2009 YILINDA TEDAWÜLE GİRECEK OLAN YENİ TÜRK LİRA'LARININ ARKA YÜZÜNDEKİ ANIT İNSANLARIN KİMLİKLERİ 5 TL NİN ARKA YÜZÜNDE ORD. PROF.DR. Aydın SAYLI http://www.biyografi.net/images/kisi/3669.jpg Ordinaryüs Prof. Dr. Aydın Sayılı (1913-1993) Türkiye Cumhuriyeti döneminde yetişmiş anıt insanlarımızdan biridir. Onun yaşamı, bilim ve kültür tarihimizde her bakımdan örnek alınmaya değer üstün bir kişiliği yansıtır. Aydın Sayılı, 2 Mayıs 1913 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Abdurrahman

Bu konu 4657 kez görüntülendi 17 yorum aldı ...
ANIT İNSANLAR 4657 Reviews

    Konuyu değerlendir: ANIT İNSANLAR

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 4657 kez incelendi.

  1. #1
    Watan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    02.09.2008
    Mesajlar
    1.458
    Konular
    151
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    595
    @Watan

    Post ANIT İNSANLAR

    2009 YILINDA TEDAWÜLE GİRECEK OLAN YENİ TÜRK LİRA'LARININ ARKA YÜZÜNDEKİ ANIT İNSANLARIN KİMLİKLERİ

    5 TL NİN ARKA YÜZÜNDE
    ORD. PROF.DR. Aydın SAYLI




    Ordinaryüs Prof. Dr. Aydın Sayılı (1913-1993) Türkiye Cumhuriyeti döneminde yetişmiş anıt insanlarımızdan biridir. Onun yaşamı, bilim ve kültür tarihimizde her bakımdan örnek alınmaya değer üstün bir kişiliği yansıtır. Aydın Sayılı, 2 Mayıs 1913 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Abdurrahman Sayılı (1875-1954), annesi Suat Sayılı (1889-1951)’dır. İki ablası vardır: Piraye (Sayılı) Arıcanlı ve Gündüz Sayılı. Aydın Sayılı ilk ve orta eğitiminin büyük kısmını Ankara’da tamamlayıp Ankara Erkek Lisesi’nden (şimdiki adı Atatürk Lisesi) mezun olmuştur. Mezun olabilmek için 1933 yılında yapılan mezuniyet sınavlarından (bakalorya sınavları) biri olan ve sözlü olarak yapılan Tarih ve Coğrafya sınavını Atatürk’ün de yer aldığı sınav heyeti önünde yapmıştır. 1 saat 20 dakika süren sınavda bütün soruları Atatürk sormuş ve aldığı cevaplardan çok memnun kalmıştır. Böylece Gazi Mustafa Kemal, sınav çizelgesini, -Aydın’ın notunu Çok eyi diye yazarak- imzaladı. Sayılı, yaşamındaki bu tarihsel unutulmaz olayı “Atatürk’le Bir Sınav Anısı” başlığı altındaki bir yazısının bir bölümünde şöyle anlatıyor:

    “Atatürk benim sınavımdan çok memnun kalmış. Bu sebeple Milli Eğitim Bakanına ‘bu öğrenci ile ilgilenin’ şeklinde bir talimat vermiş. O zaman Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey, beni makamında kabul ederek bana sınavdaki başarımdan ve Atatürk’ün takdirini kazanmış olmamdan dolayı bir tebrik mektubu verdi ve yüksek öğrenimine ilişkin bir planının olup olmadığını sordu. Ben kendisine su mühendisi olmak istediğimi söyledim. Fakat o bana daha geniş bir kültür tabanı üzerine oturan bir alanı seçmenin daha uydun olacağını söyleyerek, bana tarihçi olmamı önerdi ve bunda biraz ısrar etti. Ben asıl ilgi alanımın fizik olduğunu fakat tarihi de sevdiğimi söyleyerek konu üzerinde biraz düşüneceğimi ve annem ve babamla da konuyu konuşup danışmak ihtiyacını duyduğumu söyledim. Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı bu konuya ciddiyetle eğilmiş ve tarih ile fen konularını bir araya getiren bir alan olarak, benim için bilim tarihinin uygun bir meslek olabileceğini düşünmüş. Mesele bu şekilde bana intikal edince ben de konuyu ciddiyetle zihnimde toparlamaya çalıştım.
    Ben Fransızca’dan izlediğim bazı kitaplarımda bilim tarihi ile temasa gelmiştim. A. Cuvillier’in lise son sınıfları ve üniversiteye hazırlık sınıfları için yazdığı Mantık ve Genel Felsefe ile Ahlak adlı kitabının mantık kısmında bilim tarihine ilişkin çok ilginç bahislerle karşılaşmış olduğum gibi, E. Voisin’in liseler için yazılmış üç ciltlik Cours de Physique adlı kitabının bölüm sonlarında verdiği tarihî metinler de beni çok ilgilendirmişti. Bu itibarla, bilim tarihini kendim için çekici bir alan olarak düşünmekte çok güçlük çekmedim.
    O yıllarda bilim tarihi konusu önemlice bir kıpırdanma hareketine sahne olmakta idi. Amerika’nın Harvard Üniversitesi’nde bilim tarihi alanı bu sıralarda belirginlik kazanmakta ve bu çalışmaların odağını George Sarton adlı bir profesörün faaliyetleri oluşturmakta idi. Bu faaliyetten bizim o zamanki Milli Eğitim Bakanlığımızın ve yeni kurulmuş olan Türk Tarih Kurumu’nun seçkin mensuplarının da haberi varmış. Bu itibarla konuyu biraz derinlemesine incelemek de benim için mümkün oldu. Bu arada George Sarton’un çıkarmaya başladığı Introduction to the History of Science (Bilim Tarihine Giriş) adlı kitabın yayınlanmış olan birinci cildini Türk Tarih Kurumu’nun Kütüphanesi’nde gözden geçirme fırsatını da buldum ve bilim tarihini meslek seçtiğim ve yarışma sınavını kazandığım takdirde Sarton’un yanında öğrenimimi sürdürebileceğim de bana söylendi. İşte bütün bunlar, benim bilim tarihini meslek olarak seçmemin yolunu açmış oldu.
    Böylelikle, Atatürk’ün sınavıma gelmesi benim hayatımın seyri üzerinde büyük bir etki yapmış oldu. Atatürk hepimizin yaşamına yeni bir yön vermiş bir kişidir. Fakat benimki daha kişisel ve özel türden bir etki oldu. Atatürk sınavı işe karışmış olmasaydı su mühendisi olacaktım. Elbette ki o saha da çok önemli ve yararlı bir mesleği temsil ediyor. Fakat ben bilim tarihini ve üniversite hocalığı mesleğini seçmiş olmaktan çok memnunum. Bunda hiçbir zaman en küçük bir şüphem de olmadı.
    Bilim tarihi konusu milli kültürümüzün zenginleşmesi açısından bizim için olağanüstü önemde bir konudur. Kültür dağarcığımızın böyle temel önemde bir kültür ögesi ile beslenip geliştirilmesinin Atatürk ilke ve düşünceleri ile tamamiyle uyumlu ve ahenkli olduğunda hiç şüphe yoktur.
    İnsanın en gerçek yol göstericisinin bilim olduğunu ve Türk Milletinin uygarlık ve ilerleme yolunda göstereceği büyük başarılarda kafasında ve elinde tuttuğu meşalenin bilim olduğunu ve olması gerektiğini söyleyen Atatürk, eğitimimizin bilim zihniyeti için zafer yollarını açacak mahiyet ve doğrultularda vurgulanmasına büyük önem vermiş ve bu amaca ulaşılması için belirgin bir özen göstermiştir. Bu itibarla, son yıllarda felsefe gibi köklü bir disiplin yanında liselerimizin müfredat programlarında bilim tarihine de yer verilmeye başlanmış olmasının çok olumlu ve memnuniyet verici bir gelişme olarak kabul edilmesi gerektiğine bu vesile ile işaret etmeyi yararlı buluyorum.”

    Aydın Sayılı, Ankara Erkek Lisesi’ni 1933 yılında Haziran döneminde “pekiyi” dereceyle ve birincilikle bitirdi. Aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif Vekaleti)’nın yurt dışına öğrenci göndermek için açtığı sınavı kazanarak ünlü Harvard Üniversitesi’nde Bilim Tarihi Bölümünde yüksek öğrenimini yapmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderildi. Columbia ve Cornell gibi bazı üniversitelerde yaz öğrenimine de katılarak, 1942 yılında Harvard Üniversitesi’nden doktora derecesi aldı. Tezinin konusu “İslam Dünyasında Bilim Kurumları”dır. Bu doktora Harvard Üniversitesi’nde ve bilindiği kadarıyla da dünyada bilim tarihi dalında verilen ilk doktora derecesidir. Sayılı’nın Harvard’daki eğitimi, yatay ihtisas alanı olarak İslam Dünyası ve düşey ihtisas alanı olarak da fizik tarihi konularını kapsıyordu. Aydın Sayılı’nın doktora çalışmasını, adı geçen bölümün başkanı, ünlü bilim tarihçisi Prof. Dr. George Sarton (1884-1956) yönetti. Sayılı, hocası George Sarton’ın dünyada “bilim tarihinin bağımsız bir akademik disiplin olarak resmi bir statüye kavuşmasında büyük rolü olduğunu” vurguluyor. Sarton, Sayılı’nın mesleki formasyonunda çok derin etkiler yaptı. İkisi arasında başlangıçtaki hoca-öğrenci ilişkisi, zamanla iki büyük bilim tarihçisi ilişkisine dönüşerek karşılıklı saygı duygularıyla yaşamlarınca sürdü.

