti.
    Buharî ve Müslim, Sahih'lerinde, kendi senetleriyle şöyle rivayet ederler: Birileri Abdullah b. Ömer'e, "Ebu Hureyre, Resulullah'ın (s.a.a) 'Kim bir cenazenin arkasından yürürse, bir kırat[397] sevap alır' buyurduğunu söylüyor" deyince Abdullah, "Ebu Hureyre çok konuşuyor!" diye karşılık verdi. Ayşe de Ebu Hureyre'nin sözünü onaylayarak "Ben de Peygamber'den böyle işittim" dedi. Bunun üzerine Abdullah şu cevabı verdi: "Desenize; o zaman biz çok kırat kaybetmişiz!"[398]
    Ömer b. Hattab'ın, oğlu Abdullah için söylediği şu söz, sanırım onun nasıl biri olduğunu anlamamız için yeterli olacaktır: Dalkavuğun biri Ömer'i ölüm döşeğinde ziyaret ederek "Oğlun Abdullah'ı halife olarak tanıt!" diye bir teklifte bulundu. Bunun üzerine Ömer şu cevabı verdi: "Karısını dahi nasıl boşaması gerektiğini bilmeyen birini yerime nasıl bırakabilirim?"
    Evet, Ömer, oğlunu işte böyle tanımlıyor. Kimse onu babasından daha iyi tanıyamaz. Efendisi Muaviye'ye hizmet etmek için çok sayıda uydurma hadis rivayet etmiştir. Örnek olarak şu rivayetine değiniyoruz:
    Abdullah b. Ömer der ki: "Peygamberimiz bir gün şöyle buyurdu: Birazdan cennetliklerden biri gelecek. Bir süre sonra gördük ki Muaviye geldi. Ertesi gün Peygamberimiz yine "Birazdan cennetliklerden biri gelecek" dedi. Yine Muaviye geldi. Bir sonraki gün de aynı sözü tekrarladı ve yine Muaviye geldi!"
    Abdullah b. Ömer, başka bir rivayetinde de şöyle demiştir: "Ayetel Kürsî nazil olduğunda Resul-i Ekrem (s.a.a) Muaviye'ye bunu yazmasını emretti. Muaviye, "Eğer yazarsam ödülüm nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de, "Onu kim okursa sevabından sen de alacaksın" buyurdu.
    Abdullah, bir başka rivayetinde de Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Biliniz ki kıyamet gününde Muaviye, bedeni iman nuruna bürünmüş bir şekilde haşredilecektir!"
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat, önderleri olan Muaviye'yi cennetle müjdelenen on kişinin arasına neden almamışlar, bilemiyorum. Hâlbuki bir diğer öncüleri olan Abdullah b. Ömer, üç gün peş peşe cennetlik olarak Muaviye'nin geldiğini iddia ediyor ve fazileti hakkında birçok hadis rivayet ediyor.
    Kıyamet gününde insanlar çıplak ve yalın ayak bir şekilde haşredil-diklerinde güya herkesten üstün olan Muaviye nurdan bir deriyle dirilecekmiş! Gel de inan!
    İşte Abdullah b Ömer ve işte onun ilmî konumu; işte onun fıkhı ve işte onun Kurân ve sünnetle olan muhalefeti… Bir yanda Müminlerin Emiri ve pak Ehlibeyt imamlarıyla (a.s) olan düşmanlığı, bir yanda da Allah, Peygamber ve insanlık düşmanlarıyla olan dostluğu…
    Acaba Ehlisünnet ve'l-Cemaat, bugün bu gerçeğin farkında değil mi? Muhammedî (s.a.a) sünnet sadece Peygamber'in tertemiz Ehlibeyt'ine bağlı kalan İmamiye Şiîlerindedir.
    "Ateş ehliyle cennet ehli bir değildir; asıl kurtuluşa erenler cennet ehlidir."[399]
    Dünyanin En Büyük Azeri Mp3 Arsivi. www.azeribalasi.com

  2. #12
    Azeribalasi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    9.712
    Konular
    3529
    Beğendikleri
    130
    Beğenileri
    32
    Tecrübe Puanı
    100
    @Azeribalasi

    Standart Cevap: Gerçek Sünnet Ehlİ Şİa'DIR PRF. DR. MUHAMMED TİCANÎ SEMAVÎ

    12- Abdullah b. Zübeyr

    Babası, Cemel Savaşı'nda öldürülen Zübeyr b. Avvam'dır. Cemel savaşı, nebevî sünnette Nakislerin (biatten dönenlerin) Savaşı diye geçer. Annesi Ebubekir b. Kuhafe'nin kızı Esma, teyzesi Ebubekir'in kızı ve Peygamberimizin hanımı olan Ayşe'dir. Hz. Ali'nin (a.s) en büyük düşmanlarındandır. Dedesi Ebubekir'in hilafetiyle ve halası Ayşe'yle gurur duyuyordu. Bu ikisinden miras aldığı kinle yetişti.
    Hz. Ali (a.s), Abdullah'ın babası Zübeyr'e şöyle derdi: "Biz, bozguncu oğlun büyüyüp aramızı açıncaya kadar seni hep Abdulmutta-lib'in çocuklarından biri olarak görürdük."
    Cemel Savaşı'nın önemli unsurlarından ve öncülerinden olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Hatta Ayşe onu halka namaz kıldırması için görevlendirmiştir. Bu olay, Talha ve Zübeyr'in Ayşe tarafından kenara alındığı bir dönemde gerçekleşmişti. Çünkü o zamanlar Talha ile Zübeyr birbirleriyle çatışma içerisindeydi ve ikisi de bu makama göz dikmişti.
    Rivayete göre, teyzesi Ayşe'ye elli kişiyi şahit göstererek Hav'eb Suları'nın orası olmadığına dair yemin ettiren kimse de oydu. Ayşe, bu tanıklığın ardından yoluna devam etti ve Hz. Ali (a.s) ile savaşa koyuldu.
    Abdullah b. Zübeyr, babasını korkaklıkla suçlamış ve azarlamıştı. Çünkü Hz. Ali, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hadisini Zübeyr'e hatırlattığında o, zulüm üzere Hz. Ali'yle savaşmakta olduğunu fark etmiş ve onunla savaşmaktan vazgeçmişti. Oğlunun azarlaması çoğalınca ona hitaben, "Sana ne oluyor? Meğer ne uğursuz bir evlatmışsın sen!" diye çıkıştı.[400]
    Abdullah, babasını azarlamaktan, bu konuda onu eleştirmekten ve kışkırtmaktan geri kalmadı. Sonunda bu uygulamalara dayanamayan Zübeyr, oğlunun ısrarlarına yenik düştü, İmam'la (a.s) savaştı ve öldürüldü. Böylece babasının onun hakkında söylemiş olduğu "Meğer ne uğursuz bir evlatmışsın sen!" sözü yerini bulmuş oldu.
    Bu rivayeti naklettik, çünkü Zübeyr ve uğursuz oğlu Abdullah'ın ne kadar kinci kişiliklere sahip olduklarını ortaya koymaktır. Zübeyr'in savaş meydanını kolay kolay terk etmesi, yardımcıları olan Talha'yı, Basra'dan getirdiği adamlarını, kölelerini ve hizmetçilerini yalnız bırakması mümkün değildi. Baldızı olan Ayşe'yi ölüme terk edemezdi. Hatta onun bunları terk edebileceğini kabul etsek de bunlar, özellikle de oğlu Abdullah'ı yalnız bırakmazlardı.
    Tarihçiler Abdullah b. Zübeyr'in, Hz. Ali'ye (a.s) küfrettiğini, ona lanet okuduğunu ve şöyle dediğini yazarlar: "O aşağılık insan (Hz. Ali'yi kastediyor) sizin yanınıza geldi…"
    Abdullah b. Zübeyr, Basra halkına hitaben bir konuşma yapmış, onları Hz. Ali'ye karşı savaşa teşvik etmiş ve şunları söylemişti: "Ey insanlar! Ali, hak halife olan Osman'ı mazlum bir şekilde öldürmüştür. Şimdi de şehrinizi elinizden almak için ordu hazırlıyor. O halde erkek gibi davranın ve halifenizin kanını isteyin! Ailenizin, çocuklarınızın, kadınlarınızın, kızlarınızın ve şerefinizin savunuculuğunu yapın! Bilesiniz ki Ali'ye bu işte kendisinden başka kimse inanmıyor. Allah'a ant olsun ki eğer Ali size galip gelecek olsa, dininizi de dünyanızı da yok edecektir!"[401]
    Onun Haşim oğullarına, özellikle de Hz. Ali'ye düşmanlığı o kadar derindi ki, "Ben salâvat getirdiğim zaman bazıları (Hz. Ali) kibirleniyorlar!" diyerek kırk Cuma, hutbelerde Hz. Muhammed'e (s.a.a) salâvat getirmekten kaçınmıştı.[402] Eğer Abdullah'ın düşmanlığı Peygamber'e salâvat getirmeyi engelleyecek kadar ilerlemişse, bütün kötülükleri Hz. Ali'ye nispet vermesi ve halka karşı onu kötülemesine de şaşmamak gerekir. Nitekim onun Basra'daki halkı savaşa hazırlamak için yaptığı konuşmayı gördünüz; şöyle diyordu: "Allah'a ant olsun ki eğer Ali size galip gelecek olsa, dininizi de dünyanızı da yok edecektir!"
    Bu, apaçık bir yalandır. Abdullah'ın kalbinde hakka dair yer kalmadığını gösteren ve onun tarafından atılan bir iftiradır. Zira tarih de bunu gösteriyor ki, Hz. Ali onlara galip geldiğinde ve esirler arasında Abdullah b. Zübeyr olduğu halde Müminlerin Emiri Hz. Ali onların hepsini bağışladı ve azat etti. Ayşe'ye hürmet gösterip onu Medine'deki evine gönderdi. Ordusunun yaralıları öldürmesine, kadınları ve çocukları, köle veya cariye olarak almalarına izin vermedi. Hatta İmam'ın bu tavrı, kendi ordusu içerisinde itirazlara sebep oldu.
    Hz. Ali (a.s), kitap ve sünneti baştan sona herkesten daha iyi biliyordu. Kimse onun sahip olduğu ilme sahip değildi. Buna rağmen ordusunda bulunan bazı münafıklar bu durumdan rahatsız oldu diğerlerini de İmam'a karşı kışkırttı. "Nasıl olur da onlarla savaşmak caiz olduğu halde kadınları bize haram olur?" diyorlardı. Askerlerin çoğu bu sözlerden etkilenmişti. Ama Ali (a.s), Kurân'dan deliller getirerek şu cevabı verdi: "Aranızda kura çekin; bakalım ananız Ayşe hanginize düşecek?" Bu sözü duyanlar yaptıklarının büyük bir hata olduğunu anlamış, İmam'a (a.s) hak vermiş ve "Allah bizi bağışlasın, biz hata yaptık ve sen haklısın" demişlerdi.
    Abdullah b. Zübeyr'in sözleri yalan ve iftiradan ibaretti. Çünkü Ali'ye (a.s) duyduğu kin kalbini ve gözlerini kör etmişti. İmanını söküp atmıştı. Ama yine de Abdullah b. Zübeyr tövbe etmedi ve bu savaştan alması gereken dersi almadı. Bilakis öfkesi daha da şiddetlendi ve Ehlibeyt'e (a.s) karşı var gücüyle mücadele etmeye devam etti.
    Tarihçilerin yazdıklarına göre, Abdullah, İmam Ali'nin (a.s) şeha-detinin ardından tekrar ayağa kalktı ve kendisini müminlerin emiri olarak tanıttı. Etrafında topladığı insanlarla bir güç oluşturdu. Aralarında İmam Ali'nin evlatlarından Muhammed b. Hanefiye ve İmam Hasan'ın (a.s) da bulunduğu Haşim oğullarından on dokuz kişiyi hapsetti. Zindanın etrafını bol miktarda odunla doldurup ateşe verdi. Eğer Muhtar'ın ordusu yetişip ateşi söndürmeseydi, Abdullah b. Zübeyr arzusuna kavuşacaktı.[403]
    Mervan b. Hakem, Haccac'ın komutasında bir ordu göndererek Abdullah b. Zübeyr'i abluka altına aldı. Bir süre sonra yakalanan Abdullah, Haccac tarafından Harem-i Şerif'te (Mekke'de) darağacına asılarak idam edildi. Abdullah b. Zübeyr'in hayatı böylece sona erdi. Babasının da sonu böyle olmuştu. İkisi de makam peşindeydiler. Biat toplayıp, liderlik için savaştılar. Öldürdüler, öldürüldüler. Ne var ki amaçlarına ulaşamadılar.
    Abdullah b. Zübeyr'in, düşmanlık güttüğü Ehlibeyt'in (a.s) fıkhıyla çelişen fıkhî görüşleri de vardır. Mesela, ona göre geçici evlilik haramdır. Bir keresinde Abdullah, İbn-i Abbas'ı "Ey kör! Eğer geçici evlilik yaparsan seni taşlayarak öldürtürüm!" diye tehdit etmiş, İbn-i Abbas da ona şöyle cevap vermişti: "Benim gözüm kör olabilir, ama senin kalbin kördür. Geçici evliliğin helal olup olmadığı konusunda şüphen varsa, git bunu annene sor!"[404]
    Bu bölümde sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Amacımız Abdullah b. Zübeyr'in muhalefetlerini ve bilgisi olmadığı konularda dahi görüş bildirmiş olduğunu ortaya koymak idi.
    İyisiyle, kötüsüyle bütün sahabeler tarihte kaldı ve zavallı ümmet kan deryasında ve sapkınlık okyanusunda yalnızlığa itildi. Çoğu hak ile batılı birbirinden ayırt edemiyordu. Nitekim Talha, Zübeyr ve Sâd b. Ebi Vakkas da bunu itiraf etmişlerdi.
    Ama Allah'ın ayetleri ile yürüyen, hak hususunda bir an bile tereddüt etmeyen, haktan hiç ayrılmayan, hakkın da her zaman kendisiyle birlikte olduğu tek bir şahıs vardı:
    Müminlerin Emiri İmam Ali (a.s)... Ne mutlu ona itaat edene ve ne mutlu onu kendisine imam edinene!
    Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
    "Ey Ali! Sen ve Şiîlerin kıyamet günü kurtuluşa ereceksiniz."[405]
    "Hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?"[406]







    Sünnetin Kurân ile Çelişmediğine Dair Şia'nın Görüşü

    Ehlisünnet ve'l-Cemaat ile Şia inançlarının aslını öğrendikten sonra anladık ki Şia, fıkhî hükümlerde sadece Kuran-ı Kerim'e ve Peygamber sünnetine müracaat eder. Birinci derecede Kurân'a, ikinci derece de sünnete yer verirler. Şöyle ki, sünnetin sahihliğini Kurân'la ölçüyor, ona uyanları alıyor, ters düşenleri de atıyorlar.[407]
    Şia, bu konuda Ehlibeyt imamlarının, ataları olan Resul-i Ekrem'e (s.a.a) isnat ettikleri şu hadise göre hareket eder: "Benden size bir hadis nakledildiğinde o hadisi Allah'ın kitabıyla karşılaştırın. Eğer ona uyuyorsa alın, ters düşüyorsa duvara çırpın!"
    İmam Cafer Sadık (a.s) defalarca şöyle buyurmuştur: "Kurân ile uyuşmayan tüm hadisler boş sözdür (Peygamber'e ait değildir)."
    Usul-u Kafi'de şöyle rivayet edilmiştir: "Peygamber efendimiz Mina'da halka yaptığı bir konuşmasında şöyle buyurmuştur: Ey insanlar! Bana isnat edilen bir söz kulağınıza gelip çattığında bakın; eğer Allah'ın kitabına uyuyorsa, benim sözümdür ve eğer uymuyorsa, benim sözüm değildir."
    İmamiye Şiası, bu sağlam temel ile fıkıh ve akaidini güçlendirmiştir. Hadisler her ne kadar sahih sünnetle gelse de onu Kurân'la ölçerler. İmamiye Şiası, İslam fırkaları arasında bu şartı uygulayan tek fırkadır. Özellikle rivayetlerin birbiriyle çeliştiği durumlarda bu yöntemi kullanırlar.
    Şeyh Mufid, Tashihu'l-İtikad adlı eserinde şöyle der: "Allah'ın kitabı, tüm hadis ve rivayetlerden önce gelir. Doğru hadisle yalan hadisi ayırt etmede Kurân'a başvurulur. Kurân neye hükmederse doğru olan odur, başkası değil."
    Bu şartlardan dolayı hadisleri Allah'ın kitabıyla karşılaştırmak, çoğu fıkıh ve itikat konularında Şia'yı Ehlisünnet'ten ayıran farklı bir özelliktir.
    Araştırmacılar, Şia'nın fıkhî hükümleri ve itikadı konusunda Allah'ın kitabında delillere rastlayabilirlerken, Ehlisünnet'in ahkâm ve akaidine yönelik inançları konusunda kuranın açık ayetleriyle çelişen birçok hükme rastlamaktadırlar. Bu konuda size gereken örnekleri vereceğiz ve ileriki konularda bunları göreceksiniz.
    Yine göreceksiniz ki Şia, hiçbir kitabını tam manasıyla "sahih" olarak adlandırmamış, Kurân'la eş tutulacak veya Kurân'a yakın olarak addedilecek olağanüstü bir kutsiyet vermemiştir. Oysa Ehlisünnet ve'l-Cemaat, içinde Kurân'la çelişen yüzlerce hadis bulunmasına rağmen Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim'de yer alan bütün hadisleri sahih olarak görür.
    Bunu bilmeniz yeterlidir ki, Kafi kitabının yazarı Muhammed b. Kuleynî, Şia nezdinde onca azamete sahip olmasına ve hadis ilminde üstün mahareti bulunmasına rağmen yine de Şiî alimleri tarafından onun topladığı bütün hadisler "sahih" olarak nitelendirilmemiştir. Hatta bazı âlimler, onun naklettiği hadislerin yarısını doğru bulmamış ve kabul etmemiştir. Daha da öteye, yazarın kendisi dahi "Bu kitabın tamamı sahihtir" diye bir iddiada bulunmamıştır. Sahihlik vurgusu, Ehlisünnet mezheplerine halifelerden geçen bir alışkanlık olsa gerek.
    Demek ki Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Kurân ve sünnetin hükümlerini bilmeyen veya bildikleri halde bunlara ters düşse bile şahsî görüşlerini Kurân ve sünnetin üzerinde tutmak isteyen imamlara uyuyorlar. Ama Şia, Kurân'ın açıklayıcısı olan Peygamberimizin tertemiz Ehlibeyt'ini (a.s) takip etmektedir. Onlar Kurân'la muhalefet etmez ve Kurân'da çelişkiye düşmezler.
    "Hiç böyleleri, şu kimse gibi olur mu ki, o Rabbinden bir delil üzerinde bulunur, ayrıca O'ndan bir şahit de onu takip eder. Ondan önce de bir önder ve rahmet olarak Musa'nın kitabı var. İşte onlar ona inanırlar. Topluluklardan kim onu inkâr ederse, onun yeri ateştir! Ondan hiç kuşkun olmasın. Muhakkak o, Rabbinden gelen gerçektir. Fakat insanların çoğu inanmazlar."[408]








    Ehlisünnet Ve'l-Cemaat'e Göre Kurân ve Sünnet

    İmamiye Şia'sı, Kurân'a öncelik verir ve onu, sünnetin koruyucusu olarak bilir, dedik. Ne var ki Ehlisünnet bunun tam tersini yapar, yani sünnete öncelik verir ve onu Kurân'ın koruyucusu bilir. Böylece kendilerine neden Ehlisünnet dediklerini de anlamış oluyoruz. Yoksa neden kendilerine "Ehl-i Kurân ve Sünnet" değil de sadece "Ehlisünnet" demiş olsunlar ki? Özellikle de kitaplarında geçen "Ben aranızda iki emanet bırakıyorum; biri Allah'ın kitabı, diğeri sünnetimdir" hadisinden sonra böyle bir unvanı kendilerine eklememelerinin bir başka açıklaması olabilir mi?
    Asıl sebep şudur ki; onlar Kurân'ı görmezden geldiler, ikinci sıraya ittiler ve iddia ettikleri sünneti alıp birinci sıraya koydular. Bu nedenle de biz, onların asıl hedeflerinin sünneti Kurân'a hâkim kılmak olduğunu düşünüyoruz. Bu, gerçekten de ilginç bir konudur.
    Bana göre onlar, yaptıkları işin Kurân'a muhalif olduğunu görmüş, artık bunlara alışmış, yer yer egemen güçler bu ilaveleri onlara dikte etmiş, onlar da bu işleri temize çekebilmek için yalan hadisler ortaya çıkarıp bunları Peygamber'e atfetmişlerdir. Uydurdukları bu hadisler Kurân'a ters düştüğü için "Sünnet, Kûrân'a hâkimdir" veya "Sünnet, Kurân'ın hükmünü ortadan kaldırmıştır" demişlerdir.
    Daha açık bir delil getirecek olursak, her Müslüman'ın günde defalarca tekrarladığı abdesti örnek verebiliriz. Kurân'da şöyle gelmiştir:
    "Ey inananlar, namaza kalktığınız zaman yıkayın yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi; meshedin başınızı ve ayaklarınızı da (üzerindeki) çıkıntılara kadar…"[409]
    Bu konuda ayetin cerle mi, nesble mi okunduğu (erculikum veya erculekum) mühim değil; daha önce de belirttiğimiz gibi, önemli olan Ehlisünnet camiasının en meşhur Arap edebiyatı uzmanı Fahr-i Razî'nin "Her iki okunuş şeklinde de meshetmek vaciptir" demiş olmasıdır.[410]
    İbn-i Hazm der ki: "Ercul (ayaklar) kelimesindeki lam harfini ister üstünle okuyun, ister esreyle her iki durumda da bağlaç ruusa (başlar) döner. Bu bağlaç ya kelimeye (başlar) ya da onun mahalline (meshedin başınızı) dönmüştür ve başka bir şey caiz değildir."[411]
    Ne var ki Fahr-i Razi, ayetin her iki durumda da meshi emrettiğini itiraf ettiği halde mezhebi konusunda taassup ederek şöyle demiştir: "Buna rağmen sünnet ayakları yıkamayı emretmiş ve Kurân'ın hükmünü ortadan kaldırmıştır!"[412]
    Bu, onların hayalî sünnetinden sadece bir örnekti. Bu sünnet Kurân'a hükmedebiliyor ve bazı hükümlerini ortadan kaldırabiliyordu! Ehlisünnet'te bunun gibi daha birçok örnek var. Onlar, birçok uydurma hadise dayanarak Allah'ın hükümlerinin iptal edildiğine inanıyorlar ve buna gerekçe olarak da "Resul-i Ekrem (s.a.a) onların hükümlerini neshetmiştir (ortadan kaldırmıştır)" diyorlar.
    Dikkat edecek olursak, abdest ayeti Maide suresinde yer almaktadır. Bu sure Kurân'ın en son inen bölümüdür. Hatta rivayete göre Peygamberimizin (s.a.a) vefatından iki ay önce nazil olmuştur. Öyleyse Resul-i Ekrem (s.a.a) nasıl ve ne zaman abdest ayetini neshetmiştir? Peygamberimiz 23 yıl boyunca ayaklarını meshetmiş ve günde en az beş kez bunu tekrarlamışken ömrünün son iki ayında Allah'ın ayetine muhalefet ederek ayaklarını yıkamaya başlaması acaba akla ve mantığa sığacak bir şey mi? Bu söze kim inanır?
    Bütün bunlar bir tarafa, "Kuran insanları en doğru yola hidayet eder" dediği halde ilk başta kendisi ona muhalefet ederse, insanlar böyle bir peygambere nasıl inanabilir? Sizce bu söz makul müdür ya da akıl sahipleri böyle bir şeyi kabul eder mi? Muhalifler, müşrikler ve münafıklar haklı olarak, "Madem kendin Kurân'a muhalefet ediyorsun, o halde bizi neden ona inanmaya çağırıyorsun?" demezler mi? Böyle bir soru karşısında Peygamber dahi cevap veremez.
    Dolayısıyla biz, gerek rivayetlere gerekse akla aykırı olan bu iddiayı kabul etmiyoruz. Kurân ve sünnete inanan herhangi bir kimse asla böyle bir iddiayı kabul edemez. Ama gelin, görün ki, Emevî hükümdarlarının takipçisi olan Ehlisünnet ve'l-Cemaat, daha önce de açıklandığı üzere, uydurma hadisleri Peygamber'e atfederek rehberlerinin şahsî görüşlerini doğru göstermeye ve bu işin dinde caiz olduğunu vurgulamaya çalışmışlardır. Bu yüzden de ilk yaptıkları şey, bu işe dinî bir meşruiyet kazandırmak olmuştur. Böylece nassları teşkil eden kesin ayetler karşısında şahsî görüşlerini belirttiklerinde "Peygamber de Kurân karşısında içtihat etmemiş miydi? O da istediği ayetleri geçersiz sayıyordu!" diye bahane gösterebileceklerdi. Bu, onlar için bir çıkış yolu oluyordu. Çünkü bidat ehli kimseler, yalan yere Peygamber'in takipçisi olduklarını iddia ederek bu yolla Kurân'a karşı rahatlıkla muhalefet edebilecek ve yaptıkları değişikliklere dinî bir kılıf bulabileceklerdi.
    Önceki konularda Peygamberimizin bir an bile şahsî görüşüyle amel etmediğini ve daima vahyi beklediğini sağlam delillerle ispatlamıştık.[413] Nitekim Kurân-ı Kerim de şöyle buyurur:
    "Biz sana kitabı, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye bir gerçek olarak indirdik"[414]
    Acaba Peygamberimiz, Allah'ın şöyle emrettiğini buyurmamış mıydı?
    "Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman, bizimle buluşmayı ummayanlar: Bundan başka bir Kurân getir veya bunu değiştir, derler. De ki: Onu kendi tarafımdan değiştiremem. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Şayet ben Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım!"[415]
    Acaba Allah-u Taâla, onu daha da şiddetli bir şekilde uyarmamış mıydı? Allah'ın sözünü değiştirdiği takdirde ona neler yapacağı konusunda nasıl tehdit ettiğini görmüyor musunuz?
    "Eğer o, (Hz. Muhammed), bazı sözler uydurup bize iftira etseydi, elbette onun sağ elini alır, sonra da şah damarını keserdik. Sizden hiç kimse de buna mani olamazdı."[416]
    İşte Kurân ve işte Kurân ahlakı taşıyan Peygamber (s.a.a)… Ne var ki Ehlisünnet ve'l-Cemaat,[417] Ali b. Ebu Talib'e ve Ehlibeyt'e olan düşmanlığından ötürü her konuda onlarla muhalefet ediyordu. Gün geldi, Ali ve onun takipçilerine muhalefet etmek temel sloganları oldu. Bu muhalefet, sabit sünnete muhalefet etmekle sonuçlansa da onlar bu davalarından vazgeçmedi.[418]
    Bu mücadele öyle ilerledi ki, sırf Peygamber sünnetini canlı tutabilmek için namazların sessiz kılındığı öğle ve ikindi namazlarında İmam Ali (a.s) besmeleleri sesli okuyor diye onlardan bazıları "Besmeleyi sesli okumak mekruhtur!" demiştir. Bu işi günlük namazlarla ilgili olan elleri bağlama veya kenarlara salma, kunut duası okuma ve namazın diğer kısımları konusunda da yaptılar. Öyle ki Enes b. Malik bundan ötürü ağlıyor ve şöyle diyordu: "Allah'a ant olsun ki Resulullah'ın namazında gördüğüm şeyleri (şimdilerde) göremiyorum; onu çok değiştirmişsiniz!"[419]
    Ne ilginçtir ki, Ehlisünnet ve'l-Cemaat, bu ihtilaflar konusunda sessiz kalmayı tercih etmiştir. Çünkü bilinen dört Ehlisünnet mezhebi, bu konularda ihtilaf etmiştir. Gerçi onlar bu ihtilafta bir sakınca görmüyorlar. Çünkü onlara göre bu ihtilaf rahmetmiş! Ama nedense Şia onlarla muhalefet ettiğinde Şiîleri kınıyor ve bunu azap sayıyorlar. Sadece kendi imamlarının görüşünü kabul ediyorlar. Oysaki onların imamları ilim, fazilet, amel ve makamda Peygamber'in tertemiz Ehlibeyt'iyle asla eş tutulamaz. Nitekim daha önce de belirtildiği gibi Kuran ve sünnet,[420] ayakları meshetmeği emrettiği halde, onlar bunu kabul etmiyor, Şiîlere atfediyor, Şiîlerin Kurân'ı farklı yorumladıklarını ileri sürüyor ve onların dinden çıktıklarını söylüyorlar.
    Hatırlamamız gereken bir diğer örnek de Kurân ve sünnetin onayladığı geçici evlilik mevzuudur. Onlar, bunu haram sayan Ömer'in içtihadını meşru gösterebilmek için yalan hadis uydurup bunu Resul-i Ekrem'e (s.a.a) isnat ettiler. Sonra da böyle bir evliliği helal saydıkları için Şia'yı kınamaya başladılar. "Neden Ali b. Ebu Talib'den hadis rivayet edip de bu evliliğin helal olduğunu söylüyorsunuz?" dediler.
    Ehlisünnet'in Sahih kitaplarında, Peygamber'in, Ebubekir'in ve hatta Ömer'in döneminde, Ömer buna bir yasaklama getirinceye kadar sahabenin geçici evlilik yaptığı yazılıdır. Kendileri de bu konuda sahabe arasında ihtilaf olduğunu kabul ediyorlar. Bazılarının geçici evliliği haram saydığını, bazılarının da helal saydığını kendileri itiraf ediyorlar.
    Onların yalan bir hadise dayanarak Kurân'ın açık ayetlerini geçersiz saydıklarını gösteren örnekler çoktur. Ama biz bu konuda iki örnekle yetiniyoruz. Bizim buradaki amacımız, Ehlisünnet ve'l-Cemaat üzerindeki perdeyi aralamak, onların hadisleri Kurân'a hakim kıldıklarını göstermek ve nasıl da açıkça "Sünnet Kurân'ı geçersiz kılmıştır!"dediklerini okuyucularımıza göstermektir.
    Hicrî 276'da ölen ve Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in önde gelen fakih ve muhaddislerinden olan Abdullah b. Müslim b. Kuteybe, açıkça şöyle demiştir: "Sünnet, Allah'ın kitabına hâkimdir ama Allah'ın kitabı sünnete hâkim değildir."[421]
    Buna ilave olarak, usul-i dinde Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in öncüsü olan Eş'arî, bakınız bu konuda ne demiştir: "Sünnet Kurân'ı nesheder (geçersiz kılar) ve ona hâkimdir; ama Kurân sünneti neshetmez ve ona hâkim olamaz."[422]
    İbn-i Abdulbirr, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in önderlerinden biri olan İmam Evzaî'nin şöyle dediğini nakleder: "Kurân'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kurân'a olan ihtiyacından daha fazladır."[423]
    Eğer bu sözleri onların inançlarına şahit olarak kabul edersek, Ehlibeyt inancına muhalif olmalarını da normal karşılamamız gerekir. Çünkü Ehlibeyt (a.s), Kurân'ın sünnete hâkim olduğunu söylemiş, hadislerin doğru olup olmadığını öğrenebilmek için Kurân'a sunulması gerektiğini vurgulamış ve Kurân'ı ölçü olarak göstermiştir. Ne var ki Ehlisünnet ve'l-Cemaat, bizim böyle yapmamız gerektiğini vurgulayan hadisleri, her ne kadar Ehlibeyt imamları kanalıyla gelmiş olsa da kabul etmiyorlar. Çünkü kabul ettikleri takdirde mezheplerinin altüst olması kaçınılmazdır.
    Beyhakî, Delailü'n-Nübüvvet kitabında şöyle der: «Resul-i Ekrem'e isnat edilen "Benden size bir hadis nakledildiğinde o hadisi Allah'ın kitabıyla karşılaştırın…"şeklindeki hadis batıldır. Hadisin yalan olduğu açıkça ortadadır. Çünkü Kurân-ı Kerim'de hadislerin Kurân'la karşılaştırılması gerektiğini belirten herhangi bir ayet yoktur!»
    İbn-i Abdulbirr, Abdurrahman b. Mehdi'nin şöyle söylediğini rivayet eder: Peygamberimize isnat edilen "Benden size bir hadis nakledildiğinde o hadisi Allah'ın kitabıyla karşılaştırın. Eğer ona uyuyorsa benim sözümdür ve eğer ters düşüyorsa benim sözüm değildir" şeklindeki hadis, ilim ehli nezdinde sahihliğiyle ispatlanmış bir hadis değildir. Bu hadisi zındıklar ve Haricîler uydurmuştur![424]
    Şu kör taassuba bir bakın! İlmî araştırmalar yapıp hakkı seçmek isteyenlerin önünü nasıl da tıkamaya çalışıyor? Bir yandan hadisi nakleden tertemiz Peygamber Ehlibeyt'ini (a.s) hadis uydurmakla itham ederken bir yandan da onları zındıklık ve Haricîlikle suçluyor. Ona şunu sormak lazım: "Zındıkların ve Haricîlerin böyle bir hadisi uydurmakla ne amaçları olabilir?" Akıllı ve insaflı bir insan, Allah'ın kitabını yüceltip, dinî hükümleri elde etmede ilk sırayı ona veren böylesi bir gruba hak vermez mi? Bu, Allah'ın ayetlerini ve hükümlerini, bidatleri ve uydurma hadisleriyle geçersiz kılmaya çalışan Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in düşüncelerinden daha akıllıca değil mi?
    "Ağızlarından çıkan söz ne de büyük bir söz! Onlar, yalandan başka bir şey söylemiyorlar."[425]
    Ehlisünnet'in zındık ve Haricî diye adlandırdığı kimseler, Resulul-lah'ın ümmetini ihtilaftan koruyan Ehlibeyt imamları ve hidayet meşaleleridir. Onları bizzat Resul-i Ekrem böyle tanıtmıştır. Peygamberimize göre Ehlibeyt'e muhalefet eden şeytanın taraftarıdır. Ama Ehlibeyt'in tek suçu, dedeleri olan Peygamber'in sünnetine bağlı kalmak ve Ebubekir, Ömer, Osman, Muaviye, Yezid, Mervan ve diğer Emevî hükümdarların biatlerini reddetmek olmuştu.
    Tarih boyunca devlet yöneticileri ve halifeler bunlarla birlikte olduğu için muhalifleri olan Ehlibeyt'e küfretmeleri, onları Haricî ve kâfir olarak tanıtmaları, kenara itmeleri ve onlarla savaşmaları gayet doğaldır. Ali ve Ehlibeyt'ini minberlerde seksen yıl boyunca lanetlemediler mi? Hz. Hasan onların zehri ile Hz. Hüseyin ve evlatları da onların kılıçlarıyla şehit edilmediler mi?
    En iyisi Ehlibeyt'in (a.s) musibetlerini daha fazla açmadan kendilerine Ehlisünnet ve'l-Cemaat adını verenlere tekrar geri dönelim.
    Onlar sünnetin Kurân ile karşılaştırılmasını kabul etmiyorlarsa o zaman Ebubekir'i neden zındık veya Haricî olarak nitelendirmiyorlar? Peygamber'in hadislerini yaktıktan sonra halka hitaben bir konuşma yaparak şöyle demedi mi? "Siz Peygamber'den öyle hadisler rivayet ediyorsunuz ki kendiniz dahi bu konuda ihtilaf ediyorsunuz. Demek ki sizden sonrakiler daha çok ihtilaf edeceklerdir. Öyleyse Allah resulünden hiçbir şey rivayet etmeyin. (Bundan dolayı) biri size bir şey soracak olursa, deyin ki: Allah'ın kitabı aramızdadır; helalini helal sayın, haramlarından da kaçının!"[426]
    Şimdi, bu rivayete göre, Ebubekir sünnet karşısında Kurân'a öncelik vermemiş midir? Öncelik bir tarafa, Kurân'ı tek kaynak gösterip, sünneti ihtilafa neden olduğu için reddetmemiş midir?
    Neden Ömer b. Hattab'ı zındıklık ve Haricîlikle suçlamıyorlar? Peygamber'in sünnetini daha ilk günden reddederek "Allah'ın kitabı bize yeter!" diyen o değil miydi? Ömer, sahabenin kendi döneminde topladığı bütün hadisleri bir araya getirip ateşe verdi.[427] Hatta daha da ileri giderek onların hadis nakletmesini yasakladı.[428]
    Neden dinin yarısını kendisinden öğrendikleri Ümmül Müminin Ayşe'yi zındıklık ve Haricîlikle suçlamıyorlar? Halbuki Ayşe, hadisleri Kurân ile karşılaştırmakla meşhurdu. Bilmediği bir hadisi duyduğunda onu Kurân'la karşılaştırır, muhalif ise o hadisi reddederdi. Ömer b. Hattab ölüye ağlamanın ölünün azabını artırdığını ifade eden hadisi reddettiği zaman Ayşe şöyle demişti: "Kurân'ın şu ayeti sizin için yeterlidir: Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını yüklenmez.[429]"[430]
    Abdullah b. Ömer, "Peygamberimiz müşriklerin cesetleriyle dolu olan kuyunun başına gelerek onlarla konuştu, sonra sahabesine dönüp 'Onlar söylediklerimi duyuyorlar' dedi" şeklinde rivayette bulunmuş, Ayşe kabul etmemiş, Peygamber'in sadece "Onlar söylediklerimin hak olduğunu biliyorlar" dediğini iddia etmiş ve sonra da ölülerin hiçbir şey duymayacaklarına dair Kurân'dan şu ayetleri delil olarak göstermiştir:[431]
    "Sen ölülere duyuramazsın."[432]
    "Sen kabirlerdeki ölülere duyuramazsın."[433]
    Ayşe ne zaman Kurân'la bir karşılaştırma yapsa, birçok rivayeti reddederdi. Nitekim "Muhammed (s.a.a) Allah'ı görmüştür" diyen birine şu cevabı vermişti: Senin bu sözün tüylerimi ürpertti. Sen ne bilirsin ki? Şu üç şeyin aleyhinde kim sana bir şey söylerse yalan söylemiştir:
    1-Kim Muhammed'in (s.a.a) Rabbini gördüğünü söylerse yalandır. Çünkü Allah şöyle buyurur:
    "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür."[434]
    "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle yahut perde arkasından konuşur."[435]
    2-Kim sana yarın ne olacağını söylerse yalandır. Çünkü Allah şöyle buyurur:
    "Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez."[436]
    3-Kim sana Peygamber'in bir sözü gizlediğini söylerse yalandır. Çünkü Allah şöyle buyurur:
    "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, peygamberlik görevini yapmamış olursun."[437]
    Ehlisünnetin ravisi Ebu Hureyre, bazen bir hadisi naklettikten sonra "İnanmıyorsanız şu ayete bakın" der, böylece sözünü insanlara kabullendirmeye çalışırdı.
    Öyleyse neden Ehlisünnet ve'l-Cemaat bütün bu sahabeleri Haricî ve zındık olarak nitelendirmiyor? Onlar da her duydukları hadisi Kurân'la karşılaştırıyor, Kurân'a muhalif olan rivayetleri yalanlıyorlardı. Evet, Ehlisünnet'in bu sahabeleri suçlamaya cesareti yoktur. Ama sıra Ehlibeyt'e geldiğinde takvayı ve hayâyı bir kenara bırakıp her türlü küfrü ve günahı onlara yakıştırabiliyorlar. Oysaki Ehlibeyt'in tek suçu, hadisleri Allah'ın kitabıyla karşılaştırmaları olmuştu. Ehlibeyt (a.s), hadis uyduranları ve hilecileri ortaya çıkarmaya, onları bu şekilde rezil etmeye çalışıyordu. Allah'ın hükümlerini ayaklar altına alanlar ve uydurma hadislerle bu hükümleri batıl etmeye çalışanlar çok iyi biliyorlar ki, kendi söyledikleri hadisler Allah'ın kitabına sunulacak olursa, bunların onda dokuzu Kurân'la uyuşmaz. Kalan miktar Kurân'la uyuşuyorsa da onları tevil edip Peygamber'in kastetmediği yöne çekiyorlar.
    Mesela: "Benden sonraki halifeler on iki kişidir ve hepsi de Kureyş'tendir.", "Benden sonra Hülefa-i Raşidin'in sünnetine sarılın.", "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" vb. gibi hadisler bu tür hadislerdir.
    Bu hadislerde Peygamber'in kastettiği Ehlibeyt imamlarıydı. Ama Ehlisünnet bu rivayetleri haksız yere hilafette bulunan kimselere ve sünneti değiştiren bazı sahabelere yamamıştır. Hatta sahabelere verilen lakaplar Peygamber'in Ali'ye (a.s) verdiği lakaplardır. Mesela; Ebubekir'in "Sıddık" (çok doğru konuşan), Ömer'in "Faruk" (hakla batılı ayıran), Osman'ın "Zinnureyn" (iki nurun sahibi) ve Halid b. Velid'in "Seyfullah" (Allah'ın kılıcı) lakapları, Peygamberimiz döneminde, yine Peygamberimiz tarafından İmam Ali'ye verilmiş lakaplardır.
    Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
    "Sıddıklar üç kişidir: Yâsin hanedanının mümini Habib Neccar, Firavun hanedanının mümini Hızkîl ve bunlardan daha üstün olan Ali b. Ebu Talib'dir."[438]
    Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "En büyük sıddık benim. Benden sonra kim böyle bir iddiada bulunursa yalancıdır." Evet, o, aynı zamanda hak ile batılı birbirinden ayıran en büyük faruktur.[439]
    Acaba Peygamberimiz şöyle buyurmamış mıydı: "Ali'ye sevgi iman, onunla düşmanlık nifaktır; o nereye giderse, hak da onunla beraberdir."
    Zinnureyn de İmam Ali'nin (a.s) lakabıdır.[440] Çünkü cennet gençlerinin efendileri olan İmam Hasan ile İmam Hüseyin onun evlatlarıdır. Bunlar, Peygamber soyundan gelen iki nurdur.
    "Allah'ın kılıcı" da Uhud savaşında Cebrail'in (a.s), hakkında "Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi kılıç yoktur!" dediği kimsedir. Şüphesiz, Ali (a.s), Allah'ın müşriklere doğrulttuğu bir kılıç idi. Allah onunla müşriklerin pehlivanlarını öldürdü. Yiğitlerini yere serip, burunlarını yere sürttü. Öyle ki, müşrikler, istemeyerek de olsa hakkı kabul ettiler.
    Ali (a.s) Allah'ın kılıcıdır. Çünkü hiçbir zaman savaştan ve düşmanla yüzleşmekten kaçmamıştır. Ali (a.s) öyle bir kimsedir ki, sahabe Hayber karşısında aciz kaldığında ve savaşmaya cesaret edemeyip geri geldiğinde o, Hayber'i tek başına fethetmiştir.
    Başa geçen halifelerin siyaseti, İmam Ali'yi (a.s) her türlü fazilet ve üstünlükten silahından arındırmayı hedefliyordu. Muaviye halife olduğunda bu konuda daha da ileri gitti. Ali'ye lanet okutup onu küçük göstermeye çalıştı. Onunla muhalefet edenleri daha üstün göstermek için elinden geleni yapıyordu. İmam Ali'nin (a.s) bütün lakaplarını üstün göstermeye çalıştığı kimselere verdi. Bu uğurda hiçbir yalan ve hileden çekinmedi. O dönemlerde kim Muaviye'nin yalancı olduğunu söyleyebilir veya onunla muhalefet edebilirdi ki?
    Muaviye ve yandaşları İmam'ı telin etme, ona küfretme ve ona karşı cephe alma konusunda birleştiler. Ehlisünnet ve'l-Cemaat'ten olan takipçileri de bütün gerçekleri örtbas ettiler. Güzeli çirkin, çirkini güzel saydılar. Ali ve taraftarlarını zındıklık, Haricîlik ve Rafizîlikle itham ettiler. Böylece onları lanetlemeyi ve kanlarını akıtmayı caiz gördüler. Allah'a, resulüne ve Ehlibeyt'ine muhalif olanlara "sünnet taraftarı" yakıştırmasını yaptılar.
    Aziz okuyucu! Oku da gör! Bunları okurken şaşırmamak elde değil. Eğer yine de şüphe ediyorsan araştır. Tarihin derinliklerinde bu hakikatleri mutlaka bulacaksın!
    "Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Bunlar bir olur mu hiç? Hâlâ ibret almaz mısınız?"[441]
    Dünyanin En Büyük Azeri Mp3 Arsivi. www.azeribalasi.com

  3. #13
    Azeribalasi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    9.712
    Konular
    3529
    Beğendikleri
    130
    Beğenileri
    32
    Tecrübe Puanı
    100
    @Azeribalasi

    Standart Gerçek Sünnet Ehlİ Şİa'DIR PRF. DR. MUHAMMED TİCANÎ SEMAVÎ

    Ehlisünnet Nezdinde Çelişkili Hadisler

    Onca yazılanlardan anlaşıldığı üzere Peygamber efendimize atfedilen sünnetlerin çoğu, aslında Peygamberimizin vefatından sonra sahabenin ortaya çıkardığı ve insanların bunu yapmaya zorlandığı bidatlerden oluşmaktadır. Zavallı halk da bütün bu bidatlerin Peygamber'in sünneti olduğunu veya onun ağzından çıktığını sanarak ötelerden beri bunu yapagelmiştir. İşte bu yüzdendir ki sonradan dine mal edilen bu bidatler, genelde hem birbirleriyle, hem de Kurân'la çelişmektedir. Dolayısıyla Ehlisünnet âlimleri çelişkili hadisleri tevil etmek zorunda kalmış, "Peygamber bazen öyle yapıyordu, bazen de böyle; namazda bazen besmele okuyordu, bazen de okumuyordu; abdest alırken bazen ayaklarını yıkıyordu, bazen de meshediyordu; namazını bazen eli bağlı olarak kılıyordu, bazen de eli açık vs." demişlerdir. Artık durum öyle bir yere gelmiş ki bazı âlimleri, "Peygamberimiz bunları ümmetin rahatlığı ve kolaylığı için yapmıştır; herkes dilediği şekilde, hangisi kolayına geliyorsa ona göre ibadetini yerine getirebilir!" diyorlar. Bu, apaçık bir yalandır ve İslam'ın özü bunu inkâr eder. Çünkü tevhit inancına göre, ibadette de tevhit vardır. Mükellef, kıyafette tek çeşit olmalıdır. Mesela, hacda ihrama bürünen kimse, istediği şekilde elbise giyemez veya cemaat namazında, cemaat istediği şekilde rükû ve secdeleri yerine getiremez. Bu gibi iddialar elbette ki yalandır. Çünkü Ehlibeyt (a.s) imamları ne şekilde, ne de içerikte ibadette ihtilafı kabul etmemişlerdir. Ehlisünnet ve'l-Cemaat nezdinde birbiriyle çelişen hadisleri saymakla bitiremeyiz. Allah'ın izniyle bu hadisleri ayrı bir kitapta ele alacağız. Burada kısaca birkaç hadisi ele alıp Ehlisünnet ve'l-Cemaat mezhebinin inancının hangi temeller üzerine kurulduğunu göstermeye çalışacağız. Sahih-i Müslim ve Şerh-i Muvatta'da Suyuti'nin kalemiyle Enes b. Malik'in şöyle söylediği rivayet edilir: "Ben Resulullah'ın, Ebubekir'in, Ömer'in ve Osman'ın arkasında namaz kıldım ve hiç birinin namazda 'Bismillahirrahmanirrahim' dediğini duymadım." Başka bir rivayette de Enes, Kutade, Sabit Bennanî ve diğerleri senet gösterilerek Peygamberimizin namazda besmeleyi yüksek sesle okuduğu nakledilmiştir. Bu hadiste Peygamberimizin adı geçiyor, ama hadisin ibarelerinde farklılıklar var. İbareler oldukça karışık ve düzensiz. Bazıları "Peygamberimiz namazda besmeleyi okumuyordu", bazıları "Besmeleyi yüksek sesle okuyordu", bazıları "Peygamberimiz besmeleyi terk etmezdi", bazıları da "Peygamberimiz namaza 'Elhamdulillahi rabbil âlemin' cümlesiyle başlardı" demiştir. Bütün bu ihtilaf ve düzensizlikler sonucunda fakihlerin doğru fetva vermeleri mümkün değildir.[442] Eğer bu düzensizliğin iç yüzünü ravinin bizzat kendisinden, yani daima Peygamber'in yanında olan Enes b. Malik'ten öğrenmek istiyorsanız, o, Peygamberimizin ve ilk üç halifesinin besmele okumadıklarını ve bazen de bunu terk ettiklerini (bazen okuduklarını, bazen okumadıklarını) rivayet etmiştir. Ama acı gerçek daha da farklıdır. Sahabelerin çoğu, hadis naklederken otorite sahiplerinin istekleri ve siyasî menfaatleri doğrultusunda, onlara uygun hadisler naklediyorlardı. "Besmele okunmuyordu" şeklindeki hadisler, hiç kuşkusuz Emevîler döneminde uydurulmuştu. Onlar, Peygamber sünnetini değiştirdikleri için böyle bir ihtiyaç hissetmişlerdi. Ama o dönemde Ali (a.s), sünnete bağlı idi ve sünneti ihya etmeye çalışıyordu. Onların siyaseti, "her konuda İmam Ali (a.s) ile muhalefet etmek ve onun aksine davranmak" temeli üzerine kurulmuştu. Meşhurdur ki, Hz. Ali (a.s) kıraatin sessiz olduğu öğlen ve ikindi namazlarında dahi besmeleyi yüksek sesle söylüyor diye onlar bunun bilincinde olarak tersini yapıyorlardı. Bu, bizim veya Şiîlerin iddiası değildir. Biz yazdığımız her şeyde Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in kitaplarını veya onların açık itiraflarını delil gösterdik. İmam Nişaburî, kendi Tefsir'inde Enes b. Malik'ten nakletmiş olduğu çelişkili hadislerden sonra aynen şöyle diyor: "Diğer bir eleştiri de, Ali'nin (r.a) namazlarda besmeleyi yüksek sesle okumasıydı. Emevîler kendi dönemlerinde bunu engelliyor ve Ali'ye ait her kalıntıyı yok etmeye çalışıyorlardı. Belki de Enes'in sözlerinin çelişkili olmasının sebebi, Emevîlerden korkmuş olmasıydı."[443] Ebu Zühre'nin de buna benzer bir sözü vardır. Der ki: "Emevî halifelerinin Hz. Ali'ye ait birçok eserin ve fetvanın yok olmasında oldukça etkili olduklarını kabul etmek zorundayız. Çünkü bir yandan minberlerde Ali'ye (a.s) lanet okurlarken, bir yandan da öğretilerinin insanlar arasında yayılmasına, özellikle de İslam hükümeti ve temellerine yönelik fetva ve görüşlerinin anlatılmasına izin vermeleri akıllıca bir tutum olmazdı."[444] Allah'a şükürler olsun ki, hakikat onların bazı âlimlerince dile getirilmiştir. Onlar İmam Ali'nin (a.s) namazlarda ısrarla besmeleyi yüksek sesle söylediğini itiraf etmişlerdir. Sonuçta, Hz. Ali'nin (a.s) besmele konusundaki bu ısrarlı tavrından anlaşılıyor ki, ondan önceki halifeler kasıtlı veya kasıtsız olarak besmeleyi terk etmişlerdi. Halk da onlara uyuyordu. Dolayısıyla bu, kabul edilir bir sünnet hâline gelmişti. Hiç kuşkusuz, besmeleyi bilerek terk etmek, namazı batıl eder. Aksi halde Ali (a.s), sessiz kılınan namazlarda (öğle ve ikindi namazları) bile besmeleyi neden yüksek sesle söylesin ki? Biz, Enes b. Malik'in rivayetlerinden onun Emevîlere yaklaşma çabası içerisinde olduğu sonucuna varıyoruz. Çünkü Emevîler onu övgüyle anıyor, mal-mülkle ödüllendiriliyor ve onun için yüksek saraylar yaptırıyorlardı. Bütün bunların sebebi ise Malik'in, İmam Ali'ye (a.s) muhalif olmasıydı. O da kendince İmam'a olan düşmanlığını açığa vuruyordu. Mesela, Tayr (kuş) Hikâyesi'nde şöyle rivayet edilir: "Peygamberimiz, kendisine getirilen kızarmış kuş etinden yemeden önce 'Allah'ım, halk arasından en sevdiğin kimseyi bana gönder ki, o da bu yemekten yesin!' şeklinde dua etmiş, derken Ali gelmiş, içeri girmek için izin istemiş, Enes üç kez onu reddetmiş ve içeri girmesine müsaade etmemişti. Dördüncü defasında Peygamberimiz durumu anlayınca Enes'e 'Neden böyle yaptın?' diye sormuş, Enes de, "Ensardan birinin gelmesini istiyordum" diye cevap vermişti."[445] Enes hakkında sadece bu rivayet yeter herhalde. Çünkü Peygamberimiz, Allah'tan en sevdiği kulunu göndermesini dilediğinde, Allah onun duasını kabul ederek Hz. Ali'yi (a.s) gönderiyor; o da bunu gördüğü ve duyduğu halde düşmanlığını ortaya koyup her seferinde "Peygamber şu an meşgul" diyerek yalan yere Hz. Ali'yi (a.s) geri çevirmeye çalışıyordu. Enes, bu yalanı üç kere tekrarlamıştı. Çünkü İmam Ali'nin (a.s) Allah katında Peygamber'den (s.a.a) sonra en değerli insan olduğunu kabul etmek istemiyordu. Hz. Ali (a.s) dördüncü gelişinde izin istemeden Peygamber'in yanına girdi. Peygamber: "Ey Ali! Neden geciktin?" diye sorunca Ali (a.s): "Geldim, ama Enes beni üç kez geri çevirdi!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz Enes'e dönerek: "Bunu neden yaptın?" diye sordu. Enes, "Ey Allah'ın Resulü! Senin duanı duydum, ama ben kabilemden birinin gelmesini istiyordum!" diye cevap verdi. Tarihin bize bildirdiğine göre, Enes bu olaydan sonra da İmam'la olan düşmanlığını ömrü boyunca sürdürmüştür. Enes öyle bir kimsedir ki, Kufe'ye bağlı Rahbe mahallesinde İmam Ali (a.s) ona "Gadir hadisini duydun mu?" diye sorduğunda o, şahitlik yapmaktan kaçınmış, bu yüzden İmam Ali'nin bedduasını almış ve aynı gün alaca hastalığına yakalanmıştı. O halde neden Enes, İmam Ali'ye (a.s) düşman olmasın ve Ali düşmanları karşısında kendisini ondan beri göstermeye çalışmasın ki? İşte, bu yüzdendir ki besmele konusundaki rivayeti, Muaviye taraftarlığı kokusu veriyor. Çünkü rivayetinde "Ben Peygamber'in, Ebubekir'in, Ömer'in ve Osman'ın arkasında namaz kıldım" derken Hz. Ali'nin (a.s) arkasında namaz kılmaktan kaçındığını itiraf ediyor ki, bu da Muaviye ve yandaşlarının işine geliyor. Onlar ilk üç halifeden övgüyle söz edilmesini istiyor, Hz. Ali'nin (a.s) ismini unutturmayı ve ondan asla söz edilmemesini umuyorlardı. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) tertemiz Ehlibeyt imamları kanalıyla Şiîler için şu sabittir ki Hz. Ali, namazda Fatiha suresini ve ondan sonraki sureyi okurken başındaki besmeleyi yüksek sesle okurdu. Yine, Ehlisünnet ve'l-Cemaat kanalıyla gelen rivayetlere baktığımızda Hz. Ali'nin, namazlarda besmeleyi yüksek sesle okuduğunu, hatta sessiz kılınması gereken namazlarda dahi böyle yaptığını ve bunda ısrar ettiğini görmekteyiz. Bu iki konuyu yan yana getirdiğimizde şu sonuç ortaya çıkar: Demek ki namazda besmeleyi söylemek Peygamber'in sünnetidir. O halde kim bunu söylemez ve bir vacibi görmezden gelirse, namazı batıl olur. Çünkü sünnete muhalefet etmek, yoldan çıkmak demektir. Nitekim Kurân-ı Kerim şöyle buyurur: "Allah Resulü size ne verdiyse alın onu ve size neyi yasakladıysa sakının ondan."[446] Biz bundan sonra da sahabenin, Peygamberimizin sünnetiyle muhalefet eden rivayetlerini eleştirmeye devam edeceğiz. Burada önemli olan, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in, sahabenin hangi sözlerine ve neden dolayı dayandıklarını bilmektir. Ehlisünnet bu konuda şuna inanır: 1-Sahabenin gerek sözleri, gerekse davranışları sünnettir ve buna uymak gerekir. 2-Sahabenin gerek sözleri, gerekse davranışları sünnete aykırı değildir. Zira sahabe, kendi görüşüne göre amel eder ve bunu Peygamberimize isnat eder. Böylece halk üzerinde etkili olur. Bu sayede Peygamberimizin sünnetleri muhtemel ihtilaflardan korunmuş olur. Oysaki bu inanış yanlıştır ve ancak zandan ibarettir. İhtilafların önünü almak için tek çaba sarf eden kişi, Ali b. Ebu Talib (a.s) idi. Kendi döneminde halkı nebevî sünnete geri getirebilmek için oldukça çaba göstermişti. Sözleri, davranışları ve verdiği hükümler tamamen bu yöndeydi. Ama yine de sonuç alamadı. Zira fitneciler birbiri ardınca çıkardıkları savaşlarla onu meşgul etmişlerdi. Bir savaş bitmeden diğerini başlatıyorlardı. Cemel Savaşı henüz sona ermeden Sıffın Savaşı baş gösterdi. Sıffın bitmeden Nehrevan savaşı başladı. O da bir sonuca varmamıştı ki, sonunda İmam Ali'yi (a.s) mihrapta, namaz kılarken şehit ettiler. Muaviye başa geçince tek hedefi Allah'ın nurunu söndürmek oldu. Hz. Ali'nin (a.s) ihya ettiği Peygamber sünnetini tamamen ortadan kaldırmak için tüm gücünü harcadı. İnsanları ilk üç halifenin bidatleriyle, özellikle de kendisinin ortaya attığı bidatlerle avuttu. Hz. Ali'ye (a.s) küfretti, küfrettirdi. Ona lanet okutmayı bir gelenek hâline getirmek ve adının ihanetle anılmasını sağlamak istiyordu. Medainî bu konuda şöyle der: «Sahabeden biri Muaviye'nin yanına gelerek, "Ey Muaviye! Ali öldü artık. Korkman gereken bir şey kalmadı. Keşke şu lanet okuma olayını da kaldırsan!" dedi. Bunun üzerine Muaviye şöyle cevap verdi: "Ant olsun Allah'a insanlar bu sünnetle yaşlanıncaya ve çocuklar bu sünnetle büyüyünceye kadar Ali'ye lanet kalkmayacaktır!"» Medainî yine şöyle der: "Ümeyye oğulları uzun yıllar bu sünneti devam ettirdiler. Okullarda çocuklarına, evlerde kadınlarına, kölelerine ve hizmetçilerine bu sünneti öğrettiler. Muaviye'nin bu programı oldukça başarılı oldu. Çünkü İslam ümmetini (az bir grup dışında) gerçek rehberinden uzaklaştırdı ve halkı onu nefretle anmaya zorladı. Batıla hak elbisesi giydirdi. İnsanlara kendisinin ve taraftarlarının sünnet ehli olduklarını, Ali ve taraftarlarının da Haricî ve bidat ehli olduklarını göstermeye çalıştı." Eğer İmam Ali'ye (a.s) minberlerde lanet okuyarak Allah'a yakınlaşmayı ummuşlarsa, onun izinden giden Ali yanlılarına yeler yaptıkları ortadadır. Nitekim Şiîleri Beytü'l-Mal'dan (devlet hazinesi) mahrum ettiler. Evlerini içindekilerle birlikte ateşe verdiler, kimilerini hurma ağaçlarına asarak idam ettiler ve kimilerini de diri diri toprağa gömdüler. Süphanallah! Benim görüşüme göre Muaviye, entrikalar zincirinin en büyük halkasıydı. Diğerlerinden daha fazla hakikatleri gizlemiş ve ümmeti, İslam elbisesi içerisinde cahiliyet devrine yeniden götürmüştü. Hiç şüphesiz, Muaviye, diğer üç halifeden daha kurnaz ve daha usta idi. Çünkü o gayet güzel rol yapabiliyordu. Bazen öyle içten ağlıyordu ki, görenler onun zahit, abit ve muhlis bir kul olduğunu zannediyordu. Bazen de öyle katı davranıyordu ki, herkes onun büyük bir kâfir olduğunu düşünüyordu. Nitekim bedevîler onu Allah'ın peygamberi sanıyorlardı! Şimdi, hakikatlerin daha da aydınlığa kavuşması için Muhammed b. Ebubekir'in Muaviye'ye yazdığı mektubu ve Muaviye'nin ona verdiği cevabı okuyunuz:
    Muhammed b. Ebubekir'in Muaviye'ye Gönderdiği Mektup

    «Muhammed b. Ebubekir'den yoldan sapmış olan Muaviye b. Sahr'a… Allah'ın emirlerine uyan ve evliyalarına teslim olan kimselere selam olsun! Allah, bütün yüceliği ile insanları yaratmaya ihtiyacı olmadığı halde yaratmış ve bunu boşuna yapmamıştır. İnsanları ona kul olsunlar diye yaratmıştır. Bazıları yoldan saptı, bazıları ise doğru yolu buldu. Bazıları bedbaht oldu, bazıları ise mutlu… Sonra ilim üzere birilerini peygamber olarak seçti. Sonra da o peygamberlerin içinden Muhammed'i (s.a.a) seçti. Kendi risaletinin özelliklerini ona verdi. Onu vahiy mesajını iletmesi için seçip kendi işine layık gördü. Onu önceki kitapları onaylaması ve dinin hükümlerini göstermesi için müjdeci ve kurtarıcı bir peygamber olarak seçti. O, ilim ve nasihat ile insanları Allah'ın yoluna davet etti. Ona ilk cevap veren, iman eden, İslam'ı kabul edip kendisini Allah'a teslim eden amcasının oğlu ve kardeşi Ali b. Ebu Talib (a.s) idi. O, görülmeyen şeye iman etti ve Peygamber'i sevdiği her şeyden üstün tuttu. Canını onun için siper etti. Her korku ve dehşet ânında onun yanında oldu. Onun yanında savaştı, onun yanında barıştı. Tehlikeli ve zor anlarda hep kendini öne attı. Öyle ki, cihatta kimse ona yetişemedi. Onun güzel amellerine yakınlaşan dahi olmadı. Gördüğüm kadarıyla sen kendini Ali'den üstün sayıyorsun. Ama ben seni de, bütün güzelliklerin kaynağı olan Ali'yi de tanıyorum. O, ilk iman edendi. İnsanlar arasında niyeti en temiz olandı. Evlatları, eşi ve amcasının oğlu herkesten üstün kimselerdi. Kardeşi Mute Savaşı'nda kahramanlık göstermiş, amcası Uhud Savaşı'nda şehitlerin efendisi unvanını almıştı. Babası, her zaman Resulullah'ı ve ailesini savunurdu. Sana gelince; sen, melun oğlu melunsun! Sen ve baban her zaman Allah'ın dininde fitne çıkarıyor, Allah'ın nurunu söndürmeye çalışıyor, insanları bu iş için topluyor, bunun için para harcıyor ve Arap kabilelerini tahrik ediyordunuz. Baban bu sünnet üzere öldü, sen de aynı işleri yürütmek üzere onun yerine geçtin. Etrafında topladığın kimseler bunun en açık göstergesidir. Hiziplerden geri kalanlar, nifaklarıyla tanınanlar ve Peygamber'e düşman olanlar hep sana sığınıyorlar. Oysa derin geçmişi ve etrafında toplanan yareniyle Ali'nin fazileti ortadadır. Allah-u Taâla Kurân'da onlardan haber vermiş, onları övmüş ve diğerlerine üstün kılmıştır. Muhacirler ve ensar gruplar hâlinde kılıçlarıyla Ali'nin etrafında toplanmışlar. Kanlarını onun yolunda döküyorlar. Hakkı ona itaatte görüyorlar. Bedbahtlığı da ona muhalefet etmekte biliyorlar. Yazıklar olsun sana! Nasıl olur da kendini Ali ile eş tutarsın? Oysaki o, Allah resulünün varisi, vasisi ve onun evlatlarının babasıdır. Peygamber'e ilk itaat eden ve onunla en son görüşen odur. Sırrını daima ona açar, yapacaklarını daima ona haber verirdi. Sense onun düşmanı ve düşmanının oğlusun! Dünyada, elinden geldiğince batıllığından faydalan. As'ın oğlu da sapıklıkta sana yardım etsin. Er ya da geç ölecek ve hilelerin son bulacaktır. Akıbeti hayırla son bulanın kimler olduğunu çok yakında anlayacaksın. Bilesin ki sen sadece Rabbine karşı hile yapıyor, onun hilesinden (belasından) güvende olduğunu sanıyorsun. Allah'ın nimetinden (cennetten) ümidin yok. Oysaki Allah, senin için pusudadır. Selam olsun hidayete tabi olana!»[447] Muhammed b. Ebubekir'in yazmış olduğu bu mektup her araştırmacının bilmesi gereken ezici hakikatleri içermektedir. O, Muaviye'yi "yoldan sapan ve saptıran" olarak nitelendirmektedir. Onu "melun oğlu melun" diye anıyor ve bütün gücüyle Allah'ın nurunu söndürmeye çalıştığını, dini viran edip fitneler çıkardığını, bu yolda paralar harcadığını, Allah ve resulünün düşmanı olduğunu, Amr b. As'ın yardımıyla batıl yolda ilerlediğini iddia ediyor. Bu mektup Ali b. Ebu Talib'in (a.s) geçmişte ve gelecekte kimsenin ulaşamayacağı üstünlükleri olduğunu vurguluyor. Hakikat şudur ki: Ali b. Ebu Talib'in (a.s) faziletleri, Muhammed b. Ebubekir'in saydıklarından çok daha fazladır. Ama bizim için önemli olan Muaviye'nin bu mektuba nasıl cevap verdiğidir. Siz ey araştırmacılar! Bu mektubu dikkatle okuyun. Böylece tarihte oynanan gizli oyunları çözecek, gerçekleri daha iyi anlayacaksınız.

    Muaviye'nin Muhammed b. Ebubekir'e Cevabı

    «Muaviye b. Sahr'dan, babasının utanç vesilesi olan Muhammed b. Ebubekir'e! Allah'a itaat edenlere selam olsun! Senin mektubun elime ulaştı. Mektubunda Allah'ın büyüklüğünü, gücünü ve kudretini layıkıyla övmüş, Resulullah'ın (s.a.a) özelliklerini kendi uydurduğun birtakım sözlerle fazlasıyla yazmışsın. Asılsız görüşlerine yer vermiş, babana karşı kabalığını göstermişsin. Mektupta Ebu Talib oğlunun üstünlüğünden, Peygamber'le olan geçmişinden, akrabalık bağından ve korku anında her zaman Peygamber'in yanında olduğundan söz etmişsin. Kendin için değil de başkalarının fazileti için bana deliller sunmuşsun. Bu faziletleri senden esirgeyip de başkalarına veren Allah'a şükürler olsun! Ben ve baban Peygamberimiz hayattayken Ebu Talib'in oğlunun hakkını kendimiz için istiyorduk. Onun bizden üstün olduğunu da biliyorduk. Allah dinini tamamlayıp muzaffer kıldıktan ve onunla vaadini yerine getirdikten sonra Peygamber'ini yanına aldı. Baban da Faruk da onun hakkını çalan ilk kişilerdir. Onunla muhalefet ettiler ve bu yolda iş birliği yaptılar. Sonra Ali'yi kendilerine biate çağırdılar. O da zorluk çıkardı ve ayak diretti. Onlar onun hakkında planlar çizdiler ve ona büyük sıkıntılar yaşatmaya karar verdiler. Sonra Ali o ikisi ile anlaştı ve biat etti. Sonra üçüncüleri olan Osman ayağa kalktı, onların yolunu izledi ve onların yöntemini kullandı. Sen ve senin dostun onu eleştirdiniz. Öyle ki, halkın günaha en uzak olanını bile onun hakkında iştahlandırdınız, fitne çıkardınız ve onun hakkında arzularınıza kavuştunuz. Ey Ebubekir'in oğlu, dikkat et! Kendi yaptığın iş yüzünden yakında başın ağrıyacak. Kendi kendini ölç. Sabrı dağlar kadar olan bir kimse ile yan yana yürüyemeyeceğini anla. O öyle bir kimse ki, onun boynuzunu hiç kimse zorla koparamaz ve hiçbir sabırlı, onun dayanıklılığına ulaşamaz. Eğer bizim yaptığımız iş doğruysa, bilesin ki bunu ilk başlatan babandı. İçinde zulüm ve sapkınlık varsa, yine bilesin ki baban öncüydü ve biz de onun ortaklarıydık. Eğer daha önce baban böyle yapmış olmasaydı, bizler Ali b. Ebu Talib ile muhalefet etmezdik. Onun emri altında olurduk. Ama biz, babanın böyle yaptığını gördük. Sonra da onun yolunu izledik. Onun yaptığını yaptık. Eğer bir eleştirin varsa, önce babanı eleştir veyahut da bizimle uğraşma! Sapkınlıktan sonra pişmanlık duyup tövbe edene selam olsun!»[448] Biz bu cevaplardan Muaviye'nin, Ali b. Ebu Talib'in üstünlüğünü inkâr etmediğini, Ebubekir ve Ömer'i takip ederek ona muhalefet etme cesareti gösterdiğini anlıyoruz. Muaviye'ye göre o ikisi olmasaydı, hiç kimse Ali'yi küçümseyemez ve ondan öne geçmeye çalışamazdı. Muaviye, aynı zamanda Emevî hükümetinin temellerini Ebubekir'in attığını itiraf ediyor. Bu mektuptan Muaviye'nin, Resulullah'ın (s.a.a) takipçisi olmadığını anlıyoruz. Zira "Osman, Ebubekir ve Ömer'in takipçisiydi" demiş, kendi de onun yolunu izlediğini itiraf etmiştir. Buradan açıkça anlıyoruz ki, onların hepsi Peygamber'in sünnetini bir kenara bırakıp birbirlerinin bidatlerini takip ediyorlardı. Nitekim Muaviye, mektubunda yoldan çıktığını ve batıla amel ettiğini inkâr etmiyor. Bu konuda Yezid b. Muaviye'nin, Abdullah b. Ömer'e vermiş olduğu aynı nitelikteki cevaba değinmek faydalı olacaktır. Belazerî, kendi Tarih'inde şöyle der: Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib öldürüldüğünde Abdullah b. Ömer, Yezid b. Muaviye'ye özetle şöyle bir mektup yazmıştır. "Büyük bir hüzün ve ağır bir musibet gerçekleşmiştir. Meydana gelen bu olay oldukça büyüktür. Hiçbir gün Hüseyin'in öldürüldüğü güne benzemez." Yezid de ona yazdığı cevapta şöyle dedi: "Ey cahil! Biz yepyeni evlere, geniş halılara ve üst üste dizilmiş yastıklara kavuştuk. Bunları korumak için savaştık. Eğer hak bizimleyse, biz kendi hakkımız için savaştık; eğer başkalarının hakkıysa, hakkı ehlinden alıp bu temeli ilk atan zaten senin babandı!" Muaviye'nin Muhammed b. Ebubekir'e yazdığı cevap ile Yezid'in Ömer'in oğluna yazdığı cevap aynı mantığı ve aynı savunmayı içermektedir. Yemin ederim ki bu, açık ve net bir konudur. Aklı olan herkes bunu anlar. Muaviye ile oğlu Yezid'in buna şahitlik etmesine de gerek yoktur. Eğer Ebubekir ve Ömer'in İmam Ali'ye (a.s) karşı dayatması olmasaydı İslam ümmetinde bu olaylar olmazdı. Eğer Ali (a.s) Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından sonra hilafet makamına otursaydı ve onun halifeliği hicretin kırkıncı yılına kadar sürseydi, yani Peygamberimizin vefatından sonra otuz yıl hükümet edebilseydi, bu süre içerisinde İslam'ın temellerini, usul ve füruunu yeterli ölçüde yerine oturtabilir, Allah'ın kitabını ve Peygamber'in sünnetini tahrif ve tevil etmeden uygulayabilirdi. Ve İmam Ali'den (a.s) sonra cennet gençlerinin efendileri olan İmam Hasan ile İmam Hüseyin'den (a.s) ve onun diğer masum evlatlarından başkası onun yerine geçmeyecekti. Hak halifelerin hilafeti üç asır sürecek ve bu süre içerisinde kâfirlerden, münafıklardan ve dinsizlerden eser kalmayacaktı. Dünyamız ve insanlar çok daha farklı olacakı. Ehlisünnet ve'l-Cemaat, her zaman için bu düşünceyi iki şekilde eleştirir: 1-Gerçekleşenler Allah'ın istediği şeylerdi. Eğer Allah isteseydi, İmam Ali (a.s) ve evlatları Müslümanların emiri olurdu. Böylece Allah'ın razı olduğuna biz de razı olurduk. 2-Eğer Ali (a.s) Peygamber'den hemen sonra hilafete geçseydi, ondan sonra yerine İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s) geçecekti. Böylece hilafet, miras yoluyla babadan oğla geçerdi. Oysaki bu, şurayı öngören İslam ruhuyla bağdaşmaz. Bu iki eleştiriye şöyle cevap verebiliriz: 1-Gerçekleşen olayların Allah'ın istediği şeyler olduğunu gösteren tek bir delil dahi yoktur. Bilakis Kurân, bunun aksini iddia etmektedir. Mesela, Allah-u Taâla Kurân-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur: "(O) diyarların halkı inanıp çekinselerdi, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık; fakat yalanladılar, biz de onları kazandıklarıyla yakaladık."[449] "Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni gereğince uygulasalardı, muhakkak ki üstlerinde ve ayaklarının altında olan nimetlerden yerlerdi. İçlerinde ılımlı bir ümmet var, ama onlardan çoğu, kötü işler yapıyor?"[450] "Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah neden sizi azaplandırsın ki? Allah şükrün karşılığını verendir, bilendir."[451] "Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah da onların durumlarını değiştirmez."[452] Bütün bu ayetler, toplumun yoldan sapmasının Allah'tan değil de kendilerinden kaynaklandığını açıkça göstermektedir. Sünnetten de anlaşılan budur: "Ben, aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; biri Allah'ın kitabı, diğeri de Ehlibeyt'imdir. Bunlara sarıldığınız sürece asla sapmazsınız." "Bana kâğıt kalem getirin, size öyle bir şey yazayım ki, benden sonra asla sapmayasınız." "Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecek, biri dışında hepsi cehenneme gidecektir." Bütün bu hadisler, doğru yoldan sapmanın, halkın Allah'ın yazdığı ve emrettiği şeyleri reddetmesinden kaynaklandığını göstermektedir. 2-İslamî hükümetin babadan oğla geçmesi gerektiğini farz etsek bile bu, Ehlisünnet'in algıladığı biçimde değildir. Çünkü onların ilk düşündüğü şey, "Hilafet düzeninde, hilafeti miras alan halife fasık olabilir, ölmeden önce oğlu fasık da olsa onu veliaht ilan edebilir" şeklindedir. Bu, babadan oğla geçen saltanat düzenidir. Ama bizim düşündüğümüz düzen böyle değildir. İlahî ve semavi bir seçimdir. Zerreden dahi haberdar olan Allah'ın seçimidir. Allah, insanlar arasından liyakatli akıl sahiplerini seçer, onlara kitap ilmini ve hikmeti öğretir ve onları halkın öncüleri kılar. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi."[453] İslam'ın veraseti kabul etmediğine ve hilafetin şura yoluyla olduğuna gelince; bu, ne gerçeklerle ne de tarihle bağdaşmayan abartıdan başka bir şey değildir. Bilakis Ehlisünnet, aksini iddia ettiği ve hoşlanmadığı saltanat usulü düzenin savunucusu olmuştur. Hz. Ali'nin (a.s) hilafetinin ardından zorba halifeler başa geçmiş, onlar da halkın iradesinin aksine fasık evlatlarını halife olarak tanıtmışlardır. Sizce hangisi daha iyidir? Hilafetin fasık insanların elinde babadan oğla geçmesi mi, yoksa Allah'ın seçtiği, takva ve ilmi birbirlerinden miras alan ve bunu nesilden nesle aktaran masum ve tertemiz Ehlibeyt imamlarının Allah'ın emri ile insanları doğru yola ve cennete yönlendirmesi mi? Nitekim Allah-u Taâla şöyle buyurur: "Süleyman, Davud'dan miras aldı."[454] Akıl sahibi bir Müslüman'ın ikinci şıktan başkasını kabul edebileceğini zannetmiyorum. Biz, hakikatlerin peşindeyiz. Geçmişteki olaylara üzülmenin fayda sağlamayacağı muhakkaktır. Konumuza dönelim. Biz diyoruz ki: Ebubekir ve Ömer, Müminlerin Emiri Hz. Ali'nin (a.s) hilafet makamını gasp ettiler. Hz. Ali'yi, Hz. Fatıma'yı ve diğer Ehlibeyt imamlarını tahkir ettiler. Hal böyle olunca Muaviye, Yezid ve Abdülmelik b. Mervan gibilerine yol açılmış oldu. Onlar da istedikleri her şeyi yaptılar. Eğer onlar Muaviye için ortam hazırlamış olmasalardı ve yirmi yıldan fazla Şam'ın valiliğini onun elinde bırakmamış olsalardı, insanlar ona teslim olmaz ve o da güç gösterisinde bulunamazdı. Kendinden sonra hilafeti oğluna bırakamazdı. Hâlbuki o, kendi deyimiyle yeni evlere, geniş halılara ve üst üste dizilmiş yastıklara kavuşmuş, onları korumak için savaşmış ve Peygamber bahçesinin güllerini dermekten (Ehlibeyt'i katletmekten) çekinmediğini itiraf etmiştir. Eğer Yezid, Ehlibeyt'e olan düşmanlığını annesi Meysun'un göğsünden almış ve babasının kucağında Ali'ye lanet okuyup küfrederek büyümüşse, Peygamber'in Ehlibeytini katletmesine şaşırmamak gerekir. Bazı şairler bu hakikati şöyle dile getirmiştir: Olmasaydı halifenin bilediği kılıçlar Sırrından söz ederdim Al-i Muhammed'in İnce ve zarif sırlardır bunlar Söylerdim de söylerdim, hiç çekinmezdim Ve yine gösterirdim size Hüseyin'in Sakife günüyle başlayan çilesini… Hakikati araştıranlar, Ümeyye oğulları (Emevî) devletinin aslında Ebubekir ve Ömer'in çabalarıyla ortaya çıktığını bilirler. Abbas oğulları (Abbasî) hükümdarlığı ve diğer devletler de böyleydi. Bu yüzden mümkün olduğunca Ebubekir ve Ömer'i gündemde tutup olmadık fazilet ve üstünlükleri onlara yamamaya çalıştılar. Bu ikisinin hilafet makamına en layık kimseler olduğunu savunuyorlardı. Çünkü kendi hilafetlerini meşru kılan tek çıkış yolu buydu ve bu yüzden de onların adaletlerini ispat etmeye çalışıyorlardı. Bunun karşısında Ehlibeyt'in (a.s) başına getirdikleri bütün belaların sebebi de, kendi hilafetlerinin meşruluğuna inanmaları ve onları meşruiyetleri için büyük bir tehlike görmeleri olmuştu. Bu, hakkı tanıyan akıl sahipleri için gayet açık bir olaydır. Nitekim günümüzde de bazı İslam ülkelerinde hiçbir fazilet ve üstünlüğü olmayan kimselerin hüküm sürdüğünü görmekteyiz. Bunların tek özellikleri, daha önceki kral veya emirin oğlu olmalarıdır. Yezid de sırf babası Muaviye halife olduğu için halife oldu. İslam ümmetine zorbalıkla ve kan dökerek hükümet etti. Mesela, Suudi krallığının ve bu krallığın veliahtlarının Ehlibeyt'i (a.s) ve Ehlibeyt'e uyanları sevmeleri beklenemez! Aynı zamanda Muaviye ve Yezid'i sevmemeleri de mümkün değildir. Çünkü babadan oğla geçen krallık veya padişahlık sistemini onlar için Muaviye ve Yezid'den başkası oluşturmamıştır. Emevî, Abbasî ve muasır halifeler (veya emirler), meşruiyetlerini Muaviye ve Yezid'in oluşturduğu anayasadan almıştır. İlk üç halifeyi takdis etmek, onlara üstünlük vermek, adaletlerine inanmak, haklarını savunmak, eleştirilmelerine meydan vermemek ve aleyhlerinde konuşulmasını yasaklamak bu sebepten kaynaklanmıştır. Çünkü bu üç halife, geçmişteki ve gelecekteki devletlerin temelini Sakife gününde atmışlardı. Böylece onların neden kendilerine Ehlisünnet ve'l-Cemaat, diğerlerine de neden Rafizi ve zındık adını verdikleri anlaşılmış oluyor. Çünkü Hz. Ali (a.s), Ehlibeyt'i ve taraftarları onların hilafetini kabul etmemiş, biatleri altına girmemiş, her fırsatta onlarla münazara etmiş ve sağlam delillerle onların düşüncelerini çürütmüştür. Halifeler ise onları düşman bellemiş, tahkir etmeye çalışmış, lanetlemiş, öldürmüş ve vatanlarından sürmüşlerdir. Eğer Kurân'da risaletin karşılığı olarak sevilmeleri emredilen Ehlibeyt'e (a.s) bu kadar ihanet ve düşmanlık yapılmışsa, Ehlibeyt dostlarının öldürülmesine, kâfir ilan edilmesine ve her türlü cezaya çarptırılmasına da şaşırmamak gerekir. Hakkın takipçileri daima nefretle karşılanmış, sürgünler görmüş ve tarihin yalnızlığa itilenleri arasına girmiştir. Batılın takipçileri ise önder olmuş, saygı görmüş ve herkes tarafından itaat edilmişlerdir. Ali'yi (a.s) seven ve Peygamber'den sonra onu kendine yegâne rehber gören kimseler daima bidat ve fitne ehli olarak görülmüştür. Muaviye'yi seven ve onu rehber edinenler de hep sünnet ve cemaat sahibi olarak anılmıştır. Hakkı batıldan, aydınlığı karanlıktan, beyazı siyahtan ayırmamız bize akıl veren Allah'a hamdolsun! "Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölgeyle sıcaklık ve dirilerle ölüler bir olmaz. Allah dilediğine işittirir; yoksa sen kabirlerde bulunanlara işittirecek değilsin."[455]

    Şia'ya Göre Sahabe

    Eğer sahabe hakkında tarafsızca bir inceleme yapacak olursak görürüz ki, Şia Kurân'ın, sünnetin ve aklın verdiği değer kadar sahabeye değer vermiştir. Ne gulât ve bazı aşırı gruplar gibi bütün sahabeleri tekfir ederler, ne de Ehlisünnet ve'l-Cemaat gibi bütün sahabeleri adil kabul ederler. İmam Şerefuddin Musevî, bu konuda şöyle der: «Bizim sahabe hakkındaki görüşlerimizi okuyanlar diğer tüm görüşlerden daha ılımlı olduğunu görürler. Ne gulat gibi saygısızlık ederek bütün sahabeyi kâfir biliyoruz, ne de çoğunun düşündüğü gibi bütün sahabelerin adil olduklarına inanıyoruz. Kâmiliye vb. gibi aşırı fırkalar sahabelerin hepsini kâfir bilmektedir. Ehlisünnet ise Resulul-lah'tan (s.a.a) bir şey işiten veya Resulullah'ı Müslümanken gören herkesin adil olduğuna inanır. Bizler her ne kadar Peygamber'le oturup kalkmayı ve onunla sohbet etmeyi büyük bir saadet olarak görsek de, bu özelliğin başlı başına insanın masum olmasını gerektirdiğine inanmıyoruz. Sahabeler içerisinde tıpkı diğer insanlar gibi adil ve bilge insanlar vardı. Ama bunun yanı sıra asi, münafık ve meçhul kimseler de vardı. Biz daima sahabeler arasındaki adil kimseleri esas alıyor, dünya ve ahirette onların taraftarlığını yapıyoruz. Ama Resul-i Ekrem'in (s.a.a) kardeşi ve vasisine karşı isyan edenleri, mesela, Hind'in oğlu Muaviye, Amr'ın oğlu As ve Ertad'ın oğlu Busr gibi günahkârları sevmez ve onların hadisine değer vermeyiz. Onlar henüz tanınmamışlar. Haklarındaki gerçekler aydınlanmadıkça da rivayetlerini kabul etmeyeceğiz. İşte, hadis nakleden sahabeler hakkında bizim görüşümüz budur. Bu konuda bizim delilimiz ise Kurân ve sünnettir. Usul-u Fıkıh ilminde bu konu yeterince konuşulmuştur. Ama çoğunluk, adı sahabe olan herkesi takdis ederek aşırıya kaçmış, orta yoldan öteye adım atmıştır. İyi olanı da, kötü olanı da delil olarak alıyorlar. Peygamber'den bir kelime duymuş her Müslüman'a itaat ediyorlar. Bu, körü körüne itaatten başka bir şey değildir. Kim onlarla bu konuda aynı görüşe uymazsa, yani bu aşırılığı kabul etmezse, muhalefet edip onu mahkûm etmede sınır tanımıyorlar. Bizim birçok sahabenin rivayetini reddettiğimizi, ravilerinin güvenilir olduğuna inanmadığımızı veya meçhul kabul ettiğimizi gördüklerinde dinî bir sorumluluk hissedip hakikati ortaya çıkarmak ve Peygamber'in sahih sünnetini elde etmek istememize rağmen şiddetle üzerimize geliyor ve bizi kınıyorlar. Bu doğrultuda hakkımızda kötü düşünüyor, bizi, kendi suçları olan cahillikle suçluyorlar. Eğer akıllarını başlarına alıp ilmî kurallara dikkat edecek olsalar, "Sahabelerin Adaleti Esasının" hiçbir delile dayanmadığını görürler. Eğer Kurân ayetleri üzerinde düşünecek olsalar, görüyorsunuz ki münafıklardan bahseden birçok ayet var. Sadece Tövbe ve Ahzab sureleri… bu konuda yeterlidir.» Kahire Aynu'ş-Şems Üniversitesi'nde Arap edebiyatı öğretim üyesi ve Arap Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı olan Dr. Hâmid Hafnî Davud şöyle yazar: «Şia'nın inancına göre sahabe de diğer Müslümanlar gibidir. Onlarla sonradan gelenler ve kıyamete kadar gelecek olan Müslümanlar arasında bir fark yoktur. Bunun sebebi, karşılaştıkları meselelerde onların tek terazilerinin olmasıdır. O da adalet terazisidir. Sahabelerin, diğerlerinin ve gelecek neslin bütün işlerini bu terazide tartarlar. Çünkü Peygamber'le oturup sohbet etmek ancak liyakati olan ve Peygamber'in risaletine amel eden kimseler için fazilettir. Sahabelerden bazıları, Resulullah (s.a.a) döneminde yaşayan imamlar gibi, yani Hz. Ali (a.s) ve evlatları gibi masum idiler. Bazıları, Peygamber'le ve Peygamber'den sonra Hz. Ali (a.s) ile en güzel biçimde geçinmiş olan adil kimselerdi. Bazıları müçtehit olup hakikatlere ulaşmış, bazıları da müçtehit olup yanlışlıklara dalmıştır. Bazıları fasık, bazıları da fasıktan daha beter olan zındık kimselerdir. Onların cezası diğerlerinden daha şiddetlidir. Allah'ı sadece dilde ibadet edenler ise münafıklardır. Bazıları da nifaklarından vazgeçmeyen veya İslam'dan dönen kâfir kimselerdir. Bu sözün manası şudur ki; çoğu kıble ehli olan Şiîler, bütün Müslümanları tek bir teraziyle tartıyorlar. Sahabeyi, tabiini ve sonraki nesli aynı gözde görüyorlar. Sadece Peygamberle konuşmuş olmanın haklarında özel bir inanç veya masumluk gerektirmediğine inanıyorlar. Bu esaslar üzerine kendilerine, içtihatları doğrultusunda sahabeyi eleştirme ve adalet dereceleri hakkında görüş belirtme hakkı vermişlerdir. Böylece bazı sahabeleri, sahabeliğin hakkını vermedikleri ve Peygamber ailesine olan sevgilerini düşmanlığa dönüştürdükleri için eleştirmişlerdir. Neden böyle olmasın ki? Yüce İslam Peygamberi buyurmamış mıdır; "Ben aranızda iki ağır emanet bırakıyorum, onlara sarılırsanız asla sapmazsınız; biri Allah'ın kitabı, diğeri de Ehlibeyt'imdir. Bu ikisi Kevser Havuzu başında bana ulaşıncaya dek birbirinden ayrılmaz. O halde bakalım benden sonra onlara karşı nasıl olacaksınız?" Şia bu ve bunun gibi birçok hadise dayanarak sahabenin çoğunun Ehlibeyt'e düşman olduğuna, onlardan bazılarını lanetlediklerine ve bu tavırlarıyla mezkûr hadise muhalefet ettiklerine inanmaktadır. Öyleyse sohbet ortamının tüm şartlarına sahip oldukları ve hepsinin adil olduğu nasıl söylenebilir? İşte, Şia'nın sahabe hakkındaki görüşü böyledir. Sahabeden bazılarının adaletini bu gerekçelerle kabul etmiyorlar. Bu deliller ilmî ve hakikî delillerdir. Sözleri bu sağlam delillere dayanır.» Dr. Hâmid Hafnî Davud başka bir yerde de şöyle itiraf ediyor: «Sahabeyi eleştirmek Şia'nın bidati değildir. Geçmişte de Mutezile, itikadî konularda değil sadece sahabeyi, hatta halifeleri bile eleştirmişlerdir. Bu yüzden bazıları onlara katılmış, bazıları da bu görüşü benimsemeyerek muhalefet etmiştir. Sahabeyi eleştirme konusu önceleri sadece derin bilgiye sahip âlimlere, özellikle de mutezile âlimlerine has bir özellikti. Daha öncesinde ise Âl-i Muhammed'in (a.s) taraftarlığını yapan Şiî öncüler ön ayak olmuşlardı. Daha önce de dediğim gibi, kelam âlimleri ve Mutezile'nin büyükleri birinci yüzyıldan itibaren Şiî öncülere minnettar idiler. Dolayısıyla sahabeyi eleştirmek, Ehlibeyt'in hakkını savunan Şiîlerle başlamıştır. Gerçi eleştirideki bu şöhret, onların Şiî olmalarından değil, Şiîlerin akait ilimleri dalında maharetli olmalarından kaynaklanıyordu. Çünkü onlar bu ilmi tertemiz çeşmeden, yani Ehlibeyt imamlarından (a.s) almışlardı. Nitekim İslam'ın zuhurundan günümüze kadar gelen bütün İslamî ilimlerinin ve İslam kültürünün membaı Âl-i Muhammed'dir (a.s).»[456]
    Ben, hakikati arayan bir kimse için eleştiride bulunma kapısını daima kendisine açık tutması gerektiğine, aksi takdirde hakikatten mahrum kalacağına inanıyorum. Nitekim Ehlisünnet ve'l-Cemaat bu kapıyı daima kendisine kapalı tutmuş, sahabe konusunda araştırma yapmaksızın adaletine inanmış ve haktan uzak bir şekilde bugünlere kadar gelmiştir.
    Dünyanin En Büyük Azeri Mp3 Arsivi. www.azeribalasi.com

  4. #14
    Azeribalasi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    9.712
    Konular
    3529
    Beğendikleri
    130
    Beğenileri
    32
    Tecrübe Puanı
    100
    @Azeribalasi

    Standart Cevap: Gerçek Sünnet Ehlİ Şİa'DIR PRF. DR. MUHAMMED TİCANÎ SEMAVÎ

    Ehlisünnet Ve'l-Cemaat'e Göre Sahabe

    Ehlisünnet ve'l-Cemaat sahabeyi övme ve adaletine inanma konusunda istisnasız hepsinin adil olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmiş, hatta adalet çerçevesinden de öteye adım atmıştır.
    Biri çıkar da görüşlerini kabul etmeyecek, sahabeyi eleştirecek ve onların adil olmadıklarını söyleyecek olursa hemen onu fasıklıkla suçluyor, mantıksızca saldırılarda bulunuyorlar.
    Şimdi, onların bazı sözlerini nakletmek istiyoruz. Böylece onların Kurân'dan, Peygamber'in doğru sünnetinden, akıldan ve vicdandan ne kadar uzak olduğunu hep birlikte görelim:
    İmam Nevevî, Sahih-i Müslim'e yazdığı Şerh'inde aynen şöyle der: "Sahabelerin (Allah onlardan razı olsun) tamamı halkın en üstünleri ve bu ümmetin önderleridirler. Kendilerinden sonra gelen insanlardan daha üstün, adil ve örnek insanlardır. Onlarda hiçbir şekilde ihlâssızlık yoktur. Kargaşalar onlardan sonra ortaya çıktı. Asıl ihlâssızlık onlardan sonra gelen insanlar arasında vardı."[457]
    Yahya b. Muin der ki: "Osman'a, Talha'ya veya Peygamber'in (s.a.a) sahabelerinden herhangi birine küfreden kimse deccaldır (yalancıdır). Ondan hadis yazılmaz. Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun!"[458]
    Zehebî der ki: "Sahabeye küfretmek büyük günahlardandır. Onları eleştiren ve küfreden dinden çıkmıştır ve Müslümanların dininden değildir."[459]
    Kadı Ebu Ya'lâ'ya sordular: "Ebubekir'e küfreden kimsenin hükmü nedir?" "Kâfirdir" diye cevap verdi. "Eğer ölürse onun cenazesine namaz kılınmalı mı?" dendi. "Hayır!" diye cevap verdi. "Peki, lâ ilâhe illallah diyen bir kimse ise ne yapalım?" diye soruldu. "Ona dokunmayın, sopayla mezarlığa doğru çekin ve öylece defnedin!" dedi.[460]
    Ahmed b. Hanbel der ki: "Peygamber'den sonra ümmetin en üstünü Ebubekir, ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da Ali'dir. Onlar, Hülefa-ı Raşidin'dir. Hidayet olmuşlardır. Bu dört kişiden sonra Peygamber'in ashabı halkın en üstünüdür. Hiç kimse bunların kötülüklerini, ayıplarını ve eksikliklerini söyleyemez, eleştiremez. Böyle yapan birisi tembih edilmeli ve cezalandırılmalıdır. Bu kimse affedilemez. Bilakis takip edilmelidir. Eğer tövbe ederse kabul edilir. Yine bu işe devam ederse ikinci kez cezalandırılır. Tövbe etmediği sürece ölünceye dek hapsedilir."
    Hanefî Mezhebi'ne mensup Alauddin Trablusî şöyle der: "Bir kimse Peygamberimizin sahabelerinden olan Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Muaviye ve Amr b. As'a küfrederse bakılır; eğer onlara kâfir veya yoldan çıkmış demişse öldürülmelidir ve eğer halk arasında söylenegelen sıradan küfürlerden ederse, ağır bir şekilde cezalandırılmalıdır."[461]
    Dr. Hâmid Hafnî Davud, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in sözlerini özet olarak şöyle belirtmiştir:
    «Ehlisünnet, sahabenin tamamının adil olduğuna inanmaktadır. Her ne kadar dereceleri farklı olsa da, adalet konusunda hepsi eşittir. Kim sahabeden birisini kâfir bilirse, kendi kâfirdir. Kim de sahabeden birisini fasık bilirse, kendi fasıktır. Sahabeyi eleştiren Peygamber'i (s.a.a) eleştirmiş gibidir!
    Ehlisünnet'in büyükleri, Ali (r.a) ve Muaviye arasında geçen tarihî olaylara değinmenin caiz olmadığına inanmaktadır. Sahabelerden bazıları şahsî görüşlerine uyup hakikate ulaştılar. Bunlar, Ali ve onun taraftarlarıdır. Bazıları da yanlış içtihatta bulunup hataya vardılar. Bunlar da Muaviye, Ayşe (r.a) ve onların taraftarlarıdır. Aralarında mahkeme kurup yargıda bulunacağına bu olumsuzluklardan hiç söz etmemek daha iyidir.
    Bir sahabe olduğu için Muaviye'ye küfretmeyi yasaklıyorlar. Ayşe'ye küfredeni de şiddetle kınıyorlar. Çünkü o, Hz. Hatice'den sonra Peygamber'in ikinci hanımı, müminlerin anası ve Resulullah'ın özel ilgi duyduğu eşiydi. Bunlardan öteye daha fazla detaya girilmemeli, Ayşe'nin akıbeti Allah'a havale edilmelidir.
    Hasan Basrî ve Said b. Müseyyib bu konuda şöyle demiştir: "Bunlar, Allah'ın elimizi bulaştırmadığı şeylerdir. Öyleyse neden dilimizi de böyle şeylere bulaştıralım ki?"
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in sahabenin adaleti hakkındaki görüşleri ve bizim onlar karşısındaki konumumuz kısaca budur.»[462]
    Araştırmacı bir kimse, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e göre "Sahabe nedir, hangi anlamda kullanılır?" sorusuna cevap aradığında görecektir ki onlar, sahabe sözcüğünü Peygamber'i gören herkese nispet vermekte ve bunu iftihar olarak kabul etmektedirler.
    Buharî, Sahih'inde, "Peygamberle oturup kalkan veya onu gören ashaptan sayılır!" der.
    Ahmed b. Hanbel de şöyle der: "Bedir sahabelerinden sonra insanların en üstünü bir yıl veya bir ay veya bir gün Peygamber'le beraber olandır. Hatta sadece Peygamber'i gören ve bu miktarda onunla birlikte olan sahabeden sayılır."[463]
    İbn-i Hacer şöyle yazmıştır: "Peygamber'den bir hadis veya bir kelime rivayet eden veyahut iman hâlinde onu gören kimse sahabedendir. İman üzere Peygamber'i gören ve İslam üzere ölen kim olursa olsun, Peygamber'le birlikteliği ister az olsun, ister çok; ondan naklettiği rivayet sayısı ister az olsun, ister çok; herhangi bir savaşa ya da gazveye katılsın veya katılmasın Peygamberi görmüş veya onunla oturmuş veya herhangi bir maniden dolayı onu görememişse yine de sahabedendir."[464]
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in büyük çoğunluğu bu görüşe inanır. Peygamber'i gören ve onun yaşadığı dönemde dünyaya gelen herkes, baliğ olmasa da sahabeden sayılır. Örneğin, Muhammed b. Ebubekir'i de sahabeden sayarlar. Hâlbuki Muhammed, Resulullah'ın (s.a.a) vefatında henüz üç aylık bir çocuktu.
    İbn-i Sâd, et-Tababakatü'l-Kübra veya Tabakat-u İbn-i Sâd adlı meşhur kitabında sahabeyi beş kısma ayırarak bunlara değinirken Müstedrek kitabının yazarı Hâkim en-Nişaburî de on iki kısma ayırıyor. Hâkim, mezkur kitabında bunları şöyle sıralıyor:
    1- Hülefa-i Raşidin gibi hicretten önce Mekke'de Müslüman olanlar.
    2- Daru'n-Nedve'de[465] toplananlar.
    3- Habeşe'ye hicret edenler.
    4- Birinci Akabe'de hazır olanlar.
    5- İkinci Akabe'de hazır olanlar.
    6- Peygamber'den sonra Medine'ye hicret edenler.
    7- Bedir'de bulunanlar.
    8- Bedir Savaşı'ndan sonra ve Hudeybiye'den önce hicret edenler.
    9- Rızvan Biati'nde bulunanlar.
    10- Halid b. Velid ve Amr b. As gibi Hudeybiye'den sonra ve Mekke'nin fethinden önce hicret edenler.
    11- Peygamber'in "Tulakâ", yani "azat edilenler" diye adlandırdığı kimseler.
    12- Muhammed b. Ebubekir gibi, sahabenin, Peygamberimiz zamanında dünyaya gelen çocukları.
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in hepsi, sahabenin adaleti konusunda aynı düşünceye sahiptir. Dört fıkhî mezhep onların rivayetlerini sorgusuz sualsiz kabul eder ve sahabeye yapılan hiçbir eleştiriye izin vermez.
    Zayıf hadislerle güçlü hadisleri birbirinden ayırt etmeye, ravilerini araştırmaya, doğru hadislerle yanlış hadisleri karşılaştırmaya ve yanlışları silmeye çalışan ve bunu kendine vazife gören nice kahraman hadisçiler ve araştırmacılar çıkmıştır. Ama ne yazık ki aynı hadisçiler ucu bir sahabeye dayanan hadisle karşılaştıklarında, her ne yaşta ve her kim olursa olsun, bu kimseye sırf sahabe dendiği için onun hadisinde şüphe etmiyor ve bu rivayeti incelemeye almıyorlar. Her ne kadar akla, sünnete ve Kurân'a ters gelse de bütün şüpheleri bir kenara bırakıp, "Sahabenin hepsi adildir, biz onları eleştiremez ve onları değerlendirmeye alamayız!" diyorlar.
    Kendi canıma yemin ederim ki bu, apaçık bir zorbalıktır. İnsanın aklı ve doğası bu tür bir zihniyetten uzaktır. İlim de bunu kabul etmez. Ben, günümüzde yaşayan kültürlü gençlerin de bu gülünç kanunsuzluğu kabul edeceğini sanmıyorum.
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in, açık ve sağlam deliller üzerine kurulan İslam'ın ruhuyla bağdaşmayan bu yabancı düşünceleri nereden çıkardığını ben bilmiyorum, kimse de bilmiyor. Keşke bilseydim! Ve keşke onlardan birisi çıksa da, Kurân'a veya sünnete dayanarak veyahut da mantık yürüterek sahabenin adaleti konusunda bana sağlam ve kesin bir delil sunabilse!
    Ama Allah'a şükürler olsun ki bu yapmacık görüşlerin sırrını anladık. İleriki konuda bunları açıklayacağız. Ama bu sırları açığa çıkarmamız için araştırmacıların cesur olmaları ve kendilerinde var olan bazı kalıpları kırmaları gerekiyor.







    Sahabenin Değerlendirilmesi Hakkında Son Söz

    Hiç şüphesiz, sahabeler de birer insandı ve hatalar karşısında masum değillerdi. Onlar da tıpkı diğer insanlar gibiydi ve insanlara vacip olan her şey onlara da vacipti. Herkesin hakkı olan şeyler onların da hakkıydı. Onları diğerlerinden ayıran tek özellik, Peygamber'le beraber olmalarıydı. Değerini bilip saygınlığına riayet ettikleri takdirde bu, onlar için bir değerdi. Aksi takdirde başkalarına nazaran cezaları iki kat daha fazlaydı. Çünkü ilahî adalet, Peygamber'den uzak olan suçluları Peygamber'e yakın olan suçlularla aynı ölçüde cezalandırmayı reva görmemektedir.
    Peygamber'in sözlerini bizzat kendisinden işiten, Peygamberlik nurunu gören, mucizelerine tanık olan, böylece Peygamberliğine yakinen inanan ve onun öğretmenliğinde ilim alan kimse ile Peygamber'den sonra dünyaya gelen, doğrudan doğruya onunla görüşmeyen ve ondan bir şey işitmeyen kimse asla bir olmaz.
    Akıl ve vicdan, Kurân ve sünnete saygı duyan ve emirlerini gerektiği gibi yerine getiren günümüz Müslüman'ının, Peygamber'le birlikte olduğu halde kalben ona iman etmeyen, çaresizlikten dolayı Müslüman olan veya Peygamber hayattayken onunla arası iyi olup da vefatından sonra dininden dönen o zamanki bir Müslüman'dan daha iyi biri olduğuna hükmeder. Bunlar Kurân'ın, sünnetin, aklın ve vicdanın öngördüğü şeylerdir. Kurân'ı ve sünneti tanıyan-bilen herkes bu hakikate boyun eğmek zorundadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur:
    "Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa, onun için azap iki katına çıkarılır. Bu, Allah'a göre pek kolaydır."[466]
    Sahabe arasında çok imanlı kimseler olduğu gibi, imanı zayıf olan kimseler de vardı. İmandan nasip almayanlar olduğu gibi, takvalı bir şekilde dünyadan göçenler de vardı. Kendi menfaatinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen pervasız kimseler olduğu gibi, oldukça değerli ve adil kimseler de vardı. Başkalarına zulmeden asi kimseler de vardı, imanlı ve hakka riayet eden adil kimseler de. Amel ehli bilgeler de vardı, bidat çıkaran cahiller de. İhlas sahibi kimseler de vardı, nifak çıkaran münafıklar da. Sözünden dönen kimseler de vardı, sözüne sadık kimseler de vs.
    Kuran-ı Kerim, Peygamberimizin açık sünneti ve tarihî dayanaklar sahabenin konumunu gözler önüne sererken nasıl oluyor da Ehlisünnet ve'l-Cemaat "Sahabenin tamamı adildir!" diyebiliyor? Bu, boş ve asılsız bir sözden ibarettir. Zira başta Kurân ve sünnete aykırıdır. Ne tarihle, ne adaletle, ne de vicdanla bağdaşmıyor! Kuru bir taassup, delilsiz ve mantıksız bir sözden öteye bir şey değildir.
    Bazen araştırmacı, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'teki bu inançların ağır bir eleştiri konusu olduğunu görünce şaşırıp kalır, "Nasıl olur da akla, ayete, rivayete ve tarihe dayanarak bizi eleştirirler?" diye düşünür. Hâlbuki aynı kişi, konunun derinlemesine inmek için bu inancın (yani sahabeye saygı duymak, onları eleştirmemek ve hepsini adil bilmek) etkin kılınmasında Emevîlerin rolünü ve Abbasîlerin yöntemini gördüğünde bütün şüpheleri yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlar. Çünkü okudukça, Emevî ve Abbasîlerin çirkin işlerini örtbas edebilmek, çıkardıkları bidatler konusunda eleştirilere maruz kalmamak, Peygamber'e ve İslam ümmetine yapmış oldukları ihaneti bu yolla gizlemek için "Sahabe hakkında kesinlikle eleştiri yapmak yasaktır!" bahanesini ileri sürdüklerini görür.
    Ebusüfyan, Muaviye, Yezid, Amr b. As, Mervan b. Hakem, Mugire b. Şube ve Busr b. Ertat gibileri müminlere hükümdarlık etmiş ve onların efendileri hâline gelmişse, neden sahabenin eleştirilmesine izin versinler ki? Otoriteyi ellerinde bulunduran bu kimseler neden sahabenin tamamı hakkında adaletlerine dair hadis uydurup bunu Peygamberimize isnat etmesinler ki? Sonuçta bu hadis, onları da kapsamayacak mıydı?
    Böylece kimse onları eleştiremeyecek, yaptıkları çirkinlikleri söz konusu edemeyecekti. Nitekim öyle de oldu. Müslümanlardan kim böyle yaptıysa onu kâfirlik ve zındıklıkla itham ettiler. Öldürülmesi gerektiğini savundular. Hatta böyle bir kimsenin el sürülmeden, bir sopa yardımıyla kazılan çukura sürüklenmesi, gusülsüz ve kefensiz olarak öylece toprağa verilmesi gerektiğine dair fetva verdiler.
    Bir Şiî'yi öldürmek istediklerinde onu sahabeye küfretmekle itham ederlerdi. Hâlbuki küfürden kasıtları sadece sahabeleri sorgulamaları, eleştirmeleri ve onlar için neden ve nasıl sorularını sormalarıydı. Bu ufak sorgulama, onların ölüm cezasına çarptırılmaları için yeterliydi.
    Durum öyle bir hâl almıştı ki, bir hadisin manasını soran kişi göz göre göre canından olabiliyordu. Nitekim Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdat adlı eserinde şöyle der:
    «Harun Reşid'in meclisinde bir ara şöyle bir soru soruldu: Ebu Hureyre'nin şu hadisinin manası nedir acaba? Rivayet eder ki: Musa, Âdem'i gördüğünde "Bizi cennetten çıkaran Âdem sen misin?" diye sormuş! Derken orada bulunan bir Kureyşli, "Âdem ile Musa nerede karşılaşmışlar ki?" diye sorunca Harun öfkelendi ve yanındakilere, "Bana çabuk deri kırbacımı ve kılıcımı getirin! Şu kâfir Resulullah'ın hadisini eleştiriyor!" diye bağırdı."»[467]
    Harun'un meclisinde oturduğuna göre eşraftan olan bu adam, sırf Hz. Âdem ile Hz. Musa'nın nerede karşılaştıklarını sorduğu için ölüme mahkûm edilebiliyorsa, Ebu Hureyre'yi yalancı bilen Şiîlere neleri reva gördüklerini artık siz düşünün. Üstelik Şia'nın bu iddiasının delili var. Bu deliller, Ebu Hureyre'nin yalancı biri olduğuna dair itirafta bulunan sahabelerin kendi sözlerinden oluşuyor. Bunun en başında da aynı grup sahabelerin öncüsü olan Ömer b. Hattab'ın itirafları gelir.
    Araştırmacılar bazı hadislerde görülen çelişkilerin, açık küfürlerin, imkânsız olayların ve çirkinliklerin nereden kaynaklandığını; bunlara nasıl sahihlik ve kutsallık süsü verildiğini ancak bu yolla (sorarak ve sorgulayarak) anlayabilir. Bugün eğer bazıları bundan kaçınıyorsa, bunun sebebi, bir zamanlar eleştiri ve itirazların yasaklanmış olması ve buna uymayanların ölümle cezalandırılmasıdır. Bu nasıl vicdandır? Doğru olanı bulup pratiğe dökmek üzere hadis hakkında araştırma yapan kimse diğerlerine ibret olsun diye neden öldürülsün ki? Öyle ya, bu kıyım, insanları kendi istekleri doğrultusunda etkileyecek ve kimse ağzını dahi açma cesaretini gösteremeyecekti.
    İnsanlara Ebu Hureyre'nin veya herhangi bir sahabenin hadislerini eleştirmenin aslında Peygamber'i eleştirmek manasında olduğunu göstermeye çalışmışlardır. Peygamber'den sonra bazı sahabelerin eliyle bu uydurma hadisleri oluşturmuş ve bunlara kutsallık vermişlerdir.
    Çoğu zaman kendi âlimlerimize sahabenin de birbirlerinin hadislerini kutsal görmediklerini ve bazen birinin naklettiği hadise diğerlerinin şüpheyle baktığını ispatlamaya çalışıyordum. Bir hadise şüpheyle bakılmasının nedeni, Kurân'a ters düşmesi durumundaydı. Nitekim Ömer b. Hattab da bu yüzden Ebu Hureyre'yi yalancılıkla suçlamış, kırbaçlatmış ve hadis nakletmesini yasaklamıştı. Ne var ki Ehlisünnet ve'l-Cemaat bu olaya şöyle cevap vermektedir: Evet, sahabeler birbirlerinin hakkında istediklerini söyleyebilirler, ama biz onların mertebesinde değiliz. O yüzden onları eleştiremeyiz!
    Ben de diyorum ki: Ey Allah'ın kulları! Sahabeler birbirleriyle savaşmış, birbirlerini kâfir ilan etmiş ve öldürmüştür.
    Bunu da şöyle yanıtlıyorlar: Doğrudur, sahabenin tamamı müçtehit idi. Doğru anlayan iki sevap, yanlış anlayan ise bir sevap almıştır. Dolayısıyla biz onların işine karışamayız!
    Aslına bakılırsa onlar bu inançlarını babalarından miras almışlardır. Adeta bir papağan gibi bu sözleri hiç düşünmeden tekrar edip duruyorlar.
    Önde gelen Ehlisünnet âlimlerinden Gazalî de bu inancı benimsemiş ve halk arasında yaymıştır. Hatta o, bu yüzden "Hüccetü'l-İslam" unvanını bile almıştır. Gazalî, el-Mustasfa adlı kitabında şöyle yazar: "Geçmiş ümmet ve gelecek olan bütün nesiller sahabenin adaletini kabul etmiştir. Zira yüce Allah onları adil saymış ve kitabında övmüştür. Bizim sahabe hakkında inancımız budur."
    Ben, hem Gazalî'nin, hem de Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in sahabenin adaletini Kurân'a dayalı bir hakikatmiş gibi göstermelerine şaşıyorum doğrusu. Hâlbuki Kurân-ı Kerim'de bunu doğrulayan tek bir ayet dahi yoktur. Bilakis birçok Kurân ayeti sahabelerin adil olduğu görüşünü reddederek onların kalbinden haber veriyor ve bazılarının nifak ehli olduğunu söylüyor.
    Biz, Zikir Ehline Sorun adlı kitabımızda bu konuyu geniş olarak ele almıştık. Allah ve Resulünün sahabe hakkında ne söylediklerini öğrenmek isteyen ve hakikat peşinde olan araştırmacıların bu kitabı okumalarını tavsiye ederim. Böylece Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in, sahabelerin rüyalarında bile görmediği bu yüce makamları onlara nasıl yamadıklarını yakından göreceklerdir. Gerçi bu kitabı okuyup okumamaları çok da önemli değildir. Çünkü hangi hadis ve tarih kitaplarını okusalar, sahabelerin birbirlerine nasıl davrandıklarını, birbirlerini nasıl kâfir ilan ettiklerini ve yaptıkları çirkinlikleri bu kitaplarda mutlaka göreceklerdir. Neden böyle olmasın ki? Hatta onlardan bazıları kendi kendinden şüphe eder, "Acaba ben münafık mıyım, değil miyim?" derdi.
    Buharî, Sahih'inde şöyle rivayet eder: İbn-i Ebi Melike der ki, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) sahabesinden otuz kişiyi gördüm. Hepsi kendisinde münafıklık olmasından korkuyordu ve hiç biri cesaret edip de Cebrail'in imanı kadar bir imana sahip olduğunu söyleyemiyordu."[468]
    Gazalî, kitabında şöyle der: Ömer b. Hattab, Huzeyfe b. Yeman'a, "Acaba Peygamber, ismini açıkladığı münafıklar arasında benim ismimi de söylemiş midir?" diye soruyordu.[469]
    Buna göre "Münafıklar sahabeden değildi!" sözüne itibar edemeyiz. Çünkü Ehlisünnet'in sahabeyi nasıl tanımladıklarını daha önce incelemiştik. Onlar, "Resulullah'ı iman üzere (Müslümanken) gören, onunla oturup sohbet etmemiş bile olsa sahabedir" görüşüne inanıyorlar. Hâlbuki "iman üzere" kaydı bile zorbalıktır. Çünkü Peygamber'le beraber olan herkes zaten Kelime-i Şehadet getirmiş kimselerdi. Peygamberimiz de herkesi zahirî imanıyla kabul ediyor, "Bana, insanların dış görümüne göre davranmam emredildi; içten yaptıkları Allah ile kendi aralarındadır" buyuruyordu. Peygamber efendimiz hayatı boyunca onların hiçbirini "Sen münafıksın, senin Müslümanlığını kabul etmiyorum!" dememiştir. Bundan dolayı görüyoruz ki, Peygamberimiz münafıkların kalplerindeki nifaktan haberdar olmasına rağmen onlara "yardımcılarım" diye hitap edebiliyordu.
    İşte, bu da delil: Sahih-i Buharî'de şöyle geçer: Ömer b. Hattab, bir münafık olan Abdullah b. Ubey'i öldürmek için Resulullah'tan (s.a.a) izin istedi. "Ey Allah'ın Resulü, izin ver şu münafığın boynunu vurayım!" dedi. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: "Ona dokunma, sonra insanlar 'Muhammed ashabını öldürüyor!' der.[470]
    Bazı Ehlisünnet ve'l-Cemaat âlimleri, bize münafıkların tanınmış kimseler olduğunu ve onları sahabeyle karıştırmamız gerektiğini inandırmaya çalışır. Ancak bu imkânsız bir şeydir. Münafıklar sahabeden bir gruptu ve Allah'tan başka kimse onları bilmiyordu. Onlar namaz kılıyor, oruç tutuyor, Allah'a tapıyor ve ellerinden geldiğince kendilerini Peygambere yakın göstermeye çalışıyorlardı.
    İşte, bunun da delili: Sahih-i Buharî'de şöyle yazılıdır:
    «Bir defasında Resul-i Ekrem (s.a.a) ganimet mallarını bölüştürüyordu. Derken Temin kabilesinden Zilhuveysir geldi. Peygamber'e "Ey Allah'ın elçisi, adil ol!" dedi. Resul-i Ekrem, "Yazıklar olsun sana, ben adil olmadıktan sonra kim adil olabilir?" diye cevap verdi. O sırada Ömer b. Hattap öne çıkarak, "Ey Allah'ın resulü, izin ver de onun boynunu vurayım!" dedi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem şöyle buyurdu: "Onu bırak, çünkü onun öyle yardımcıları var ki, sizler namazlarınızı onların namazları yanında, oruçlarınızı da onların oruçları yanında hakir göreceksiniz. Onlar Kurân okuyacak ama okudukları Kurân boğazlarından aşağı geçmeyecek ve onlar ok yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar."»[471]
    Eğer sahabenin çoğunluğunun nifakla aralarında pek fazla mesafe olmadığını söyleyecek olursak abartmış sayılmayız. Zira Allah'ın kitabı birçok ayette ve Allah Resulü birçok hadisinde bu konuya değinmiştir. Önce Allah'ın kitabından başlayalım:
    "Hayır; o, kendilerine hakkı getirmiştir. Ne var ki onların çoğu haktan hoşlanmazlar."[472]
    "Bedevî Araplar, kâfirlik ve münafıklık bakımından (şehirlilerden) beterdir"[473]
    "Çevrenizdeki bedevî Araplardan olduğu gibi Medine halkından da ikiyüzlülüğe iyice alışmış münafıklar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz. Onlara iki kere azap edeceğiz, sonra da onlar, büyük azaba itileceklerdir."[474]
    Nedense bazı Ehlisünnet ve'l-Cemaat âlimleri gerçekleri gizlemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Mesela; ayette geçen "ârâb" kelimesini tefsir ettiklerinde, "Onlar sahabe değillerdi. Çöllerde veya Arap yarımadasının kıyısında-köşesinde yaşayan bedevîlerdi!" diyorlar.
    Ama görüyoruz ki, Ömer b. Hattab, ölmeden önce bir sonraki halifeye şöyle vasiyet etmişti: "Çölde yaşayan bedevîlere iyi davran, onlarla iyi geçin. Çünkü onlar Arap kökeninin özü ve İslam'ın temel taşlarıdır."[475]
    Kurân'a göre çölde ve şehir dışında yaşayan bedevî Araplar küfür ve nifakta herkesten daha beter ve dinî hükümlere herkesten daha uzakken ikinci halife onları Araplığın kökü ve İslam'ın temel taşları olarak nitelendirmişse, artık Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in "Bütün sahabeler adildir!" sözü ne kadar değerli olabilir ki?
    Daha detaylı açıklamak gerekirse, ayette geçen "ârâb" kelimesi, bütün sahabeleri kapsamaktadır. Çünkü Kurân-ı Kerim'de onların küfür ve nifakta en beter ve en yaman kimseler olduğu belirtildikten sonra şöyle denmiştir:
    "Bedevîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp sarf edileni Allah katında halis bir ibadet sayan ve Peygamber'in dualarını kazanmaya vesile addedenler de var. Haberiniz olsun ki bu, gerçekten de onlar için bir ibadettir, Allah'a yakın olma vesilesidir. Allah, onları öz rahmetine dâhil edecektir. Şüphe yok ki Allah, suçları örter, rahimdir."[476]
    Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hadislerine baktığımızda da şöyle buyurduğunu görmekteyiz: «Ashabımı ateşe götürdüklerini gördüğümde "Allah'ım, bunlar benim ashabımdı!" derim. Denilir ki; "Onların senden sonra neler yaptığını bilmiyorsun!" Ben de derim ki: Benden sonra ihtilaf çıkarıp kargaşa yaratanlar kahrolsun! O vakit ashabımdan ancak bir koyun sürüsü kadarı kurtulur.»[477]
    Buna benzer birçok hadis daha vardır. Ama biz, sözü daha fazla uzatmak istemiyoruz. Burada ne sahabenin hayatını yazmak, ne de onların adaletini eleştirmek gibi bir hedefimiz yok. Zaten tarih bu görevi üstlenmiştir. Ashaptan bazılarının zina ettiğini, şarap içtiğini, yalan yere şahitlik ettiğini, dinden döndüğünü, masum insanları katlettiğini ve ümmete ihanet ettiğini biz değil, tarih söylüyor.
    Bizim söylemeye çalıştığımız şey, sahabenin tamamının topyekûn adil olduğu görüşünün Ehlisünnet ve'l-Cemaat tarafından ortaya atılan bir hurafe ve düzmeceden ibaret olduğudur. Onlar halk arasında bu hurafeleri yaymakla Allah'ın dinini değiştiren, hükümlerini başkalaştıran ve dinde bidatler çıkaran büyük öncülerini, yani sahabeleri temize çıkarmayı hedefliyorlardı.
    Ve yine şunu anlıyoruz ki, Ehlisünnet ve'l-Cemaat, sahabenin tamamının adaletini savunmakla gerçek kimliklerini ortaya koymuş oluyorlar. Çünkü bunun manası, münafıkları sevmek ve onların bidatlerinin takipçisi olmaktır. Oysaki münafıkların amacı, insanları cahiliyet dönemine geri götürmekti.
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat kurucuları, takipçilerinin sahabeyi eleştirmesini haram kıldığı, içtihat kapısı yüzlerine kapadığı, bunları Emevî hilafeti döneminden ve mezheplerin çıkış tarihinden itibaren yaptıkları ve onların takipçileri de bu inancı miras alarak nesilden nesle taşıdıkları için günümüzde dahi kimsenin sahabeyi eleştirmesine ve onların rivayetlerini irdelemesine izin vermiyorlar. Bu yüzden sahabenin tamamı için Allah'tan rahmet diliyor, onları eleştirenleri de kâfir ilan ediyorlar.
    Sözün özü şu ki; Şiîler Ehlibeyt'in takipçileridirler ve her sahabeyi layık olduğu makamda görmektedirler. Gerçekten takvalı olanları için Allah'tan rahmet dileler. Allah ve resulüne düşman olan fasık ve münafıkları sevmezler. Dolayısıyla gerçek sünnet ehli sadece onlardır. Zira sahabenin içinden Allah ve resulünün sevdiğini seviyor, Müslümanların hidayet yolundan uzaklaşmalarına neden olan Allah ve Peygamber düşmanlarını da sevmiyorlar.








    Ehlisünnet Ve'l-Cemaat'in Peygamber'in Sünnetleriyle Muhalefeti

    Bu bölümde Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in Peygamberimizin birçok sünnetine muhalefet ettiğini araştırmacılara göstermek zorundayım. Böylece Peygamber'in sünnetine bağlı kalan tek grubun Şiîler olduğunu ispatlamış olacağız. Bu bağlamda, kitabın adını "Sünnetin Gerçek Takipçileri Sadece Şiîlerdir" diye adlandırsaydık daha iyi olurdu, diye düşünüyorum. Özellikle araştırmacılar için bu bölümde temel konular üzerinde duracak, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in hemen hemen her konuda Kurân'a ve sünnete muhalefet ederek insanların hidayetten uzaklaşmalarına sebep olduğunu izah edeceğiz. Zira bu muhalefetler neticesinde Müslümanlar geri kalmış, sıkıntı çekmiş ve çaresizliğe itilmiştir.
    Bence bu sapıklıkların kökü bir yere bağlanmaktadır, o da dünya sevgisidir. Peygamber efendimiz "Dünya sevgisi bütün günahların başıdır" diye buyurmamış mıydı? Dünya sevgisi, makam ve güç sahibi olmaya çalışmak şeklinde kendini gösterebiliyor. İşte, milletleri alt eden ve ülkeleri viran eden şey de bu makam ve otorite sahibi olma hırsıdır. İnsan bazen bu hırsından dolayı yırtıcı hayvanlardan bile daha vahşi bir konuma sahip olabiliyor. Nitekim Peygamberimiz de (s.a.a) bu olaya işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Benden sonra müşrik olmanızdan korkmuyorum. Dünyaya düşkün olarak birbirinizle yarışmanızdan korkuyorum!"[478]
    Bundan dolayı günümüzde "İslam Hükümeti Sistemi" diye adlandırılan imamet ve hilafet konularını incelememiz gerektiğine inanıyorum. Çünkü ümmetin başına gelen bela ve sıkıntılar bundan kaynaklanmaktadır.
    Dünyanin En Büyük Azeri Mp3 Arsivi. www.azeribalasi.com

  5. #15
    Azeribalasi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    9.712
    Konular
    3529
    Beğendikleri
    130
    Beğenileri
    32
    Tecrübe Puanı
    100
    @Azeribalasi

    Standart Gerçek Sünnet Ehlİ Şİa'DIR PRF. DR. MUHAMMED TİCANÎ SEMAVÎ

    İslam'da Hükümet Düzeni

    Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in inancına göre, Allah resulü herhangi bir kimseyi halife olarak belirtmemiş, bu işi insanların birbiriyle meşveret ederek gerçekleştirmesini istemiştir. Bu, onların hilafet konusundaki inancıdır ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından günümüze kadar bu inancı kabul etmişlerdir.
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in var gücüyle bu inancı savunduklarını farz etsek bile biraz araştırmadan sonra onların daima bu inançlarına aykırı davrandıklarını görürüz. Hesapta olmayan bir biat olarak yorumladıkları ve kendi deyimleriyle Allah'tan şerrini gidermesini diledikleri Ebubekir'in hilafetine göz yumsak bile yine de şu bir gerçektir ki, İslam'da veliahtlık düzenini, yani miras usulü düzeni ilk ortaya çıkaran Ebubekir'in bizzat kendisi oldu ve ölmeden önce hilafeti yakın dostu olan Ömer b. Hattab'a bıraktı. Ömer de ölmeden önce halife seçimini, beş kişinin içinden istediğini halife yapması için Abdurrahman b. Avf'a havale etti. Ömer'in emrine göre bu duruma muhalefet edenler öldürülecekti.
    Muaviye ise hükümeti ele geçirdiğinde kendisinden sonra hilafetin oğlu Yezid'e geçmesini sağladı. Yezid de kendisinden sonra hilafeti oğlu Muaviye'ye bıraktı. Hilafet o dönemden itibaren adeta Emevîlerin bir oyuncağı hâline gelmişti. Böylece halife, hilafeti ya oğluna ya kardeşine ya da herhangi bir yakınına bırakıyordu. Abbasiler döneminde de aynı sistem uygulandı. Abbasî hükümetinin kurulmasından yıkılma dönemine kadar böyle devam etti. Hatta Osmanlı İmparatorluğu dahi kuruluşundan çöküşüne, yani Atatürk dönemine kadar aynı geleneği devam ettirdi.
    Bu düzen sahiplerinin hepsi Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in temsilcileri idi. Ya da başka bir deyimle bu hilafetler, dünyanın dört bir yanında Ehlisünnet ve'l-Cemaat'i temsil ediyordu. İslam tarihinde de hep böyle devam etti. Bugün dahi Suudi Arabistan, Fas, Ürdün vb. gibi çoğu körfez ülkelerinde kökü "Selef-i Salih"e dayanan bu sistem veya görüş uygulanmaktadır.
    Bunların tamamı Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in temsilcileridir. Allah ve resulünün hilafet meselesini şuraya bıraktığını kabul etsek bile, yine de Ehlisünnet bu konuda Kurân ve sünnete muhalefet etmiş olmuyor mu? Saltanat ve diktatörlüğü meşveret usulüne, yani demokratik seçim düzenine tercih etmiş olmuyorlar mı?
    Ama Peygamberimizin Ali b. Ebu Talib'i (a.s) seçtiğini kabul etsek, bu durumda yine Ehlisünnet ve'l-Cemaat için değişen bir şey olmuyor. Çünkü onlar bu varsayıma göre sünnete ve Kurân'a bir kez daha muhalefet etmiş oluyorlar.
    Bu sıralamaya göre şuraya dayalı seçim görüşünün yanlış olduğu anlaşılmış oluyor. Çünkü ilk halifeler bunu uygulamamışlardı. Veliahtlık (babadan oğla geçen miras yoluyla hilafet) görüşü de yanlıştır. Çünkü onu da şu hadise dayandırıyorlar: "Benden sonra hilafet otuz yıldır. Sonrasında oldukça ısırıcı/yırtıcı bir saltanatlık gelir." Bunlar, adeta başkalarını da kendileri gibi ikna etmeye çalışıyor ve şöyle diyorlar: "Güç, Allah'ın elindedir; bu gücü istediğine verir. Padişahları da Allah başımıza getirmiştir. Onlara itaat vaciptir. Dolayısıyla onlara karşı isyan edilmez, baş kaldırılmaz."
    Bu konu, ucu kaza ve kadere dayanan uzun bir konu olduğu için şimdilik buna değinmiyoruz. Zaten bu konu hakkında gerekli açıklamayı Doğrularla Birlikte adlı kitabımızda yapmıştık. Kısaca, Ehlisünnet ve'l-Cemaat hakkında "Kaderiyeciler" desek, yerinde olur sanırım. Zira onlar buna inanıyorlar.
    Binaenaleyh Ehlisünnet ve'l-Cemaat hilafetin miras yoluyla tayin edildiğini ve bunun şerî bir dayanak olduğunu kabul eder. Zira Allah resulü böyle emretmiş veya kendine veliaht tayin etmiş olacak ki diğerini asla kabul etmiyorlar. Ama görüyoruz ki Ebubekir, Ömer'i; Ömer, altı kişiyi; Muaviye de oğlu Yezid'i tayin etmiş, hilafet böyle sürüp gitmişti.
    Onların âlimlerinden veya dört mezhep imamlarından hiçbiri Emevî, Abbasî veya Osmanlı hükümdarlığının gayrimeşru bir hükümet olduğunu söylememiştir. Bilakis zaman geçirmeden bunlara biat ettiklerini, hükümetlerini onayladıklarını ve meşru kabul ettiklerini görüyoruz. Hatta çoğu şuna inanıyor: İster iyi olsun, ister kötü; ister takvalı olsun, ister zalim; ister Arap olsun, ister Türk, Kürt veya Ku-reyşli, zorla veya savaşarak hilafeti ele geçiren kimsenin hükümdarlığı meşrudur.
    Dr. Ahmed Mahmud Subhî der ki: "Ehlisünnet'in hilafet meselesindeki konumu şudur: Mevcut hükümeti kabul ederler, ama ne onu onaylarlar, ne de ona karşı ayaklanırlar."[479]
    Ama gerçek şu ki, Ehlisünnet bunu onaylıyor da. Zira Ebu Yâlâ Ferrâ, Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediğini rivayet eder: "Hilafet zorla da olsa, savaşla da olsa geçerlidir ve biat edilmesine de gerek yoktur!"
    Abdus b. Malik Attar'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Halka kılıçla galip gelip halife olan bir kimse müminlerin emiri diye adlandırılırsa, Allah'a ve ahirete inancı olan bir kişiye, iyi de olsa, kötü de olsa onu kendine imam tanımadan yatağa girmesi yakışmaz!" Abdus, bu düşüncesine gerekçe olarak, "Galip gelen kimsenin yanındayız!" diyen Abdullah b. Ömer'in sözünü gösterir. Bu nedenle Ehlisünnet ve'l-Cemaat, hilafetin miras yoluyla devredilmesi biatini benimsemek zorunda kalmış, her zaman için güçlü ve galip olan tarafa biat etmiş, iyi veya kötü, takvalı veya imansız, âlim veya cahil olması onlar için söz konusu olmamıştır. Nitekim Muaviye'ye karşı birkaç kez savaşan, fakat daha sonraları müminlerin emiri diyerek ona biat eden nice sahabeler vardı. Peygamberimiz (s.a.a), Mervan b. Hakem'e "kurbağa" adını vermiş, onu Medine'den sürmüş ve hakkında "Yaşadığım sürece ve vefatımdan sonra yanımda olmasın!" buyurmuş olmasına rağmen onun da hilafetini kabul ettiler.
    Bununla da kalmayıp Yezid b. Muaviye'nin hilafetini de kabul ettiler. Ona müminlerin emiri deyip biat ettiler. Hilafetini daha da sağlamlaştırmak için Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin'i (a.s) ona karşı baş kaldırdığı için şehit ettiler. Daha da ileri giderek, "Hüseyin, ceddinin kılıcıyla öldürüldü!" dediler. Bugün bile Müminlerin Emiri Yezid b. Muaviye Hakkında Hakikatler adı altında kitap yazıp o yüce şahsiyeti Yezid'e karşı ayaklanma çıkardığı için kınıyorlar.
    Bunca şeyden sonra Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in Peygamber'e isnat ettikleri sünnete muhalefet ettiklerini kabul etmekten başka çare kalmıyor. Şöyle ki; onlar, iddia ettikleri şuraya dayalı bir hükümeti öngören sünneti ayaklar altına almışlar ve bununla muhalefet etmişlerdir.
    Fakat Şiîler hep birlikte imamet görüşünü kabul etmişlerdir. Şia'ya göre İmamet meselesi, Allah ve Resulünün tayinini gerektirir. Gerçek halifeyi Allah ve Resulü insanlara göstermelidir. Çünkü İmamet ancak nassla belirlenir. Ümmetin en iyisi, en takvalısı ve en bilgilisi olan masumdan başkası imam olamaz. Onlara göre en kötü en iyiden üstün olamaz. İşte bu nedenle Şiîler, önce sahabenin sonra da Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in hilafetini kabul etmezler.
    Şia'nın imamet hakkındaki iddialarının kanıtları Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in kendi sahih kitaplarında mevcut olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, Şiîlerin Peygamber'in gerçek sünnetine bağlı olan kimseler olduklarını kabul etmekten başka çaremiz kalmıyor.
    Hükümet ister şura ile seçilmiş olsun, ister nassla tayin edilmiş olsun her hâlükârda haklı olan taraf Şiîlerdir. Çünkü hem nassla hem de şura yöntemiyle hilafete varan tek kişi Ali b. Ebu Talib (a.s) olmuştur.
    Şiî veya Sünnî hiçbir Müslüman, "Hilafetin miras yoluyla veya veliahtlık yoluyla olması gerektiğini Peygamberimiz bize ulaştırmış-tır" diyemez. Ve yine hiçbir Müslüman, "Peygamberimiz ashabına şöyle buyurmuştur: Ben hilafet işini şuraya bırakıyorum, benden sonra kimi isterseniz onu seçin!" şeklinde bir iddiada bulunamaz.
    Biz bu konuda âlemdeki herkesle konuşmaya ve münazara etmeye hazırız. Eğer bu konuda bir hadis varsa, getirsinler. Ama getiremezler. O halde Peygamber'in gerçek sünnetine dönsünler ve İslam'ın doğru tarihini okusunlar. Hakikatleri görsünler.
    Yoksa onlar birçokları gibi Peygamberimizin bu önemli konuya hiç değinmediğini, İslam hükümetinin esaslarını ve kanunlarını hiç belirtmediğini, böylece ümmeti daimî bir keşmekeşe, kargaşaya, ayrımcılığa ve tefrikaya sürüklediğini mi iddia ediyorlar? Oysaki bugün bile birçok zalim hükümdarlar görüyoruz ki, onlar bile kendi milletinin menfaatini düşünerek kendisinden sonra yerine geçecek birisini belirliyor ve bu kimse, o olmadığı zaman onun yerine geçiyor. Zalimler bile halkını düşünerek böyle yaparken âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.a), neden ümmetinin geleceğini düşünmemiş olsun ki?







    Sahabenin Adil Olduğu İnancı Sünnet ile Çelişmektedir

    Resul-i Ekrem'in (s.a.a) konuşmalarına ve sahabeye karşı davranışlarına baktığımızda onun herkese hak ettiği gibi davrandığını görüyoruz. Zira o, Allah için öfkelenir, Allah için severdi. Allah'ın emirlerine muhalefet eden sahabeden beri olduğunu söylerdi. Nitekim Cüzeyme oğulları kabilesini kılıçtan geçiren Halid b. Velid'in yaptıkları karşısında Peygamberimiz (s.a.a), ondan beri olduğunu söylemiş, hırsızlık yapan eşraftan bir kadını affettirmek için aracılığa gelen Usame'ye de öfkelenmişti. Hatta Peygamberimiz, Usame'ye çıkıştığında şu meşhur sözünü söylemişti: "Yazıklar olsun sana! Allah'ın hükmünün uygulanmaması için aracılık mı ediyorsun? Ant olsun Allah'a eğer Muhammed'in kızı Fatıma (s.a) bile hırsızlık yapsaydı ellerini keserdim. Sizden önceki milletlerin yok olmasının sebebi de buydu. Eşraftan biri hırsızlık yapınca onu serbest bırakıyorlar, sıradan biri hırsızlık yapınca da cezalandırıyorlardı."
    Görüyoruz ki Peygamberimiz, bazen de ihlâs sahibi bazı ashabı için Allah'tan razılık, bağışlanma ve bereket diliyor, onlar için dua ediyor; bazen de emrine uymayan ve muhalefet edenlere lanet ediyordu. Nitekim sahabelere henüz bir delikanlı olan Usame'nin ordusuna katılmalarını emrettiğinde bazıları dedikodu etmeye başlamış, "O henüz genç, neden bizi ona uymaya çağırıyorsun!" diye itiraz etmiş ve Usame'nin ordusuna katılmamıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz de, "Allah, Usame'nin ordusuna katılmayanlara lanet etsin!" buyurmuştu.
    Yine görüyoruz ki Peygamberimiz bazı sahabeler hakkında insanları uyarıyor ve onların başkalarını aldatmasına izin vermiyor. Nitekim münafıklardan biri hakkında şöyle buyuruyor: "Onun öyle yardımcıları var ki, sizler namazlarınızı onların namazları yanında, oruçlarınızı da onların oruçları yanında hakir göreceksiniz. Onlar Kurân okuyacak ama okudukları Kurân boğazlarından aşağı geçmeyecek (kalplerine ve beyinlerine girmeyecek) ve onlar ok yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar."
    Bazen de Hayber Savaşı'na katılmış olan bir sahabenin cenaze namazını kılmadığını ve onun hakkındaki gerçekleri insanlara anlattığını ve "O, Allah yolundayken ihanet etmiştir!" dediğini görüyoruz. Nitekim orada bulunanlar, ölen kimsenin yükünü açtıklarında Yahudilerin bazı mühürlerini görmüşlerdi.
    Maverdî şöyle der: "Resul-i Ekrem (s.a.a) Tebük Savaşı'nda susamıştı. Münafıklar, "Muhammed göklerden haber vermeyi biliyor, ama suya nasıl ulaşacağını bilmiyor mu?" diye alay ettiler. O sırada Cebrail nazil oldu ve bu kimselerin isimlerini açıkladı. Peygamber (s.a.a) bu isimleri Sâd b. İbade'ye söyledi. Sâd, "Eğer istiyorsan onların boyunlarını vurayım!" dedi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem, "Hayır, bırak! Halk, 'Muhammed kendi ashabını öldürüyor' desin istemem! Bizimle oldukları sürece onlara iyi davranacağız."[480]
    Kurân-ı Kerim'in ashap hakkındaki yöntemi nasılsa, Peygamberimizin yöntemi de öyle olmuştur. Allah-u Taâla ashabın doğrularını ve takvalılarını sevdiğini; münafıklarını, mürtetlerini ve sözünden dönenleri ise sevmediğini ve onlara gazaplandığını açıklamıştır. Birçok muhkem ayette Allah, onlardan bazılarını lanetle anmıştır. Zikir Ehline Sorun adlı kitabımızda bu konuya geniş bir şekilde değinmiştik.
    Örnek olarak, Allah-u Taâla'nın, bazı münafık sahabelerin iç dünyalarını nasıl su yüzüne çıkardığını hep birlikte görelim: Sahabelerden on iki kişi yollarının camiye uzak olması ve namaz vaktinde Mescidü'n-Nebi'ye yetişememe bahanesiyle bir mescit yaptırdı. Bundan daha büyük bir ihlas olabilir mi? Mescit yaptırabilmek için mallarını harcamışlardı. Namazlarını vaktinde camide kılmak istemişlerdi. Oysaki yerde ve gökte hiçbir şeyin ona gizli olmadığı, kalplerdeki sırları ve gözlerdeki ihanetleri bilen Allah, bu münafıkların asıl amacının ne olduğunu biliyordu. Peygamberini vahiyle haberdar etti ve onların nifakını ortaya çıkardı. Yüce Allah şöyle buyuruyordu:
    "Zarar vermek, küfürde bulunmak, inananların aralarını açmak, daha önce Allah'la ve Peygamberiyle savaşanın gelmesini gözlemek için mescit kuranlara gelince: 'İyilikten başka niyetimiz yoktu' diye yemin edecekler. Oysa Allah onların yalan söylediklerine şahittir."[481]
    Allah-u Taâla hakkı söylemekten çekinmediği gibi Peygamberimiz de açıkça ashabının dünya için birbirleriyle savaşacaklarını, Yahudi ve Nasranîler gibi sapıklığa düşeceklerini, karış karış onları (Yahudi ve Nasranîleri) takip edeceklerini, kendisinden sonra gerisin geriye döneceklerini ve dinden çıkacaklarını belirtmiş, bunların içinden ancak bir koyun sürüsü kadarının kurtuluşa ereceğini ve gerisinin ateş ehli olduğunu vurgulamıştır.
    Bütün bunlara rağmen nasıl olur da Ehlisünnet ve'l-Cemaat sahabenin tamamının adil olduğunu ve hepsinin cennete gideceğini iddia eder? Nasıl olur da bizi ikna etmeye, buna inanmaya ve onları takip etmeye zorlarlar? Ve nasıl olur da tüm bunlara rağmen onları eleştirmenin dinden çıkmak ve ölümü hak etmek demek olduğunu savunurlar?
    Bu sözleri bırakın akıl sahipleri, deliler bile kabul etmez! Bu yalan ve iftiralar, zalim hükümdarların ortaya çıkardığı ve saray mollalarıyla cahil âlimlerin desteklediği sözlerdir. Biz asla bunları kabul etmiyoruz. Çünkü aklımız var ve bu sözün Allah'ı ve Peygamber'i reddetmek manasına geldiğini biliyoruz. Allah'ı ve Peygamber'i reddetmek ise küfre yol açar. Ayrıca vicdanımız bile böyle bir şeyin mümkün olamayacağını gösterir.
    Biz Ehlisünnet ve'l-Cemaat'i ille de bu düşüncesinden vazgeçmeye zorlamıyoruz. Onlar özgürdür. Yaptıklarının sorumluluğunu taşıyacak olan yine de kendileridir. Ama sahabenin adaleti konusunda Kurân ve sünnete amel eden ve bu nedenle ashabın iyilerini seven, kötülerinin de hata yaptığını söyleyen kimseleri tekfir etmemeleri gerektiğini bilsinler istiyoruz. Çünkü böyle düşünen bir kimse Allah ve resulünün dostları ile dost, düşmanları ile düşman olmuştur. Bu kimse neden kâfir olsun ki?
    Buradan da anlaşıldığı gibi Ehlisünnet ve'l-Cemaat Kurân ve sünnetin açık emrine muhalefet etmiş, Emevî ve Abbasî rejimlerinin dikte ettiği şeylere uymuş ve bu şekilde akıl ve dinin bütün ölçülerini bir kenara itmiştir.
    Ne ilginçtir ki "Sahabeye sövmek kâfirliktir" diyen ve buna inandığını söyleyen bir Ehlisünnet âlimine "Neden o halde minberlerde İmam Ali'ye (a.s) lanet okutan Muaviye ve Muaviye yanlısı sahabeleri kâfir ilan etmiyorsunuz?" diye sorduğunuzda mutlaka verecekleri cevap şu oluyor:
    "Onlar birer ümmetti, gelip geçtiler. Onların kazançları kendilerine, sizin kazancınız da size. Onların yaptıkları sizden sorulmaz."[482]








    Peygamberimizin Emri ve Ehlisünnet'in Muhalefeti

    Daha önceki konularda da değindiğimiz Sakaleyn Hadisi'ni herkes bilir. Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurur: "Ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum. Bu ikisine sarıldığınız sürece benden sonra asla sapmazsınız. Bunlar, Allah'ın kitabı ve itretim (Ehlibeytim)'dir. Her şeyden haberdar olan Allah, bu ikisinin Kevser Havuzu'nun başında benimle buluşuncaya dek birbirinden ayrılmayacağını bildirdi."
    Yine, bu hadisin sahih ve mutevatir olduğunu ispatlamıştık. Gerek Şia, gerekse Ehlisünnet, kendi sahih ve müsned kitaplarında bu hadisi nakletmişlerdir. Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in Ehlibeyt'i terk ettiği herkesçe bilinen bir gerçektir.[483] Onlar, Ehlibeyt'i yalnız bırakıp dört mezhep imamlarına yönelmişlerdir. Oysaki onları halka kabullendiren zalim hükümetlerdi. Hep birlikte Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in onaylanmasında etkin rol oynamışlardır.
    Daha da açık konuşmak gerekirse; Ehlisünnet ve'l-Cemaat Emevî ve Abbasîler önderliğinde Ehlibeyt ile savaşmıştır. Onların inançlarını ve hadis kitaplarını inceleyecek olursak, Ehlibeyt fıkhına ait pek fazla bir şey bulamayız. Zira onların tüm fıkıh ve hadisleri, Ehlibeyt'ten yüz çevirip onlarla savaşan Abdullah b. Ömer, Ayşe, Ebu Hureyre vb. kimseler aracılığıyla gelmiştir.
    Onlara göre dinin yarısı al yanaklı (Hümeyra) Ayşe'den, Ehlisünnet fakihi Abdullah b. Ömer'den, İslam'ın rivayetçisi Şeyh Muzire[484] Ebu Hureyre'den ve savaş azatlıları olan Ebusüfyan ailesinden, yani dinde bidat çıkaran ve dine yabancı olan kimselerden alınmıştır.
    Bunun kanıtı şudur ki, daha önceleri ortada Ehlisünnet ve'l-Cemaat diye bilinen bir grup yoktu. Bunlar Sakife Günü'nde bir araya gelen ve Ehlibeyt'e muhalefet etmek üzere birleşen bir grup olarak ortaya çıktı. Hep beraber komplo hazırlayıp Ehlibeyt'i hilafetten ve İslam ümmetinin siyaset sahnesinden uzak tutmaya çalıştılar.
    Kısaca, Ehlisünnet ve'l-Cemaat fırkası, Ehlibeyt'e sığınan, onların izinden giden, Kurân ve sünnete sıkı sıkıya sarılan Şia karşısında oluşturulmuş bir karşıt gruptur.
    Tabiî ki hakkın karşısında olan taraf, sayıca daha çoktur. Özellikle de fitne ve savaşlardan sonra çoğunluğu elde ettiklerini hepimiz biliyoruz. Zaten Ehlibeyt (a.s) sadece dört yıl İslam hükümetinin başında yer aldı. O da İmam Ali'nin (a.s) hilafet dönemiydi ve onu da kanlı savaşlarla meşgul ettiler. Ama Ehlisünnet ve'l-Cemaat, yani Ehlibeyt muhalifleri, yüzlerce yıl hükümetin başında idiler. Hâkimiyetleri doğudan batıya kadar uzanmıştı. Güç, nüfuz, altın, gümüş vs. her yerde onların elindeydi. Ehlisünnet ve'l-Cemaat çoğunluğu teşkil etti. Çünkü otorite onların elindeydi. Şia ise Ehlibeyt'in önderliğinde daima zulme ve işkenceye maruz kalmış, katliam edilmişti.
    Biz sözü daha fazla uzatmak istemiyor ve Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in Peygamber'e olan muhalefetinin nedenlerini daha fazla ifşa etmek istemiyoruz. Ama şu bir gerçek ki, Şiîler, Peygamber'in (s.a.a) vasiyetini duydular ve onun pak Ehlibeyt'ine uydular. Bu uğurda canları pahasına her türlü sıkıntıya göğüs gerdiler.
    Gerçek şu ki; Sakaleyn Hadisi karşısında Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in bu muhalefeti ve Şia'nın bu kabulü, aslında Peygamberimizin son hastalığında, yani Perşembe günü açıkça ortaya çıkmıştı. Peygamberimiz sahabelerinden kâğıt-kalem getirmelerini isteyip kimsenin sapıklığa düşmemesi için bir yazı yazacağını söylediğinde Ömer tehlikeli durumu fark etmiş, Peygamber'in emrini yerine getirmemiş, "Allah'ın kitabı bize yeter!" iddiasında bulunmuş ve Peygamber'in (s.a.a) Ehlibeyt'ine (a.s) ihtiyaçlarının olmadığını ifade etmiştir. Peygamberimiz, "Sakaleyn'e (Kurân ve sünnet ya da Kurân ve Ehlibeyt olan iki ağır emanete) sarılın" derken Ömer sanki şunu söylemeye çalışıyordu: "Bir ağır emanet bize yeter, ikinci emanetine ihtiyacımız yok!" Nitekim Ömer de "Allah'ın kitabı bize yeter!" demekle bunu kastetmiyor muydu?
    Ömer, burada Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in temsilcisi konumundaydı. Çünkü Ebubekir, Osman, Abdurrahman b. Avf, Ebi Ubeyde, Halid b. Velid ve Talha'yla özetlenen Kureyş de onu savunmuştu. Nitekim İbn-i Abbas da şöyle diyordu: O gün bazıları Ömer'in sözünü savundular, bazıları da 'Bir şey getirin, Peygamber ne yazacaksa yazsın!' dediler."
    Her ne kadar yazılmasa da görünen o ki, Ali (a.s) ve taraftarları Peygamber'in vasiyetine amel etmiş, Kurân ve sünneti birlikte kabul etmişlerdir. Ama Şia düşmanları, başta kabul etseler de iktidarı ele geçirdikten sonra hatta Kurân'ın bile hükümlerine amel etmediler. Şahsî görüşlerini esas alıp Allah'ın kitabını ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetini kenara ittiler.








    Ehlisünnet Ve'l-Cemaat'te Ehlibeyt Sevgisi

    Ehlibeyt (a.s) sevgisinin herkese farz olduğunu hiçbir Müslüman inkâr edemez. Bu sevgi, Kurân-ı Kerim'de, Peygamberimizin risaletine ve risaletinden kaynaklanan nimetlere karşılık olarak belirtilmiştir. Nitekim Allah-u Taâla şöyle buyurur:
    "De ki: (Risaletime) karşılık sizden bir ücret istemiyorum; istediğim ancak yakınlarıma sevgidir."[485]
    Bu ayet, Peygamber'in tertemiz Ehlibeyt'inin sevgisini Müslümanlara farz kılmıştır. Ehlibeyt'in Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olduğu konusunda otuzdan fazla Ehlisünnet ve'l-Cemaat kaynağı ittifak etmiştir. Hatta İmam Şafiî, bu konuda şöyle demiştir:
    "Ey Resulullah'ın Ehlibeyt'i! Sizi sevmek, tıpkı Allah'ın Kurân'da indirdiği gibi farzdır üzerimize."
    Eğer Kurân, İmam Şafiî'nin de itiraf ettiği gibi Ehlibeyt sevgisini bütün kıble ehline Peygamber'in risaleti karşılığında farz etmişse ve Allah'ın rızası ancak onları sevmekle mümkünse o halde neden Ehlisünnet ve'l-Cemaat Ehlibeyt'e gereken değeri vermiyor ve onları daima sahabeden daha aşağı bir mertebede görüyor?[486]
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e şunu sormak istiyoruz, hatta bu konuda onları tartışmaya davet ediyoruz: Söyleyin bakalım; Ebubekir, Ömer, Osman veya herhangi bir sahabenin sevgisini farz eden tek bir ayet ya da hadis var mıdır?
    Asla! Böyle bir delili nereden getirecekler ki? Ne Allah'ın kitabında, ne de Peygamber'in sünnetinde böyle bir şey olmadığı gibi, aksine Kuranda birçok ayet vardır ki, Ehlibeyt'in (a.s) diğer insanlardan çok daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır.
    Peygamberimizin (s.a.a) sünnetinde de Ehlibeyt'in (a.s) diğerlerinden üstünlüğünü, insanlara öncülüklerini ve imametlerini vurgulayan faziletleriyle ilgili çokça hadis vardır.
    Bunlara örnek olarak Meveddet, Mübahale, Tathir, Velayet, Verasetü'l-Kitap ve Peygamber ve Ehlibeyt'ine Salâvat ayetlerini gösterebiliriz.
    Peygamberimizin (s.a.a) sünnetinden örnek verecek olursak, Sakaleyn, Sefine, Menzilet, Kâmil Namaz, Nücüm, İlim Şehri ve On İki İmam hadisleri bunlardan bazılarıdır.
    Biz, İbn-i Abbas gibi bazı sahabelerin de dediği gibi Kurân'ın üçte birinin Ehlibeyt'i övmek için nazil olduğunu veya Ahmed b. Hambel dediği gibi Peygamber'in hadislerinin üçte birinin Ehlibeyt'i hatırlatmak, onlara değer vermek ve onların üstün vasıflarını insanlara anlatmak için söylendiğini demek istemiyoruz. Biz sadece Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in kendi kaynak kitaplarında kaleme alınan ve Ehlibeyt'in üstün niteliklerini gösteren Kurân ve sünnete dayalı nakilleri yeterli buluyoruz ve bu nakillerin onların diğer insanlardan daha üstün olduklarını yeterli ölçüde ispatladığına inanıyoruz.
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in gerek inancına, gerekse tarih boyunca Ehlibeyt'e karşı sergiledikleri tutumuna şöyle bir baktığımızda onların açıkça Ehlibeyt'le muhalefet ettiklerini ve onlara düşman olduklarını görürüz.
    Kılıçlarını onlarla savaşmak için çekmişler, kalemlerini onların yüce makamlarını aşağılamak için kullanmışlar, onlardan intikam almaya çalışmışlar ve düşmanlarını yüceltmişlerdir. Biz bu konuda çok açık ve net bir delil sunacağız.
    Daha önce de dediğimiz gibi, Ehlisünnet ve'l-Cemaat, hicrî ikinci yüzyılda Şia karşısında resmî duruşunu sergilemiştir. Görüyoruz ki onlar fıkıh, ibadet ve inanç konularında Ehlibeyt'in (a.s) rivayet ettiği Peygamber sünnetine başvurmamışlardır.[487] Oysaki ev halkı, evin içinde olanları diğerlerinden daha iyi bilir. Onlar, Peygamber'in ev halkı ve torunlarıydılar. İlim ve amelde kimse onların eline su dökemezdi. Üç asır boyunca daima ümmetle aynı anda hareket ettiler. Halk, dinî ve ruhanî imameti on iki imamda gördü ve hiçbir Ehlibeyt imamı, diğeriyle çelişmedi.
    Ama görüyoruz ki, Ehlisünnet ve'l-Cemaat, hicrî üçüncü yüzyılda ortaya çıkan ve her biri diğeriyle farklı olan dört mezhebi takip etmiştir. Tüm bunlara rağmen Ehlibeyt'i dışlayıp onlara düşmanlık ettiler, hatta onların takipçileriyle savaştılar ve bugün dahi yer yer savaşıyorlar.
    Daha fazla delil istiyorsanız, İslam'ın sütunlarının devrildiği, cennet gençlerinin efendisinin, Peygamber efendimizin tertemiz evlatlarının ve diğer yakınlarının şehit edildiği Aşura gününü anma merasimleri karşısında Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in nasıl bir tutum sergilediğini gelin hep birlikte inceleyelim:
    1-İmam Hüseyin'in (a.s) katilleri karşısında bu duruma rıza gösterircesine bir tutum sergilenmişler, hem azarlamışlar, hem de desteklemişlerdir. Bu, çok da şaşılacak bir olay olmasa gerek. Zira İmam Hüseyin'in (a.s) katillerinin hepsi Ehlisünnet ve'l-Cemaat'ten idi. Sadece şunu bilmemiz yeterlidir ki, İmam Hüseyin'le savaşan İbn-i Ziyad ordusunun komutanı Ömer b. Sâd b. Ebi Vakkas[488] idi.
    Bundan dolayıdır ki, Ehlisünnet ve'l-Cemaat, içlerinde İmam Hüseyin'in katillerinin de bulunduğu bütün sahabeler için Allah'tan rahmet diler ve onların naklettiği hadislerin doğruluğuna inanır. Hâlbuki bu kimseler, İmam Hüseyin'i (a.s) müminlerin emiri (!) Yezid'e isyan ettiği için bir "Haricî" olarak görmüşlerdir.
    Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in öncü fakihlerinden Abdullah b. Ömer, Yezid b. Muaviye'ye biat etmiş, taraftarlarına "Hiç kimsenin Yezid'e isyan etmeye hakkı yoktur; biz galip gelenin yanındayız!" demişti.
    2-Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Kerbela faciasından günümüze dek Âşurâ gününü bir bayram günü olarak kutlamıştır. O gün mallarının zekâtını verir, kutlamalar yapar, bu günü rahmet ve bereket dolu bir gün olarak nitelerler. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de "Hüseyin'e neden ağlıyorsunuz?" diyerek daima Şiîleri kınıyorlar. Bazı İslam ülkelerinde bu günlerde matem tutulmasına izin verilmiyor. Çoğu zaman silahlı bir şekilde müdahale ediliyor. Bu müdahalelerde Hz. Hüseyin'i anan Şiîleri yaralıyor veya öldürüyorlar. Bunu yaparken "Bidatlerle mücadele ediyoruz!" diyorlar. Aslında onlar bidatlerle savaşmıyor, aksine Emevî ve Abbasî halifelerinin temsilciliğini yapıyor ve onların adına Âşurâ olayını örtbas etmeye çalışıyorlar.
    Bu temsilcilerden bazıları daha da ileri giderek İmam Hüseyin'in (a.s) mübarek kabrini yakıp yıkmış, insanların o mübarek mekânı ziyaret etmelerine engel olmuşlardı. Bugün dahi İmam Hüseyin'in (a.s) anılmasını engellemeye çalışıyorlar. Çünkü insanların gerçekleri anlamalarından, yani önderleri olan halifelerin yapmış oldukları çirkinliklerin gün yüzüne çıkmasından korkuyorlar. Korkuyorlar, çünkü hakikatler ortaya çıkacak olsa, Ehlibeyt'in kim olduğunu ve ne anlama geldiğini bilmeyen insanlar, hak ile batılı, mümin ile kâfiri birbirinden ayıracak ve aralarında fark gözetecekler.
    Böylece, Peygamber sünnetinin asıl takipçilerinin Şiîler olduğu bir kez daha ortaya çıkmış oldu. Çünkü onlar her şeyde, hatta İmam Hüseyin'e (a.s) üzülüp ağlama konusunda bile Peygamber'in sünnetine amel etmişlerdir. Nitekim elimizde bulunan birçok rivayete göre, Peygamberimiz (s.a.a), Âşurâ olayından elli yıl önce, Cebrail vasıtasıyla İmam Hüseyin'in (a.s) şehit olacağını öğrenmiş ve bundan dolayı ağlamıştır.
    Buradan da anlaşıldığı üzere, Ehlisünnet ve'l-Cemaat, o günü kutlayan Ümeyye oğulları ve Yezid b. Muaviye'nin sünnetini takip ederek Âşurâ'yı bayrama çevirmiştir. Çünkü Yezid ve Ümeyye oğulları, o gün İmam Hüseyin'e (a.s) galip geldiklerini, saltanatlarını ve varlıklarını tehdit eden Hüseynî Kıyam'a son verdiklerini ve böylece başkaldırıların önünü aldıklarını sanmışlardı.
    Tarih de bize şunu gösteriyor ki, Yezid ve Ümeyye oğulları Âşurâ gününü büyük bayram ilan ettiler. İmam Hüseyin'in (a.s) mübarek kesik başı esirlerle birlikte yanına getirildiğinde sevinç çığlıkları attılar, Allah resulünü kınadılar ve bu yönde şiirler okudular.
    Ehlî olmayan Ehlisünnet ve'l-Cemaat alimleri Yezid gibilerine yakın görünmek için Aşura gününü övgüyle anan hadisler uydurdular. "Aşura öyle bir gündür ki, Allah, Âdem'in tövbesini o gün kabul etti, Nuh'un gemisi o gün Cudi Dağın'da karaya oturdu, ateş o gün Hz. İbrahim'e soğudu, Yusuf o gün zindandan kurtuldu, Yakub'un gözleri o gün açıldı, Musa o gün Firavun'a galip geldi ve İsa'ya o gün gökyüzünden sofra indi!" dediler.
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat âlimleri, Âşurâ hakkındaki bu uydurma rivayeti, sanki Âşura böyle bir günmüş gibi günümüze dek tekrar edegelmişlerdir. Bunların hepsi yalancıların hilesidir. Din âlimliği adı altında halifelere yaranmak için yazılan ve çizilen şeylerdir. Bunlar, dinlerini dünyalarına satmış ve baştan ayağa zarar etmiş kimselerdir.
    Şimdi söyleyeceğimiz rivayetle de bu yalanlarını zirveye çıkarmışlardır: Güya Peygamberimiz (s.a.a) Âşurâ günü Medine'ye hicret ettiğinde Medine Yahudilerinin oruç tuttuklarını görmüş ve sebebini sormuş. "Musa bugün firavuna galip geldi!" diye cevap vermişler. Bunun üzerine Peygamberimiz, "Biz, Musa'ya sizden daha layığız!" buyurmuş ve ardından Müslümanlara Tasuâ ve Âşurâ günlerinde oruç tutmalarını emretmiş! Bu, açık bir yalandır. Çünkü Yahudilerin Âşurâ diye adlandırdıkları ve o gün oruç tuttukları bir bayramları yoktur. Acaba Allah'a karşı şöyle bir soru akla gelmez mi: "Neden Hz. Âdem'den Hz. İsa'ya kadar Âşurâ gününü mübarek bir gün karar kıldın da sıra Hz. Muhammed'e (s.a.a) gelince bu günü matem ve yas günü kıldın? Bugünde Resulullah'ın (s.a.a) Ehlibeyt'i öldürülmüş ve kızları esir edilmemiş miydi?"
    Cevap şudur:
    "O, yaptığından hesaba çekilmez, fakat onlar hesaba çekilirler."[489]
    "Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dâhil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim."[490]








    Ehlisünnet Ve'l-Cemaat ve Eksik Salâvat

    Daha önce de açıklandığı üzere salâvat konusunda ayet nazil olmuş, Peygamberimiz (s.a.a) bu ayeti yorumlamış, tam salâvatın nasıl olması gerektiğini ashabına öğretmiş, eksik ve kesik salâvat getirilmesini men etmiş ve bunun Allah tarafından kabul edilmeyeceğini bildirmiştir.
    Yine de görüyoruz ki, Ehlisünnet ve'l-Cemaat, "Âl-i Muhammed" kelimesini söylememek için ısrarla eksik ve kesik salâvat getiriyorlar. Ve eğer Ehlibeyt'i de söylemek zorunda kalsalar, hemen ardından yanına ashabı da ekliyorlar. Onların yanında "Sallallahu aleyhi ve âlihi" derseniz, sizin Şiî olduğunuzu hemen anlarlar. Çünkü eksiksiz ve tam salâvat sadece Şia'nın sloganıdır.
    Bu, şüphe edilemez bir gerçektir. Ben araştırmalarımda daima buna güveniyorum. "Hz. Muhammed" kelimesinden sonra "Sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem" şeklinde salâvat getiren bir yazarın Şiî olduğunu, "Sallallahu aleyhi ve sellem" şeklinde salâvat getirenin de Sünnî olduğunu anlıyorum.
    Buradan da anlaşıldığı üzere Şia, Peygamberimizin (s.a.a) mübarek sünnetinin takipçileridir. Ne var ki Ehlisünnet ve'l-Cemaat Peygamberimizin bu konudaki emirlerine de önem vermemiş, daima eksik salâvat getirmiştir. Mecbur kaldıklarında "Âl" (Ehlibeyt) kelimesini de söylüyor, hemen ardından "ashap" kelimesini ilave ediyorlar. Böylece Ehlibeyt'in, onların karşısında hiçbir üstünlüğü kalmamış oluyor.
    Bunların hepsi, Ümeyye oğullarının Ehlibeyt'e karşı sergiledikleri tutumların ve düşmanlıklarının neticesidir. Zira onlar salâvat yerine minberlerde Ehlibeyt'e lanet okutuyorlardı. Kimilerini tehditle, kimilerini de hediye ve bağışlarla bu yönteme (lanetlemeye) mecbur kılıyorlardı.
    Ehlisünnet ve'l-Cemaat, lanet okuma konusunda önderlerinin yolunu takip etmemiştir. Eğer etseydi, Müslümanlar arasında rezil-rüsva olurlar, gerçekler ortaya çıkardı. Lanet okumayı ve küfretmeyi terk ettiler ama bu öfkeyi içlerinde sakladılar. Ehlibeyt'in (a.s) nurunu söndürmek ve onların düşmanı olan bazı sahabeleri yüceltmek için ellerinden geleni yaptılar. Sahabelere hakikatle ilgisi olmayan hayalî faziletler ve üstünlükler uydurdular.
    Bu sözümüzün delili olarak şu yeter ki, Ehlisünnet ve'l-Cemaat âlimleri, Ehlibeyt'e seksen yıl lanet okuyan Muaviye ve sahabeleri günümüzde bile rahmetle anıyorlar. Ehlibeyt düşmanlarının cinayetlerini ortaya koymak isteyen herkesi kâfir biliyor, ölmesi gerektiğine dair fetva veriyorlar.
    Hadis uyduran bazı kimseler, salâvata fazladan cümleler ekleyerek Ehlibeyt'in (a.s) değerini düşüreceklerini zannetmişlerdir. Bu uydurmalardan biri de şöyledir: "Allahumme salli alâ Muhammed ve âl-i Muhammed ve alâ ezvâcihi ve zurriyetihi." Oysaki araştırmacı bir Müslüman, son kısımların fazlalık olduğunu, Ayşe'yi de Ehlibeyt'e eklemek istediklerini kolaylıkla anlamaktadır.
    Biz onlara şöyle diyoruz: Biz sizin sözünüzü kabul edip Peygamberimizin hanımlarını Ehlibeyt'ten saysak bile, bunun ashap ile bir ilgisi yoktur. Ben burada da bütün Müslümanları münazaraya davet ediyorum. Bu konuda Kurân ve sünnete dayalı tek bir delil dahi getirebilir misiniz? Hayır! Bu, mümkün değil. Kurân ve sünnet, sahabelere ve kıyamete kadar gelecek olan tüm nesillere, Hz. Muhammed (s.a.a) ve Ehlibeyt'ine (a.s) salâvat göndermeyi emretmiştir. Sadece bu bile, başlı başına Ehlibeyt'in yüce makamını göstermeye yeter. Ve bütün faziletlerin onların faziletleri karşısında daha aşağı olduğunu ve kimsenin onların mertebesine ulaşamayacağını gözler önüne serer.
    Ebubekir, Ömer, Osman ve milyonlarca Müslüman, namaz kılarken "Allahumme salli alâ Muhammed ve âl-i Muhammed" demiş ve demekteler. Eğer bu cümleyi namazda demeseler, namazları batıl olur ve Allah, o namazı kabul etmez. Tıpkı İmam Şafiî'nin şiirinde şöyle belirttiği gibi: "Ey Ehlibeyt, şanınızın yüceliğine sadece şu söz yeter ki, size salâvat getirmeyenin namazı da boştur!"
    Şafiî'yi sırf bu şiirinden ötür Şiîlikle suçladılar. Çünkü Emevî ve Abbasîler, Hz. Muhammed ve Ehlibeyt'ine salâvat gönderenleri veya Ehlibeyt'in faziletleri hakkında hadis ya da şiir okuyanları Şiî olmakla suçluyorlardı.
    Sonuçta, bu konu geniş bir konudur. Bizim birçok kitaplarımızda ele alınmıştır. Burada sadece bir hatırlatma olsun dedik. Çünkü hatırlatmak faydalıdır.
    Burada önemli olan, Şia'nın Peygamber sünnetinin takipçisi olduğunu, namazlarının tam ve makbul olduğunu anlamış olmamızdır. Bu konuyu Şia'nın muhalifleri dahi kabul etmektedir. Ehlisünnet ve'l-Cemaat bu konuda sünnete muhalefet etmiştir. Namazları ve salâvatları eksiktir. Dolayısıyla da kabul değildir. Hatta kendi âlimleri bile bunu kabul ederler.
    "Yoksa Allah'ın, lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir saltanat ihsan ettik."
    Dünyanin En Büyük Azeri Mp3 Arsivi. www.azeribalasi.com

  6. #16
    Azeribalasi - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    9.712
    Konular
    3529
    Beğendikleri
    130
    Beğenileri
    32
    Tecrübe Puanı
    100
    @Azeribalasi

    Standart Cevap: Gerçek Sünnet Ehlİ Şİa'DIR PRF. DR. MUHAMMED TİCANÎ SEMAVÎ

    Peygamberimizin Masumiyeti ve Bunun Ehlisünnet'e Etkileri

    Müslümanlar "ismet" (masumluk) konusunda ihtilaf ederler. Aslında Müslümanların, Peygamberimizin hükümlerini sorgusuz-sualsiz kabullenmelerinin sebebi de onun masum olduğuna, heva ve heves üzere konuşmadığına, ne söylerse vahiy veya ilahî ilham olduğuna inanmış olmalarıdır. Eğer Peygamberimizin sözleri ve hükümleri vahiy üzere değil de şahsî görüşüne dayalı olsaydı, kimse ona tabi olmazdı.
    Bütün işlerin Allah'ın elinde olduğuna ve Peygamberimizin, sadece emirleri açıklayıcı bir aracı olduğuna iman eden kimse Şia sayılır. Sahabenin çoğu ve hepsinden üstün olan Hz. Ali (a.s) bu inançtaydı. Zira Peygamberimizin sünnetini eksiltme ve azaltma yapmadan uyguluyor ve şöyle diyorlardı: "Allah'ın hükümleri karşısında şahsî görüş belirtmek (içtihat etmek) caiz değildir."
    Peygamberimizin söz ve fiillerinde masum olmadığına, sadece ve sadece Kurân ayetleri hususunda masum olduğuna ve bunun dışındaki söz ve hareketlerinde hata yapma olasılığı bulunduğuna inanan kimse ise Ehlisünnet ve'l-Cemaat'ten sayılır. Çünkü Ehlisünnet, Peygamberimizin söz ve hükümleri karşısında sahabelerin şahsî görüşlerine dayanarak maslahata ve günün şartlarına göre hüküm verebileceklerine ve Resulullah'ın hükmünün yerine kendi hükümlerini koyabileceklerine inanır. Hatta onlara göre her dönemin hükümdarı, sünnete ters düşse bile maslahat gereği şahsî görüşüne göre amel edebilir.
    Söylemeye gerek yok ki, Hz. Ali dışında Hülefa-i Raşidin mektebi de nebevî sünnet karşısında içtihat etmek üzere sağlamlaştırılmış ve bu yolda ilerleme kaydetmiştir. Öyle ki, Kurân ayetleri karşısında bile şahsî görüşlerine amel etmişlerdir. Onların bu şahsî görüşleri, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in dinî hükümleri hâline geldi. Onlar da buna uyup amel etmeye başladılar ve diğer Müslümanların da bu hükümlere uyması gerektiğini savundular.
    Biz Doğrularla Birlikte ve Zikir Ehline Sorun adlı kitaplarımızda Ebubekir'in, Ömer'in ve Osman'ın içtihatlarından bahsetmiştik. Allah'ın yardımıyla, ileriki zamanlarda özellikle bu konu hakkında bir kitap daha yazacağız.
    Onca sözden sonra gördük ki, Ehlisünnet ve'l-Cemaat, İslam'ın iki temel esası olan Kurân ve sünnete Ebubekir, Ömer ve diğer sahabelerin içtihatlarını da eklemiştir. Onların bu davranışlarının asıl sebebi, Peygamber efendimizi masum bilmeyişleridir. Zira onlar, "Peygamber şahsî görüşlerini belirttiğinde bazı sahabeler onun yanlışlıklarını düzeltirdi" derlerdi.
    Buradan da anlaşıldığı gibi Ehlisünnet ve'l-Cemaat, "Peygamber masum değildir!" derken bilerek veya bilmeyerek onunla muhalefeti caiz görmüş oluyor. Çünkü masum olmayan birine şer'î ve aklî delillere göre, daimî bir itaat söz konusu olamaz. Yanlış görüş belirten birine göz göre göre nasıl itaat edebiliriz?
    Diğer taraftan Şia, Peygamberimizin masum oluşunu tereddütsüz kabul etmekte ve ona itaati vacip bilmektedir. Zira o, her türlü günah ve hatadan uzaktır. Ona itaatsizlik asla caiz değildir. Peygamber'e (s.a.a) itaatsizlik eden, Allah'a itaatsizlik etmiştir. Nitekim Kurân-ı Kerim birçok yerde bu konuya işaret etmiştir:
    "Allah Resulü size ne verdiyse alın onu ve size neyi yasakladıysa sakının ondan."[491]
    "De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.' (Ve) de ki: 'Allah'a ve resulüne itaat edin!' Eğer dönerlerse muhakkak ki Allah, kâfirleri sevmez."[492]
    Ve daha birçok ayette Peygamber'in masum olduğundan dolayı itaati farz kılınmış, onun heva ve heves üzere konuşmadığı, ne söylerse Allah'ın emri olduğu belirtilmiştir.
    Peygamber'in sünnetine bağlı kalan, onu tamamen masum bilen ve her halükârda itaatinin vacip olduğuna inanan tek fırkanın Şia olduğu ortadadır. Buna karşılık olarak Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in sünnetten uzak olduğu da kesindir. Çünkü onlar Peygamber'in hata yapmış olduğuna, dolayısıyla da muhalefet edilebileceğine inanıyorlar.
    "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah müjdeci ve korkutucu olarak peygamberler gönderdi. İnsanların ayrılığa düştükleri şeylerde, aralarında dosdoğru hükmetmek üzere onlara kitap da indirdi. Onlara bunca açık deliller geldikten sonra da gene ancak ihtirasları yüzünden tuttular da ihtilafa düştüler. Hâlbuki Allah inananları, onların ihtilafa düştükleri doğru şeye, kendi izniyle muvaffak etti, gerçeğe ulaştırdı. Allah, dilediğini doğru yola hidayet eder."[493]
    Böylece herkes, Şia'nın bütün inançlarının doğru olduğunu anlamış oldu. Çünkü Şia inancı, Kurân ve sünnete dayalıdır.
    Allah ve Peygamber düşmanlarının birtakım iftiralarla Ehlibeyt (a.s) inançlarını sorgulamaları, çürük arama ve çürütme çabaları boşa çıkmıştır. Onlar boşuna uğraşıyorlar ve bırakın uğraşadursunlar. Çünkü Allah-u Taâla şöyle buyurmaktadır:
    "Köpük uçup gider, insanlara faydalı olan ise yerde kalır. Allah bunun gibi daha nice misaller verir."[494]
    Allah'tan hepimizi hidayet etmesini istiyoruz. Allah'tan bizi, sevdiği ve beğendiği şeylere muvaffak kılmasını, kemale erdirmesini, gazabını bizden uzak tutmasını, sıkıntı ve üzüntülerimizi beklenen imamın zuhuruyla sona erdirmesini ve onun zuhurunu acil etmesini diliyoruz. Başkaları onun zuhurunu uzak görüyor, biz ise yakın görüyoruz.
    Kitabımızı, Allah'a hamt ve övgüyle, Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.a) ve onun tertemiz Ehlibeyt'ine (a.s) selam göndererek bitiriyoruz.

    Muhammed Ticanî Semavî


    [1]-Esraru'l-Merfua, Ali Karî, s.312; Keşfu'l-Hifa, Aclunî, c.2, s.280; el-Fevaidu'l-Mecmua, Şevkanî, s.287; ed-Dureru'l-Muntesire fi'l-Ahadisi'l-Muştehire, Suyutî, s.141.

    [2]-ez-Zühd, İbn-i Mübarek, s.484, Hadis: 1375.

    [3]-Bu kitap, Kevser Yayıncılık tarafından Türkiye'de, Doğruya Doğru adıyla yayınlanmıştır.

    [4]-Bu kitap, Âl-i Tâhâ Yayıncılık tarafından Doğrularla Birlikte adı altında Türkiye'de yayınlanmıştır.

    [5]-Bakara, 204-206.

    [6]-Enam, 116.

    [7]-İsra, 71.

    [8]-Yusuf, 16-17.

    [9]-Yusuf, 18.

    [10]-Yusuf, 68.

    [11]-Yusuf, 84.

    [12]-Yusuf, 85.

    [13]-Nehcü'l-Belaga, Suphi Salih, Hutbe: 3, s.48.

    [14]-Müminun, 70.

    [15]-Bakara, 249.

    [16]-Mümimun, 71.

    [17]-Bakara, 87.

    [18]-Burada Şia'dan kasıt, on iki imama inanan İmamiye Şiası veya başka bir deyimle İmam Cafer Sadık'a (a.s) isnaden Caferiye'dir. İsmailiye ve Zeydiye gibi diğer fırkalar bizi ilgilendirmiyor. Çünkü bize göre onlar da diğer fırkalar gibi Sakaleyn Hadisi'ne amel etmemişlerdir. Peygamberimizden (s.a.a) sonra Hz. Ali'nin sadece aralıksız imametine inanmış olmak yeterli değildir.

    [19]-Bu alanda yazılan birçok Ehlisünnet kitabı vardır. Örnek olarak bkz: Minhacu's-Sünne, İbn-i Teymiyye, c.1, s.2, Daru'l-Kitabi'l-İlmiyye, Beyrut basımı; Savaiku'l-Muhrika, İbn-i Hacer, s.4, Mektebetu'l-Kahire, Kahire basımı.

    [20]-Selim b. Kays, s.68.

    [21]-Nisa, 59.

    [22]-el-Cami li-Ahkami'l-Kuran, Kurtubî, c.5, s.259.

    [23]-Müsned-i Ahmed, c.1, s.31; Sahih-i Müslim, c.6, s.22.

    [24]-Lisanu'l-Arap, c.8, s.188.

    [25]-Kitabın sonlarında bazı bilinçsiz Şiîlerin kültürlü Sünnî gençleri Şia'dan nasıl soğuttuğunu okuyacaksınız.

    [26]-İbn-i Asakir, s. 145, Hadis: 250; Maktel, Hüseyin Harezmî, c.1, s.131.

    [27]-Fussilet, 34.

    [28]-Yasin, 10.

    [29]-Yasin, 11.

    [30]-Sahih-i Buharî, c.5, s.137-138; Sahih-i Müslim, c.7, s.123; Tarih-i Taberî, c.3, s.193.

    [31]-Nisa, 59.

    [32]-Örnek olarak: Müellefetü'l-Kulûb'un payını zekâttan çıkardı. Temettü haccını ve mutayı yasakladı. Allah'ın bir mecliste üç kez boşanmayı haram etmesine rağmen bunu caiz bildi. Bkz: Sahih-i Buharî, c.2, s.339.

    [33]-el-Milel ve'n-Nihel, Şehristanî, c.1, s.29, Hadis: "Allah, Usame'nin ordusuna katılmayana lânet etsin!"

    [34]-Bunun en büyük örneği, Ömer'in Hz. Fatıma'nın (s.a) evini yakması ve onları tehdit etmesidir.

    [35]-Fedek olayı tarihte meşhurdur. Ebubekir ve Hz. Fatıma (s.a) arasında bir tartışma geçmiş, bu olay üzerine Hz. Fatıma Ebubekir'e kızgın bir halde dünyadan göçmüştür. Bu olay, Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim'de geçer.

    [36]-el-İkdu'l-Ferid, c.4, s.254.

    [37]-Sahih-i Buharî, c.5, s.82; Sahih-i Müslim, c.5, s.153.

    [38]-Sahih-i Buharî, c.2, s.252; c.7, s.98.

    [39]-Ömer'in teyemmümün hükümlerini bilmediği olay meşhurdur. Bu konuda bkz: Sahih-i Buharî, c.1, s. 90.

    [40]-Sahih-i Buharî, c.8, s.157, Kitab-u İtisam bi'l-Kitab ve's-Sünne; Sahih-i Müslim, c.6, s.179, Kitab-u Âdâb, İstizan bâbı.

    [41]-Sahih-i Müslim, c.6, s.178, Kitabu'l-Âdâb, İstizan bâbı.

    [42]-Aynı kaynak.

    [43]-Sahih-i Müslim, c.1, s.193, Teyemmüm bâbı; Sahih-i Buharî, c.1, s.88-91, Dâru'l-Fikr baskısı.

    [44]-Tarih, İbn-i Asakir, c.2, s.597; Müstedrek-i Sahiheyn, c.3, s.305. Bu konuyu Ebu Davud ile İbn-i Esir de kitaplarında yazmışlardır.

    [45]-Sahih-i Buharî, c.1 s.31, Kitabu'l-İlm, et-Tenavub fi'l-İlm bâbı.

    [46]-Sünen-i Beyhakî, c.3, s.294; Sahih-i Müslim, c.3, s.21, Kitabu's-Salat, Bayram Namazlarında Okunan Şeyler bâbı.

    [47]-Bu konuda bkz: Nass ve İçtihat, Seyit Abdülhüseyin Şerefuddin Musevî Amulî.

    [48]-Müsned, Ahmed b. Hanbel, c.1, s.190.

    [49]-Ahzab, 70-71.

    [50]-Ömer b. Abdülaziz dışında bütün Emevî halifeleri Hz. Ali'ye lanet okutmuşlardır.

    [51]-Tarih-i Bağdat, c.8, s.268.

    [52]-Ehl-i Hadis olarak tabir edilen hadisçiler de Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in bir grubudur.

    [53]-Dikkat edecek olursanız bu hadisçi, Hz. Ali'ye (a.s) ne küfrediyor, ne de lanet okuyor. Aksine, "Allah ondan razı olsun" anlamında "radiyallahu anh" diyor. Ama buna rağmen onu dördüncü halife olarak kabullenmek istemiyor ve bu yüzden Ahmed b. Hanbel'e itirazını dile getirmeye çalışıyor. Anlattıklarına bakılacak olursa, o da Ehlisünnet ve'l-Cemaat grubundandı.

    [54]-Tabakat-i Hanabile, c.1, s.393, Hadis: 515.

    [55]-Sahih-i Buharî, c.4, s.191, Kitab-ı Bed'u'l-Halk, Peygamber'den Sonra Ebube-kir'in Fazileti bâbı.

    [56]-Sahih-i Buharî, c.4, s.203, Kitab-ı Bed'u'l-Halk, Osman b. Affan'ın Fazileti bâbı.

    [57]-Bu tutumlara sadece iki yıl ara verildi. O da Ömer b. Abdülaziz'in halifeliği döneminde gerçekleşmişti. Ömer b. Abdülaziz Hz. Ali'ye lanet okumayı yasakladı ve bu yüzden öldürüldü. Onun ölümüyle Hz. Ali düşmanlığı daha da şiddetlendi. Öyle ki bu yasaklamadan ötürü Ömer b. Abdülaziz'in kabri tekrar açıldı ve bununla da yetinilmeyip çocuklara onun isminin verilmesi yasaklandı.

    [58]-Sahih-i Müslim, c.8, s.229, Kitab-ı Zühd ve Rakaik, et-Tesebbüt fi'l-Hadis bâbı.

    [59]-Zira Peygamber'in sünneti Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar ve bir süre de onun döneminden sonra kaleme alınmadı. Daha önceki halifeler onları yakıyor ve yaygınlaşmasını önlüyordu.

    [60]-Ne ilginçtir ki Ehlisünnet çoğu zaman bir hadisi açıklamak için onun zıddı bir hadisi nakleder. Çoğu zaman da sahih hadisi bırakıp uyduruk hadislere amel eder.

    [61]-Sahih-i Buharî, c.1, s.36, Kitabetu'l-İlm bâbı.

    [62]-Zira: Eskiden kullanılan bir uzunluk ölçüsü birimidir. 70 zira yaklaşık 35 metredir.

    [63]-Usul-u Kafi, c.1, s.239; Besairu'd-Derecât, s.142-145.

    [64]-Sahih-i Buharî, c.1, s.36.

    [65]-Sahih-i Buharî, c.2, s.231.

    [66]-Sahih-i Buharî, c.4, s.67; Sahih-i Müslim, c.4, s.115.

    [67]-Sahih-i Buharî, c.4, s.69.

    [68]-Sahih-i Buharî, c.8, s.144.

    [69]-Bkz. 62 nolu dipnot.

    [70]-Usul-u Kafi, c.1, s.239; Besairu'd-Derecât, s.142-145.

    [71]-Sahih-i Buharî, c.1, s.36.

    [72]-Arapça'da "akıl" kelimesinin anlamlarından biri de "akıl sahibine diyet ödemek"tir. Yani diyeti ödemesi gereken taraf, katilin erkek yakınlarıdır. Ama yazar burada kelimenin ilk akla gelen manasını, yani herkesçe bilinen "akıl" (bellek, zihin) manasını tercih etmiştir.

    [73]-Müstedrek, Hakim, c.1, s.105; Sünen, Ebu Davud, c.3, s.318, hadis no: 3646; Sünen, Daremî, c.1, s.125; Müsned, Ahmed b. Hanbel, c.2, s.162; Kenzu'l-Ummal, c.10, s.222.

    [74]-Necm, 3-4.

    [75]-Bu soruyu Ömer b. Hattab, Hudeybiye Barış Antlaşması'nda sormuştur. Bkz: Sahih-i Buharî, c.3, s.182.

    [76]-Bu söz Ayşe'ye aittir. Bkz: İhya-u Ulumi'd-Din, Gazalî, c.2, s.29.

    [77]-Bu sözü ensardan bir sahabe Peygamberimize söylemiştir. Bkz: Sahih-i Bu-harî, c.4, s.61.

    [78]-Sahih-i Buharî, c.4, s.24, 128.

    [79]-Kenzu'l-Ummal, c.10, s.285; Müsnedu's-Sıddık, İbn-i Kesir; Tezkiretu'l-Hifaz, Zehebî, c.1, s.5.

    [80]-Tabakatü'l-Kübra, İbn-i Sâd, c.5, s.188; Takyidu'l-İlm, Hatip Bağdadî.

    [81]-Cami-u Beyani'l-İlm, İbn-i Abdulbirr, c.1, s.65, Beyrut baskısı, Daru'l-Kutubi'l-İlmiyye.

    [82]-Muvatta, Malik, c.1.s.5.

    [83]-Meailu'l-Medreseteyn, Allame Askerî, c.2, s.302. (Bu kitap, Kevser Yayıncılık tarafından Ehlibeyt ve Ehlisünnet Ekolleri adı altında, iki cilt hâlinde basılmıştır.)

    [84]-Usul-u Kafi, c.1, s.53, hadis no: 14.

    [85]-Sahih-i Müslim, c.7, s.122-123; Sahih-i Tirmizî, c.5, s.621-622, Beyrut basımı, Daru'l-Kutubi'l-İlmiyye.

    [86]-Suudi Arabistan Kültür Bakanlığı, Müminlerin Emiri Yezid b. Muaviye'den Hakikatler adlı bir kitap yayınlamış ve bu kitabı okullarda ders kitabı olarak seçmiştir.

    [87]-Âl-i İmran, 64.

    [88]-Bakara, 111.

    [89]-En'am, 148.

    [90]-el-Ezher veya el-Ezher Üniversitesi: Mısır'ın başkenti Kahire'de dinî eğitim veren üniversite düzeyinde bir kurumdur. Dünyanın dört bir yanından buraya dinî eğitim almak için gelenler vardır. Bu üniversitede Türkiyeli talebeler de eğitim almaktadır. Çev.

    [91]-Neml, 34.

    [92]-Sahih-i Müslim, c.7, s.121, Kitab-ı Fazail, Ali b. Ebi Talib'in Fazileti bâbı.

    [93]-Yusuf, 111.

    [94]-Âraf, 188.

    [95]-Cin, 26-27.

    [96]-Yusuf, 37.

    [97]-Kehf, 65.

    [98]-Hz. Ali bu durumdan hariçtir, diyoruz; çünkü Hz. Ali ne güç kullanarak, ne de bir önceki halifenin tayiniyle başa geçti. Bilakis, Müslümanların hür iradeleri ile ısrar etmeleri neticesinde halife seçildi. Sonra da ona biat edip onu kendilerine halife ilan ettiler.

    [99]-Ahzab, 33.

    [100]-İleriki bölümlerde bu konuyla ilgili daha fazla bilgi verilecektir.

    [101]-Burada İmam Ali'yi (a.s) diğerlerinden ayırdık. Çünkü İmam, akıl ve ilim sahibiydi. Bize göre kurnazlıkla hile arasında çok fark vardır. İmam Ali (a.s) defalarca şöyle buyurmuştur: "Eğer hile (yasak ve kötü) olmasaydı, ben Arapların en kurnazı olurdum."

    [102]-Bu konuda bkz: es-Sıla Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyü, Dr. Mustafa Kamil eş-Şebibî. Dr. Şebibî, mezkur kitabında, Abdullah b. Sebe veya İbn-i Sevda adında Yahudi birinin aslında var olmadığını, bu kişiden kastın Ammar b. Yasir olduğunu sağlam delillerle ortaya koymaktadır.

    [103]-Nahl, 90.

    [104]-İmam Ali'ye ve evlatlarına düşmanlık eden, cennet gençlerinin efendisi olan İmam Hüseyin'in türbesini yıktıran böyle bir halifenin Ehlibeyt dostlarına neler yaptığını Allah bilir. O dönemlerde Ali dostlarına baskılar öyle artmıştı ki birine "Alevî" (Ali yanlısı) denmesi, "Yahudi" denmesinden daha ağır geliyordu.

    [105]-Maktel, Harezmî, s.135.

    [106]-Tehzibu't-Tehzib, İbn-i Hacer, c.10, s.429, Daru's-Sâdır baskısı.

    [107]-Tehzibu't-Tehzib, İbn-i Hacer, c.5, s.145. Osman yanlılarının Hz. Ali'ye (a.s) lanet ettikleri ve onu Osman'ın katili olarak gördükleri meşhurdur.

    [108]-Tehzibu't-Tehzib, İbn-i Hacer, c.5, s.348.

    [109]-Tehzibu't-Tehzib, İbn-i Hacer, c.1, s.182.

    [110]-Ankebut, 69.

    [111]-Yenabiu'l-Mevedde, Kunduzî Hanefî, s.441; Feraidu's-Sımtayn, Hamevinî, (özel bir senetle Mücahid'den, o da İbn-i Abbas'tan rivayetle), c.2, s.133; Hadis no: 430-431, Mahmudî baskısı.

    [112]-Fatır, 32.

    [113]-Minhacu's-Sünnet, İbn-i Teymiye, c.2, s.141; Şerhu'l-Mevahib, Zerkanî, c.5, s.13.

    [114]-Bkz: Müsned-i Ahmed, c.5, s.189-190; Müstedrek, Hakim, c.3, s.148. Bu iki alim, mezkur hadisi rivayet ettikten sonra "Bu hadis iki şeyhin (Buharî ve Müslim) şartına göre sahihtir. Ama şeyhler bunun senedini nakletmemişlerdir." Zehebî de Telhis'inde bunu sahih bilmiş ve kabul etmiş, o da, 'Şeyhlerin şartıyla sahihtir' demiştir.

    [115]-Buharî, Sahih'inde (c.1, s.178, Salatu'l-Leyl bâbı ve c.8, s.142; Müsned-i Ahmed, c.5, s.182) Peygamber efendimizin (s.a.a), Ramazan ayında Teravih namazının cemaatle kılınmasını men ettiğini ve şöyle buyurduğunu rivayet eder: Ey insanlar! Evlerinizde çokça namaz kılın. Vacip namazların dışında diğer namazları evde kılmak daha iyidir." Ne var ki Ehlisünnet ve'l-Cemaat Peygamberimizin sünnetini terk edip Ömer b. Hattab'ın bidatini esas alıyor.

    [116]-Tezkiretu'l-Hifaz, Zehebî, c.1, s.3.

    [117]-Müsned, Ahmed b. Hanbel, c.1, s.14; Kenzu'l-Ummal, c.5, s.588, Hadis no: 14046.

    [118]-Ahzab, 21.

    [119]-Bakara, 286.

    [120]-Hac, 78.

    [121]-Müstedrek, Hakim, c.3, s.121; Müsned-i Ahmed, c.6, s.323; Hasais, Nesaî, s.169, Mahmudî baskısı.

    [122]-Mukaddime, İbn-i Haldun, s.354.

    [123]-Kitab-ı Ahmed b. Hanbel, Ebu Zühre, s.170.

    [124]-Kıyas: "Bir şeyi başka şeye benzetmek" anlamına gelir. Ehlisünnet fıkhında ise, "Nasstan anlaşılmayan bir şeyin hükmünü, bu şeye benzeyen başka şeyin hükmünden anlamak" demektir. Çev.

    [125]-İstihsan: Her şeyi güzel saymak anlamına gelir. Ehlisünnet ıstılahında ise, "Ümmetin menfaatini ve adalet esasını dikkate alarak iki hükümden daha kolay olanını tercih etmek" demektir. Çev.

    [126]-Sedd-i Zerai': "Vesileleri engellemek" anlamına gelir. Ehlisünnet ıstılahında ise, "Kötü şeylere vesile olan şeyleri engellemek, önünü almak" demektir. Çev.

    [127]-Tabiînden birinin senedinde sahabeyi zikretmeksizin doğrudan doğruya Hz. Peygamber'in (s.a.a) adını anarak rivayet ettiği hadise "Mürsel Hadis" denir. Mesalih-i Mürsele ise, "mürsel hadislerdeki maslahatlar" anlamına gelir. Ravileri arasında kopukluk olan veya içinde ravisi zikredilmeyen rivayetleri, bu yüzden zayıf olsalar da, içlerinde maslahat olduğu için onu esas alıp ona göre hüküm vermeye denir. Bu konuda Ehlisünnet'in şu tanımı ilginçtir: "Âlimlerin birçoğu sahabenin mürselini zayıf görmeyerek onunla amel etmektedirler. Zira Resulullah'tan (s.a.a) aldığında şüphe edilmeyen diğer bir sahabeden dinlemiştir ve bu sahabenin senetten düşmüş olması hadise zarar vermez. Nitekim sahabenin hâlini bilmemek de hadisi zayıflatmaz. Zira onun Resul-i Ekrem'i (s.a.a) görmüş olması, adaleti için yeterli bir sebeptir. (Hadis İlimleri, Suphi Salih, Trc. M. Yaşar Kandemir, Ankara 1980, s.138). Çev.

    [128]-Haşr, 2.

    [129]-Hac, 46.

    [130]-Nitekim Şafiî de bu görüştedir. Bkz: Menakıb, Şafiî, c.1, s.524.

    [131]-Tezkiretu'l-Hifaz, c.1, s.224.

    [132]-Tarihu'l-Hulefa, İbn-i Kuteybe, c.2, s.149.

    [133]-Tarihu'l-Hulefa, İbn-i Kuteybe, c.2, s.150.

    [134]-Zorla biat almanın batıl olduğunu savunan ilk fetvasıyla "hakime itaat etmek vaciptir" şeklindeki fetvası arasında (Malik'e göre) bir çelişki yoktur. Çünkü onların buna benzer birçok fetvaları vardır. Kısaca bunlardan ikisini örnek olarak gösteriyoruz: 1-Kim padişaha baş kaldırır ve bu halde dünyadan göçerse cahiliyet dini üzere ölmüştür!! 2-Hakim tüm varlığını elinden alsa ve belin bükülünceye kadar seni kırbaçlasa dahi ona itaat etmek vaciptir!!

    [135]-Tarihu'l-Hulefa, İbn-i Kuteybe, c.2, s.142. Kuteybe, şöyle yazar: İlk görüşme 148 senesinde, ikinci görüşme de 163 yılında hac mevsiminde gerçekleşmiştir. Bize göre Malik, her zaman halife ile görüşüyordu. Ama İbn-i Kuteybe sadece bu ikisini yazmakla yetinmiştir. Çünkü bu görüşmeler Malik'in kendi rivayetiydi ve içinde önemli meseleler vardı. Bir devlet hükümdarının ülkenin resmî müftüsüyle on beş yıl boyunca sadece iki kez görüşmesi sizce makul müdür?

    [136]-Tarihu'l-Hulefa, İbn-i Kuteybe, c.2, s.142.

    [137]-Tarihu'l-Hulefa, İbn-i Kuteybe, c.2, s.144-145.

    [138]-Nitekim Ahmed b. Hanbel, İnb-i Ebî Zueyb'in Malik'ten daha bilgili olduğunu itiraf etmiştir. Bkz: Tezkiretu'l-Hifaz, c.1, s.176.

    [139]-Menakıb, Şafiî, c.1, s.524.

    [140]-Daha önce Malik'in bu konu hakkındaki itirafını okumuşsunuzdur. Malik onun hakkında şöyle demiştir: "İmam Cafer Sadık'tan (a.s) daha bilgili birini hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş ve hiçbir insan gönlünden geçirmemiştir."

    [141]-Zuhuru'l-İslam, c.4, s.96.

    [142]-Enfal, 30.

    [143]-Sahih-i Tirmizî, c.5, s.621, Hadis no: 3786; Sahih-i Müslim, c.7, s.123; Müs-tedrek, Hakim; Müsned-i Ahmed, c.3, s.14; Kenzu'l-Ummal, c.1, s.185-187; Hasais, Nesaî, c.15, s.79, Mahmudî baskısı; Tabakat, İbn-i Sâd, c.2, s.194; el-Mu'cemu'l-Kebîr, c.3, s.63, Hadis no: 2678 ve s.64, Hadis no: 2681 ve s.65, Hadis no: 2683; ed-Dürru'l-Mensur, Suyutî, c.2, s.285 (Âl-i İmran suresi tefsiri); es-Savaiku'l-Muhrika, İbn-i Hacer, s.126; en-Nihaye, İbn-i Esir, c.1, s.216, Mektebetu'l-İslamiye baskısı.

    [144]-Müstedrek, Hakim, c.3, s.124; Telhis, Zehebî.

    [145]-Müsned-i Ahmed, c.5, s.30; Müntahab-u Kenzi'l-Ummal, c.5, s.30; Tarih, İbn-i Asakir, c.3, s.119.

    [146]-Beyyine, 7-8.

    [147]-Tâhâ, 82.

    [148]-Daha önceki konularda da söylediğimiz gibi, "Allah'ın kitabı ve sünnetim" şeklinde rivayet edilen bu hadis, senetsiz ve mürsel (Tabiînden birinin senedinde sahabeyi zikretmeksizin, doğrudan doğruya Hz. Peygamber'in adını anarak rivayet ettiği hadis) bir hadistir. Sahih kitaplarında senetlerine yer verilmemiş ve incelenmemiştir. Oysaki "Allah'ın kitabı ve itretim (Ehlibeyt'im)" şeklindeki hadis, sahih ve mütevatir (herkes tarafından çokça nakledildiği için yalan olasılığı bulunmayan hadis türü) bir hadistir. Şia ve Sünnî bütün sahih kaynaklar bu hadisi rivayet etmiştir.

    [149]-Tezkiretu'l-Hifaz, Zehebî, c.1, s.3.

    [150]-Şûra, 23.

    [151]-Müstedrek, Hakim, c.3, s.121 (Hakim, bu hadis hakkında, "Buharî ve Müslim'in şartıyla sahihtir" demiştir.); Tarihu'l-Hulefa, Suyutî, s.173; Hasais, Nesaî, s.169; Menakıb, Harezmî, s.82.

    [152]-Nahl, 44.

    [153]-Bkz: Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, Mukaddime bölümü.

    [154]-Yusuf, 36.

    [155]-Maide, 6.

    [156]-Tefsir-i Kebir, Fahr-i Razî, c.11, s.161.

    [157]-Ahzab, 33.

    [158]-Sahih-i Tirmizi, c.5, s.621, Hadis no: 3786; Sahih-i Müslim, c.7, s.123; Müs-tedrek, Hakim; Müsned-i Ahmed, c.3, s.14; Kenzu'l-Ummal, c.1, s.185-187; Hasais, Nesaî, c.15, s.79, Mahmudî baskısı; Tabakat, İbn-i Sâd, c.2, s.194; el-Mu'cemu'l-Kebîr, c.3, s.63, Hadis no: 2678 ve s.64, Hadis no: 2681 ve s.65, Hadis no: 2683; ed-Dürru'l-Mensur, Suyutî, c.2, s.285 (Âl-i İmran suresi tefsiri); es-Savaiku'l-Muhrika, İbn-i Hacer, s.126; en-Nihaye, İbn-i Esir, c.1, s.216, Mektebetu'l-İslamiye baskısı.

    [159]-es-Savaiku'l-Muhrika, İbn-i Hacer Şafiî, s.152.

    [160]-Bazı rivayetlerde İmam'ın bunlara ilave olarak bir de "Kendi içtihadıma göre hareket ederim" dediği geçse de bu, onun adına uydurulmuş bir yalandır. Bu ilaveyi, Peygamber'den sonra şahsi görüşlerini İslamî hükümlere ilave etmek isteyenler yapmışlardır. Zira Ali (a.s) asla böyle bir iddiada bulunmamış, daima Kurân ve sünnete dayalı hükümler verdiğini savunmuştur. Nitekim sözünü ettiği Camia kitabında, ufak bir çiziğin hükmü dâhil İslamî hükümlerin tamamının toplandığını iddia etmiş; bu kitabı Peygamberimizin (s.a.a) imla ettirdiğini ve kendisinin de yazdığını söylemiştir.

    [161]-el-Fetave'l-Vaziha, Şehit Muhammed Bâkır es-Sadr, s.98.

    [162]-Aynı kaynak.

    [163]-Haşr, 7.

    [164]-Ahzab, 36.

    [165]-Tirmizî, c.5, s.43, Hadis: 2676; Sünen, İbn-i Mace, c.1, s.15-16, Hadis: 42; Şuabu'l-İman, Beyhakî, c.6, s.67, Hadis: 7516; Müsned-i Ahmed, c.4, s.126-127.

    [166]-Tarihu'l-Hulefa, Suyutî, s.241.

    [167]-Âlamu'l-Muvakki'în, c.4, s.122.

    [168]-Ebu Zühre'nin bu itirafı, Şia'nın Kurân ve sünnet dışında başka hiçbir şeyi din olarak kabul etmediğini bir kez daha gözler önüne sermektedir.

    [169]-Kitab-ı Şeyh Ebu Zühre, s.102.

    [170]-Tarih-i Taberî, c.14, s.81. Biz onlara diyoruz ki: Eğer ilminiz bu kadar idiyse, o halde neden kendinizi öncekilerin ve sonrakilerin ilmine sahip olan kimselerden öne geçirdiniz? Neden ümmeti onların hidayet ışığından mahrum bıraktınız? Neden kargaşaların çıkmasına neden oldunuz?

    [171]-Nisa, 59.

    [172]-Mulahhas-u İbtali'l-Kıyas, İbn-i Hazm, s.37.

    [173]-Îlâ: Kocanın, eşiyle cinsel ilişkiye girmeyeceğine dair yemin etmesidir. Çev.

    [174]-Tabakatu'l-Fukaha, Said b. Cübeyr'in Biyografisi bölümü; Tabakat, İbn-i Sâd, c.6, s.258.

    [175]-Müminun, 71.

    [176]-Kıyas: "Bir şeyi başka şeye benzetmek" anlamına gelir. Ehlisünnet fıkhında ise, "Nasstan anlaşılmayan bir şeyin hükmünü, bu şeye benzeyen başka şeyin hükmünden anlamak" demektir. Çev.

    [177]-İstihsan: Her şeyi güzel saymak anlamına gelir. Ehlisünnet ıstılahında ise, "Ümmetin menfaatini ve adalet esasını dikkate alarak iki hükümden daha kolay olanını tercih etmek" demektir. Çev.

    [178]-İstishab: Ehlisünnet ıstılahına göre, geçmişte sabit olan şeyin prensip olarak hal-i hazırda ve gelecekte de devam etmekte olduğunu kabul etmek demektir. Mesela; bir şey için asıl olan mubahlık ise, haramlığı sabit oluncaya kadar onun yenilmesi mubahtır. Çev.

    [179]-Sedd-i Zerai': "Vesileleri engellemek" anlamına gelir. Ehlisünnet ıstılahında ise, "Kötü şeylere vesile olan şeyleri engellemek, önünü almak" demektir. Buna göre İslam'da harama vasıta olan şey haram, mubaha vasıta olan şey de mubahtır. Burada fiili işleyenin kastına bakılmaksızın, fiil sebep olduğu sonuca göre hükme bağlanır. Çev.

    [180]-İcma: Birleşme, ittifak etme anlamına gelir. Ehlisünnet ıstılahında icma, Hz. Peygamber'den sonraki bir çağda amele ait bir meselenin şerî hükmü üzerine, İslam müçtehitlerinin birleşmesidir. Çev.

    [181]-Menakıb, Şafiî, c.1, s.443-444.

    [182]-Tarih-i Bağdad, c.2, s.66.

    [183]-Menakıb, İmam Ahmed b. Hanbel, s.57.

    [184]-Tevbe, 33.

    [185]-Âl-i İmran, 19.

    [186]-Âl-i İmran, 85.

    [187]-Enam, 38.

    [188]-İsra, 44.

    [189]-Sad, 18.

    [190]-Nahl, 89.

    [191]-Fâtır, 32.

    [192]-Enbiya, 22.

    [193]-Müminun, 91.

    [194]-Fâtır, 24.

    [195]-Âl-i İmran, 33.

    [196]-Buharî (Sahih-i Buharî, c.1, s.127) ve Müslim (Sahih-i Müslim, c.6, s.3) bu hadisi senetleriyle birlikte kaydetmişlerdir. Birinde "Kureyş'tendirler" ibaresi, diğerinde de "Haşimoğullarındandır" ibaresi yer almaktadır. Sonuçta her ikisi de İbrahim (a.s) soyuna dayanmaktadır.

    [197]-Nahl, 44.

    [198]-Nahl, 43.

    [199]-Nisa, 82.

    [200]-Âl-i İmran suresinin 61. ayetine (Mübahele ayeti) işaret edilmiştir. Yüce Allah bu ayette şöyle buyurmaktadır: "Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dâhil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim." Müslim, bu ayeti kendi Sahih'inde, Hz. Ali'nin fazileti bölümünde getirmiştir.

    [201]-Bakara, 189.

    [202]-Secde, 12.

    [203]-Furkan, 27-29.

    [204]-Kaf, 22.

    [205]-Haccac b. Yusuf Sakafî asiliği, dinsizliği ve dine ihanetiyle tanınan biriydi. Hakim, Müstedrek'inde (c.3, s.556) ve İbn-i Asakir, Tarih'inde (c.4, s.236) şöyle yazarlar: "Haccac şöyle diyordu: İbn-i Mesud, Kurân Allah'tan geldi diyerek onu okuyor. Allah'a ant olsun ki, bu, ancak Arapların yiğitlik şiirleri okumasına benzer. Ne kadar takva sahibi olursanız olun, boşunadır. Ama müminlerin emiri Abdülmelik b. Mervan'a itaat etmek sevaptır!"
    İbn-i Akil en-Nesaihu'l-Kafiye adlı eserinde (c.1, s.106) şöyle yazar: Haccac Kûfe'de bir konuşma yaptı ve Peygamber'i ziyaret etmek için Medine'ye gidenlere hitaben şöyle söyledi: Birkaç ağaç parçası ve birkaç çürümüş kemiğin etrafında dönen geberesiceler! Neden müminlerin emiri Abdülmelik'in etrafında dönmüyorsunuz? İnsanın halifesinin peygamberinden daha hayırlı olduğunu bilmiyor musunuz?"

    [206]-Tarih-i Hulefa, Suyutî, s.140; Kenzu'l-Ummal, c.6, s.67; Tarih-i İbn-i Asa-kir; Tarih-i Zehebî.

    [207]-Oku ve unutma ki, Peygamberimiz (s.a.a), Buharî ve Müslim'in dahi senetleriyle naklettiği bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ali b. Ebu Talib'i sevmek imandan, onunla düşman olmak nifaktandır." Ve yine yazılıdır ki, Peygamber zamanında münafıklar sadece Ali düşmanlığıyla tanınırlardı.

    [208]-Nahl, 89.

    [209]-Enam, 38.

    [210]-Haşr, 7.

    [211]-Nisa, 105.

    [212]-Maide, 44.

    [213]-Maide, 45.

    [214]-Maide, 47.

    [215]-Ahzab, 36.

    [216]-Nisa, 105.

    [217]-Sahih-i Buharî, c.8, s.148, Kitabu'l-İtisam bi'l-Kitab ve's-Sünne.

    [218]-Maide, 48.

    [219]-Nisa, 105.

    [220]-Rafizî: Ehlisünnet ve'l-Cemaat tarafından Ali b. Ebu Talib'i seven, onun izinden giden ve ilk üç halifeyi reddeden kimselere verilen isimdir.

    [221]-Osman yanlıları Hz. Ali'ye ve Ehlibeyt'e (a.s) pek sıcak bakmıyor, onları kâfir biliyorlar, Hz. Ali'yi Osman'ın katili olarak görüyorlardı. Bu yüzden Muaviye b. Ebusüfyan'ı ondan daha üstün bilirlerdi.

    [222]-Tehzibu't-Tehzib, İbn-i Hacer, c.5, s.145 ve c.1, s.82.

    [223]-Tehzibu't-Tehzib, İbn-i Hacer, c.1, s.182.

    [224]-Lisanu'l-Mizan, İbn-i Hacer, c.3, s.357-358.

    [225]-Resail, Harezmî, s.135.

    [226]-Bu hadis, sahih olarak algılanmış ve sahih hadisler arasında nakledilmiştir. İslâm ümmetinin tamamı bu hadisi doğrulamıştır. Hadisin tam metni şöyledir: "Bir gün bir kadın Resulullah'a (s.a.a) kızartılmış bir kuş hediye getirdi. Resulullah (s.a.a) bu kuşun etinden yemeden önce Allah'a şöyle duada bulundu: "Allah'ım! Bu kuşun etini birlikte yememiz için sana ve bana en sevimli olan insanı gönder." O sırada Ali geldi ve o kuşun etini birlikte yediler." İslâm uleması arasında, ister Sünnî olsun, ister Şiî, bu hadisi tam olarak kaydetmeyen hiç kimse yoktur. Çev.

    [227]-el-Bidaye ve'n-Nihaye, İbn-i Kesir, c.11, s.147.

    [228]-aynı kaynak.

    [229]-Lisanu'l-Mizan, İbn-i Hacer, c.5, s.103, İbn-i Cerir Taberî'nin Biyografisi bölümü.

    [230]-Bu olaylar aynı yıla ait Aşura merasiminde gerçekleşmiş, Şiî ve Sünnî gruplar arasında çatışmalara neden olmuştu.

    [231]-el-Bidaye ve'n-Nihaye, İbn-i Kesir, c.11, s.275.

    [232]-Şûra, 23.

    [233]-Âl-i İmran, 138.

    [234]-Ahzab, 56.

    [235]-Sahih-i Buharî, c.4, s.118.

    [236]-Sünen, Dar-u Kutnî, s.355.

    [237]-es-Savaiku'l-Muhrika, İbn-i Hacer, s.148.

    [238]-Feyzu'l-Kadir, c.5, s.16; Kenzu'l-Ummal, c.1, s.490, Hadis no: 2153.

    [239]-Bu konu hakkında geniş bilgi için bkz: Zikir Ehline Sorun, Ticanî.

    [240]-Tenviru'l-Havalik fi Şerh-i Muvatta-i Malik, c.1, s.180.

    [241]-Saf, 8.

    [242]-İbn-i Sâd, et-Tabakatü'l-Kübra adlı eserinin 5. cildinin 66. sayfasında, Gasilu'l-Melaike (meleklerin guslettiği) Abdullah b. Hanzale'den şöyle rivayet eder: "Eğer Yezid'e karşı ayaklanmışsak, Allah'a ant olsun ki bu, oturduğumuz takdirde başımıza taş yağacağından korktuğumuz içindi. Yezid, kendi mahremleriyle gayrimeşru ilişki içerisindeydi. İçki içer, namaz kılmazdı. Yemin ederim ki, hiç kimse bana yardım etmeseydi bile Allah için tek başına onunla savaşır, iyi bir sınav verirdim." ð
    Evet, şarap içen ayyaş Yezid, Peygamber bahçesinin bütün güllerini derdi, onun yakınlarını bir bir kılıçtan geçirdi, Peygamber şehrini yağmaladı, kadınların ve kızların namusuna saldırdı. Tüm bunlara rağmen bir İslam ülkesinde akıllara durgunluk veren bir kitap yayınlanıyor ve Müslümanların ders kitapları arasına alınıyor. Kitabın adı, Müminlerin Emiri Yezid b. Muaviye'den Hakikatler!!

    [243]-Tezkiretu'l-Hifaz, Zehebî, c.1, s.3.

    [244]-Müellefetü'l-Kulûb: Kalbleri İslam'a ısındırmak için kendilerine zekâttan bir pay ayrılan kimselere denir. Kurân'da sadece bir yerde geçen "Müellefetü'1-Kulub" tabiri, bir isim tamlaması olup, "müellefe" ve "el-Kulûb" kelimelerinden oluşur. "Müellefe", ülfetlendirilen, ısındırılan, alıştırılan gibi anlamlara gelir. "el-Kulub" ise kalpler demektir. İkisi beraber, "kalpleri ısındırılan" gibi bir anlam ifade eder. Kurân-ı Kerim; Tevbe suresi 60. ayeti zekâtın kimlere verileceğini sayarken "müellefetü'1-kulûb"u da zikreder. Bu ayetin gereği olarak Resul-i Ekrem (s.a.a), zamanında zekât mallarının bir bölümünü bu tür insanlara vermiştir. Çev.

    [245]-Kelale: Babası ve çocuğu olmayan kimseye denir. Nisa suresi 176. ayette bu kimsenin mirası hakkında bilgi verilmiştir. Çev.

    [246]-Tefsir-i Taberî, c.4, s.191-192; Tefsir-i İbn-i Kesir, c.1, s.609; Tefsir-i Hâzin, c.1, s.326; Tefsir-i Celaluddin Suyutî, c.2, s.756. Birçokları konuyla ilgili ayetin (Nisa, 176) tefsirinde bu olaya değinmişlerdir. Ayrıca bkz: el-Camiu'l-Kebir, Suyutî, Nisa suresi 176. ayetin tefsiri.

    [247]-Hac, 78.

    [248]-Bakara, 185.

    [249]-Bakara, 286.

    [250]-Haşr, 7.

    [251]-es-Sünenü'l-Kübra, Beyhakî, c.9, s.265; Cemu'l-Cevami, Suyutî, c.3, s.45.

    [252]-Âl-i İmran, 31-32.

    [253]-Necm, 3-4.

    [254]-Buna delil olarak Peygamberimizin "Size öyle bir şey yazayım ki benden sonra asla sapmayasınız" sözü ve İbn-i Abbas'ın "Eğer bu vasiyet yazılsaydı, bu ümmette iki kişi dahi ihtilafa düşmezdi" sözleri yeterlidir. Peygamber'in (s.a.a) vasiyetinin yazılmasına engel olarak onun sayıkladığını söyleyen kişi Ömer'dir. Böylece Peygamberimiz vasiyetini yazmakta ısrar etmeyecekti. Şunu anlamış olduk ki Ömer, ümmetin hidayetten mahrum kalmasına sebep olmuştur.

    [255]-Müslim, Sahih'inin 4. cildinin 59. sayfasında şöyle yazmıştır: İbn-i Abbas ile İbn-i Zübeyr iki mut'a (hac ve nisa mut'ası) hakkında ihtilaf etmişlerdi. Cabir b. Abdullah şöyle dedi: Biz, Allah Resulü zamanında bu ikisini yapardık. Daha sonra Ömer bunu yasaklayınca artık yapmamaya başladık.

    [256]-Tabakatü'l-Kübra, İbn-i Sâd, c.3, s.284; Tarihu'l-Hulefa, Suyutî, s.122, Ömer b. Hattab'ın Hilafeti Dönemi bölümü.

    [257]-Ahzab, 36.

    [258]-Tarihu'l-Hulefa, İbn-i Kuteybe, c.1, s.31.

    [259]-Kasas, 83.

    [260]-Sünen-i Kübra, Beyhakî, c.3, s.143-144.

    [261]-Mahallî, İbn-i Hazm, c.4, s.270.

    [262]-Sünen, Beyhakî, c.3, s.140; el-Mucemu'l-Kebir, Teberanî; Ahkamu'l-Kurân, Cessas, c.2, s.254.

    [263]-Sahih-i Buharî, c.2, s.151, Kitab-ı Hac, Temettü ve İkran bâbı.

    [264]-Nisa, 58.

    [265]-Tefsir-i İbn-i Kesir, c.3 s.513; Tefsir-i Kurtubî, c.14, s.228; Tefsir-i Âlusî, c.22, s.74 ve diğerleri Ahzab suresi 53. ayetin tefsirinde bu konuya değinmiştir.

    [266]-Ahzab, 53.

    [267]-el-İmame ve's-Siyase, İbn-i Kuteybe, c.1, s.82, Ebubekir'in Ölümü ve Yerine Ömer'i Ataması bölümü.

    [268]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, Muhammed Abduh, c.1, s.187-188, Şıkşıkiye Hutbesi şerhi.

    [269]-Beytü'l-Mal: Devlet hazinesi.

    [270]-Taberî, c.4, s.405'te; İbn-i Ebil Hadid, c.2, s.161'te; Taha Huseyin, el-Fitnetü'l-Kübra, s.149'da şöyle demişlerdir: "Talha Osman'dan elli bin dinar borç almıştı. Bir gün ona, 'Paran hazır, birini gönder vereyim' demiş, Osman'da, 'Ey Ebu Muhammed, o senin yiğitliğine karşın bir ödüldür' diye cevap vermişti. Rivayet edilir ki, Osman bir keresinde de Talha'ya iki yüz bin dinar bağışta bulunmuştu."

    [271]-Tabakatü'l-Kübra, İbn-i Sâd, c.3, s.222.

    [272]-Tarih-i Taberî, c.4, s.405.

    [273]-el-Fitnetü'l-Kübra, Tâhâ Hüseyin, c.1, s.150.

    [274]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid Mutezilî, c.9, s.318.

    [275]-Maaric, 38.

    [276]-Sad, 28.

    [277]-Secde, 18.

    [278]-Secde, 19-20.

    [279]-Altı kişilik şurayı Ömer b. Hattab icat etmişti. Bu kurnazca yöntemle Ali (a.s) karşısında rakipler yarattı. Çünkü bütün sahabe hilafetin İmam Ali'ye ait olduğunu biliyordu. Kureyş haksız yere bu makamı ondan aldı. Hz. Fatıma (s.a) bu konuda onlarla konuştuğunda, "Eğer kocan daha önce gelseydi, bu hakkı başkasına vermezdik" dediler. Ömer, ölümünden sonra hilafetin gerçek sahibine ulaşmasına razı değildi. Hilafet hevesi taşıyanları rakip olarak ortaya attı. Bunlar, riyaset arzuyla yaşayan, dinlerini dünyalarına satmış ve hüsrana uğramış kimselerdi.

    [280]-el-Fitnetü'l-Kübra, Tâhâ Hüseyin, c.1, s.147.

    [281]-Sahih-i Buharî, c.4, s.53.

    [282]-Tarih-i Taberî, c.4, s.509; el-Kamil, İbn-i Esir, c.3, s.102.

    [283]-el-Fitnetü'l-Kübra, Tâhâ Hüseyin, c.2, s.465, Tâhâ Daru'l-Kitabi'l-Lübnanî.

    [284]-Tarih-i Taberî, c.4, s.502, Cemel Savaşı bölümü; Tarih-i Mesudî, c.2, s.368; Tarih-i İbn-i A'sem, c.2, s.310.

    [285]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.1, s.306.

    [286]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, Muhammed Abduh, c.2, s.21; Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.1, s.310.

    [287]-Aynı kaynak, c.3, s.112.

    [288]-Aynı kaynak, c.3, s.112.

    [289]-Tarih-i Taberî, c.4, s.511.

    [290]-Bakara, 111.

    [291]-Âraf, 40.

    [292]-Tarihu'l-Hulefa, İbn-i Kuteybe, c.1, s.18.

    [293]-Tarihu'l-Hulefa, İbn-i Kuteybe, c.1, s.48.

    [294]-Hasais, Nesaî, s.47 ve 114.

    [295]-Âl-i İmran, 61.

    [296]-Sahih-i Müslim, c.7, s.119, Ali b.Ebutalib'in Faziletleri bölümü.

    [297]-Tarih, İbn-i Â'sem, c.2,s.258.

    [298]-el-İmame ve's-Siyase, İbn-i Kuteybe, c.1, s.31.

    [299]-Aynı kaynak, s.20.

    [300]-Fetih, 10.

    [301]-Yunus, 99.

    [302]-Adı geçen İtizal Mezhebi, bilinen Mutezile Mezhebi değildir. Bu, siyasî itizal mezhebidir. İmam Ali (a.s) zamanında ortaya çıkmıştır. İtikattaki İtizal Mezhebi (Mutezile) ise, hicretin 100. yılında Hasan Basrî döneminde, büyük günahlara mürtekip olma konusunda, Mürcie grubu ile Haricîlerin savaştığı dönemde ortaya çıkmıştır.

    [303]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, Muhammed Abduh Mısrî, c.1, s.34.

    [304]-Hucurat, 9.

    [305]-Tarih, İbn-i Kesir, c.8, s.77.

    [306]-Tarih (Murucu'z-Zeheb), Mesudî, Sâd b. Ebu Vakkas'ın Biyografisi bölümü.

    [307]-Âl-i İmran, 61.

    [308]-Taberî ve Mesudî, c.3, s,333; Mesudî ve İbn-i Sad, c.3, s.89; Tâhâ Hüseyin,el-Fitnetü'l-Kübra, s.138.

    [309]-Sahih-i Buharî, c.8, s.123.

    [310]-Bu cümleden de anlaşılıyor ki, Osman'ı halk değil, bizzat Abdurrahman'ın kendisi başa getirmiştir.

    [311]-Tarih, Ebul Fida, c.1, s.166; Ensabu'l-Eşraf, Bilazerî, c.5, s.57; el-İkdu'l-Ferid, İbn-i Abdu Rabbih Malikî, c.4, s.280.

    [312]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.1, s.188.

    [313]-Yanakları kırmızı olduğu için Peygamberimiz (s.a.a), Ayşe'ye Hümeyra lakabını vermiş ve Ehlisünnet rivayetine göre ümmetine, "Dininizin yarısını bu Hümeyra'dan alınız" buyurmuştur. Çev.

    [314]-Ahzab, 53.

    [315]-Ahzab, 6.

    [316]-Sahih-i Buharî, c.8, s.91; Sahih-i Müslim, İman bölümü.

    [317]-Sahih-i Buharî, c.2, s.36.

    [318]-Tarih, İbn-i Kesir, c.8 s.55; el-İstiâb, İbn-i Abdülbirr, c.1, s.331, Hicr b. Adiyy'in Biyografisi bölümü.

    [319]-Kitabın orijinalinde bu meblağın dinar mı, dirhem mi olduğu belirtilmemiştir. Çev.

    [320]-Tarih, İbn-i Kesir, c.8 s.136-137; Müstedrek, Hakim, c.4, s.13.

    [321]-Tarih, İbn-i Kesir, c.8, s.136.

    [322]-Sahih-i Buharî, c.7, s.90, Edeb Kitabı, Hicret bölümü.

    [323]-Müsned, Ahmed b. Hanbel, c.6, s.77.

    [324]-Müsned, Ahmet b. Hanbel, c.6, s.113.

    [325]-Biz, bu komedi-trajik konu hakkında Doğrularla Birlikte adlı kitabımızda "Ayşe ile Diğer Peygamber Hanımları Arasındaki İhtilaflar" bölümünde geniş açıklama yapmıştık.

    [326]-Muvatta, Malik, c.2, s.606, Yetişkinlere Süt Verme bölümü.

    [327]-Mütercim der ki: Bugün bu meseleyi hangi Ehlisünnet alimine veya hangi Ehlisünnet mensubuna söyleyecek olsanız şaşkınlıkla karşılar, bu rivayetlerin uydurma olduğunu söylerler. Oysaki onların gözden kaçırdığı bir-iki nokta var: Bu rivayetler Müslim, Buharî, Malik vb. şahsiyetlerin kitaplarında yer alıyor. Eğer uydurmaysa (ki çoğu Ehlisünnet bu görüşü itiraf ediyor) nasıl oluyor da bu rivayetler "sahih" olarak addettikleri kitaplarda yer alabiliyor? Ve neden bu kitaplara "sahih kitaplar" adı veriliyor? Ve eğer bu kitaplarda (birçoğunun dediği gibi) uydurma hadis ve uydurma rivayet çoksa, o zaman onca hadis ve rivayeti nasıl birbirinden ayırt edebiliyorlar? Neden ha bire aynı ravilerin uyduruk rivayetlerini kabul ediyorlar da Ehlibeyt'in rivayetlerini araştırmayı, biraz da onları tanımaya çalışmayı düşünmüyorlar? Şimdilerde Ehlisünnet'in tek dayanağı olan Kütüb-ü Sitte (altı kaynak kitap) uyduruk rivayetlerle doluyken (bunu biz değil, onlar söylüyorlar) hangi güvenceyle ibadet ediyorlar?
    "Onlardan aşırılığa kaçmayan bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!" (Maide, 66)
    "Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pekiyi bilendir." (Yunus, 36)
    "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Yusuf, 40)
    "Andolsun ki onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir. Çünkü onlar iman etmiyorlar." (Yasin, 7)

    [328]-Tahrim, 10.

    [329]-Abkariyye Halid, Abbas Akkad, s.24.

    [330]-Saqar: Cehennem kuyularından bir kuyunun adıdır. Çev.

    [331]-Müddessir, 26.

    [332]-Kalem, 10-16.

    [333]-İki kentten maksat Mekke ile Taif'tir. Rivayete göre Mekke'nin en zengini (büyüğü) Velid b. Mugîre, Taif'in en zengini de Ebu Mesud (Urve) es-Sakafî idi. Çev.

    [334]-Zuhruf, 30-31.

    [335]-Tâhâ, 121.

    [336]-Tâhâ, 116.

    [337]-Ahzab, 36.

    [338]-Müminun, 71.

    [339]-Yakubî, c.2, s.61'de şöyle yazar: Abdurrahman, Allah'ın adına yemin ederek Müslüman olduktan sonra Halid'in onları öldürdüğünü iddia etti. Halid de ona: "Hayır, onları senin baban Avf b. Abduavf'ın intikamını almak için öldürdüm" dedi. Bunun üzerine Abdurrahman şöyle cevap verdi: "Hayır! Yemin ederim ki, onları babam için öldürmedin; bilakis amcan Fake b. Mugîre için öldürdün!
    Allah aşkına şuna bakın hele! Müslümanları öldürdüğüne itiraz etmiyor da Abdurrahman'ın babası Avf'ın intikamını aldığı için onları öldürdüğüne itiraz ediyor. Bir kişi için bir topluluğun veya bir kâfir için onlarca Müslüman'ın öldürüldüğü dinimizin neresinde görülmüş? İslam'da bu, caiz midir?

    [340]-Mütercim der ki: Bu olay, Tarih-i Yakubî, c.2, s.110'da mevcuttur. Hatta Ebu Zuheyr es-Sadî bu konuda bir şiir okumuş, Halid b. Velid'in bu çirkin davranışını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Bkz: Vefayatu'l-Âyan, c.5, s.67; el-Vefat, c.2, s.626-627; Tarih-i Ebu'l-Fida, s.158; İbn-i Şuhne, c.11, s.114; Tarih-i İbn-i Esir'in haşiyesinde.

    [341]-Enfal, 16.

    [342]-Mütercim der ki: Ehlisünnet'in de bu konudaki görüşü aynıdır. Yani sahabeler birilerini öldürseler de, birbirlerine tecavüz etseler de bu, tevil veya içtihattan ibarettir. Bu durumda onlar bir sevap alırlar, haklı taraf veya mustazaf taraf da iki sevap alır! Bakınız, İbn-i Kesir bu konuda ne diyor: "Halid b. Velid, Malik b. Nuveyre'yi öldürme konusunda içtihat etmiş ve içtihadında yanılmıştır; buna rağmen Ebubekir, Halid'i ordusunun komutanı yapmıştır." (Tarih, İbn-i Kesir, c.6, s.323) Bu konu hakkında geniş bilgi için bkz: Mealimu'l-Medreseteyn (Türkçe çevirisi: Ehlibeyt ve Ehlisünnet Ekolleri), Allame Askerî, c.1, İki Mektebin (Şia-Sünnî) Fıkıh ve İçtihat Konusunda Tutumu bölümü.

    [343]-er-Riyazu'n-Nazra, Taberî, c.1, s.149.

    [344]-Sahih-i Buharî, c.1, s.59.

    [345]-Bu konuda bkz: el-İhticac, Tabersî, c.1, s.231, Hadis: 45.

    [346]-Sahih-i Buharî, c.4, s.175, Ebu Hureyre'nin Kendi Hakkında Rivayetleri bölümü, Nübüvvet Alametleri babı.

    [347]-Suffe ehli: Günlük yemeğe muhtaç fakirler topluluğu. Çev.

    [348]-Sahih-i Buharî, c.1, s.38, İlim kitabı, Hıfzu'l-İlim babı ve c.3, s.3.

    [349]-Bkz: Ebu Hureyre, Mahmud Ebu Reyye Mısrî, s.103.

    [350]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebi'l-Hadid, c.4, s.68.

    [351]-Siyer-u Âlâmi'n-Nubela, Zehebî, c.2, s.435. Çev.

    [352]-Sahih-i Buharî, c.2, s.232, Oruçlu Bir Kimsenin Cünüplü Olarak Sabahlaması bölümü; Muvatta, Malik, c.1, s.290, Hadis:11.

    [353]-Siyer-u Âlâmi'n-Nubela, Zehebî.

    [354]-Müdellis: Diraye ilminde "kendisiyle görüşmediği kimselerden onunla görüşmüşçesine ve ondan işitmişçesine hadis rivayet eden kimselere" denir. Çev.

    [355]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid Mutezilî, c.4, s.67.

    [356]-el-Bidaye ve'n-Nihaye, c.8, s.108.

    [357]-Sahih-i Buharî, c.7, s.31, el-İmamet babı.

    [358]-Sahih-i Buharî, c.6, s.190, Vucubu'n-Nafaka ale'l-Ehli ve'l-Ayal babı.

    [359]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.4, s.67.

    [360]-Tabakat, İbn-i Sâd, c.2, s.63.

    [361]-Sahih-i Buharî, c.1, s.38, Hıfzu'l-İlim babı.

    [362]-Bakara, 159.

    [363]-Sahih-i Buharî, c.1, s.38, Hıfzu'l-İlim babı.

    [364]-Sahih-i Buharî, c.1, s.37-38, Hıfzu'l-İlim babı.

    [365]-Sahih-i Buharî, c.1, s.30.

    [366]-Teşbih: Kelime anlamı itibarıyla "benzetme" demektir. Istılahta, "Allah'ı yarattıkları şeylere benzetmek" olarak geçer. Örneğin, Kurân-ı Kerim'deki "Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir" ayetine karşılık teşbihe inananlar bu ayetteki "el" kelimesini "Allah'ın gücü onlardan üstündür" şeklinde yorumlamazlar da, herkesçe bilinen "Allah'ın eli" olarak yorumlarlar. Yani Allah'a (hâşâ) el, kol, ayak vb. gibi insanî organlar atfederler. Çev.

    [367]-Tecsim: Kelime anlamı itibarıyla "cisimlendirmek" demektir. Istılahta "Allah'ı belirli bir şekle sokmak ve onu (hâşâ) cisim olarak görebilmek" anlamında kullanılır. Nitekim bazıları İsrailiyat'tan alıntı yaparak Allah'ın insan şekline benzediğini, Hz. Adem'i de bu yüzden kendi şekline bürüdüğünü iddia ederler. Çev.

    [368]-Hulul: Kelime anlamı itibarıyla "hallolma, erime, içine girme" demektir. Istılahta ise, "Allah'ın yaratmış olduğu mahlûklarda (hâşâ) hulul etmesine, yani içine girmesine" denir. Nitekim bazıları, bu inanıştadır. Çev.

    [369]-Sahih-i Buharî, c.4, s.191; Sahih-i Müslim, c.7, s.114. Aynı rivayeti Malik ve diğerleri de nakletmişlerdir.

    [370]-Sahih-i Buharî, c.2, s.158, Kitabu'ş-Şehadât, Buluğu's-Sübyan babı; Sahih-i Müslim, c.6, s.30, Kitabu'l-İmare, Sinnu'l-Buluğ babı.

    [371]-Sahih-i Buharî, c.5, s.76; Sahih-i Müslim, c.5, s.195. Bu hadisi Tirmizî, Nesaî, Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve birçokları kitaplarında nakletmişlerdir.

    [372]-Tarih-i Taberî, c.4, s.238; Tarihu'l-Hulefa, Suyutî, s.154; Tarih, İbn-i Kuteybe, c.1, s.30; Müsned, Ahmed b. Hanbel, c.1, s.75.

    [373]-Fethu'l-Barî, İbn-i Hacer, c.7, s.58.

    [374]-Sahih-i Müslim, c.6, s.23; Müstedrek, Hakim, c.2, s.156; Sünen-i Beyhakî, c.8, s.144.

    [375]-Sahih-i Müslim, İmara kitabı, 10. bab, Hadis: 1844; Sünen-i Beyhakî, c.8, s.169, Sünen-i İbn-i Mace, c.3, s.958.

    [376]-et-Tabakatü'l-Kübra, İbn-i Sâd, c.3, s.248.

    [377]-Ensabu'l-Eşraf, Belazerî, c.4, s.38; İstiab, İbn-i Abdülbirr, c.2, s.396; Usdu'l-Gabe, c.3, s.289; Sünen-i Beyhakî, c.8, s.159; Tabakat, İbn-i Sâd, c.4, s.182.

    [378]-Harra Olayı: Yezid'in Medine'ye vali olarak atadığı Osman b. Muhammed b. Ebusüfyan'ın, Mervan b. Hakem ve diğer Emevîlerle birlikte halk tarafından şehirden kovulması, halkın "Peygamber (s.a.a) evlatlarının katili olan, yakınlarıyla cinsel ilişkiye giren, namaz kılmayan ve gününü içki içmekle geçiren biri hilafete layık değildir!" diyerek Yezid'i hilafetten azledip onun yerine Abdullah b. Hanzale'-ye biat etmesi neticesinde Yezid, Müslim b. Ukbe komutanlığında Medine'ye büyük bir ordu yolladı. Onlara üç gün boyunca diledikleri her şeyi yapabilmeleri konusunda izin verdi. Böylece onlar Medine halkını bir bir kılıçtan geçirip kadınlarına ve kızlarına alenen tecavüz ettiler, mallarını yağmaladılar. Canlarını korumak için Resul-i Ekrem'in (s.a.a) haremine sığınan Müslümanları kadın-çocuk dinlemeden kılıçtan geçirdiler. Atlarıyla Harem-i Şerif'i kirlettiler. Üç gün içerisinde 12 bin kız bakireliğini yitirdi, binlerce kadın dul ve on binlerce çocuk yetim kaldı, sokaklar kan gölüne döndü. İslam aleminin yüreklerini parçalayan bu olaya tarihte Harra Olayı adı verilir.

    [379]-Acaba Allah ve resulü, cani ve fasık kimselere biat etmeyi mi emretmişlerdir, yoksa pak ve Allah dostu kimselere mi? Nitekim Allah-u Taâla şöyle buyurmuştur: "Sizin veliniz ancak Allah'tır, resulüdür ve iman edenlerdir. (Bu iman edenler) öyle kimselerdir ki namaz kılarlar ve rükû hâlinde zekât verirler." (Maide, 55)

    [380]-Keşke İbn-i Ömer, bunu Talha ve Zübeyr'e demiş olsaydı! Onlar İmam Ali'ye (a.s) biat ettikten sonra biatlerini bozup onunla savaştılar. Keşke Ehlisünnet ve'l-Cemaat, şahsiyetleri sınıflandırma konusunda da bu hadise amel etselerdi. Eğer biat bozmak şirkten sonra Allah'a karşı işlenen en büyük günahlardan biri ise, o zaman Talha ve Zübeyr'e ne demeli? Zira onlar biatlerini bozmakla kalmamış, masum insanları kılıçtan geçirmiş, saygınlık perdesini yırtmış, Beytü'l-Mal'ı yağmalamış ve kendi yaptıkları antlaşmalara kendileri ihanet etmişlerdi.

    [381]-Sahih-i Buharî, c.1, s.166; Müsned-i Ahmed, c.2, s.48; Sünen-i Beyhakî, c.8, s.159; et-Tabakatü'l-Kübra, İbn-i Sâd, c.4, s.183.

    [382]-Recez: Arap geleneklerinde savaşlarda okunan ve meydan okumak anlamına gelen yiğitlik şiirlerine denir. Çev.

    [383]-Tarih, İbn-i Asakir, c.4, s.251.

    [384]-Tarih-i Hulefa, İbn-i Kuteybe, c.2, s.26.

    [385]-Sahih-i Tirmizî, c.4, s.433.

    [386]-Tarih, İbn-i Asakir, c.4, s.249.

    [387]-Sahih-i Tirmizî, c.4, s.432; Müsned, Ahmed b. Hanbel, c.2, s.26 ve s.91-92.

    [388]-Necdet b. Amir, aynı zamanda Haricîlerin de öncüsüydü.

    [389]-Tabakatü'l-Kübra, İbn-i Sâd, c.4, s.149; el-Muhalla, İbn-i Hazm, c.4, s.213.

    [390]-Sahih-i Müslim, c.2, s.133; Sahih-i Tirmizî, c.1, s.459; Sünen, Ebu Davud, c.1, s.159.

    [391]-Hucurat, 9.

    [392]-Tabakatü'l-Kübra, c.4, s.110.

    [393]-Fethu'l-Bari, c.13, s.39.

    [394]-Tarih-i Hulefa, Suyutî, s.140; Kenzu'l-Ummal, c.6, s.67; Tarih, İbn-i Asakir ve Tarih, Zehebî.

    [395]-Sünen-i İbn-i Davud, c.2, s.166-167; Sünen-i Beyhakî, c.5, s.51; Müsned-i Ahmed, c.2, s.29.

    [396]-Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim, c.5, s.21.

    [397]-Kırat: İslâm ülkelerinde, basılmış madenî paraları ve kıymetli maddeleri tartmak için kullanılan bir ölçü birimidir. Ortalama dört buğday veya beş arpa tanesi ağırlığında bir ölçüdür. Bu miktar bazı ülkelerde farklıdır. Tarihte de bunun için farklı farklı ölçüler kullanıldığı olmuştur. Kıratlar, hafif ağırlık ölçülerinden olup, elmas gibi kıymetli eşya ve mücevheratı tartmada kullanılmıştır. Bir kırat 0,200046 gram, yani bir gramın milyonda iki yüz bin kırk altısına eşittir. Çev.

    [398]-Sahih-i Buharî, c.2, s.89, Cenazeler kitabı, Cenazelerin Arkasından Gitmenin Fazileti babı.

    [399]-Haşr, 20.

    [400]-Tarih, İbn-i A'sem, c.2, s.311; Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.2, s.166.

    [401]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.1, s.22; Tarih, Mesudî, c.3, s.80.

    [402]-Tarih-i Yakubî, c.2, s.261; Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.4, s.61-62.

    [403]-Tarih, Mesudî, c.3, s.76-77; Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.20, s.127-128.

    [404]-Yaşlılık nedeniyle İbn-i Abbas, hayatının sonlarına doğru kör olmuştu. Zübeyr'in oğluna hitaben "Git, annene sor!" demesinden kastı ise, babası Zübeyr ile annesi Esma'nın geçici evlilik yapmış olmalarıydı. Abdullah da bu evlilikten dünyaya gelmişti. Rivayete göre, Abdullah bu olayı annesine sormuş, annesi de şöyle cevap vermişti: "Sana, İbn-i Abbas'la tartışmaya girme dememiş miydim? O, Arapların ayıplarını herkesten daha iyi biliyor!"

    [405]-Dürru'l-Mensur fi Tefsiri'l-Me'sur, Celaluddin Suyutî, c.8, s.589, Beyyine suresinin tefsiri bölümü.

    [406]-Yunus, 35.

    [407]-Ant olsun canıma ki bu, en mantıklı ve en doğru yoldur. Tedlisle meşhur olan tüm hadisçilerin yolunu tıkar. Bu yolla Peygamberimize yalan hadis isnat eden kimselerin önü kapanmış olur.

    [408]-Hud, 17.

    [409]-Maide, 6.

    [410]-Tefsir-i Kebir, Fahr-i Razi, c.11, s.161.

    [411]-Mahalli, İbn-i Hazm, c.2, s.56.

    [412]-Tefsir-i Kebir, Fahr-i Razî, c.11, s.161.

    [413]-Sahih-i Buharî, c.8, s.148.

    [414]-Nisa, 105.

    [415]-Yunus, 15.

    [416]-Hakka, 44-47.

    [417]-Ehlisünnet ve'l-Cemaat'ten kastımız, İmam Ali ve evlatları (a.s) döneminde yaşayıp da Ehlisünnet ve'l-Cemaat ekolünü ilk olarak ortaya çıkaran kimselerdir.

    [418]-Bu konuda daha geniş bilgi için Doğrularla Birlikte adlı kitabımıza müracaat edebilirsiniz.

    [419]-Sahih-i Buharî, c.1, s.74.

    [420]-Tabakatu'l-Kübra, İbn-i Sâd, c.6, s.275.

    [421]-Sünen-i Daremî, c.1, s.145; Tevil-u Muhtelifi'l-Hadis, İbn-i Kuteybe, s.199.

    [422]-Makalatü'l-İslamiyyin, c.2, s.251.

    [423]-Cami-u Beyani'l-İlim, c.2, s.191.

    [424]-Cami-u Beyani'l-İlim, c.2, s.191.

    [425]-Kehf, 5.

    [426]-Tezkiretu'l-Hifaz, Zehebî, c.1, s.3.

    [427]-Kenzu'l-Ummal, c.5, s.644; İbni Kesir ve Zehebî, Tezkiretu'l-Hifaz'da, c.1, s.5.

    [428]-Tezkiretu'l-Hifaz, Zehebî, c.1, s.6.

    [429]-Enam, 164; İsra, 15; Fatır, 18; Zümer, 7; Necm, 38.

    [430]-Sahih-i Buharî, Cenazeler kitabı, adı geçen konunun babında, c.2, s.80-81; Sahih-i Müslim, Cenazeler kitabı, adı geçen konu babında, c.3, s.42-43.

    [431]-Sahih-i Buharî, c.2, s.101; Sahih-i Müslim, c.3, s.44, Cenazeler kitabı.

    [432]-Neml, 80.

    [433]-Fatır, 22.

    [434]-Enam, 103.

    [435]-Şura, 51.

    [436]-Lokman, 34.

    [437]-Maide, 67.

    [438]-Şevahidu't-Tenzil, Haskanî, c.2, s.224; Gayetu'l-Meram, s.417; Riyazu'n-Nazra, c.3, s.104.

    [439]-Tarih-i Taberî, c.1, s.31; Sünen-i İbn-i Mace, c.1, s.44; Hasais, Nesaî, s.38; Müstedrek, Hakim, c.3, s.112.

    [440]-Ehlisünnet, Osman'ı Zinnureyn olarak adlandırır. Buna gerekçe olarak da Osman'ın, Peygamberimizin kızları Rukayye ve Ümmü Kulsum ile evliliğini gösterirler. Aslında bu kızlar Peygamberimizin öz kızları değildirler. Öz kızı olarak kabul etsek dahi neden iki nur olarak nitelendirsinler ki? Hâlbuki Peygamberimiz onların hakkında tek bir fazilet dahi söylememiştir. Peygamberimizin, hakkında "O, cennet kadınlarının efendisidir" dediği Hz. Fatıma (s.a) neden bir nur olmasın ki? Veya onların düşüncesine göre, neden İmam Ali'ye en azından "Zinnur" (bir nurun sahibi) denmiyor?

    [441]-Hud, 24.

    [442]-Tenviru'l-Havalik Şerh-u Muvatta-i Malik, c.1, s.103. Bizler şükrediyoruz ki, Ehlisünnet'in kendi içinden biri, hadislerin düzensizliği, ihtilaflı ve çelişkili oluşu konusunda şahitlik etmiş, fakihlerin sağlam delillerle fetva vermelerinin imkânsız olduğunu dile getirmiştir. Evet, sağlam deliller, ancak hidayet imamları olan Ehlibeyt'in yanındadır.

    [443]-Tefsir-u Garaibi'l-Kurân, Nişaburî, Tefsir-i Taberî'nin haşiyesinde, c.1, s.79.

    [444]-el-İmamu's-Sadık, Ebu Zühre, s.161.

    [445]-Hakim, Müstedrek'inde (c.3, s.130), "Bu hadis, Buharî ve Müslim'in şartıyla sahihtir" demiştir. Aynı rivayet şu kaynaklarda da mevcuttur: Sünen-i Tirmizî, c.5, s.595; Riyazu'n-Nazra, Taberî, c.3, s.124; Tarih-i Bağdat, c.3, s.71; Kenzu'l-Ummal, c.13, s.166, Hadis: 36505; Hasais, Nesaî, s.50; Usdu'l-Gabe, İbn-i Esir, c.4, s.30.

    [446]-Haşr, 7.

    [447]-Cemheret-u Resaili'l-Arab, c.1, s.475; Murucu'z-Zeheb, Mesudî, c.3, s.11; Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.3, s.188.

    [448]-Cemheret-u Resaili'l-Arab, c.1, s.477; Murucu'z-Zeheb, Mesudî, c.3, s.12; Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid Mutezelî, c.3, s.189.

    [449]-Âraf, 96.

    [450]-Maide, 66.

    [451]-Nisa, 147.

    [452]-Râd, 11.

    [453]-Enbiya, 73.

    [454]-Neml, 16.

    [455]-Fatır, 19-22.

    [456]-es-Sahabe fi Nazari'ş-Şiati'l-İmamiyye, s.8 ve sonrası.

    [457]-Şerh-i Sahih-i Müslim, Nevevî, c.8, s.22.

    [458]-Tehzibu't-Tehzib, c.1, s.509.

    [459]-Kebair, Zehebî, s.236 ve 238.

    [460]-es-Sarimu'l-Meslul, s.570. Araştırdığım kadarıyla bu soruyu Faryabî'ye sormuşlar.

    [461]-Muinu'l-Hukkam fi mâ Yetereddedu Beyne'l-Hasmeyn Mine'l-Ahkam, s.187.

    [462]-es-Sahabe fi Nazari'ş-Şiati'l-İmamiyye, s.8-9.

    [463]-el-Kifaye, s.51; Kitab-u Telkîh-i Fuhum-i Ehli'l-Âsâr, s.101.

    [464]-el-İsabe fi Temyizi's-Sahabe, İbn-i Hacer, c.1, s.10-11.

    [465]-Daru'n-Nedve: Eskiden Mekke Şehir Devleti'nin parlamentosu niteliğinde bir bina idi. Mühim meseleler olunca, burada toplanılıyor ve umumi müşavere yapılıyordu. Bu evin daha başka kullanma yönleri de vardı. Dışarıdan, Mekke'ye bir kervan gelecek olursa Daru'n-Nedve'de durur ve Mekkeliler gelip bunlarla konuşur, alışveriş yaparlardı. Cahiliye döneminde Mekkeli müşrikler burada bir araya gelir, önemli kararlarını burada alırlardı. Nitekim İslam'ın zuhurundan sonra Peygamberimiz hakkında karar almak için burada bir araya gelmiş ve onu öldürmeyi burada planlamışlardı. Çev.

    [466]-Ahzab, 30.

    [467]-Tarih-i Bağdat, c.14, s.7.

    [468]-Sahih-i Buharî, c.1, s.17.

    [469]-İhya-u Ulumi'd-Din, Gazalî, c.1, s.124; Kenzu'l-Ummal, c.7, s.24.

    [470]-Sahih-i Buharî, c.6, s.66, Kitab-u Fezaili'l-Kurân, Münafıkun Suresi; Tarih, İbn-i Asakir, c.4, s.97.

    [471]-Sahih-i Buharî, c.4, s.179.

    [472]-Müminun, 70.

    [473]-Tevbe, 97.

    [474]-Tevbe, 101.

    [475]-Sahih-i Buharî, c.4, s.206.

    [476]-Tövbe, 99.

    [477]-Sahih-i Buharî, c.7, s.208, Havz babı.

    [478]-Sahih-i Buharî, c.3, s.100-101.

    [479]-Nazeriyyetu'l-İmamet, Ahmed Mahmud Subhî, s.23.

    [480]-Bu cevapla münafıkların da ashaptan olduğu aydınlık kazanmış oluyor. Her ne kadar Ehlisünnet, "Münafıklar ashaptan değildir" dese de bu iddia geçersizdir. Çünkü Allah resulü onları ashabından saymıştır.

    [481]-Tevbe, 107.

    [482]-Bakara, 134.

    [483]-Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in Ehlibeyt'i lanetlediğini, onlarla savaştığını ve hatta onları öldürdüğünü söyleyebiliriz. Nitekim rehberleri olan Muaviye de bu cesaretini Ebubekir, Ömer ve Osman'a borçlu olduğunu, onların yardımıyla bunu yaptığını bizzat kendisi itiraf etmiştir.

    [484]-Muzire: Ebu Hureyre'nin çok sevdiği bir tatlı çeşididir. Ebu Hureyre sırf bu tatlıdan yiyebilmek için sürekli Muaviye'nin sofrasında hazır bulunurdu. Çev.

    [485]-Şura, 23.

    [486]-Ehlisünnet'in tamamı Ebubekir, Ömer ve Osman'ı Hz. Ali'den daha üstün görür. Oysaki Peygamber'den sonra Ehlibeyt'in başı, piri ve efendisi İmam Ali (a.s) idi. Kurân-ı Kerim Ehlibeyt'in sevgisini karşılık olarak istiyorsa, o zaman neden Ehlisünnet ve'l-Cemaat ilk üç halifeyi İmam Ali ve diğer Ehlibeyt'ten daha çok seviyor ve daha üstün görüyor? Yoksa Kurân'a rağmen ilk üç halife Ehlibeyt'ten daha mı sevimli?

    [487]-Bugün bazı Sünnîler "Biz Ali'ye ve Ehlibeyt'ine Şiîlerden daha yakınız!" diyorlar. Varsayalım ki doğru diyorlar. O zaman neden âlimleri veya mezhep imamları Ehlibeyt fıkhını bir kenara bırakıp kendi yapmacık mezheplerini takip etmiş ve ettirmişler? Hâlbuki Allah-u Taâla şöyle buyurur: "İnsanlardan İbrahim'e en yakın olanlar, onu takip edenlerdir." Demek ki onu takip etmeyenler ona daha yakın olamaz. Bu, çok açıktır.

    [488]-Önceki konularda Ömer'in babası Sâd b. Ebi Vakkas'ın nasıl biri olduğunu ve Ehlisünnet ve'l-Cemaat tarafından nasıl biri olarak kabul edildiğini yazmıştık. Bu konuda daha fazla bilgi için önceki konulardan bkz: Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in Öncüleri bölümü, 6. kişi, Sâd b. Ebi Vakkas.

    [489]-Enbiya, 23.

    [490]-Âl-i İmran, 61.

    [491]-Haşr, 7.

    [492]-Âl-i İmran, 31-32.

    [493]-Bakara, 213.

    [494]-Râd, 17.
    Dünyanin En Büyük Azeri Mp3 Arsivi. www.azeribalasi.com

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş