Abayı Yakmak
Aba, dövme yünden değişik kalınlıklarda yapılan bir tür kumaşın adı olup genellikle beyaz renkte imal edilir. Siyah renklisine ise kebe denir.
Bu cins kumaşın kullanıldığı pek çok yer olmakla beraber aba denilince genlikle dervişlerin giydiği hırka anlaşılır. Vücudun tamamını örtecek kadar geniş ve uzun, yakasız ve yensiz dikilen abanın özelliği, düğmesiz olup kuşak ile kullanılmasıdır.
Bu deyim mecazen "birisine âşık olmak, tutulmak, gönül vermek" gibi anlamlar ihtiva eder. Dervişler arasında birilerinin aşkının büyüklüğünden bahsedilecekse eskiden, "Ooo! Abası hayli yanıktır!" gibi ifadeler kullanılırmış.
Eski tekkelerin mimarî kompleksi içinde bir mescid (veya cami), ortada şadırvanı olan bir avlu ve avluyu çevreleyen derviş hücreleri, büyükçe bir dershane, mutfak, kiler, ambar vs. bulunduğu bilinmektedir. Bilhassa kış aylarında dershanelerin ocağı harlı ateşle yakılarak dervişânın burada toplanmaları sağlanır; böylece hem iktisat yapımlı, hem de uzun saatler mürşidden istifade ortamı oluşturulurdu.
İşte böyle bir kış gecesinde, yün abalarına bürünmüş dervişler dershanede halka olup şeyh efendiyi dinlemeye başlamışlar. Efendi hazretleri coştukça anlatmış; anlattıkça coşturmuş ve dervişler kendilerinden geçecek derecelere gelmişler. Bu sırada ocağa sırtı dönük dervişlerden birisinin abasına ateş sıçrayıp dumanı tütmeye başlamışsa da dervişin sıcaklığı hissettiği yok!.. İçindeki ateş, dışındakinin sıcağını bastırmış durumda. "Pir aşkına Yar aşkına (Allah aşkına)!" yanmaya devam ediyor. Nihayet şeyh efendi dumanını fark edip bu müridini ikaz ile yanmaktan kurtarıyor ve arkadaşları arasında mahçup olmasın diye onu diğerlerine "gerçek Hak âşıkı" olarak tanıtıyor. Şimdi argo lisanda kullanılan "abayı yakmak" deyimi işte o hâdisenin yadigârıdır.
Ağzına Tükürmek
Bebek yahut küçük çocukların, manevi itibarına ve ermişliğine inanılan kişilere götürülerek ağzına tükürttürülmesi ve ardından da ileride o kişi gibi ulu bir zat olması için dua istenmesi yakın zamanlara kadar geçerli olan Anadolu adetlerinde biriydi. Eski tekkelerin eşikleri bu sebeple çok aşınmış olsa gerektir.
Bütün bunlardan anlaşılan o ki argodaki ağzına tükürmek deyiminde bir üstünlük mücadelesi vardır. Birisinin ağzına tükürdüğünü veya tükürmek istediğini "ağzına tükürdüğüm" veya "ağzına tüküreyim" gibi basma kalıp deyimlerle ifade eden kişi, söz konusu meselede ağzına tükürülenden daha usta olduğunu veya olabileceğini ima etmeye çalışmakta, "bu konu da ben onun ağzına tükürürüm!" diyerek de bir nevi tehdit savurmaktadır.
Ağza tükürmenin yalnızca hasta okumağa özgü bir gelenek olmadığını şu hikayeden anlamak mümkündür:
Vaktiyle, saçma sapan şiirler yazan bir şair, Molla Camii'nin meclisinde,
-Üstat, demiş, dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır aleyhisselamı gördüm. Mubarek ağzını tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi.
Molla cami adamın şiirlerinde keramet sezilmesi için böyle söylediğini ve güya Hızır'ın feyiz verici nefesine mas har olduğuna dair yalancı şöhret peşinde koştuğunu anlayıp cevabı yapıştırmış:
- Be ahmak, öyle değil. Bence Hızır aleyhisselam bu şiirleri senin yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş, ama o sırada ağzın açık olduğundan, tükürük suratına geleceği yerde ağzına girmiş!..
Ağzından Baklayı Çıkarmak
Türkçe'de bakla ile alâkalı iki deyim vardır. Her ikisinde de illiyet, kurutulmuş baklanın zor ıslanması ve zor yumuşamasıyla ilgilidir. Kurutulmuş baklanın ağıza alındığında ıslanıp yumuşaması uzun bir süreyi ilzam eder. Sır saklama ve dilini tutma konusunda kendisine itimad edilemeyen kişiler için "Ağzında bakla ıslanmaz" deyiminin kullanılması bu yüzdendir. Yani duyduğu bir sırrı hemen başkasına anlatır, demlenesiye kadar yahut bir baklanın ıslanacağı müddet kadar olsun beklemez demeye gelir.
Baklayla ilgili diğer deyim baklayı ağzından çıkarmaktır. Deyim, içimizden geçtiği halde mekân ve zaman müsait olmadığı için nezaket veya siyaseten söyle(ye)mediğimiz şeyler için birisinin bizi ikazı zımnında "Çıkar ağzından (dilinin altından) baklayı" demesine işarettir. Deyimin hikâyesi şöyle:
Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine yakıştırılan küfürbazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
- Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sen de küfretmeme isteğini hatırlayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin.
Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak,
- Şeyh efendi, biraz durur musun? deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,
-Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz...
Şeyh içinden "La havle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sırada küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
-Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
-İyi de evlâdım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
- Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun akına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur,horoz çıkarmış.Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu.
Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine Şeyh efendi,
-Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı!..
Ahfeş'in Keçisi
Ahfeş, Arap gramerinin en büyük âlimlerinden üç ayrı kişinin adıdır: Ebü'l-Hasan Said b- Mes'ade, Ebü'I-Hattâb Abdülhamid ve Ali b. Süleyman. Bunların her üçü de yaptıkları çalışmalarıyla Arapça'ya büyük hizmetlerde bulunmuşlar, ancak içlerinden birinin adı, bu çalışmalarından dolayı değil; çalışma sisteminden dolayı ibretle anıla gelmiştir.
Ahfeş kelimesi aslında tropikal iklimlerde görülen bir tür göz hastalığının adıdır. Güneşe ve ışığa aşırı duyarlılık sebebiyle ortaya çıkan bu hastalığa yakalananlar gözlerini kısarak bakmak zorunda kalırlar, bu da ciltlerinde bozulmalara sebep olurmuş. Ahfeşlerin gözleri küçük olup geceleyin gündüzden, bulutlu havada da gün ışığından daha iyi görürlermiş. Söz konusu dilci de bu illetten muztarip olduğundan Ahfeş lakabıyla tanınmış ve asırlar içerisinde artık adı yerine yalnızca lakabı kullanılmıştır.
Ahfeş, yaşadığı muhit itibariyle dil konusunda verdiği dersleri dinlemeye istekli kimse bulamaz, sayıları birkaçı geçmeyen öğrencileri de sık sık derslere devamsızlık ederlermiş. Böyle durumlarda Ahfeş hem öğretmenliğin hakkını vermek, hem devletten aldığı parayı hak etmek, hem de bilimsel araştırmalarını ilerletmek için öğrencisiz sınıfta dersini anlatmaya devam eder, kesinlikle vazifesini aksatmazmış. Ancak sınıfta bir muhatap olursa ders takririnin daha zevkli geçeceğini düşünüp keçisinin boynuna bir ip geçirerek bir öğrenci gibi kendisiyle beraber derslere getirmeye başlamış. Dersini anlatıyor, gerekii yerlerde "Anladın mıııı?" diyerek keçinin yularını çekiyormuş. Keçi, yuları her çekildikçe mecburen başını öne eğiyor, Ahfeş de bunu tasdik manâsına alıp bir sonraki bahse geçiyormuş. Ahfeş ile keçisi arasındaki bu hoca-öğrenci ilişkisi o kadar uzun sürmüş ki, sonunda keçi Ahfeş'in "Anladın mııı?" manâsına gelen hitabım duyar duymaz, ipinin çekilmesine gerek kalmadan şartlı refleks ile başını sallamaya başlamış.
Ahfeş, yıllarca derslerine böyle devam etmiş ve dilin inceliklerini öğrenecek İnsan bulamayınca keçisine öğretmeyi bir görev şuuru saymış.Ama ne yazık ki keçisi asla konuşamamış.
Şimdilerde Ahfeş'in keçileri yavaş yavaş hecelemeyi söktüler. Ama ne yazık ki bu defa da öğrendikleri "Tabiî efendim, haklısınız üstadım, doğru söylüyorsun azizim, başüstüne müdürüm..." kelimelerinden öte gidemedi.
"Ahfeş'in keçisi gibi başını sallayan"ların bu babta gösterdikleri ilerleme ise şartlı refleks olmaktan çıkıp iradî refleks halini aldı. Aldı almasına da bu defa bu hareketleri bizim literatürümüze bu zamanlar da "Salla başım, al maaşım!" şeklinde girdi.
Ali Cengiz Oyunu
Hile ile iş yapanların dalaverelerine ve akla gelmeyecek tuzaklarına Ali Cengiz oyunu denilir. "Filânca falancaya bir Ali Cengiz oyunu oynadı ki..." diye başlayan cümlelerin arkasında şeytanın bile aklına gelmeyecek hileler, düzenbazlıklar anlatılır. Bu deyimin menşei eski bir halk hikâyesine dayanır.
Nâkılân-ı âsâr ve râviyân-ı şeker-güftâr şu gûnâ rivayete bu yolla hikâyet ederler ki; eski zamanda bir sehhâr adam gayb ilimleriyle uğraşarak istediği şekle girebilmenin tılsımını keşfetmiş. Cifr, remil, falcılık, yıldız ve kıyafet ilimlerine de vakıf olan bu adam, sihirbazlıkta o derece ileri gitmiş ki canını eğlendirmek ve halka marifetini göstermek üzere bık sık şekil değiştirmeye ve insanları hayrette bırakan oyunlar çıkarmaya başlamış. Hattâ bu oyunu menfaatleri için kullanmakta ve halkı aldatmakta da üstüne yokmuş. Söz gelimi hanımına "Bahçede bir keçimiz var, pazara götürüp salıver." der, sonra da bahçeye gidip keçi kılığına girer, hanımı kendisini sattıktan sonra yine insan olup eve dönermiş.
Bu sihirbaz adamın bir huyu da isteyen herkese sihrini öğretmekmiş. Ne var ki marifetini her kime öğretse, sonra ona bir oyun yaparak mat eder, öldürürmüş. Mesela oyunu öğrenen kişi kanarya olsa, sihirbaz bir atmaca olup onu avlar; öğrenen ağaç olsa, sihirbaz ateş olur onu yakarmış. Devrin padişahı bu gidişata dur demek isteyince tellallar çığırtıp u düzenbazı kendi huzurunda mat edene kızım vermeyi vaadetmiş. Herkes bu tehlikeli sınavdan kaçarken Ali Cengiz adında fakir bir derviş bu işe talip olmuş.
Ali Cengiz, sihirbazdan oyunu öğrenmek üzere kurs almaya başlamış. Ne var ki sureta ahmak gibi davranıp asla öğrendiğini göstermiyormuş. Böylece sihirbaz, Ali Cengiz'i kolay lokma görüp oyunu en ince ayrıntısına kadar anlatmaktan çekinmemiş.
Sınav, padişahın cuma selamlığından sonra yapılacakmış. Ali Cengiz bir koç kılığına girip meydana gelmiş. Sihirbaz derhal bir kurt olmuş. Ali Cengiz su olup kurdu boğmak isteyince sihirbaz kendini ateşe çevirmiş. Bir müddet ikisi de kılıktan kılığa girmişler. Sonunda Ali Cengiz bir çiçek olup padişahın kucağına düşmüş. Sihirbaz bir eşekarısı olup üzerine konmuş. Ali Cengiz derhal darı olup yere yayılmış. Sihirbaz hemen tavuk kılığına girmiş ve darıları toplamaya başlamış. O darıları yiyedursun Ali Cengiz arkadanbirtilkioluptavuğuboğmuş.
Sihirbazın cenazesinin defedildiği gün Ali Cengiz ile padişahın kızının kırk gün kırk gece sürecek düğünleri başlamış. Ne var ki Ali Cengiz'in sol elinden iki parmağı eksikmiş artık. Yine de onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Not: Ali Cengiz kelimelerinin "âl-i Cengiz (Cengiz soyu)" çağrışımından yola çıkarak bu deyimin Anadolu'daki Moğol istilâsıyla da bir alâkası bulunduğunu söylemek mümkündür.
Ali Kıran Başkesen
Külhanbeyi ağzında "Ali kıran baş kesen" diye bir deyim vardır. Bıçkın ve acımasız serseriler hakkında kullanılır.Bu deyim aslında "Dal kıran baş keser" atasözünden galattır.
Atalarımızın insanları ağaç ve bitki sevgisine teşvik için dal kıranın baş kesmiş kadar suçlu olduğunu belirtmeleri eskiden beri Türk-İslâm töresinde ağaç ve bitki hukukunun derinliğini gösterir. Fatih'e atfedilen "Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim." sözü de bu anlayışın tezahürüdür.
Ne ki, bizler "Dal kıran baş keser." sözünü "Ali kıran baş kesen" yapıp Anadolu'yu ağaçsız, bitkisiz bırakmışız. Doğu ve Güneydoğu'da bir tek yaprak olmaksızın uzayıp giden bozkırlar bir millî ayıp değil de nedir?
Devleti bir kalem geçelim, peki bölge İnsanının ağaç sevgisi bu kadar mı azalmıştır?!.. Eğer öyle ise elbette "Dalı kıran başı keser." sözü "Ali kıran baş kesen"e dönüşmekte gecikmeyecektir. Çare, belki de bu sözü "Dalı kıranın başı kesilir" şekline dönüştürmekten geçiyor.
Ağaç dikmek geleneğini yitireli çok olmuş; bari ağaç katlinin önüne geçilebilse.
Altı Kaval Üstü Şİşhane
Parçalan birbirine benzemeyen ve uygun olmayan, dolayısıyla bir işe yaramayan aparatlar hakkında veya giyim kuşam konusunda birbirine uymayan ve yakışmayan kıyafetler İçin altı kaval üstü şeşhâne deyimini kullanırız. Buradaki şeş-hâne kelimesinin İstanbul'da bir semt adı olan Şişhane ile herhangi bir alâkası yoktur ve Şişhane söylenişi yanlıştır.
Çünki şeş-hâne diye namlusunda altı adet yiv bulunan tüfek ve toplara denir. Yivler mermiye bir ivme kazandırdığı için ateşli silahların gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Evvelce kaval gibi içi düz bir boru biçiminde imal edilen namlular, yiv ve set tertibatının icadıyla birlikte fazla kullanılmaz olmuş ve gerek topçuluk gerekse tüfek, tabanca vs. ateşli silahlarda yivli namlular tercih edilmiştir.
Merminin kendi ekseni etrafında dönmesini ve dolayısıyla daha uzağa gitmesini sağlayan yivler bir namluda genellikle altı adet olup münhani (spiral) şeklinde namlu içini dolanırlar. Altı adet yiv demek, namlunun da altı bölüme (şeş hâne = altı dilim) ayrılması demektir ki halk dilinde şeşâne (şişane değil) şeklinde kullanılır.
Bu izahtan sonra üstü kaval, altı şeşhâne biçiminde bir silah olmayacağını söylemeyi zaid addediyoruz. Çünki kaval topların attığı gülle ile şeşhânelerden atılan mermi farklıdır. Keza kaval tüfekler ile fişek atılırken şişhane namlulu tabancalardan kurşun atılır. Bu durumda bîr silah namlusunun yarısına kadar kaval, sonra şişhane olması da mümkün değildir.
Ancak yine de vaktiyle bir avcının, yivlerin icadından sonra çifte (çift namlulu) tüfeğinin kaval tipi namlularının üst kısımlarını teknolojiye uydurmak için şeşhâne yivli namlu ile takviye ettiğine dair bir hikâye anlatılır.
Hattâ bu uydurma tüfek öyle acayip ve gülünç bir görünüm almış ki diğer avcılar uzunca müddet kendisiyle alay etmişler ve "Altı kaval üstü şeşhâne / Bu ne biçim tüfek böyle" diyerek kafiyelendirmişler.
O günden sonra halk arasında bu hadiseye telmihen birbirine zıt durumlar için altı kaval üstü şeşhâne demek yaygınlaşmış ve giderek deyimleşerek dilimize yerleşmiştir.
Altından Çapanoğlu Çıkıyor
Tarihimizde Çapanoğlu lakabıyla anılan bir sülale vardır. Yozgat şehrini kuran Ahmet Paşa bu sülalenin ilk tanınmış kişisi olup 1764 yılında Sivas valisi iken önce azledilmiş ardından da idam ettirilmiştir. Ahmet Paşa'nın büyük oğlu Mustafa Bey ve ardından da küçük oğlu Süleyman Bey vali olurlar. Süleyman Bey bu sülalenin şöhretini afaka salmış bireyidir.
Yozgat şehrini bayındır hale getiren ve Osmanlı hükümet boşluğundan istifade ile Amasya, Ankara, Elazığ, Kayseri, Maraş, Niğde ve Tarsus'u içine alan bir hükümet kurup adını Celalîler listesinin serlevhasına yazdıran odur. Süleyman Bey zamanında sadece halk arasında değil; devlet kademelerinde de Çapanoğlu adı korku ve çekingenlikle anılmaya başlar.
İşte o dönemde devlet memurlarından biri, verilecek bir yolsuzluk kararını kovuşturmak üzere müfettiş tayin olunur. Araştırmaları ona, Çapanoğullarından birkaç kişinin de yolsuzluklarda parmağı olduğunu gösterir. Çapanoğlu Süleyman Bey'in nüfuzundan çekinen memur, durumu yakın bir arkadaşına anlatıp fikrini ister.Aldığı cevap şöyledir:
-Bu işi fazla kurcalama; altından Çapanoğlu çıkarsa başın belada demektir!...
Müfettiş ne yapsın; soruşturmalarını yarıda bırakıp yuvarlak cümleler ile sonucu ilgili mercilere bildirir.
Çapanoğlu Süleyman Bey yaşadığı zamanda takvimler 1700'lü yılların sonuna yaklaşmaktaydı.Şimdi 2000'li yıllardayız ve bir yerlerde yolları daima bir Çapanoğlu kesmiş oluyor
Arafat'ta Soyunmuş Hacıya Dönmek
Arafat, Mekke-i Mükerreme'ye yaya olarak altı saatlik mesafede bir dağdır. Haccın şartlarından biri de bu dağa çıkıp dua etmektir. Hacı adaylarının ehrama büründükleri yer de burası olup hac müddetince bedenlerinde dünya nimetlerinden hiçbir şey bulundurmamaları, sadece dikişsiz iki parça bez ile örtünmeleri gerekir.
Bu hareket hacı adayının, temsilî olarak dünyayı geride bıraktığının (terk-i dünya) göstergesidir. Dolayısıyla "Arafat'ta soyunmuş hacıya dönmek" sözü varını yoğunu birdenbire yitiren yahut bir vesile ile terk ederek yoksullaşan kişilerin durumunu anlatmak üzere söylenir.
Deyimdeki "soyunmuş" kelimesini "soyulmuş" diye söylemek yanlıştır. Öyle ya, Arafat'ta hırsızın ne işi olabilir?!.. Dünya kurumadı ya!..
Aslına Hu Nesline Hu
Vakt ü zamanında bir hükümdar vezirine şöyle bir emir vermiş:
- Tebaamdan bana Hızır Aleyhisselam' ı bulup getirecek bir kul var mıdır? Araştırılsın!..
O günden tezi yok memleketin dört yanına tellarlar çıkartılmış. Ancak kimsenin bu işe cesaret ettiği yok!meğer devlet elinin erişemediği uzaklarda bir yerde pek yoksul bir ihtiyar yaşarmış. Adamcık uzun uzun düşündükten sonra " eğer bazı şartlar öne sürerek bu işe talip olursam ahir-i ömrümde birkaç zaman olsun bolluk ve refah yüzü görürüm. Hükümdarın tebaası olarak bizi arayıp sorduğu mu var?
Hem ol ki talih yaver gider." Deyip sarayın yolunu tutmuş.Hükümdar, ihtiyara kırık gün süre tanıyıp her tür isteğinin yerine getirilmesini ferman buyurmuş. İhtiyar o kırk günde ne kadar kendisi gibi fakir fukara varsa doyurmuş, yardım da bulunmuş. Kırkıncı gün sarayın adamları kapıya dayanmışlar ve " buyur efendi, gidiyoruz!" demişler. Zavallı ihtiyar sayılı günler çok çabuk geçtiğini bilerek emre rıza göstermiş. Yolda yanlarına bir fakir derviş takılmış ve
- Ben de sizinle geleyim ve sarayı bir kez olsun göreyim demiş. İhtiyar bunda da rica gösterip huzura varmışlar. Hükümdar ihtiyara bakmış; o hükümdara bakmış. Ortada ne HIZIR var, ne mazeret. Adamcık durumu anlatacakken hükümdar ateş püskürür vaziyette en büyük vezirine sormuş:
- Efendi, söyle bu densize ne ceza verelim?
- Hünkarım, bu adamı kırk katırın kuyruğuna bağlayıp sürütelim.
- Aslına huuu… Nesline huuu! Diye bir ses duyulmuş ihtiyarın yanına takılıp gelen fakir dervişten. Sultan sesini çıkarmamış ve ortanca vezirine sormuş:
- Söyle bre bu herife ne yapalım.
- Bu herifi keşkek edip leşini köpeklere yedirelim.
- Aslına huuu… Nesline huuu!... demiş yine fakir. Padişah ona sert sert bakmış. Sonra aynı suali küçük vezire sormuş.
Cevap:
- Yüce sultanım. Bu zavallı ihtiyar zaten ömrünün sonuna yaklaşmış. Yoksulluk ve devletin ilgisizliği yüzünden bir yalana tevessül etmiş. Kaldı ki aldığı her kuruşu fakir fukaraya dağıtmış. Affetmek büyüklük alametidir. Büyüklüğünüzü gösterip bağışlaıveriniz.
- Aslına huuu… Nesline huuu!.. Demiş yine derviş. Padişah öfkeyle sesin geldiği yana dönerek kükremiş:
- Bre sen kim olasın ve niçin hep aynı şeyi söyleyip durmaktasın? Padişah huzurunda edep böyle mi olur?
Derviş hükümdarı saygıyla selamlamış ve söze başlamış:
- Haşmetlü hünkarım! Senin büyük vezirinin babası katırcı idi, onu için ihtiyarı katırlara sürütmek istedi.
Ortanca vezirinin babası keşkek dükkanı işletirdi. Etin artığını da köpeklere atardı. O da babasının yaptığını uygun gördü bu ihtiyara.
Şu küçük vezirine gelince. O asil bir vezir ailesinden gelmektedir ve vicdanı bu ihtiyara devlet himayesiyle mücazat etmesini gerektiriyor babasından da öyle görmüştür zira.
Hepsinin sözleri, asıllarını ve fiillerini göstermekte. Ben de o sebepten " Aslına huuu; nesline huuu! diyorum.
Padişahın merakı artmış. Hayret içinde bu fakirin bütün bunları nereden bildiğini merak ederek sormuş:
- Peki, derviş sen kimsin?
- Ya sen bugün kimi bekliyordun hünkarım?
Sonra da önce küçük veziri ardından kendini işaret ederek
İşte vezir; işte Hızır!
Deyip ortadan kayboluvermiş.
Atma Recep Hepimiz Din Kardeşiyiz.
Atma recep hepimiz din kardeşiyiz.
Balkan devletlerinin mühim bir kısmı ve bu meyanda Arnavutluk, Osmanlı İmparatorluğu haritasına dahil iken, bu ülkeleri idare etmek çok zordu. Bu devirlerde sık sık dağa çıkan Arnavut eşkıyalarını takip eden hükümet kuvvetleri Recep isminde bir sergerdenin avanesini kuşatıp sıkıştırıyorlar. Çıkar yol kalmadığını gören Arnavutlar ve başlarındaki Recep, saklandıkları yerden bağırıyorlar:
- "More atmayın, biz de din kardeşiyiz, teslim olacağız."
Teslim oluyorlar, az bir ceza ile kurtuluyorlar. Fakat palavracı Arnavut bu olayı şurada burada anlatırken:
- "More vallahi geberttirecektim zaptiyeleri, çolukumuz çocukumuz var deyip ağladılar, acıdım da bıraktım" şeklinde palavra atınca etrafında toplanıp dinleyenler arasında olayın iç yüzünü bilen birisi:
- "Atma Recep biz de din kardeşiyiz..." deyince Arnavut Recep şaşırır
Atı Alan Üsküdarı Geçti
Bolu Beyi'ne baş kaldıran ünlü eşkıya Köroğlu (şair Köroğlu ile karıştırılmasın) bir gün atını çaldırmış. Asil bir hayvan olan atını aramak için tebdil-i kıyafet ile diyar diyar dolaşmış ve sonunda yolu İstanbul'a düşmüş. Atını, satılmak üzere pazara getirilen hayvanlar arasında görünce hemen alıcı rolüne bürünüp,
-Efendi, demiş, bu at güzele benziyor. Ancak binip bir denemek istiyorum. Satıcı onu tanımadığı için binmesine izin vermiş. At, üzerine binen eski sahibini tanıyıp dört nala koşmaya başlamış.
Köroğlu, Sirkeci sahiline gelip bol para vererek bir sal kiralamış ve ver elini Üsküdar. Bu arada at cambazı aldatıldığından dolayı kıvranır dururmuş. Köroğlu'yu atıyla birlikte bir sal üzerinde gören cambazın dostlarından bîri onu teselli için seslenmiş:
-Üzülmeyi bırak! Atı alan Üsküdar'ı geçti.O adam Köroğlu'nun kendisi idi.
Bugün bu sözü, "İş işten geçti" manâsında kullanırız
Avucunu Yalamak
Umduğumuz bir nimet ele girmediği zamanlarda söylenilen bu deyim, eskiden kadınlar arasında yaygın iken bilâhare çıkış noktası unutulup erkekler tarafından da kullanılır olmuştur.
Eskiden hamile kadınların aşerme (aş yermek) dönemleri ile bebekli hanımların süt dönemlerinde canlan çekip de ulaşamadıkları bir şey olursa göğüslerinin şişeceği veya sütlerinin kesileceğine dair bir İnanış mevcutmuş.
Fakirlik, yasaklama, sıhhî gerekler vs. yönünden bir şeyi canı çektiği halde ondan tadamayan bir kadın, sanki onu tadı- yormuşçasına sağ avucunun içini yalar ve böylece nefsini köreltir, istediği nimeti yediğini farz edermiş.
Aynı uygulamaların çocuklara yönelik bir versiyonu da İmrendikleri yiyecekleri onlara bir tadımlık da olsa ikram etmektir. Eğer ikram edilmezse çocuğun bir yerlerinin şişeceği söylenir ki galiba kadınların göğüs şişmesi ile aynı olsa gerektir.
Çizmeyi Aşmak
Milad-ı İsa'dan üç asıl evvel Efes'te Apelle (Apel) isimli bir ressam yaşarmış. Bu ressamın en büyük özelliği yaptığüı resimleri halka açması ve gizlendiği bir perdenin arkasından onların tenkitlerini dinleyip hoşa gidecek yeni resimler için fikir geliştirmesi imiş.
Günlerden birinde bir kunduracı, Apel'in resimlerinden birini tepeden tırnağa süzüp tenkide başlamış. Önce resimdeki çizmeler üzerinde görüşlerini bildirip, kunduracılık sanatı bakımından tenkitlerini sıralamış. Apel bunları dinleyip gereklinotları almış. Ancak bir müddet sonra adam, resmin üst kısımlarını da eleştirmeye hatta teknik yönden, sanat açısından, renklerin kontrasından ve gölgelerin derecesi üzerine de ileri geri konuşmaya başlayınca Apel, perdenin arkasından bağırmış:
- Efendi, haddini bil; çizmeden yukarı aşma!