    Aydın Sayılı, ABD’de sürekli olarak on yıl kaldı. Ablası Piraye Arıcanlı, “o yıllarda uçak ile gelip gitmek yoktu ve tatillerde sılaya gitmek adeti de yoktu” diyor.

    Dr. Aydın Sayılı, 1943 yılında, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Kürsü’ne “İlmi yardımcı” olarak tayin edildi. Askerlik görevi nedeniyle bir süre akademik yaşamına ara verdikten sonra 1946 yılı sonunda adı geçen fakültenin Felsefe Kürsüsü’ne “Bilim Tarihi Doçenti” olarak atandı. 1952 yılında “Bilim Tarihi Profesörlüğü”ne yükseldi ve aynı yıl Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde kurulan Bilim Tarihi Kürsüsü’ne başkan olarak atandı. 1958 yılında Ordinaryüs Profesörlüğe yükseldi. 1974 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü Başkanlığına seçilen Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, bu görevini 1983 yılı başında yaş haddi nedeniyle emekli oluncaya dek kesintisiz sürdürdü. Emekli Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı 1984 yılında kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi’ne başkan olarak atandı. Bu son görevini de tam bir liyakatla yapmaktayken 16 Eylül 1993 tarihinde yaş haddi nedeniyle emekli oldu.

    Sayılı, 1947’de Türk Tarih Kurumu’nun tam üyeliğine seçilmiştir. 1957’de Uluslararası Bilim Tarihi Akademisi’nin muhabir üyesi, 1961’de aynı akademinin tam üyesi olmuş ve 1962’de üç yıllık bir dönem için başkanlığını yapmıştır. Türk Kütüphaneciler Derneği’nin şeref üyesi olmuş, Türk tarih Kurumu Ortaçağ Şubesi’nin başkanı olarak da birkaç yıl hizmet etmiştir.

    Bilimle uğraşmayı bir yaşam biçimi olarak seçen bu değerli, özverili bilim adamı; son yıllarında böbrek, kalp ve cilt rahatsızlıklarıyla uğraşmak zorunda kalmış, henüz bir aylık olan emeklilik hayatına intibak ediyorken 15 Ekim 1993 Cuma günü öğleden evvel saat 10.30 sularında evinin önündeki sokakta geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Cenazesi 18 Ekim 1993 tarihinde Ankara-Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi. Bilim ve kültür dünyamızın bu büyük kayıbı, basınımızda, radyo ve televizyonlarımızda önemine yaraşan biçimde ne yazık ki yansıtılmadı.

    Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, ömrünün büyük bölümünü bilim tarihi çalışmalarına bilinçle ayıran, bu uğraşısından derin bir zevk duyan, bilim tarihine ilişkin birçok önemli katkı ile ülkesinde ve uluslararası bilim ortamında haklı bir saygınlık kazanmış bir kişiliktir. O, anadili olan Türkçe dışında İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça ve Arapça dillerini de çok iyi bildiğinden, kaynak yayınları kavramakta ve yorumlamakta üstün bir performans gösterdi. 1952-1953 ve 1956-1957 akademik yılları içinde Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin ve Ford Vakfı’nın verdikleri burslarla, ABD’nin en zengin kitaplıklarında iki yıla yakın süre araştırmalar yaptı. Sayılı’nın bu olanağı en verimli biçimde değerlendirmesinde, altı dildeki derin vukufunun etkisi büyüktür.

    Aydın Sayılı’nın Türkçe ve yabancı dillerdeki çok sayıda bilimsel yayını (kitap, makale, bildiri) bilim tarihi dalında kendisine uluslararası ün ve saygınlık kazandırmıştı. Nitekim Harvard Üniversitesi’ne, State University of New York’a ve Beyrut Amerikan Üniversitesi’ne bilim tarihi dersi vermek üzere davetler aldı ise de, Ankara’daki görev ve sorumlulukları nedeniyle bunları kabul etmeyi uygun bulmadı. Kişiliği ve etkinlikleri ile yalnız ülkemizde değil, çağdaş ileri ülkelerde de kalıcı bir saygınlığı hak etmişti. Nitekim çeşitli tarihlerde birçok kez ödüllendirildi.

    Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın konuşma ve yazıları zengin bir kültür birikimini açık bir surette yansıtmaktadır. Metafizik görüşlerden ve dogmalardan ziyade, özellikle bilim tarihine dayanan düşüncelere ilgi duyardı. Gerçekçi ve sistematik düşünce, belirgin bir niteliği idi. Bu nitelikteki soruları da daima iyi karşılardı. Muhatabını, şekilde nazik, esasta sağlam bir düşünce yapısıyla yanıtlardı. Yanıtları daima sistematik, tutarlı ve doyurucu idi. Araştırmalarında olabildiğince ilk kaynaklara ulaşmaya, önyargısız ve nesnel (objektif) davranmaya sürekli özen gösterirdi. Ele aldığı konuya üstünkörü değil, aksine olarak derinlemesine incelemek, dar zamana sıkıştırmamak, düşüncelerini iyi kristalize ederek kaleme almak, onun dikkati çeken özellikleridir. Yapıtları titiz bir çalışmanın ürünü olduklarından, sonraki basımlarında sözcük değişikliği bile yapmamayı adeta ilkeleştirmişti. Bilim etiği (ahlakı), onun düşüncelerinde ve davranışlarında saygın bir konumdaydı.

    Aydın Sayılı, sadece bilgin olarak değil, aynı zamanda düşünür ve bilge nitelikleri ile de seçkin bir kişiliğe sahiptir.

    Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, bilim tarihi araştırmalarını kesintisiz sürdürürken yükseköğretimimizde bilim tarihini, bağımsız bir akademik kürsü biçiminde resmi bir duruma kavuşturup yerleştirmekte öncü hizmetleri gerçekleştirdiği gibi, bilim tarihçilerimizi yetiştirmekte de yıllarca süren özverili bir emek verdi. Nitekim tanınmış bilim tarihçimiz Prof. Dr. Sevim Tekeli (d. 1924), hocası Sayılı’yı, “üstün bir bilim adamı, değerli bir öğretmen, bir bilge” olarak niteliyor ve emekli olan Sayılı’ya şöyle sesleniyor:
    “Sayın hocam, Türkiye’de, Fakültemizde, ilk Bilim Tarihi Kürsüsünü kurduğunuz ve yürekten inandığınız Türklerin, yüzyıllar boyu bilime yapmış oldukları büyük katkıları ortaya çıkarma araştırmalarında yeni bir çığır açtınız. (...) Uygarlığın temel öğelerinden biri, daha doğrusu, insanın en üstün başarısı bilimsel çalışmalarda yansır. Çok parlak olan Türk tarihinin bu en önemli yönünü, Dünya Bilim Tarihçilerinin övgü ile söz ettiklerine defalarca tanık olduğum, pek çok örneklerle sergilediniz ve aydınlattınız (...). Sayın Hocam, görev bilinciniz, derslerinizdeki ciddiyetiniz, bir öğretmen olarak zamanınızı ve bilginizi öğrencilerinize aktarmaktaki özveriniz her türlü övgünün üstündedir. Bilimsel araştırmada kılı kırk yararcasına göstermiş olduğunuz titizlik, olanı olduğu gibi sergilemekteki objektifliğiniz hepimize örnek olmuştur. Bilim Tarihine yapmış olduğunuz katkılarınız Dünya’da olduğu kadar Türkiye’mizde de takdirle karşılanmıştır ve karşılanacaktır.”

    Tıp tarihçimiz Prof. Dr. Aykut Kazancıgil ise Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın mesleki alandaki hizmetinin üç temel özelliğini şöyle belirtmektedir:
    “1. Sayılı, memleketimizde Bilin Tarihini meslek olarak seçen ve bu konuda doktora yapan ilk kişidir.
    2. Uzun yıllar Ankara Üniversitesi, Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmış, bilim tarihi dalında geniş bir kadro yetiştirmiştir.
    3. Yayınları ile Türk Bilim Tarihini dünyaya tanıtmıştır”.

    İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bilim Tarihi Bölüm Başkanlığı, İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi Genel Direktörlüğü yapmış, Türk Bilim Tarihi Kurumu kurucu başkanı ve 28.12.2004’ten itibaren İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri olan Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu ise Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’yı, “Türk Bilim Tarihinin öncü ve değerli ismi Aydın Sayılı Hocamız” diyerek anıyor. Prof. Dr. İhsanoğlu, Türkiye’de bilim tarihi çalışmalarının, temelde Aydın Sayılı etkenine bağlı olarak, üç merhalede incelemenin doğru olabileceğini ifade ediyor: Aydın Sayılı öncesi çalışmalar, Sayılı dönemi ve Sayılı sonrası dönem. İhsanoğlu, akademik hayatımızda “Aydın Sayılı Ekolü”nün kurulmuş olmasının önemini de belirtmektedir.

    Aydın Sayılı, laik ve demokratik Cumhuriyetimizde, ülkemize hizmet etmekten onur duyan bir vatandaşımızdı.

    Atatürk gerçeğini, Atatürkçülüğün özünü, Aydınlanma Hareketimizi, en doğru biçimde kavramış ve anlatmış insanlarımızdan biri Aydın Sayılı’dır. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” özdeyişini, başlık olarak da kullandığı bir kitabında tam bir yetki ile yorumladı. Birinci baskısı 1948 yılında yapılan bu kitap, bilimi bütün boyutları ile inceleyen Türkçe yayınların en önemlilerinden biri olma niteliğini korumaktadır. Bu konuya verdiği önemi ve emeği yansıtan birçok esere imzasını atmıştır.

    Aydın Sayılı’yı Atatürk’e bağlayan düşünsel temel öğeler, Türk ulusuna ve Türkiye’ye tükenmez sevgisi ile bilime ve akla sarsılmaz güvenidir. O, Türkiye’ye ve ulusuna olan sevgisini eylemiyle kanıtladı.

    Sayılı, Atatürk’ün manevi mirasçılarından biriydi.

    Sayılı, yukarıda adı geçen eserinde şöyle diyordu: “Bilim uygar dünyanın belkemiğidir ve uygarlıkta en çok ilerleyen toplumlar bilime en çok bel bağlayanlar olacaktır”. “İnsan kafası doğanın bildiği en gür, en doğurucu ve en verimli enerji kaynağıdır. Gerçekten insanda harcanan zihinsel enerji ile elde edilen sonuçlar birbirleri ile kıyas kabul etmeyecek derecede farklı olabilmektedir. Kafası sayesinde insan çok çeşitli ve engin başarılar göstermiştir. Bunların en göze çarpanı ve en göz kamaştıranı de kuşkusuz ki bilimdir.

    Sayılı’nın Atatürk’ün huzurundaki olağanüstü başarısı, aslında akıl yeteneğinin kanıtlanmasının bir örneğidir. Atatürk onun akıl gücünü takdir ederek, bilime yönelik gelişimi için olanak sağlanmasında etkili oldu. O da bu olanağı tam değerlendirdi ve başarısını Ülkesine ve bilim dünyasına yansıttı.

    Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın seçkin bir niteliği de, Doğu ve Batı dillerine vukufu, kavrayışı güçlendikçe, anadiline yani Türkçeye de giderek artan bir ilgi göstermiş ve bilinçli bir emeği sürekli vermiş olmasıdır. Bunun en belirgin kanıtı, editörü olduğu “Bilim Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe” isimli yayındaki aynı adlı makalesidir. Bu kapsamlı ve çok önemli yayında, Türkçe’nin gelişimini açıklayan Sayılı, Batı ve Doğu dillerinin çok sayıda sözcüklerine Türkçe karşılıklar da önerdi. Onun bu saygıdeğer emeği, dilimize hizmet edecekler için gelecekte de büyük değerde olacaktır. Bir yabancı terimin Türkçe karşılığının bulunmasında, Türkçeyi ve o yabancı dili çok iyi bilmek yetmemekte, aynı zamanda ilgili konuyu yeterli düzeyde bilmek de gerekmektedir. Aydın Sayılı, kişiliğinde bu niteliklerin tümünü eksiksiz biçimde toplamış bir akademisyendi. O, karşılıkları hiç bulunmamış yabancı sözcüklere ve anlam karışıklıklarına yol açabilen terimlerimize Türkçe yeni karşılıklar bulup, bunların açıklamalarını yaptı. Matematik, fizik, felsefe gibi değişik bilgi dallarını ilgilendiren bu çalışmasında, eşanlamlı, yakın anlamlı Türkçe sözcükler türeterek, dilimizi zenginleştirmede önemli bir kültürel etkinlikte bulundu.

    Aydın Sayılı, müziğe ve güzel sanatlara duyarlı bir insan olarak, keman ve resim sanatıyla amatörce çalışmalar yaptı. Resim sanatında kuru kalem tekniğini sevmiş ve başarılı çalışmalar ortaya koymuştu.

    Aldığı Ödüller ve Onur Üyelikleri;
    1- 1973 Yılında Nikola Kopernik’in doğumunun beşyüzüncü yıldönümü vesilesiyle Türkçe (Kopernik ve Anıtsal Yapıtı, 1973) ve İngilizce (Copernicus and his Monumental Work, 1973) iki yayınından dolayı Polonya Hükümeti tarafından Kopernik Madalyası verildi.
    2- Türkiye Bilimsel ve teknik Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK) 1977 Hizmet Ödülü verildi.
    3- 1981 Yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Bilim ve Teknoloji Tarihi Enstitüsü’nün Onur Beratı verildi.
    4- 1989 Yılında Die Deutsche Morgenlandische Gesselschaft (Alman Doğubilimciler Derneği) Onur Üyeliğine seçildi.
    5- 1989 Yılında Türk Kütüphaneciler Derneği Onur Üyeliğine seçildi.
    6- 1990 Yılında Ankara-Atatürk Lisesi Eğitim Vakfı Onur Kurulu Üyeliğine seçildi.
    7- UNESCO Paris Merkezi’nin hazırlattığı “Orta Asya Uygarlıkları Tarihi” isimli dizinin hazırlanmasında görevli Uluslararası Editörler Komitesi’ne seçilen Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’ya, -kendi uzmanlık alanıyla çok ilişkili olan ciltlerini tamamlaması nedeniyle-, UNESCO Genel Merkezi tarafından 1990 yılında Pandit Nahru Ödülü verildi.
    8- Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) 1993 Hizmet Şeref Ödülü verildi.

    Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın yayınları, nitelik ve nicelik bakımından olağanüstü bir çalışmayı yansıtan ürünlerdir. Yayınları, Türkçe, İngilizce, Arapça ve Farsça dillerinde olup; kitap, bildiri, araştırma yazıları ve makalelerden oluşmaktadır. Biz burada çok üretken olan Sayılı’nın sadece telif ve editörü olduğu kitaplarının künyelerini vermekle yetineceğiz.

    Telif kitapları
    1. Copernicus and His Monumental Work.—Ankara: Turkish Historical Society, 1973.
    2. Abdülhamid İbn Türk’ün Katışış Denklerde Mantıkî Zaruretler Adlı Yazısı ve Zamanın Cebri (Logical Necessities in Mixed Equations by Abd Al Hamid Ibn Turk and the Algebra of his Time).—2. bs.—Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu, 1985. (1. bs.—Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1962)
    3. Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri.-- Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi, 1985.
    4. The Observatory in Islam.—2nd ed.—Ankara: Turkish Historical Society, 1988. (1. bs.—Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1960)
    5. Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir.—3. bs.—Ankara: Kültür Bakanlığı, 1990. (1. bs.—Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 1948.), (2. bs.—Ankara: Gündoğan, 1989).
    6. Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp.—3. bs.-- Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi, 1991. (1. bs.—Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1966), (2. bs.—Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1982)
    7. Uluğ Bey ve Senerkand’daki İlmi Faaliyeti Hakkında Gıyaseddin-i Kaşi’nin Mektubu.—3. bs.-- Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi, 1991. (1. bs.-- Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1960), (2. bs.—Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1985)
    8. Türkler ve Bilimler.—İstanbul: Basın Yayın Genel Müdürlüğü, 1976 (Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Arapça yayınlanmıştır)

    Editörü olduğu kitaplar
    1. Ebû Nasr’i Farabî’nin Halâ Üzerine Makalesi = Farabî’s Article on Vacuum.—Ankara: Türk tarih Kurumu, 1951 (Prof. Dr. Necati Lugal ile birlikte yazılmıştır), (Arapça metin, Türkçe ve İngilizce tercüme), (2. bs.—Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1985)
    2. Nikola Kopernik (1473-1973).—Ankara: UNESCO Türkiye Milli Komisyonu, 1973.
    3. Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe.—Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1978 (2. bs.—Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1994), (3. bs.—Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2001)
    4. Beyrunî’ye Armağan.—Ankara: Türk tarih Kurumu, 1978.
    5. İbn Sinâ, Doğumunun Bininci Yılı Armağanı.—Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1984.


    10 TL'NİN ARKA YÜZÜNDE
    ORD. PROF. DR. Cahit ARF



    Cahit ARF (1910 - 1997)
    1910 yılında Selanik'te doğdu. Yüksek öğrenimini Fransa'da Ecole Normale Superieure'de tamamladı (1932). Bir süre Galatasaray Lisesi'nde matematik öğretmenliği yaptıktan sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde doçent adayı olarak çalıştı. Doktorasını yapmak için Almanya'ya gitti.

    1938 yılında Göttingen Üniversitesi'nde doktorasını bitirdi. Yurda döndüğünde İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde profesör ve ordinaryus profersörlüğe yükseldi. Burada 1962 yılına kadar çalıştı. Daha sonra Robert Koleji'nde Matematik dersleri vermeye başladı. 1964 yılında Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) bilim kolu başkanı oldu.

    Daha sonra gittiği Amerika Birleşik Devletleri'nde araştırma ve incelemelerde bulundu; Kaliforniya Üniversitesi'nde konuk öğretim üyesi olrak görev yaptı. 1967 yılında yurda dönüşünde Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde öğretim üyeliğine getirildi. 1980 yılında emekli oldu. Emekliye ayrıldıktan sonra TÜBİTAK'a bağlı Gebze Araştırma Merkezi'nde görev aldı. 1985 ve 1989 yılları arasında Türk Matematik Derneği başkanlığını yaptı.

    Arf, İnönü Armağanı'nı (1948) ve TÜBİTAK Bilim Ödülü'nü kazandı (1974). Cebir ve Sayılar Teorisi üzerine uluslararası bir sempozyum 1990'da 3 ve 7 Eylül tarihleri arasında Arf'ın onuruna Silivri'de gerçekleştirilmiştir. Halkalar ve Geometri üzerine ilk konferanslarda 1984'te İstanbul'da yapılmıştır. Arf, matematikte geometri kavramı üzerine bir makale sunmuştur. Cahit Arf 1997 yılının Aralık ayında bir kalp rahatsızlığı nedeniyle aramızdan ayrıldı.

    Cahit Arf ile ilgili görüşler:

    Prof. Dr. Erdal İnönü (ODTÜ Fizik Böl. Em. Öğr. Üyesi)
    Bir ülkede bilimsel araştırma ortamının olması için, gerçekten başarılı gençlerin bulunup desteklenmesi ve bunun için de ülkede başarılı araştırmacılardan meydana gelen yetkili bir çevre bulunması şarttır. Böyle bir çevre yoksa, devlet yanlış insanları destekliyor ve sağlıklı bir bilim ortamı da bir türlü kurulamıyor. Bu ikilemin kırılması, doğuştan yetenekli ve iyi niyetli bir kaç öncünün bir şekilde destek bularak araştırmalarıyla sivrilmeleri ve toplumda hak ettikleri yerlere gelmelerine bağlı. İşte Cahit Arf, Cumhuriyet'in ilk yıllarında devletten yardım görmüş temel bilimciler arasında üstün karakter özellikleri ve yeteneği ile böyle bir öncülük yapabilmiş insanlardan biri, belki birincisidir. Kendi araştırmalarına yön veren, yön gösteren hedefin hep olaylarını, süreçlerin ya da ilişkilerin nedenlerini anlamak olduğunu söylerdi ve büyük harflerle "ANLAMAK" diye de vurgulardı. Onun için anlamak, sözkonusu eğer matematikse, birtakım uzun ve karışık hesaplarla bulunmuş sonucun temel yapının özelliklerinden doğrudan doğruya sezebilmek, öteki bilimlerde de gözlenen olayı gene bir matematiksel model yardımıyla bir neden-sonuç ilişkisi haline getirebilmek demekti. Bu görüşle sosyal bilimlerde geçerli olacak matematiksel yapılar arayışını hep özendirdi.

    Sanırım, yaşamı boyunca, ailesine bağlılığı dışında izlediği iki önemli amacı vardı. Biri, matematikte kalıcı sonuçlar elde ederek adını ölümsüzleştirmek; öteki de Türkiye'de bilim ve araştırma ortamını geliştirmek. Bu amaçların ikisine de sağken varmak mutluluğuna erişti. Matematik yazınına getirdiği kavramlarla yaptığı buluşlar herzaman Arf adının anılmasını sağlayacak. Türkiye'de bilimin yeniden doğuşunun öncülerinden biri olarak her kuşaktan öğrencileri kendisine saygı sunmaya devam edecekler.

    Prof. Dr. Tosun Terzioğlu (TÜBİTAK Eski Başkanı)
    Cahit Arf bir matematikçiydi. Belki çok fazla makale de yazmadı. Çünkü, özellikle matematikte çok mükemmelliyetçiydi. Zor beğenirdi. Tam çözümler arardı ve bu nedenlerle her yaptığını makale haline getirmeyi düşünmezdi. Başta cebirsel sayılar teorisi olmak üzere geometride, analizde, elastisite teorisinde eserler verdi. Yirminci yüzyılın dar alanlarda uzmanlaşma gerektirdiğini düşünürsek bu kadar yaygın alanda çaba göstermiş olmasını da yadırgayabiliriz. Amerika, Almanya, Fransa, Rusya, İngiltere gibi bilim geleneği kökleşmiş ve güçlü, aktif matematikçi sayısı yüksek ülkelerden birinin bilim adamı da değildi. Yine de Arf'ın katkılarını zaman eleğinden geçirelim biz. İşte o sınavın sonucu olağanüstü gerçekten. 1941'de yayınlanmış makalesinde 90'lı yıllarda bile hala bir çok atıf var. Adı klasik matematik kitaplarında yer alıyor. Topolojide bir değişmeze Arf invaryantı deniliyor. Literatürde Arf halkaları, Arf kapanışı gibi terimlerle karşılaşıyoruz. Bir de bu yüzyılın büyük Alman matematikçilerinden olan Helmut Hasse'nin ismiyle birlikte anılan "Hasse-Arf" teoremi var. Bazı atıfları bulmamız için gayret göstermemiz gerekecek; çünkü makalenin yazarı "Arf"ı bir matematik sembolü, bir matematik notasyonu olarak kullanmış bu harflerin bir Türk matematikçisinin soyadı olduğunu düşünmeden. O kadar iç içe geçmiş matametikle Cahit Arf ismi.

    Cahit Arf'ı ilk tanıyan bir kişi onun sadece matematiğe ilgi duyan bir insan olduğu izlenimi edinebilirdi. Matematik her şeyin üzerinde ve ötesindeydi Cahit Bey için. Ancak onun TÜBİTAK'ın kurulmasında ve gelişmesinde gösterdiği çabayı ve özeni bilenler Cahit Arf'ın öyle içine kapanık, matematikle uğraşan dış dünyayla ilgilenmeyen bir kişi olmadığını bilirler. Mühendisliğin günlük hayattan doğan problemlerine her zaman ilgi gösterirdi. Ama, bu probleme mutlaka matematiksel bir model bulmaya da çabalardı. Hele de bir de pratikten gelen bir problemi matematik olarak çözüme kavuşturursa pek keyiflenirdi. Değerli bilim adamı yine o mitolojik kahmaramanlardan olan rahmetli Mustafa İnan ile böyle bir işbirliği yapmış ve İnan'ın köprülerde gözlemleyip araştırdığı bir sorunun matematiksel kesin çözümünü vermişti. Bu çalışmaları Cahit Arf'a İnönü Ödülü'nü kazandırmıştı

    Cahit Hoca'nın Görüşleri
    Cahit Hoca'nın tüm uğraşısı matematik değildi. O, ülkemizin temel bilim, eğitim, teknoloji alanlarının sorunları kadar toplum yaşamımızı düzenleyen oluşumlar üzerinde düşünür, fikir üretir, söyler ve yazardı. Özgür İnsan dergisinde yayınlanan "Özgürlüğün Temeli" adlı yazısında (Haziran,1976) şunları yazmıştır:

    1932'de matematik eğitimimin okul devresini bitirerek yurda döndüğümde o zamanki Milli Eğitim Bakanlığı'nda bulunan yaşlı bir dostumla ne yapacağımı konuşurken, kendisine gençliğin safdil idealizmi ile, bir Anadolu kasabasında matematik öğretmenliği yapmak istediğimi ve orada öğrencilerimle matematik hocalığı yaparak ilgilenmek istediğimi, onlara mesela Marx ve Nietzsche'yi okuyacağımı, elimden geldiği ölçüde münakaşa edeceğimi edeceğimi söyledim. O zamanın heyecanlı bir tarih öğretmeni olan yaşlı dostum, hayretle, matematik, Marx ve Nietzsche arasındaki münasebetsizliği işaret etti. Buna yanıtım şu oldu: "Amacım, öğrencilerime şu veya bu görüşü telkin değil, özgür insanlar yetiştirmek". O zaman kastettiğim özgürlük bugün mutluluğumuz için bir bakıma en çok gerekli olduğu kanısında olduğum "önyargılardan kurtulma" idi. Kanımca Milli Eğitimin temel ilkesi şu veya bu şekilde şartlanmış gelecek kuşakların yetiştirilmesi değil; tam tersine, gelecek kuşakların şartlanmamış, olayları olduğu gibi gören, her olayda, her davranışında "neden" diye sorabilen ve bu soruya doğal, mantıksal yanıtlar verebilen kişiler olarak yetiştirilmiş olmalıdır.



    20 TL'NİN ARKA YÜZÜNDE
    MİMAR KEMALEDDİN


    Mimar Kemaleddin (1870-1927) Ulusal mimarlık akımının öncü isimlerinden.

    Lise tahsilini tamamladıktan sonra mühendis okuluna girdi. Bu okulu birincilikle bitirdi (1891). Bu yetenekli öğrenciyi, okulun hocası Alman mimar, kendisine asistan olarak almış ve birlikte çalışmıştır. Dört yıl kadar çeşitli mimarlık ve yapı işlerinde çalıştıktan sonra, öğrenimini daha ilerletmek için hükümet hesabına Almanya"ya gönderilmiştir.

    Mimar Kemalettin, Almanya"ya gitmeden önce, İstanbul"daki çalışmaları sırasında Osmanlı tarihini inceledi. Özellikle Osmanlı Güzel Sanatlar tarihini dikkatle gözden geçirdi ve bu uygarlığın yetiştirdiği mimarları ve bunların en büyüğü olan Mimar Sinan"ı, eserlerindeki özellikleriyle etüt etti. Almanya"ya geldiği zaman, doğu kültürü ile dolu idi.

    Dört buçuk yıl Almanya"da kaldı. Charlattenburg Teknik Okulunu bitirdi. 19. yüzyıl Alman mimarisini inceleyerek, tarihle mimarî arasında köprülerin nasıl kurulduklarını öğrendi ve Türkiye"ye döndü.

    Türkiye"ye dönünce, Mühendis Mektebinin mimarlık ve inşaat hocalığına atandı. Burada öğrencilerine, Türk mimarisinin geçirdiği safhaları ve yıkılışını anlatıyor, yabancı ellere düşen Türk mimarisinin nasıl yozlaştığına öğrencilerinin dikkatini çekiyordu. Bu dönem de Kemalettin Bey, Türk kubbesini, kemerlerini, sarkıtlarını stilize ederek yapılara yansıtıyor, Türk çinilerini süslemede kullanıyor ve böylece yaptığı binalar, modern niteliklerinden hiçbir şey kaybetmeden, eski mimarimizin özellikleriyle bezenmiş oluyordu. Bu hocalığı sırasında bazı yetenekli mimarlarımız yetişmiş ve hocalarının açtığı çığırı yaşatmaya çalışmışlardır.

    Her türde yapıya imza atmış olan Mimar Kemalettin Bey"in Türk Mimarlığına yaptığı çok önemli bir katkı da, mimar olarak büyük üne kavuşup XIX. Yüzyılda yabancı ve azınlık mimarların yarattığı olumsuz izlenimleri silmesi, Türklerin de bu işleri yapabileceğini kanıtlamasıdır. Mimar Kemalettin Bey bu dönem başarı ile gerçekleştirdiği onarım çalışmaları ile yurt dışında anılan ilk Türk Mimarı olmuştur.

    1919 yılında İngiliz yönetimine geçen Kudüs"te Mescid-i Aksa"nın ve Kubbet-üs Sahra"nın onarımı için Müftü tarafından Kudüs"e çağrıldı, çağrıyı kabul eden Kemalettin Bey, Mescid-i Aksa"nın onarımında gösterdiği başarıdan dolayı İngiliz Kraliyet Mimarlar Akademisine (RIBA) şeref üyesi olarak seçildi.

    Başlıca eserleri: İstanbul Bahçekapı"daki 4 Vakıf han, Hürriyeti Ebediye Tepesi"ndeki "Şehitler Anıtı", Bostancı, Bebek, Bakırköy camileri, Çamlıca Kız Lisesi binası, Lâlelideki sıra apartmanlar, Ayazma Mektebi, Eyüpteki Reşadiye Okulu ve türbesi, Yeşilköy Camisi, Mahmut Şevket Paşa, Cevat Paşa, Ali Rıza Paşa türbeleri, Sultan Selim civarında birkaç medrese, şimdiki Üniversite Kitaplığı... Ankarada, Mimar Kemal Okulu, Gazi Eğitim Enstitüsü, Türk Ocağı binası, Devlet Demir Yolları binası ve proje halinde kalmış birçok eser... 1927de öldü.


    50 TL'NİN ARKA YÜZÜNDE
    Fatma ALİYE Hanım


    Fatma Aliye Hanım (Fatma Aliye Topuz).(9 Ekim 1862 - 13 Temmuz 1936). Türk edebiyatının ve İslam coğrafyasının ilk kadın romancısı olarak tanınır. (Zafer Hanım'ın 1877 yılında yayımladığı Aşk-ı Vatan adlı bir roman mevcutsa da yazarın tek romanı olduğu için Zafer Hanım değil, beş roman yayımlayan Fatma Aliye Hanım ilk romancı ünvanını taşımıştır.)

    9 Ekim 1862'de İstanbul'da doğdu. Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa ile Adviye Hanım'ın kızıdır. Yaşadığı devirde bir kadının eğitilebileceğine inanılmadığından kendisine özel bir eğitim verilmese de ağabeyi Ali Sedat Bey'in evde özel hocalardan aldığı dersleri dinlemesi sayesinde kendini geliştirmiştir. Fransızca merakının ortaya çıkması üzerine Fransızca dersleri almış ve bu dili çok iyi düzeyde öğrenmiştir.

    Fatma Aliye Hanım, 17 yaşında iken (1879) Kırım Harbi'ndeki savunması ile ünlü Gazi Osman Paşa'nın yeğeni Kolağası Faik Bey ile evlendi ve dört kızı oldu. (Hatice, Ayşe, İsmet, Nimet)

    Evliliğinin ilk 10 yılında ancak eşinden gizli (?!) olarak kitap okuyabilen Fatma Aliye Hanım, eşinin bu konudaki tutumunun değişmesinden sonra onun izni ile tercümeler yapmaya başladı. Edebi yaşantısı 1889 yılında George Ohnet'in Volonte adlı romanını Meram adıyla çevirmesi ile başladı. Bu romanı "Bir Hanım" imzasıyla yayımlamıştır. Bu başarısıyla babasının dikkatini çeken Fatma Aliye Hanım, kendisinden ders almaya, fikir tartışmaları yapma olanağına kavuşmuştu. "Bir Hanım"'ın gösterdiği çabalar, ünlü yazar Ahmed Mithat Efendi tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde övüldü ve yazar kendisini manevi kızı kabul etti. Fatma Aliye Hanım, bu ilk çevirisinden sonraki çevirilerinde "Mütercime-i Meram" takma adını kullandı.

    1891 yılında Ahmet Mithat Efendi ile birlikte Hayal ve Hakikat adlı romanı yazdı. Romanın kadın ağzından olan kısmı Fatma Aliye Hanım'ın, erkek ağzından olan kısmı Ahmet Mithat Efendi'nin kaleminden çıkmıştı. Eser, Bir kadın ve Ahmet Mithat imzasıyla yayımlandı. Bu romandan sonra ikili uzun süre mektuplaşmış ve bu mektupları Tercüman-ı Hakikat Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

    Fatma Aliye Hanım, 1892 yılında Muhadarat adlı ilk romanını kendi adıyla yayımladı. Bu romanında bir kadının ilk aşkını unutamayacağı inancını çürütmeye çalıştı. 1899 yılında yayımlanan Udi adlı romanında görevi üzerine gittiği Halep’te yaşamına tanık olduğu bir kadın udiyi anlattı. Bu kitapta mutsuz bir evlilik yapan Bedia'nın hikayesi dönemine göre çok yalın bir dille anlatmıştır. Reşat Nuri Güntekin, edebiyata ilgisini güçlendiren yapıtlar arasında lalasından dinlediği romanlardan sonra Fatma Aliye Hanım'ın Udi romanını sayar. Eserlerinde kadın gözüyle evlilik, eşler arasındaki uyum, aşk ve sevgi kavramı, birbirini tanıyarak evlenmenin önemi gibi mühim konuları işleyen Fatma Aliye Hanım'ın diğer romanları Ref'et, Enin, Levayih-i Hayat adlarını taşır. Yazar romanlarında bireyleşme çabasında olan, çalışan, para kazanan, erkeğe ihtiyaç duymayan kadın kahramanlar yaratır.

    Fatma Aliye Hanım, edebi eserlerinin yanısıra kadın sorunları ile ilgili de eser vermişti. Kadınlara Mahsus Gazete'de kadın sorunlarına ilişkin makaleler yazmış ve Geleneksel görüşlerden kopmadan kadın haklarını savunmuştur. 1892'de yayımlanan Nisvan'ı İslam adlı kitabında Avrupalı kadınlara İslam'da kadının durumunu anlatmış ve romanlarında daha modern kadın kahramanlar yaratan yazar, bu kitapta, makalelerinde olduğu gibi, eski gelenekleri savunmuştur.

    1893 yılında Ahmet Mithat Efendi tarafından yazılan Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu (Bir Muharrire-i Osmaniye'nin Neşeti) adlı kitap bilinirliğini arttırdı. Bu kitap Ahmet Mithat'ın Fatma Aliye'yi anlattığı yazıları ve Fatma Aliye'nin doğrudan kendisini anlattığı mektuplarından oluşmaktadır. Fatma Aliye mektuplarında bitmek tükenmez bilmeyen öğrenme coşkusunu anlatır.

    Fatma Aliye Hanım'ın edebiyat dışındaki uğraşı alanlarından bir başkası ise yardım cemiyetleri idi; 1897 yılında asker ailelerine yardım amacıyla Nisvan-ı Osmaniye İmdat Cemiyeti adlı bir dernek kurdu. Bu dernek, ülkedeki ilk resmi kadın derneklerinden biridir. Fatma Aliye Hanım, Hilal-i Ahmer Cemiyeti'nin de ilk kadın üyesidir.

    1914 yılında yazdığı Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı son yapıtıdır. Bu romanında Meşrutiyet sonrası siyasal yaşamı ortaya koymayı amaçlamıştır. Resmi tarih tezlerine muhalefet ediyor olması, edebiyat dünyasından dışlanmasına yol açmıştır.

    İlk Türk kadın romancı olma özelliği ile Avrupa ve Amerika basınında kendisinden söz edilen Fatma Aliye Hanım'ın “Nisvan-ı İslâm” adlı eseri Fransızca ve Arapça'ya, “Udî” adlı romanı Fransızca'ya çevrilmiştir. Emile Julyar adlı bir Fransız yazarının "Doğu ve Batı Kadınları" adlı kitabını Fransız gazetelerine yazdığı bir mektupla eleştirmesi Paris'te büyük yankı uyandırmıştı. Eserleri 1893 yılında Şikago'da Dünya Kadın Kütüphanesi Kataloğu'nda sergilenmiştir. Fatma Aliye Hanım'ın II. Meşrutiyet yıllarına kadar yaygın bir ünü olmasına rağmen zamanla unutulmuştur.

    Fatma Aliye Hanım, soyadı kanunundan sonra Topuz soyadını aldı.

    Fatma Aliye 13 Temmuz 1936 tarihinde İstanbul'da vefat etti. Cenazesi Feriköy Mezarlığı'na defnedilmiştir.

    Fatma Aliye Hanım'ın adı, İstanbul Beyoğlu'nda ve Çankaya Ankara'da birer sokağa verilmiştir. İlk Osmanlı kadın feministlerden Emine Semiyye'nin ablası, tiyatro ve sinema oyuncusu Suna Selen'in anneannesidir.


    100 TL'NİN ARKA YÜZÜNDE
    ITRİ


    İstanbul'da doğdu, aynı kentte öldü. Çağdaşlarının, ölümüne tarih düşürmek amacıyla kaleme aldığı mısralar ile, bestelediği yapıtlarda güfte olarak kullandığı şiirlerin yazılış tarihlerine göre, yaklaşık 1630 ile 1640 yılları arasında doğduğu sanılmaktadır. Çeşitli kaynaklarda ölümü için 1711 ve 1712 tarihleri gösterilmektedir. Asıl adı Mustafa'dır. Itrî, şiirlerinde kullandığı mahlastır. Buhurîzade Mustafa Efendi diye de anılmıştır. Buhurîzade adının kendi lakabı mı, yoksa aile adı mı olduğu bilinmemektedir. Yaşamı üstüne bilinenler de, eski ve yeni kaynaklardaki, çoğu birbiriyle çelişen bilgilere dayanır. Zamanına göre iyi bir öğrenim görmüştür. Ustalarından birinin Hâfız Post olduğuna kesin gözüyle bakılır. Nasrullah Vâkıf Halhalî, Kasımpaşalı Koca Osman Efendi, Derviş Ömer Efendi gibi 17 yy. bestecilerinden de yararlandığı sanılmaktadır. Çağının kaynakları, onun Mevlevi olduğunda birleşirler. Mevlevi tekkelerinde okunmak üzere bir ayin ile bir naat bestelemiş olması da, bunun bir kanıtıdır. Söylentilere göre, Yenikapı Mevlevihanesi'nin o zamanki şeyhi Câmî Ahmed Dede'ye (?-1671) kapılanmış, müzik sevgisiyle Mevlevi olmuştur. Itrî beş padişah dönemi gördü. Sultan IV. Mehmed zamanında tanındı. Huzurda düzenlenen fasıllara hanende olarak katıldı, bestelediği yapıtlarla padişahlardan büyük yakınlık gördü. Saraya girmeden önce ne tür işlerde çalıştığı bilinmiyor. Yakınlık gördüğü bir başka devlet adamı da, şiirleri ve müzik sevgisiyle tanınan Kırım Hanı I. Selim Giray'dı (1634-1704). Itrî, IV. Mehmed'le yakınlığının bir sonucu olarak, padişahtan, kendisine esirciler kethüdalığı görevinin verilmesi dileğinde bulunmuş, bu dileği yerine getirilmiştir. Bazı kaynaklar, onun bu dileğini, İstanbul'a getirilen esirlerin ülkelerinin müziği üstüne bilgi edinmek, içlerinden müziğe yeteneği olanları da yetiştirmek istemesine bağlarlar. Itrî uzun yıllar Enderun'da müzik öğretmenliği ve hanendelik ettikten sonra, elli yaşına doğru emekli olarak saraydan ayrıldı. Ancak, müzikteki ünü Lale Devri'nde daha da artarak sürdü. Meyvecilikle çiçekçiliğe meraklı olduğu, kendi adıyla anılan İstanbul'un ünlü Mustabey armudunu ilk kez onun yetiştirdiği de söylenir. Itırdan gelen Itrî mahlası da, çiçek merakına bağlanır. Divan şairlerinden Şeyhî'nin yazdığına göre, ölümünden sonra "Mevlevihane Yenikapusu haricine" gömülmüştür. Mezar taşı kayıptır. Itrî zamanının tanınmış şairlerindendir. Divan ve âşık tarzlarında şiirleri vardır. Naatlar, gazeller, tahmisler, nazireler, tarih düşüren beytiler ve şarkılar dışında, hece ölçüsüyle türküler de yazmıştır. Bestelediği yapıtlarda şiirlerinin pek azını güfte olarak kullanmış, Nâbî, Bakî, Nazîm, Nailî, Nef'î gibi ustaların şiirlerini bestelemeyi yeğlemiştir. Şiirlerini topladığı Divan'ı kayıptır. Şiirlerine şuara tezkirelerinde, yazma şiir derlemelerinde rastlanır. Ancak, Itrî mahlaslı bütün şiirler ona ait değildir, 1622'de ölmüş başka bir şair de aynı mahlasla şiirler yazmıştır. 17.ve 18 yy'larda Buhurîzade lakabıyla tanınmış iki müzikçi daha bulunduğu için, Itrî'nin onlarla da karıştırılmaması gerekir. Itrî aynı zamanda tâlîk yazı yazan bir hattatır. Edebiyat ve hat öğretmeni Siyahî Ahmed Efendi'dir (?-1697). Yazdığı tâlik yazı örnekleri, Hâfız Post'un güfte derlemesine eklediği güftelerde görülür. Neyzen olduğu da söylenir. Saz eserleri bestelemesi, ney ya da başka bir saz çaldığını gösterir. Çağının kaynaklarında, kuramsal bilgilerinin çok üstün bir düzeyde olduğundan söz edilir. Asıl önemi besteciliğindedir. Yapıtlarıyla bir çığır açmış, Klasik Türk müziğinin kurucusu olmuştur. Ondan önceki bestecilerde, bir ölçüde de olsa, Orta ve Yakındoğu müziklerinin izleri sezilir. Bu etkiler onda bütünüyle silinmiş, Klasik Türk müziği diye adlandırılan, Osmanlı-Türk üslubu en belirgin çizgileriyle ortaya çıkmıştır. Klasik üsluba bağlı kalmış pek çok bestecide, az ya da çok, onun etkisi vardır. Itrî, Abdülkadir Merâgi ve Hammâmîzade İsmail Dede Efendi'yle birlikte, Türk müziğinin gelişimini yönlendiren üç önemli besteciden biri olmuştur. Itrî'nin din dışı yapıtlarının başında gelen Nevâ Kâr Hâfız'ın bir gazeli üzerine bestelenmiştir. Bu yapıt çeşitli makam ve usul geçkileri uygulanarak birbirine bağlanmış ezgilerinin zenginliği yanında, kuruluşu ve titiz işçiliğiyle de özgünlük taşır. Aynı zamanda, Klasik üslubun niteliklerini de en iyi yansıtan, en özlü örneklerinden biridir. Çeşitli makamlardaki, büyük formlu öbür din dışı yapıtları, ilgili fazılların ilk akla gelen parçaları arasındadır. Din dışı küçük formlarda bestelediği hiçbir yapıtı günümüze ulaşmamıştır. Itrî dinsel müziğe yepyeni bir hava getirmiştir. Dinsel yapıtları, cami ve tekke müziği örnekleri olarak ikiye ayrılır. Teravih namazı sırasında makam değiştirme kuralı ile, camilerde müezzinlerin uyguladıkları çeşitli kuralların Itrî tarafından konulduğu söylenir. Bayram namazlarında okunan Segâh Kurban Bayramı Tekbiri, kutsal emanetlerin ziyareti sırasında okunan Segâh Sal-ât-ı Ümmiye, Mâye Cuma Salâtı, Dilkeşhâveran Gece Salâtı, üç yüz yıldır etkilerinden bir şey yitirmemiş yapıtlardır. Özellikle ilk ikisi çok kısa birer cümle içinde yarattıkları etkinin yoğunluğu bakımından Türk müziğinde benzersiz bir sanat gücü taşırlar. Mevlevihanelerde, sema törenlerinde, ayinden önce okunan, Rast Naat-ı Peygamber, Itrî'nin Mevlevi müziğine en kalıcı katkısıdır. Güftesi Mevlânâ'nın bir şiirinden alınan yapıtta, güfte ile beste yetkin bir biçimde bütünleştirilmiştir. Bu naatın, bestelenmesinden sonra Mevlevihanelerdeki her sema töreninde okunması bir gelenek haline gelmiştir. Segâh Ayin'i ise, bu türün ilk güçlü örneklerinden biridir. Günümüze ulaşan yapıtlarının çoğunda mistik bir hava vardır. Bu yönü bir ölçüde, Mevlevi olmasına bağlanabilir. Seçtiği formlar için en uygun anlatımı bulan Itrî, cami müziği olarak bestelediklerinde, derin bir dindarlık duygusunu, Mevlevi müziği yapıtlarında, tasavuffi bir içe dönüş heyecanını dile getirmiş, din dışı yapıtlarında ise, yoğun müzik cümleleri arasında beliren düşünceli ve düşündürücü bir tavrı benimsemiştir. Sanatı değerlendirilirken, üslubunun niteliği ile yapıtlarındaki teknik özellikler birbirine bağlı iki düzey olarak ortaya çıkar. Itrî'nin müziği 17. yy'da henüz oluşum aşamaları içindeki bir müzik üslubunda "klasik" diye nitelendirilebilecek özellikler taşır. Kişisel duygu ve düşüncelerini dile getirmediği, bütünüyle kendine özgü, kişilikli bir anlatım yaratabilmiştir. Müziğinin dengeli, oturmuş bir yapısı vardır; yapıtlarının en dokunaklı bölümlerinde bile, duygusallıktan, abartamadan, gereksiz süslemelerden kaçınmıştır, cümleleri açık seçik ve berraktır. Yapıtlarının ezgi yapısındaki özellikler ise, sanatının ancak teknik bir inceleme çerçevesinde değerlendirilebilecek başka bir yönüdür. Hiçbir bestesinde alışılmış ezgi örneklerine rastlanmaz. Belli bir makamdaki yapıtı, başka bir bestecinin aynı makamdan bir yapıtıyla karşılaştırıldığında, o makamı çok farklı buluşlar, taklit edilmeyen, benzersiz deyişlerle işlediği görülür. Bir makama bağlı müzik cümlelerini sadece komşu perdelerden yararlanarak geliştirme kolaycılığından kaçınmış, en uzak perdelere dek uzanarak, zor olanı gerçekleştirmeyi yeğlemiştir. Böylece ezgilerini dar bir ses alanı içinde kalmaktan kurtarmıştır. Onun müziği bu bakımdan makam ve geçki zenginliği taşır. Bu zenginlik, kullandığı usuller için de geçerlidir. Notasıyla günümüze ulaşamamış parçalarının güfteleri ile usullerini veren eski kaynaklarda, çok ender kullanılmış usullerde bile yapıt bestelediği görülmüştür. Itrî, Şeyhülislam Esad Efendi'nin belirttiğine göre, bini aşkın beste yapmış olan çok verimli bir bestecidir. Bunların büyük bir çoğunluğu unutulmuş ya da kaybolmuştur; bugün ancak kırk dolayında yapıtı bilinmektedir. Günümüze kalan pek az yapıtıyla bile bugün de Klasik Türk müziğinin en başta gelen birkaç ustasından biri kabul edilmesi, sanatında ki olağanüstü özelliklerin bir sonucudur

    200 TL'NİN ARKA YÜZÜNDE
    YUNUS EMRE


    Tarihî hayat ve şahsiyeti hakkında pek az şey bildiğimiz Yûnus Emre, Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılmaya ve Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde küçük-büyük Türk Beylikleri'nin kurulmaya başladığı 13. yy ortalarından Osmanlı Beyliği'nin filizlenmeye başladığı 14. yy'ın ilk çeyreğinde Orta Anadolu havzasında doğup yaşamış bir Türkmen hocası, şair bir erendir. Yûnus'un yaşadığı yıllar, Anadolu Türklüğünün Moğol akın ve yağmalarıyla, iç kavga ve çekişmelerle, siyasî otorite zayıflığıyla, dahası kıtlık ve kuraklıklarla perişan olduğu yıllardır. 13. yy'ın ikinci yarısı, sadece siyasî çekişmelerin değil, çeşitli gayrısünni mezhep ve inançların, batınî ve mutezilî görüşlerin de yoğun bir şekilde yayılmaya başladığı bir zamandır. İşte böyle bir ortamda, Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Hacı Bektaş-ı Velî, Ahî Evrân-ı Velî, Ahmed Fakih gibi ilim ve irfan kutuplarıyla birlikte Yûnus Emre, Allah sevgisini, aşk ve güzel ahlakla ilgili düşüncelerini, her türlü batıl inanca karşı, gerçek İslam tasavvufunu işleyerek Türk-İslam birliğinin oluşmasında önemli vazifeler yapmıştır. Yûnus Emre, "Risalet-ün Nushiyye" adlı mesnevîsinin sonunda verdiği;
    Söze târîh yedi yüz yediydi
    Yûnus cânı bu yolda fidîyidi
    beytinden anlaşıldığı kadarıyla H. 707 (M. 1307-8) tarihlerinde hayattadır. Yine, Adnan Erzi tarafından Bayezıd Devlet Kütüphanesi'nde bulunan 7912 numaralı yazmada şu ifadelere rastlanmaktadır:
    Bu belgeden anlaşılacağı üzere, Yûnus Emre, H. 648 (M. 1240-1) yılında doğmuş, 82 yıllık bir dünya hayatından sonra H. 720 (M. 1320-1) yılında ölmüştür.
    Doğduğu yer konusundaki tartışmalar Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy ile Karaman üzerinde yoğunlaşmaktadır. Menakıpnâmelerle şiirlerinden çıkarılan bilgilere göre Babalılardan Taptuk Emre'nin dervişidir. Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgisi Vilayetname'den kaynaklanmaktadır. Yine şiirlerinden tasavvuf yolunu seçtiği, iyi bir öğrenim gördüğü anlaşılmaktadır. Anadolu kentlerini dolaştığı, Azerbaycan ve Şam'a gittiği, Mevlana'yla görüştüğü de bu bilgiler arasındadır.
    Şiiri ve Ozanlığının yanısıra dili, düşünceleri, işlediği konularla Anadolu'da gelişen Türk edebiyatının en büyük adlarından sayılan Yûnus Emre, yalnız halk ve tekke şiirini değil, divan şiirini de etkiledi, yaşarlığını çağlar boyu sürdürdü. Hece ve aruzla yazdığı şiirlerinde sevgiyi temel aldı. Tasavvufla, İslam düşüncesiyle beslenen dizelerinde insanın kendisiyle, nesnelerle, Allah'la ilişkilerini işledi, ölüm, doğum, yaşama bağlılık, İlahi adalet, insan sevgisi gibi konuları ele aldı. Çağına hâkim olan düşünüş biçimini ve kültürü konuşulan dille, yalın akıcı bir söyleyişle dile getirdi; kendinden önce yetişmiş İran ozanlarının, çağdaşlarının yapıtlarında geçen kavramlara yeni bir öz, yeni bir deyiş kattı. Bu yanıyla tasavvuf düşüncesini, Alevi-Bektaşi inançlarını zenginleştirdi, kendi adına bağlanan tekke şiirinin Anadolu'daki ilk temsilcilerindendir.
    Türbesi [değiştir]Yûnus Emre'nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır. Bunlar; Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy; Karaman'da Yunus Emre Camii avlusu; Bursa; Aksaray ile Kırşehir arası; Ünye; Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyü; Erzurum, Duzcu köyü; Isparta'nın Gönen ilçesi; Afyon'un Sandıklı ilçesi; Sivas yakınında bir yol üstü. Ayrıca Tokat'ın Niksar ilçesinde de bulunmaktadır. Ayrıca, mutasavvıf Niyazi Mısri de Yunus Emre'nin mezarının (veya makamının) Limni Adası'nda bulunduğunu ifade etmiştir. Bunlar arasında bilim adamlarınca tartışma, Karaman ve Eskişehir'deki türbeler üzerine yoğunlaşmışsa da, Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgili menkıbe düşünüldüğünde Aksaray - Kırşehir arasındaki türbenin asıl Yunus Emre türbesi olduğu düşünülebilir.


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: ANIT İNSANLAR

          Kategori: Genel Kültür

          Konuyu Baslatan: Watan

          Cevaplar: 17

          Görüntüleme: 4657

    Konu Watan tarafından (25.12.2008 Saat 21:13 ) değiş;tirilmiş;tir.

  2. #2
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart

    Kişi emeğine sağlık, gene dökdürüpsen. Daha paralar çıxmadan tamamen tanıttın bize. Ya sende bunnardan çoxdu heralde, birkaç denesini gönder bakalım, görerek te tanıyalım kişi
    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

  3. #3
    Watan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    02.09.2008
    Mesajlar
    1.458
    Konular
    151
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    595
    @Watan

    Standart

    Alıntı Aybalam76 Rumuzlu Üyeden Alıntı
    Kişi emeğine sağlık, gene dökdürüpsen. Daha paralar çıxmadan tamamen tanıttın bize. Ya sende bunnardan çoxdu heralde, birkaç denesini gönder bakalım, görerek te tanıyalım kişi
    Ay kişi ne sebirsizssen yaa
    Burda galdı üç beş gün az daha tişini sığ daa

  4. #4
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart

    Alıntı watannn Rumuzlu Üyeden Alıntı
    Ay kişi ne sebirsizssen yaa
    Burda galdı üç beş gün az daha tişini sığ daa


    Kişi geri verecem ödünç istedim, gerçeyini görmek için. İşine gelmedi ele bekle deyirsen
    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

  5. #5
    S€®C€
    S€®C€ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart

    Yararlı eklenti teşekkürler watan kardeş...

  6. #6
    DoĞu
    DoĞu - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart

    Eline emegine saglik yararli bir eklenti
    paylasimin için saoll

  7. #7
    gonul gull - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    447
    Konular
    25
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    591
    @gonul gull

    Standart

    ben katılmıyorum.bilakis çok güzel bir şey.geçmişinden insanından utanan Türkiye değişim istiyor.ARKA YÜZDEN BAHSETMİŞLER

  8. #8
    gonul gull - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    447
    Konular
    25
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    591
    @gonul gull

    Standart

    Yanlış anlamanız algılamanız üzdü.Atatürk tartışmayı gerektirmeyecek herkes çe kabul görmüş bir lider.Her konuda ATAmızın adını kullanıp her fikirde onu kullanANlar çok olduğu için titizlikle kendi fikirlerimde adını kullanmıyorum.Ben değer verdiğim sevdiğim insanları fikrim için kullanmam.Dediklerini yaparım.BUNA ONA DUYDUĞUM DERİN SEVGİ VE SAYGIDANDIR.Kişiye göre değişir.

    Utanılan geçmiş TÜRK OLMAK VE OSMANLI.Ama anıt insanları özellikle dikkatimi çekti başarılı TÜRK insanlarını temsil ediyorlar.buda şu demek.TÜRKLÜĞÜMÜZLE GURUR DUYUYORUZ.bu birçok sorunu aşabilmemiz için çok gerekli bir şey.
    ben her zaman siyasi PALTFORMDA dahil Türk insanının geçmişinden utanmaması gerektiği ve insanını yücelttiği günleri görme taraftarıyım.
    GEÇMİŞTEN UTANMAYA UFAK BİR ÖRNEK.ERMENİ ÖZRÜ..ÇOK ŞEY ANLATMIYOR MU.

  9. #9
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1047
    @Dygsuz

    Standart

    Mechulcan şüphelerinde haklısın,bastırılmış yada bastırılmaya çalışılan bir çok duyguları var fakat paraların arka yüzünden ön yüzüne geçme çabaları sadece düşüncede kalır.

  10. #10
    Watan - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    02.09.2008
    Mesajlar
    1.458
    Konular
    151
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    595
    @Watan

    Post

    Alıntı gonul gull Rumuzlu Üyeden Alıntı
    Yanlış anlamanız algılamanız üzdü.Atatürk tartışmayı gerektirmeyecek herkes çe kabul görmüş bir lider.Her konuda ATAmızın adını kullanıp her fikirde onu kullanANlar çok olduğu için titizlikle kendi fikirlerimde adını kullanmıyorum.Ben değer verdiğim sevdiğim insanları fikrim için kullanmam.Dediklerini yaparım.BUNA ONA DUYDUĞUM DERİN SEVGİ VE SAYGIDANDIR.Kişiye göre değişir.

    Utanılan geçmiş TÜRK OLMAK VE OSMANLI.Ama anıt insanları özellikle dikkatimi çekti başarılı TÜRK insanlarını temsil ediyorlar.buda şu demek.TÜRKLÜĞÜMÜZLE GURUR DUYUYORUZ.bu birçok sorunu aşabilmemiz için çok gerekli bir şey.
    ben her zaman siyasi PALTFORMDA dahil Türk insanının geçmişinden utanmaması gerektiği ve insanını yücelttiği günleri görme taraftarıyım.
    GEÇMİŞTEN UTANMAYA UFAK BİR ÖRNEK.ERMENİ ÖZRÜ..ÇOK ŞEY ANLATMIYOR MU.
    Bu güzel yoruma kesinlikle katılıyorum!!
    Geçmişiyle utanacak bir millet değiliz kesinlikle, ama, GEÇMİŞİMİZE SAHİP ÇIKMASINI BİLMEDİĞİMİZ İÇİN UTANACAK BİR MİLLETİZ...
    Nasılmı.?
    Hani dilimizde birşeylerin bir adı olur ya, birşeyleri temsil eder adınada KELİME deriz, işte bir kelimede warki ounun adıda ''ECDAT'' (geçmişteki büyükler,atalar)ATALAR: En büyük atamız ATATÜRKtür, bu yüce şahsiyeti tartışmaya bile gerek yok zaten. Birde ondan önceki we sonraki atalarımız war.. Yurdumun her köşesinde eli silah tutup toprağını korumak için düşmana mermi sıkan asker'de ECDADIMIZ,Köyünde tarlasını sürüp şehir'indeki halkının karnını doyuran çiftçi'de ECDADIMIZ, We yukarıda adı geçen, ulusal ve uluslararası özellik yaratmış, tarihe mal olmuş şahsiyetlerde bir ECDADIMIZdır... Yani atalık sadece yüce şahsiyet ATATÜRK'ten ibaret olan birşey deyildir. ATATÜRK şimdiki biz we bizden sonraki gelecek türk nesillerinin atalarının en yücesidir... We biz yeni nesilede bu ecdadımızı geçmişimizi tanımamız we sahip çıkmamız düşüyor.. İşte halkımızın çoğu bunu farklı şekilde biliyor diye. Malesef geçmişimize sahip çıkmasını bilmiyoruz...

    Meçul gardaş men seni başa salım. Bunun adı DEWRİM demek olur..
    Teze çıxan banknotları gördünmü bilmirem eme çox gesheng olupdu dede. Atatürk indiyene geder çıxan pulların üstünde heç gülümsemirdi eme indi kaxıt olan pulların hamısında gülümsüyür. Elede yaxıshıpdıki gülümsemek atamıza dede..
    Keşke bu konuya sadece hükumet karar wermiş olsaydı. Bilakis gurur duyardım. Ama nerdee. Bu konuya hükumetle beraber bu konuyla ilgili bütün kurumlar we kuruluşlar karar wermiştir bence.
    We bence yeni çıkan banknotların (kağıt paraların)arka yüzüne anıt insanların resmini koymakta bizlere önemli bir MESAJ WAR.
    Benim anladığım kadarıyla denilmişki...
    OĞLUM!.. YADA KIZIM!.. BAK ŞU YENİ ÇIKAN PARALARIN ARKA YÜZÜNDEKİ İNSANLAR WARYA!..
    BAK ŞU İNSAN'LARDA SENİN ECDADIN..!!!
    Bunlarıda iyi tanı, herdaim hatırla, yadet, zikret we gururla anlat..
    Çünkü bu kişiler ulusal we uluslararası özellik yaratmış, tarihe mal olmuş şahsiyetlerdir...

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş