YAŞAMI: Yunus Emre'nin yaşamı üzerine bilgi çok azdır. 1950'ye kadar doğum ölüm yılları bile kesinlikle bilinmiyordu. Eski kaynaklarda, Yunus'un yaşadığı yıllar için birbirini tutmaz tarihler verilir. On dördüncü yüzyılın ortalarında ya da sonlarında yaşadığı söyleyenlerin yanı sıra, 1439'a kadar yaşadığını ileri sürenler de vardır. Ama doğrudan doğruya şairin şiirleri üzerinde çalışan uzmanlar, bu tarihlerin yanlış olduğunu belgelerle kanıtlıyorlar. Örnekse, Yunus Emre'nin olgunluk

Bu konu 7767 kez görüntülendi 11 yorum aldı ...
Yunus emre ve felsefe hayatı.... 7767 Reviews

    Konuyu değerlendir: Yunus emre ve felsefe hayatı....

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 7767 kez incelendi.

  1. #1
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    675
    @GARAGIZ

    Standart Yunus emre ve felsefe hayatı....

    YAŞAMI:


    Yunus Emre'nin yaşamı üzerine bilgi çok azdır. 1950'ye kadar doğum ölüm yılları bile kesinlikle bilinmiyordu.

    Eski kaynaklarda, Yunus'un yaşadığı yıllar için birbirini tutmaz tarihler verilir. On dördüncü yüzyılın ortalarında ya da sonlarında yaşadığı söyleyenlerin yanı sıra, 1439'a kadar yaşadığını ileri sürenler de vardır. Ama doğrudan doğruya şairin şiirleri üzerinde çalışan uzmanlar, bu tarihlerin yanlış olduğunu belgelerle kanıtlıyorlar.

    Örnekse, Yunus Emre'nin olgunluk dönemi şiirlerinden olan Risâlet-ün Nushiyye adlı mesnevisinin 1337'de yazıldığı yapıttaki bir dizeden anlaşılıyor.

    Başka şiirlerinde de, 1273'de ölen Mevlânâ Celâleddin'i gördüğünü, onun ”söz ile işret” (musiki ile içki) toplantılarında bulunduğunu belirttiği için, Yunus'un XIII. Yüzyılın ikinci yarısıyla XIV. Yüzyılın başlarında yaşadığı kesinlikle ortaya çıkıyor.

    Ayrıca, şiirlerinde daha önceki sofileri (Tasavvuf ulularını) sık sık andığı halde, XIII. Yüzyıldan sonraki sofilerden hiç söz etmemesi de bu görüşü desteklemekte.

    Uzmanlar bu gibi bilgilere dayanarak Yunus'un 1320 ile 1334 yılları arasında ölmüş olduğunu söylüyorlar.

    1950 yılında ise Beyazit Kitaplığı'ndaki XVI. Yüzyıldan kalma bir ”mecmua”da (derleme) şöyle bir kayıt bulundu: ”Vefat-ı Yunus Emre sene 720 ”” müddet-i ömür 72”. Verilen ömür tarihi hicri 720. Bundan 72 çıkartırsak, doğum tarihi olarak hicri 648'i buluruz. Demek ki Yunus Emre hicri 648 ile 720 yılları arasında 72 yıl yaşamış. Bugün kullandığımız miladî tarihe çevirince iki yıllık bir oynama oluyor. Hicrî 648, miladî 1250'dir; 720 ise, 1320. Kısacası, Yunus emre miladî 1250-1320 yılları arasında 70 yıl yaşamış.

    Uzmanların çoğu Beyazit Kitaplığı'ndaki bu belgeyi benimsiyorlar, çünkü verilen tarihler onların şiirler üzerinde çalışırken tahmin ettiklerine uyuyor. 1250'de doğduysa, 1273'de Mevlânâ öldüğü zaman Yunus 23 yaşındadır, toplantılarında bulunabilir; olgunluk dönemi şiirlerinden Risâlet-ün Nushiyye'yi yazdığında, 1307'de 57 yaşındadır, bu da uygun, 1320'de öldüyse, XIII. Yüzyıldan sonraki sofilerden söz edemez. 70 yıl yaşamış, şiirlerinden de böyle uzun bir ömür sürdüğü anlaşılıyor.

    Bütün bu denk düşmelere karşın, Beyazit Kitaplığı'ndaki bu belgeye de şüpheyle bakan, başka belgelere dayanarak, Yunus Emre'nin 1320'den daha sonra öldüğünü, XIV. Yüzyılın ortalarına kadar yaşadığını ileri süren uzmanlar gene de vardır. Üstelik bunlar Yunus Emre'nin yaşamı üzerine yeni, değişik tartışmalara yol açan bilgiler de veriyorlar.

    Uzmanlar arasındaki görüş ayrılıklarının ötesinde, kesin olan şudur: Yunus Emre XIII. Yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. Yüzyılın birinci yarısında Anadolu'da yaşadı.



    YAŞADIĞI ÇAĞ:



    Bu dönemde Anadolu ne durumdaydı?

    XIII. Yüzyılda Anadolu'da dört devlet vardı: İlhanlılar, Bizans, Trabzon Rum İmparatorluğu, Selçuklular. Bu devletlerin en güçlüsü olan Selçuklular bile, çeşitli nedenlerle, daha çok da, ülkeyi sürekli bir savaş alanına çeviren Haçlı Seferleri yüzünden, Anadolu'da siyasal bütünlüğü sağlayamamış, bir denge kuramamıştı. 1220'de İzzeddin Keykâvus'un ölümü üzerine Selçuklu tahtına çıkan Alâeddin Keykubad çevresindeki birçok beyliği kendisine bağladı, Kıpçak ülkesine kadar gitti. Konya Selçuklu Devleti'nin bu toparlanma çabaları sırasında Moğol akınları başladı.

    1231'de Moğollar Sivas'a inip pek çok kimseyi öldürdükten sonra, Selçuklu ordusu gelmeden geri çekildiler. Bu arada, Moğollar'dan kaçan Harzemliler'in de Anadolu'ya sığınarak Erzurum Ovası'na yerleştirilmeleri durumu büsbütün karıştırdı. Moğollar büyük düşmanlık besledikleri Harzemliler'i burada da rahat bırakmadılar.

    1237'de Alâeddin Keykubad ölünce, yerine Gıyaseddin Keyhusrev geçti. Bu güçsüz hükümdar Sadettin Köpek adlı vezirin etkisiyle ülkeyi çok kötü bir yönetim düzenine soktu. Çeşitli gerekçelerle kardeşlerini, analığını, birçok değerli devlet adamını öldürttü. Selçuklular'a sığınmış bulunan Harzem Beyleri'nden birkaçının tutuklanması, bu arada birinin zindanda ölmesi, Harzemliler'in canlarından korkup geçtikleri yerleri yağma ederek, arkalarından gönderilen orduyu da bozguna uğratarak kaçmalarına neden oldu.

    Moğol akınlarının etkisiyle Anadolu'ya göçmüş, Selçuklular'a sığınmış bulunan Türkmenler de bu kötü yönetimden büyük oranda etkileniyorlardı. Bir yandan devletin sömürücülüğü, bir yandan Moğollar, bir yandan Harzemliler, bir yandan kendi soyluları, bir yandan sayıları arttıkça artan eşkiyalar, soyguncular, halkın mistik inançlara yönelmesine yol açmaktaydı. Karnını doyuramayacak kadar yoksul insanların varlığı bir yana, zaten malından, mülkünden, yarınından da hiç kimse emin değildi.

    Selçuklu Devleti'ni oldukça sarsan Babalılar Ayaklanması böyle bir dönemde patlak verdi.

    Moğol akınlarından kurtulmak için Horosan'dan Amasya'ya gelip yerleşen Melâmeti Tarikatı Şeyhi Baba İlyas'ın halifesi Baba İshak köy köy dolaşıp halka Gıyasettin Keyhusrev'in kötülüklerini anlatmış, bir kurtarıcı, bir peygamber olarak görülmeye başlanmıştı. Kısa sürede çevresine yolunda can vermeye hazır binlerce insan topladı.

    1238'de Türkmenler Baba İshak'ın yönetiminde ayaklanarak Selçuklu Devleti'ne karşı çıktılar. Kadın erkek, büyük bir inançla savaşan Babalılar önce Sivas'daki Selçuklu ordusunu yendiler, Tokat'ı, Amasya'yı alıp Kırşehir'e doğru yürüdüler. Kırşehir yakınlarında Selçuklular'ın devşirme ordusuyla giriştikleri savaşta yenik düştüler. Binlerce Türkmen kılıçtan geçirildi. Baba İshak, 1240'da, Amasya'da asıldı. Ertesi yıl da Baba İlyas öldürüldü.

    Gıyaseddin Keyhusrev'in Babalılar Ayaklanması'nı bastırması Selçuklu Devleti'ni kurtaramadı. Yıllarca Haçlı Seferleri'nden bezmiş olan Anadolu'da şimdi de Moğol saldırılarının ardı arkası kesilmiyordu.

    1242'de Moğollar Erzurum Kalesi'ni düşürdüler. Süt çocuklarına kadar bütün erkekler öldürülüp kadınlar tutsak alındı. Şehir yerle bir edildi.

    1 Temmuz 1243'de Selçuklu ordusu ile Moğol ordusu Sivas yakınlarındaki Kösedağı'nda karşı karşıya geldiler. Bu büyük savaşta Selçuklular yenildi, Moğollar'a boyun eğerek ağır bir vergi vermeyi kabul etmek zorunda kaldılar. Sivas, Erzincan, Kayseri'yi de bütünüyle Moğollar aldı.

    1246'da Gıyaseddin Keyhusrev'in ölümünden sonra ise taht kavgaları, siyasal çekişmeler birbirini izlemeye başladı. Ayrıca, Selçuklular'a bağlı beyler, valiler de sürekli olarak bağımsızlıklarını elde etmenin yollarını arıyorlardı.

    1256'da Moğollar gene Anadolu'nun içerlerine girerek --taht kavgalarının durulmasından yararlanıp toparlanmaya çalışan ””Selçuklular'ı bir daha yendiler. Artık Selçuklular Moğollar'ın her istediğini yapan bir gölge devlet durumuna düşmüşlerdi.

    1277 yılında ise Memlûk Sultanı Melik Baybars Anadolu'da Moğol ordusunu bozguna uğrattı. Abaka Han bunun intikamını daha büyük bir orduyla gelip Erzurum'dan Kayseri'ye kadar, şehir, kasaba, köy ne varsa yağmalayarak, iki yüzden fazla insanı öldürerek aldı.

    Anadolu halkının Moğollar'a duyduğu kin doruğuna varmıştı. Selçuklu Devleti'nin derlenip toparlanması, güçlenmesi, ülkede siyasal bütünlüğü sağlaması gerekiyordu. Selçuklu sarayında yönetim İran'dan göçme ya da İran hayranı kimselerin elindeydi. Bunlar aralarındaki çekişmeler yüzünden sık sık Moğollar'la işbirliği yapar, kendi çıkarları için memleketlerini düşmana peşkeş çekerlerdi. Sarayda Farsça konuşulur, devlet işleri Farsça yürütülürdü. Anadolu halkının duyduğu kini, korkuyu, huzursuzluğu ülkenin iyiliği yolunda kullanabilmek için, önce devletle halkın arası bulunmalıydı.

    Bu durumu görüp değerlendiren Karamanoğlu Mehmet Bey ordusuyla Konya'ya geldi. İzzeddin Keykâvus'un oğlu olduğu söylenen Siyavuş'u tahta çıkarıp kendisi de onun veziri oldu. 1277 yılı Mayısında okuttuğu ünlü fermanında şu sözler vardı: ”Bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meldanda Türkçe'den gayrı dil konuşulmayacaktır”.

    Ama bu toplanma çabası da uzun sürmedi. 1279'da Karamanoğlu Mehmet Bey Moğollar'la çarpışırken öldü, Siyavuş'u ise yakalayıp diri diri derisini yüzerek öldürdüler.

    Moğollar artık Anadolu'yu bütünüyle etkilerine almışlardı. Selçuklu sarayının iç işlerine kadar karışıyor, vezirleri, hükümdarları seçiyorlardı. 1301'de İlhanlılar'ın Selçuklu hükümdarını öldürmesi üzerine tahta çıkan Gıyaseddin Mesut II'yi Hamedan'dan Moğollar göndermişti. Bu hükümdar 1308'de, Kayseri'de ölünce, Selçuklu Devleti de sona ermiş oldu. Anadolu gücünü yitirmekte olan İlhanlılar'la, serpilip gelişen, bağımsızlıklarını kazanan yeni beyliklere kaldı.

    Bu arada korkunç kuraklıklar, kıtlıklar yaşanıyordu. 1299'da açlıktan kırılan halkın ölü eti yediği bile söylenir.

    XIV. Yüzyılın başında anadolu'da on ikiden fazla Türk beyliği vardı: Eşrefoğulları, Hamidoğulları, Menteşeoğulları, Germiyanoğulları, Sahibataoğulları, Saruhanoğulları, İsfendiyaroğulları, Aydınoğulları, Karesioğulları, Pervaneoğulları, Karamanoğulları, Osmanoğulları.


    Selçuklu Devleti'nin yıkılmakta olduğunu görerek 1299'da bağımsızlığı seçen Osmanoğulları, bir yandan Bizans topraklarını alıp Balkanlar'a yönelirken, bir yandan da Anadolu'daki beylikleri ortadan kaldırarak Selçuklular'ın bir türlü kuramadığı siyasal bütünlüğü sağlama yoluna girdiler. Osmanoğulları'na boyun eğmeyen tek beylik Konya dolaylarındaki Karamanoğulları olmuş, XV. Yüzyıla kadar direnmişlerdir. Osmanoğulları'nın bu üstünlüğü yalnızca savaşma yeteneğinden değil, yasa anlayışlarından, halkın dertlerine önem veren yönetimlerinden geliyordu. (Osman Bey'in bir ahilik geleneği olan ve Anadolu'da yaygın, ustalık belirtkesi ”önlük” takma olayını anımsayın. /mg.özgeç) Bu özellik XIV. Yüzyılda Anadolu halkının en çok özlemini duyduğu şeydi.

    İşte Yunus Emre böyle bir dönemde, kargaşalıklar, kan dökmeler, kıyımlar, açlıklar içinde, insanların çok acı çektiği bir dönemde yaşadı.


    YAŞADIĞI YER:

    Yunus Emre'nin nerede doğduğu, yaşadığı kesinlikle bilinmiyor. Bektaşi Vilayetnâmesi'ne dayanarak, bazı uzmanlar, onun Sakarya çevresinde Sarıköy'de doğduğunu söylerler. Şeyhi Taptuk Emre'nin de Sakarya dolaylarında yayamış olması Vilâyetname'deki bu kaydı doğrulamaktadır.

    Son yıllarda bazı başka uzmanlar bu görüşe karşı çıkmışlar, yeni belgelere dayanarak Yunus'un Karaman'da doğduğunu, yaşadığını, öldüğünü, mezarının da orada olduğunu savunmuşlardır.


    SOYU, ÇOCUKLARI:

    Yunus Emre'nin yaşamı üzerine bilgiler genellikle şiirlerinden çıkarılırdı. Örnekse, bir şiirindeki şu dizeler, evliliği üzerine bilgi veriyor:




    Uçmak uçmağım dediğin müminleri yeltediğin

    Bir ev ile birkaç huri hevesim yok kaçmağ için

    Bunda dahi verdin bize oğul u kız çift-ü halâl

    Andan dahi geçti arzum benim âhım didâr için




    (Uçmak: cennet. Mümin: inanan. Müslüman. Yeltediğin: meylettirdiğin, heveslendirdiğin. Huri: cennetteki güzel kızlar. Kaçmak: kucaklamak, sarılmak. Bunda: burada. Dahi: da. U: ve. Halâl: nikahlı kadın. Çift-ü halâl: nikahlı iki çift kadın. Andan: ondan. Âhım: yanıp yakınmam, özlemem. Didâr: sevgilinin yüzü, Tanrı.)




    Bu şiirden Yunus Emre'nin iki karısı, oğulları, kızları olduğunu anlıyoruz.

    Ama Yunus'un yaşamı üzerine bilgi veren bu gibi şiirleri fazla değildir. Onun Karaman'da doğup yaşadığını savunan uzmanlar yaşamıyla ilgili bazı belgeler de bulup çıkardılar. Buna göre:

    Yunus Emre'nin ailesi Karaman'a Horosan'dan gelmiş, yerleşip kendi adlarına bir köy kurmuşlardır. Babasının adı İsmail'dir. Yunus göçten çok sonra, Karaman'da dünyaya gelmiştir. Kendisi Kirişçi Baba olarak tanınmış, oğullarından birine de İsmail adını koymuştur


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: Yunus emre ve felsefe hayatı....

          Kategori: Felsefe

          Konuyu Baslatan: GARAGIZ

          Cevaplar: 11

          Görüntüleme: 7767


  2. #2
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    675
    @GARAGIZ

    Standart

    ÖĞRENİMİ:

    Yunus'un ”ümmi” olduğu, yani okuma yazma bilmediği üzerine bir menkıbe vardır. Ayrıca, kendi de şiirlerinde şöyle der:




    ”Gönül kitabından okur

    Eline kalem almadı.”




    ”Biçare Yunus ne bile

    Ne kara okudu. Ne ak.”




    ”Ümmi benim, Yunus benim.”




    Bunlara dayanarak halk arasında Yunus'un öğrenim görmemiş, okuma yazma bile bilmeyen bir kimse olduğu inancı yayılmıştır. Halkın büyük bir bölüğü okuma yazma bilmediği, ağızdan ağza geçen sözlü bir kültürün egemenliğinde yaşadığı için, öğrenim görmemiş bir şairin böylesine derin sözler söylemesi, uzun yıllar yadırganmamış, hattâ bir iç zenginliği gösterdiğinden, bundan hoşlanılmıştır da. Okuma yazma bilmediğine inanılan bir şairin ulaştığı yücelik, okuma yazma bilmeyen insanlara bir teselli, bir umut olmuş, onu kendilerine daha yakın görmelerine, kendilerinden saymalarına yol açmıştır.

    Ama uzmanlar Yunus Emre'nin okuma yazma bilmediği görüşüne, kendi sözlerine karşın, katılmıyorlar. Şiirleri üzerinde yapılan çalışmalar, onun iyi bir öğrenimden geçtiğini gösteriyor: Medrese'de okumuş, felsefe, tefsir (Kuran'ı yorumlama bilimi), fıkıh (İslâm Hukuku), Arapça, Farsça biliyor, Yunan Mitolojisi'ni, İran Mitolojisi'ni biliyor, Tasavvuf Tarihi, tarih, coğrafya, ilm-i nücum (astronomi), ilm-i usul (yöntem bilim) biliyor, aruzla şiir yazıyor.

    Öyleyse niçin şiirlerinde okuma yazma bilmediğini söylemiş?

    Önce şunu belirtelim: Yunus Emre, şiirlerinde, okuma yazma bilmediğini söylediği gibi, genellikle bilgilerini küçümsemek isterken, neler okuduğunu da ortaya vurmuştur. Şöyle sözler eder: ”Dilimde ilm-i usul”, ”Dört kitabın mânasın okudum tahsil ettim”, ”Okudum yedi musafı”. Gene şiirlerinde âyetlerden (Kuran surelerinin parçaları), hadislerden (peygamber sözleri) alıntılar yapmış, Mevlânâ'nın bazı kalıplaşmış sözlerini kullanmış, Şirazlı Sadi'nin bir şiirini Farsça'dan Türkçe'ye çevirmiştir.

    Şiirlerinde okuma yazma bilmediğini söylemesinin nedeni medrese öğreniminden sonra Tasavvuf yolunu seçmesindendir. Tasavvuf anlayışına göre: tarikata, Tanrı yoluna girenlerin, kitaplardan edindikleri bilgilerden sıyrılıp, doğrudan doğruya Tanrı'dan gelecek bilgiye açık olmaları gerekir. Tanrı'ya kitap bilgileri ile değil, Tanrı aşkıyla ulaşılır. İnsanın kitaplardan öğrendikleri arttıkça bilmedikleri de artar, bu yoldan gerçeğe, yani Tanrı'ya ulaşmak olanaksızdır. Gerçeğe, yani Tanrı'ya ulaşmanın tek yöntemi Tanrısal aşktır.

    Demek ki ”ümmi”lik, okuma yazma bilmemek, kitap bilgilerinin dışında olmanın, kendini bütünüyle Tanrısal aşka vermiş olmanın en keskin belirtisidir. Dervişlerin bu konudaki alçakgönüllülüklerinin aslında Tanrı'ya yakınlıklarını gösterdiği anlaşılıyor.

    Yunus Emre'nin kendini okuma yazma bilmez göstermesi, halkla birleşmek, onlar gibi olmak özlemi diye de yorumlanabilir. Bu yakıştırma, ama şairin genel havasına çok uygun düşen yorumun tersi ise, kanımızca, yüzde yüz doğrudur: Türk halkı onun okuma yazma bilmez olmasını, kendi gibi olmasını istemiştir.

    Tasavvuf (İslâm): Bireysel dincilik”¦ İslâmsal disiplin içinde oluşmuş bulunan tasavvuf deyimi, genel olarak, iki öğeyle açıklanmaktadır. Bunlardan birincisi varlıkbirliği (Ar. Vahdet-i vücut) felsefesi, ikincisi dinin yüzeyiyle yetinmeyerek derinliklerine inme eğilimidir. Ne var ki bu öğelerin ikisi de İslâmsal tasavvufun başlangıcında geçerli değildiler, akıma zamanla katılmışlardır. İslâmsal tasavvuf, ilkin, Batı'da da görüldüğü gibi, dinsel yaşamın aşırı, ama zorunlu bir sonucu olan gizemcilik (Fr. Mysticisme)'le başlamıştır. İlk mutasavvıflar dinsel yaşamı, içlerine kapanarak, bireysel olarak ve ruhsal yanlarıyla yaşamak isteyen aşırı sofulardı. Bu sofular, varlıkbirliği felsefesinden habersiz oldukları gibi kutsal kitabın açık anlamlarının altındaki gerçek anlamlarını bulup çıkarmak isteğini de duymamışlardı. Amaçları, sadece, aşırı bir Müslüman olarak, dünya işlerinden el etek çekip bütün gün ve gecelerini dinsel bir yaşama vermekti. Nitekim İslâm peygamberi de peygamberliğe hazırlanırken böylesine bir yaşam sürmüştü. İlk mutasavvıfların dileği, belki de, sadece ona benzemekten başka bir şey değildi. Günlerini ve gecelerini örneğin Hasan Basri tanrı korkusuyla titreyerek (Bkz. El-Isfahânî, Hilyet-ül Evliyâ, cilt II, s. 131), Rabia Adeviyye tanrı aşkıyla ağlayarak (Bkz. Şa'rânî, El Tabakat-ül-Kübrâ, cilt I, s. 72) geçiriyordu; varlıkbirliğini düşünerek ya da dinsel sözcüklerde gizli anlamlar arayarak değil. O zamanlar aşırı dincilikte peygamberi ve yakınlarını taklit eden ehl-i sünnet'e de mutasavvıf deniyordu. Arap bilgini İbni Haldun, ünlü Mukaddime'sinde şöyle der (s.328): Tasavvuf, bir şeriat bilimidir. Temeli, ashâb (peygamberin yakın dostları) ve tâbiin (bu yakın dostların dostları) ile onlardan sonra gelenlerin hak ve hidâyete uyan hâlleridir ki kendini Allah'a vermek, tapımla uğraşmak, dünyanın her türlü işlerinden ve süslerinden yüz çevirmek, çoğunluğun önem verdiği mal ve mülkten el etek çekmek, halktan ayrılarak ve yalnızlığa çekilerek ibâdete dalmaktır”. Bir başka İslâm bilgini Sühreverdî de Avârif-el-Maarif adlı yapıtında mutasavvıfların ehl-i sünnet'ten olduklarını, tapımı şeriata uygun olarak yaptıklarını, dinin kural ve temellerini araştırmakta derinleşerek dinin gerçek amacına doğru yürüdüklerini ve böylelikle tam ve gerçek bir inana kavuştuklarını yazmaktadır. İslâmsal bilgilerde çok yetkili bir kişi olan ve mutasavvıflara karşı olduğunu hemen her yapıtında açıkça söyleyen Abdülbâki Gölpınarlı bile bir yapıtında: ”Hiç şüphe yok ki Sûfîler içinde şeriata harfi harfine riayet edenler vardır” demektedir (Bkz. A. Gölpınarlı, Tasavvuf, 1969, s.97). Zamanla tasavvufa katılmış bulunan panteist (Yunan kamu tanrıcılığı”¦) Bâtınîlik (İslâm dinini usçu bir açıdan yorumlayanların yolu”¦), bu akıma, iki temel özelliği olan varlıkbirliği anlayışıyla yoruma dayanan içrekçiliği getirmişlerdir. Bu katışma sonunda tasavvuf şu aşamalara ulaşmıştır: İlmelyakîn aşamasında dini olduğu gibi, eşdeyişle, herkes gibi görür, uygular. Aynelyakîn aşamasında görünenden görünmeyene, dinin derinliklerine inmeye çalışır. Hakkalyakîn aşamasında dinin gerçek amacına varır ve tam bir inan içinde ölüp tanrıda ölümsüzleşir. Bu son aşamayı Cüneyd-i Bağdâdî şöyle tanımlamaktadır: ”Tasavvuf, tanrının seni senden öldürüp kendisiyle yaşatmasıdır”. Tasavvuf sözcüğünün de hangi kökten türediği de tartışılmalıdır. Genel olarak bilgi anlamına gelen Yunanca sophia sözcüğünden türediği ileri sürülür. Deyimin ilkin ne zaman kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber, Yunan felsefesiyle ilişki kuran ilk İslâm düşünürlerinden çok önce kullanıldığı sanılmaktadır. Bîrûnî'nin Tahkik-i ma lil-Hind adlı yapıtında ileri sürdüğü (s.16) bu sav, doğru olması gerektir. Yoksulluğu yeğlemeleri dolayısıyla Arapça yünlü dokuma anlamına gelen sof giymeleri yüzünden bu adı almış olmaları olanaklıdır.

  3. #3
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    675
    @GARAGIZ

    Standart

    YUNUS'UN TARİKAT ZİNCİRİ:

    Yunus Emre'nin şeyhi birçok şiirinde andığı Taptuk Emre'dir. Taptuk Emre'nin şeyhi Barak Baba, Barak Baba'nın şeyhi Sarı Saltuk, Sarı Saltuk'un şeyhi ise Hacı Bektaş-ı Veli'dir. Bu zincir Yunus'un Bektaşi Tarikatı'ndan olduğunu gösteriyor. Hacı Bektaş-ı Veli de Babalılar Ayaklanması sonunda öldürülen Baba ishak'ın halifesidir. Böylece Yunus emre Babalılar'a bağlanmış oluyor. Nitekim bir şiirinde Taptuk Emre'den Baba Taptuk diye söz eder.

    Şiirlerinden öğrendiğimize göre, Yunus Taptuk Emre'nin tekkesinde hizmet etmiş, onun düşüncelerini yaymak için gurbete çıkmış, Anadolu'yu, Azerbaycan'ı, Kafkasya'yı dolaşmış, Şam'a gitmiştir. Taptuk'un kapısında piştikten sonra da halkı kendi adına tarikata çağırmaya girişmiş, şeyh olmuştur.



    Bektaşîlik (Türk): XIII. Yüzyılda kurulan büyük Türk tarikatı. Hacı Bektaş* Veli'nin kurduğu ve halifesi Balım Sultan'ın düzenlediği en ünlü ve etkili Türk tarikatıdır. Türklerin melâmet* anlayışının ürünüdür. Düşünce kaynakları Yesevîlik*, Babaîlik,* Şîa-i* isnâ aşariyâ'ya dayanır. Türk halklarında hiç sönmeyen eski Türklerin dini Şâmânlık'ın* özlemiyle Sünnî Müslümanlığa karşı bir tepki olarak doğmuştur. Zamanla aynı yolda yürüyen Kalenderîlik*, Haydarîlik*, Abdallık* ve Hurûfîlik gibi çeşitli Türk tarikatlarını içine çekmiş ve eritmiştir. Eşitlik, kardeşlik ve mallarda ortaklaşacılık güden toplumcu yanı, Bâtınî* karakterini belirtir. Ayrıca, Ahîlik'in* de izlerini taşır. Gizli ve kapalı bir tarikattır, ancak bağlılarının bildiği sırları vardır. İlkelerine göre, her insan gereken bilgiye erişmiş değildir, gereken bilgi ve olgunluğa erişen kutup adını alır. Nasıl değirmen taşı kutup adı verilen ortadaki demirin çevresinde dönerse, evren de öylece kutupların çevresinde döner. Sayısı pek çok olan bu kutupların içinde en yetkini kutuplar kutbu (Ar. Kutup al-aktâb)'dur. Onun bir yanında sağ imam, bir yanında da sol imam oturur (Ar. İmâmâm). Bunlardan sonra evrenin dört yanını yöneten dört direk gelir (Ar. Evtâd-ı Erbaa). Dört direği abdallar rütbesi izler, bunlar direklerle birlikte beşler adını alırlar. Daha sonra yediler ve üç yüzler gelir. Evren bu örgenlerle yönetilir (Ar. Saltanat-ı İlahîyye). Bektâşîliğin ayrıcı niteliği yedi yüzyıl boyunca birtürdenliğini korumuş ve kendisinden hiçbir kol ayrılmamış olmasıdır.

    O. Hançerlioğlu/İnanç Sözlüğü/s100






    *Melânet (İslâm): Tasavvufa karşı çıkan bir tasavvuf tarikatı”¦ Arapça kınanmak, aşağılanma ve hor görülme anlamındaki levm sözcüğünden türemiştir. Melâmiyye adıyla da anılır. Melâmilik (İslâm) Hiçbir özel bilgi, özel kılık, özel tören, özel toplantı yeri gereksememekle gerçekleştirilmiştir. Sünnî Müslüman Türklerce geliştirildiği ve IX. Yüzyılda Horasan(da kurulduğu için Horasânîler ya da Horasan Erenleri adıyla da anılırlar. Levm sözcüğü, tarikatın başlıca ilkesini açığa koyar: Kişiliği hor görmek ve aşağılamak. Kendi kendilerini kınadıkları ve hor gördükleri gibi başkalarının da kendilerini kınamasını ve hor görmesini isterler. Kendini üstün görme, böbürlenmek. İkiyüzlülük gibi kötü eğilimlerin böylelikle yok edileceği kanısındadırlar.




    *Yesevîlik (Yeseviyye, İslâm) : XII. Yüzyılda Ahmet Yesevî tarafından kurulmuş. Özellikle Türkistan Türkleri arasında yayılmış bir tarikattır. XV. Yüzyıldan sonra Anadolu'da da bağlıları çoğalmıştır. Tanrı adını hırıldanma (zikir) yönteminde bir özellik gösteren tümüyle Sünnî, kitaba ve peygamber sözlerine bağlı bir tarikattır. Daha sonra Bektâşîler, Ahmet Yesevî'yi kendilerine maletmişlerdir. Nakşibendîler de onun Tarik-i bâcegân (Hocalar yolu) adı verilen özel zikir yöntemini benimsemişlerdir.





    *Babaîlik (Türk) : Baba İshak'ın peygamberliğine inanan Türk mezhebi. Baba ishak'ın kurduğu bir Türk mezhebidir. Temel olarak Şamanlığa dayanır. Gizemsel yapıdadır. İslâmlık disiplini içinde kurulduğu halde İslâmlık öğelerine aykırıdır. Babaîlere göre Baba İshak, peygamberdir, ölmüş değil, gökteki yerine çekilmiştir. Babaîlik, XIII. Yüzyılda , Müslümanlığa alışamayan ve Şamanlığın özlemini çeken Anadolu Türkleri arasında pek yayılmış, siyasal bir amaca yönelerek Anadolu Selçuklu Devleti'ni bir hayli uğraştırmıştır. Türk gizemciliğinde en önemli yeri alan Bektaşîlik, Babaîlik'ten türemiştir.





    *Şia (İslâm) : Ali yandaşlığı. Arapça yandaşlar demektir. Genellikle Şiîlik denir. Terim, halife Osman'ın öldürülmesinden sonra ileri sürülmüştür ve peygamber Muhammet'in amcasının oğlu ve damadı Ali'ye düşman olan Hâricîlik karşıtı olarak siyasal bir parti niteliğindeki Şiîlik'i adlandırmıştır. İlkin, Ali'ye karşı Osman'ın soyunu (Emevîler) tutanlara Şia-i Osman ve Ali'yi tutanlara Şia-i Ali denmiş;daha sonra sadece Ali yandaşlığı'nı dile getirmiştir.




    *Şâmânlık (Şamanizm/Türk) : Türk-Moğol-Sibirya dini. Evren gök, yer ve yer altı olmak üzere üç bölüm olarak tasarımlanmıştır. Gökte iyi ruhlar, yerde insanlar, yeraltında da kötü ruhlar otururlar. İyi ruhların başkanı Ülgen (Ulu, bir çeşit tanrı) ve kötü ruhların başkanı Erlik (Güçlü, bir çeşit şeytan)'tir. Orta yerde yaşayan insanlar bu iyi ve kötü ruhlar arasında denge kurmak zorundadırlar. İşte şaman adı verilen din adamı bu dengeyi sağlamakla görevlidir.




    *Kalenderîlik (Kalenderiyye/İslâm) : Melâmîlikten türeyen bir tarikat. Melâmî şeyhi Zekeriyya Multânî'nin müridi Seyit Celâl Buhârî'ye bağlı olan Melâmîler bu adla anılırlar. Kimin tarafından kurulduğu kesinlikle bilinmemektedir. Mal ve mülke önem vermemekle ünlüdürler. Kafaları kaşlarına varıncaya kadar traşlıdır. Kalenderîlere göre güzele tapma, tanrıya tapma demektir. Kadın ve erkek farkı gözetilmeksizin her güzel tapılmaya layıktır.


    *Haydarîlik (Haydariyye/İslam) : Melâmîliğin bir kolu. XIII. Yüzyılda Seyit Kutbettin Haydarî tarafından kurulmuştur. Melâmîliğin bütün özelliklerini taşır, sadece giyim kuşam farkları vardır. On iki imama bağlılıklarını göstermek için on iki dilimli taç ve külah giyerler. Sakallarını keserler, buna karşı bıyık ve perçem bırakırlar. Kollarına halkalar takarlar, bellerine demir çıngıraklar asarlar.

    Abdallık (Abdal/İslâm) : Abdal, kırk din büyüğü”¦ Peygamber Muhammet'in amcaoğlu Ali'nin anlattığı bir hadiste Tanrı'nın sevgilisi oldukları iler sürülen kırk din büyüğü bu adla anılır. Çeşitli Müslüman tarikatlarında bu deyim ermiş, derviş, evliya anlamlarında da kullanılmaktadır. Mevlevî abdalı, Bektaşî abdalı v.b. gibi deyimler bu anlamdadır. Abdallık, aynı zamanda Melâmîlikten türeyen ayrı bir tarikatı adlandırdığı gibi, Bektâşîliğin de beşinci derecesidir. Bunlardan başka, göçebe Türk dervişleri de bu adla anılmıştır. Bunlar, Göktürklerce dağıtılan Akhunlardır. Önceleri eski Türk dini Şamanlığın temsilcileri olarak yayılmışlar, daha sonra Müslüman olarak Kalenderî abdallarına karışmışlardır. Görevleri, yağmur yağdırmak, doğal âfetleri önlemek, savaş kazanmak gibi işlerde varlığına inanılan tinsel güçleriyle Müslümanlara yardım etmektir. Babaîlik tarikâtının kalıntıları olan ve Horasan erenleri adıyla da anılan Rûm abdallarının, hem dinsel hem de dövüşçü güçleriyle, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda büyük etkileri olmuştur. Geyikli Baba, Abdâl Mûsa, Abdâl Kumral bu Türkmen babalarının en ünlüleridir. Müslüman Abdâllar Alevîdir.



    *Hurûfîlik (İslâm) : Harflerden dinsel anlam çıkaran tarikat. Hurûfîlik genel anlamda harfçilik demektir. Örneğin Bâtınîler, Fazlullah'ın öğretisine bağlı olmaksızın, bu anlamda Hurûfî'dirler. Bununla beraber Hurûfîlik denince İran'lı Fazlullah'ın XVI. Yüzyılın sonunda kurduğu İslâm tarikatı anlaşılır. Bu inanca göre yaratıcı olan harftir. Yunan Pitagorasçılığına ve Yahudi kabala'sına dayanan Hurûfîlik, konuşan insanı tanrılaştırır. Çünkü söz, gerçekleşmiş, varlık olarak belirmiş olan tanrıdır. Bu da insanda dile gelir. İnsan, konuşan tanrı ( Ar. Kelâm-ullah-ı nâtık)'dır. Harflerin birbiriyle sonsuz sayıda birleşme olanakları vardır. Harfler insan yüzünde de görünürler. Örneğin, ayın harfi ağız, lâm harfi burun, ye harfi çene birleşince Ali (bu Arap harflerinin yan yana gelmesi bu adı yazar) insan yüzünde belirmiş olur. Hurûfîlik anlayışında varlık, harflerle açıklanır. Bu tutum Antikçağ Pitagorasçılığının varlığı sayılarla açıklamasının başka bir biçimidir. Batınîliğin temel düşüncesini sürdüren Hurûfîlikte amaç, insandır. İnsanın açıklanması tanrıyı da açıklar.

    (Burada Hermes-ül Haramis, Hermes-tut, peygamber İdris adıyla anılan Osiris Tapınağı rahibinin sözleri aklıma geldi: İnsanlar ölümlü tanrı / Tanrılar ölümsüz insan”¦mg.özgeç)



    *Ahîlik (Türk) : Yiğitçe yardımlaşma örgütü. İlkin fütüvvet (Ar. Fütuvva) adıyla Abbâsî halifelerinden Nâsır Dinibillâh'ın izniyle kurulan bu örgüt, XIII. Yüzyılda ahîlik adıyla Selçuklular arasında Anadolu'da gelişmiştir. Dinsel bir tarikat olmadığı gibi bir esnaf örgütü de değildir. Ne var ki içrekçiliğin kimi ilkelerini savunmuşlar ve işçiler arasında yayılarak esnaf loncalarını da örgütlerine katmışlardır. Gerçekte ahîlik, Batının şövalyelik kurumunu andıran bir kahramanlık, yiğitlik ve yardımlaşma örgütüdür. Ahîler birbirlerine kardeş derler, ortak sofralarda yemek yiyip ortak bir keseden para harcarlardı. Günlük kazançlarını bu ortak keseye katmak için hergünün akşamında getirip başkanlarına verirlerdi. Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında, özellikle Osman ve Orhan döneminde büyük yardımları olmuş, Anadolu'da siyasal ve yönetimsel düzeni sağlamışlardır. Murat I.'den sonra gittikçe güçlenen Osmanlı Devleti, Ahîlerin siyasal güçlerini ortadan kaldırmıştır.

  4. #4
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    675
    @GARAGIZ

    Standart

    Bakkhos şarap tanrısı olarak tanınır. Yabani üzüm asmasının yalnız Güney Anadolu'yla Kuzey Suriye'de bitmiş olduğu anlaşılmıştır. Anadolu göçmenleri asmayı buradan İtalya, Yunanistan, güney Fransa ve İspanya'ya taşıdılar. Ama Bakkhos yalnız üzüm tanrısı değildir. İvriz'deki Hitit kabartmasında Bakkhos bir elirde üzüm salkımı, öteki elinde de bir demet arpa ya da buğday tutmaktadır, çünkü insanoğlu şaraptan önce bira yapmasının sırrını bulmuştu.

    Bakkhos hayatta sevincin çıldırtıcı tanrısıdır. Bu dinde kadınlı erkekli alaylar dansla, çalgıyla tanrının adını çağıra çağıra, tanrısal bir çılgınlık içinde kendilerinden geçerek tanrıyla birleşirler. Bakkhalar böylece birer Bakkhos olur. Dervişlerin ”Hu! Hu!” çekerek, mistik bir ”fena fillah” (”tanrıya kavuşarak onda yok olması”) katına varmalarına çok benzese de, Bakkhos dinindeki törenlerde ”mutu kalbe entemutu” yani ölmeden önce ölmek, bir de ”katli şehavet” yani nefsini kesmek hiç yoktur. Bu tarikatta ”dünya ve mafihâ”dan, ruhun bedenden ayrılması yoktur. Ruh da gövde de bir ve bu tek nesne de doğanın bir parçası sayılagelir. Her kişi evrensel yaşama sevincinin ve coşkusunun bir kısmıdır Bakkhos dininde.

    Bakkhos'un çok önemli bir adı da ””yukarda sayılan nedenlerden ötürü””Poligates'tir. Bu da sayısız hoşluklar ve coşkun sevinçler veren tanrı demektir. Bu sevinç ve coşkuya ”ganos” deniyor. Ganos sözünün hemen hiçbir dilde tam karşılığı yoktur: Parlayış, harlayış, gözalıcı çakış, ışık çıldırısı anlamına gelir bir yandan, öte yandan da nem, su, cansuyu anlamındadır. Örneğin bitkilerin özünde, arıların çiçeklerden aldıkları balda, nemli çayırlarda, ineklerin koynların sütlerinde ganos vardır. Özellikle şarap Bakkhos'un ganos'udur.

    Bakkhos alayları geceleri dağlarda harıl harıl yanan meşaleler ve nartheks bitkilerini başlarında fırıl fırıl döndürerek kadın erkek oynarlar, bir sevinç fırtınası koparırlar; bu cümbüşe davullar (davuldan çok kuddumlar), zurnalar tempo tutar. Bu tarikatlar ya da birlikler Anadolu'da gelişmişti. Zeybeklerde, Bektaşîlerde de etkisi görülür. ”Ayîn-i cem”ler eski ”orgia”lardır.

    Bakkhos'lular ve Bakkhos akımı içi içine sığmaz aşkın ve taşkın bir hızla yaıylarak dört yanı sardı. İ.Ö. VII. Yüzyılda Yunanistan'a geçti ve Bakkhos on iki Olympos'lu tanrının biri oldu.





    Zeybek sözünün Arapça civa demek olan zibak sözünden geldiğini yazarlar. Zeybekler oynarken civa gibi atik imişler de ondan. Hüseyin Kasım Kadri lûgatında zeybeği şöyle anlatıyor:”Aydın ve Bursa vilayetlerinde verilen unvan; bazan kardeş ve arkadaş olarak hitap yerinde kullanılır; hafif tüfekçi asker. Devleti Selçukiye zamanında Teke ve Aydın tarafında bulunurlardı.” Yunanlılar da zeybeği Yunanca sayıyorlar, Zeus sözüne, ekmek anlamındaki ”bekos” sözünün eklenmesidir diyorlar. Son zamanlarda Türkçülük çabasıyla zeybeklerin menşei Türkistan'dan İ.Ö. üç bin yıl önce Anadolu'ya göç etmiş Türklere bağlamaya çalışıyorlar. Zeybekleri uç beyleri (bek'leri) sayanlar da var. Gerçeğe en yakın tefsiri gene Hüseyin Kasım Kadri yapmaktadır. Çünkü ”o bekos” ya da ”io bakkhoi” derneği Batı Anadolu'ya yayılmış bir kardeşler birliği idi.

    Anadolu zeybekleri Ahîlerin ”börk” dedikleri keçe külah giyerlerdi. İsa'dan önce yaşamış Latin şairi Propertius obekkhos'ların dans ederken Tyr (Suriye'de Sur kenti) külahıyla tutulan uzun saçlarını havaya savurduklarından söz eder. Yeniçerilerinki aşırı uzunlukta olduğu için, arkaya sarkar. Herkeste de upuzun saç bulunmaz a! Belki de püsküller uzun takma saçtı başlangıçta. Fes ile püskül Ege Denizi kıyılarında çok kullanılan bir ”baş-kapı” idi. Zeybekler püskülü tartı ile alırlardı. Hafifleri bir omuzdan aşağı, ağırları iki omuzdan ve arkadan sarkıtılırdı, tıpkı saç gibi. Saray yemekleriyle meşgul olanlara (saray bekçiliği de yaparlardı) ”zülüflü” denilirdi. Burada yemeklerle ilgilenmeleri önemlidir, çünkü Bektaşî olan Yeniçerilerin bayrağı kazanlarıydı. Hitit miğferlerinden aşağı at kılı sarkardı. Bu miğfer sonraları Yunanistan'ın ”hoplit”lerince benimsendi.

    Çok eskiden İbakki kurulu Anadolu'dan Balkanlara sıçradı ve orada adamakıllı kökleşti, özellikle Yanya (yani Epir bölgesinde); belki bu nedenden Arnavutların çoğu Bektaşî'dir.

    İbakkiler sırtlarına ”nebris” dedikleri keçi, ceylan ya da pars derisi takarlardı. Bu hayvanları öldürdükleri zaman etini yerlerdi. Bu et kutsal sayılırdı ve o eti yiyen tanrının kutsallığıyla kutsallaştığı sanılırdı. Bektaşî ve başka tekke şeyhlerine ”post nişin” (postta oturur) denirdi, post kutsal sayılan bir çeşit tahttı adeta. Postta şeyhten başkasının oturması korkunç bir günah sayılırdı. Şeyhin kürkü de tanrısal sayılırdı, onu giyenin yanacağına inanılırdı. Sırta takılan ceylan ya da pars postlarının bacakları, Bakkha'ların omuzlarından aşağıya sarkardı. Camadanın omuzlarından iki kanat gibi sarkan iki takıntının kenarlarında bir düğme ya da düğme deliği kalıntısı yoksa, o iki kanadın post bacakları kalıntısı olması muhtemeldir. İncelenmesi gereken bir noktadır bu. Dans edilirken baştaki uzun püsküller gibi, bu kanatlar da oyuna kaygın kıvranışlar katar.





    Ahilik teşkilatındaki dinsel ilkeler Müslümanlığın Ortodoks ve Sünni yönünü değil, heterodoks ve Alevî yönünü kolluyordu. Anadolu'dan geçen ticaret yolları ellerindeydi. Sonra hangi din ve ulustan olurlarsa olsunlar herkes bu sendikalara üye olabiliyordu.Osmanlı Devleti7nin kuruluşunda Ahî pirî ya da Evren'i Edepâli, kızını Osman Bey'e ancak Osman Bey ahî olduktan sonra vermiştir. Osmanoğulları ahîlerin halk üzerindeki etkilerinden yararlandılar. Osmanlı tarihine başlangıcında büyük etkisi olmuş bir birlik de Bektaşîlerdir. Belki de Bektaşîlik ile Ahîlik başlangıçta birbirine bağlıydı. Ahî pirî sayılan Ahî Evren Hacı Bektaş'ın büyük dostuydu.

    Zeybekler yalnız Ege bölgesinde bulunurlar. Efe ise Anadolu'nun her yerinde bulunur. Efe sözcüğü Anadoluda'ki ”Efeb” sözünden türemiş olabilir; efeb delikanlı, sakalını tıraş edecek çağa gelmiş genç demektir. Ahîlere verilen fütüvvet ya da fata temel anlamı gençlik, erginlik, gençliğin gücüyle güçlü demektir.

    Yeniçerileri Bektaşîlerle Ahîler kurdu. Bektaşî ortalarının beraberce yedikleri kaplar, özellikle kazanları kutsal sayılırdı. O kazanda Hacı Bektaş Velî'nin çorba pişirip Yeniçeri ocağına armağan ettiğine inanılırdı.

    Ahîlerde iki akım vardı: Birisi cömertlik, ki bu akım güzel sanatlara gidiyordu. Öteki akım cesarete ve civanmertliğe akardı.





    Ta taş çağının karanlığından beri Pan sirinks'ini, Marsyas'a, Marsyas flütünü Kybele'ye, Kybele zillerini Apollon'a, Apollon harpını Bakkhos'a, Bakkhos davulunu Aşık Garib'e, aşık Garib sazını zeybeğe verdi. Zeybek oynadıkça onu oynatan diyonisiak hız Hasrettin Hoca'yı güldürdü. O hız Akdeniz'in karanlık geçmişinden dans ede ede ””yüzünde denizin dalga çırpıntısıyla güneş çakıntısı sanki””kulaklara türkü, gözlere oyun, gönüllere sevinç ve ta imanına kadar meydan okuma oldu. Aralarında İda Dağları, Boz Dağları, Uludağlar'ının dağ bekçileri ”Ferman Padişahın, dağlar bizimdir” diye bağırıyorlar. Dağların sesi yoktur. Olsaydı, ”Ferman Padişahın, dağlar bizimdir” diye inlerlerdi.

    YUNUS'UN MEZARI:

    Yunus Emre'nin mezarının nerede olduğu kesinlikle bilinmiyor. Türk halkı ermiş bellediği bu şairini öylesine sevmiştir ki, çocuklarına, köylerine onun adın vermiş, onun adına taşlar dikmiş, yüzyıllarca onun ağzından şiirler söylemiştir. Nice ozan onun şiirinde eriyip yok olmayı seçmiştir.

    Yunus Emre'nin mezarının nerede olduğu kesinlikle bilinmiyor, ama bir mezarı olmadığı için değil, Anadolu'nun birçok yerinde onun adına mezarlar bulunduğu için.

    Uzmanların kitaplarda andıkları mezarlar şuralarda: 1. Bursa'da, 2. Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyünde, 3. Erzurum Palandöken dağı eteklerindeki Tuzcu köyünde, 4. Isparta'nın Keçiborlu kasabası yakınlarındaki bir köyde, 5. Konya Aksarayı'nda bir tepe üzerinde, 6. Sivas'a giden yol üzerinde, 7. Afyonkarahisar'a bağlı Sandıklı'nın Yeniçay köyünün tepesinde, 8. Eğridir'de, 9. Karaman'da, 10. Porsuk suyunun Sakarya'ya karıştığı Sarıköy'de.

    Uzmanlar bu mezarlardan bazılarının başka Yunus'ların olduğunu, bazılarının arandığında bulunmadığını, belediyelerce bile bilinmediğini, bazılarının ise Yunus'a saygı göstermek için yapıldığını söylüyoryar. Yalnızca iki mezar üzerinde duruluyor.

    Bunlardan biri Sarıköy'deki mezardır. Buraya son yıllarda büyük, güzel bir anıt yapılmış, giriş kapısına ”sevelim, sevilelim” dizesi işlenmiştir. Yunus'un eski mezarından çıkarılan kemiklerinin bu yeni mezara konması için yapılan törene ise, yirmi bini aşkın bir halk kitlesi katılmıştır.

    Yunus'un Karaman'da yaşayıp öldüğünü savunan uzmanlara göre ise, bu mezar da Yunus'un olamaz, çünkü Sarıköy'deki mezar son yıllarda yeniden yapılmadan önce bir taş toprak yığını durumundaydı, oysa Yunus gibi yaşarken büyük bir üne kavuşmuş bir kimse için bir türbe yapılması, bir taş dikilmesi gerekirdi. Gene bu uzmanlara göre, Sarıköy'ü savunanların dayandıkları belgeler de güvenilecek belgeler değildir. Eldeki tek güvenilecek belgede Yunus Emir Bey'den söz edilmektedir. Mezarı Akşehir'e bağlı Koçaç köyünde bulunmuş olan Yunus Emir Bey'i Yunus Emre'yle karıştırmamak gerekir. Yunus Karaman'da yatmaktadır, Karaman'da zaviyesi, tekkesi, camisi vardır.



    YENİ BİLGİLER:

    Yunus Emre'nin Karamanlı olduğunu savunan uzmanlar, dayandıkları belgelerin Bektaşî Vilâyetnâmeleri ya da hayali geniş insanların yazdıkları kitaplar gibi güvenilmeyecek belgeler olmadığını, devlet arşivlerinde saklanan belgelerden yararlandıklarını belirterek özetle şu bilgileri veriyorlar:

    Yunus Emre'nin ailesi ”Hacı İsmail Cemaati” diye anılırdı. Horasan'dan gelip Karaman'a 29 kilometre uzaklıktaki bir bölgeye yerleşerek Şeyh Hacı İsmail Köyü'nü kurmuşlardı. Hacı İsmail'in oğlu Musa Beşe ile onun oğlu Güveği Çelebi'nin bu köyde zaviyeleri vardı. Kendilerine uyanlarla birlikte oturmaktaydılar. Hacı İsmail neslinden 50 kadar derviş yetişmişti. Yunus Emre göçten çok sonra Karaman'da doğdu. Onun babasının adı da İsmail'di. Oğullarından birine de İsmail adını koydu. Ailesi varlıklıydı, gerektiğinde devlete yardımda bulunacak durumdaydılar. Yunus Emre Karaman Sarayı'nda sayılan, sözü geçen bir kimse idi. Gezici bir derviş değil, bilgin bir şeyhti. Karaman'da kendi zaviyesi vardı. Bu zaviyenin hemen arkasındaki Dabaklar Çarşısı'nda bir kirişhane olduğundan halk Yunus'u Kirişçi Baba diye anardı. Kirişçi Baba Toroslarda, özellikle Bulgardağı'nda yaşayan Türkmenlerin şeyhiydi. Yörükler üzerindeki etkisiyle Karamanoğulları'nın asker toplamasına da yardımcı olurdu. Ayrıca, Karaman şehzadelerinin de şeyhiydi. Karaman'da adını taşıyan bir camisi ile bir tekkesi vardır.

    Bu uzmanlara göre Yunus Emre'nin ölümü de şöyle olmuştur:

    Karaman beyi Alâeddin Ali Halep'te seferdeyken bazı devlet adamları ile şehzadeler birleşip onun kendisine vekil bıraktığı Süleyman Şah'ı öldürerek devleti ele geçirirler. Ayaklanmaya sarayda etkili bir kimse olan Şeyh Yunus da karışır. Alâeddin Ali seferden dönünce yeniden devletin başına geçer, suçluları, bu arada Şeyh Yunus'u, yakalatıp öldürtür.

    Görüldüğü gibi, bunlar uzmanları yeni çalışmalara sürecek, tartışmalara konu olacak, çeşitli açılardan büyük önem taşıyan bilgiler. Ama halkımız için pek öyle önemli değil. Onlar nereye isterlerse oraya Yunus'un mezarı diyecek rahatlığa ermiş, yaşam öyküsünü de kendi gönüllerine göre düzenlemişlerdir.

    GÖNLÜNDEKİ YUNUS:

    Yunus Emre'nin yaşamı üzerine çeşitli menkıbeler vardır. Bunlardan bazıları Bektaşî Vilâyetnamesi, Hüdayî'nin Vâkıât'ı gibi yazılı kaynaklara geçmiş, pek çoğuda ağızdan ağza günümüze kadar gelmiştir. Bu menkıseleri birleştirerek halkın yarattığı Yunus Destanı'nı şöyle özetleyebiliriz:



    Elif okuduk ötürü

    Pazar eyledik götürü

    Yaradılmışı hoş gördük

    Yaradandan ötürü.



    diyerek okuldan ayrılmıştı. İşte bu Yunus bir kıtlık yılında pek bunaldı. Kırşehir yakınlarında Sulucakarahisar denilen yerde Hacı Bektaş adında bir ermişin yaşadığını, yoksullara yardım ettiğini duymuştu. Gidip ondan buğday istemeye karar verdi. Dergâha eli boş gitmemek için de yol boyunca dağlardan alıç (yaban bir ağacın buruk yemişi) topladı, öküzüne vurduğu heybelere doldurdu. Hacı Bektaş'a Yunus'un geldiğini, alıç getirdiğini, çok sıkışık durumda olduğundan biraz buğday istediğini söylediler. Dergâh'a eli boş gitmek istemeyen yoksul köylü Yunus'un bu gönül yüceliği Hacı Bektaş'ın hoşuna gitti. Dervişlerinden biriyle ona sordurdu:

    --- Buğday mı verelim, yoksa nasip mi?

    Yunus nasibi ne yapsın, evde çoluk çocuk aç:

    --- Buğday isterim, dedi.

    Hacı Bektaş gene gönderdi dervişini:

    --- Alıcın herbirine bir hasip verelim.

    Yunus'un aklı evinde:

    --- Çoluk çocuğum aç, nasip karın doyurmaz, buğday versin de gidelim, dedi.

    Hacı Bektaş gene gönderdi dervişini:

    --- Alıcın herbir çekirdeğine on nasip verelim.

    Yunus'un aklı evinde:

    --- Çoluk çocuğum aç, dedi. Buğday versin de gidelim.

    Bunun üzerine dervişler Hacı Bektaş'ın emriyle Yunus'un öküzüne dilediğinden de fazla buğday yüklediler.

    Yunus dağlardan eve dönerken, düşündü düşündü, yanıldığını anladı. Bu kişi çok yüce bir kişi olmasa, nasip istemediğime kızar, bana böylesine cömertçe buğday vermezdi, dedi kendi kendine. Hem nasip alsam, istediğimde buğdayı da bulurdum. Çevirdi öküzün başını, vardı dergâha, buğdayı kapının önünü indirdi.

    --- Alın buğdayınızı, bana nasip verin, dedi.

    Dervişler içeri gidip Hacı Bektaş'ın şu sözüyle geldiler:

    --- İş işten geçti artık. Biz o ihsanın anahtarını Taptuk Emre'ye verdik. Gitsin nasibini ondan alsın.

    Yunus boynu bükük döndü, vardı Taptuk Emre'ye.

    Bu Taptuk Emre bir güçlü ermiş idi. Hacı Bektaş uzak illerden Anadolu'ya geldiğinde erenlerden saygı, sevgi görmüş, yalnız Emre adında bir ermiş semtine hiç uğramamıştı.

    --- Hepimiz Hacı Bektaş katına varırız, sen niye bizimle gelmezsin, diye soranlara:

    --- Bütün erenlerin buluştuğu dost divanında nasip bağışlanırken Hacı Bektaş adlı bir kimse görmedik, derdi.

    Hacı Bektaş bunu duyunca bir dervişini gönderip Emre'nin, tekkesine gelmesini sağladı. Gelince de sözünü düşürüp ona erenler arasına nasıl girdiğini sordu. Şöyle dedi Emre:

    --- Yeşil perde ardından bir el çıkıp bütün erenler nasip bağışlarken orada Hacı Bektaş adında birini görmedim.

    Hacı Bektaş sordu:

    --- Yeşil perde ardından uzanan eli görsen bilir misin?

    Emre:

    --- Bilirim, dedi. Ayasında yeşil bir ben vardı.

    Hacı Bektaş ayasında yeşil ben olan elini uzatınca, Emre:

    --- Taptuk Hünkârım taptuk, diye üç kere tekrarladı.

    (Taptuk: tanıdık, bildik / tanıdım, bildim / anlamına)

    Böylece adı Taptuk Emre'ye çıktı. Hacı Bektaş'ın sözcüleri arasına katıldı.

    İşte Yunus boynu bükük, Taptuk Emre'ye gidip başından geçenleri anlattı. Taptık Emre:

    --- Hizmet et, nasibini al, dedi.

    Yunus'a dağdan odun kesme işi verdi. Yunus kırk yıl dağdan tekkeye odun taşıdı, ama bir kere bile eğri odun getirmedi.

    --- Dağda eğri odun yok mu, Yunus? diye soranlara,

    --- Bu kapıdan içeri odunun bile eğrisi giremez, diye cevap verdi.

    Yunus dağa odun kesmeye şeyhin kızıyla birlikte giderdi. Bunu duyan Hacı Bayram Velî:

    --- Nasıl olur, ateş ile pamuk bir arada nasıl durur, gelinlik kızla bir erkek her gün dağa birlikte nasıl gider? diye söz etmiş.

    Taptuk Emre bunu duyunca bir tutam pamuğun içine korlu bir kömür parçası sarıp Ankara'ya, Hacı Bayram Velî'ye gönderdi. Pamuğun içinde, pamuğu tutuşturmadan, nar gibi yanıp duruyordu ateş parçası.

    Yunus'un şeyhine canla başla hizmet edişini gören bazı dervişler de:

    --- Yunus şeyhin kızını seviyor da ondan böyle canla başla çalışıyor, diye yalan söylediler.

    Taptuk Emre onları yalancılıktan kurtarmak için kızını Yunus'a verdi. Ama Yunus:

    --- Ben şeyhimin kızına göre değilim, diyerek ömrünün sonuna kadar ona dokunmadı.



    Bu kız kuran okurken akarsular bile dururmuş.



    Bir gün tekkede bir erenler toplantısı yapılırken Yunus-î Gûyende adında ünlü bir ilâhiciden ilâhi okuması istendi. Taptuk Emre bu isteği üç kere tekrarladıysa da Yunus-î Gûlyende'den ses çıkmadı. Taptuk Emre, bunun üzerine, Yunus Emre'ye dönüp:

    --- O hazinenin kilidi açıldı artık, vakit tamam. Nasibini al. Sen söyle, dedi.

    Yunus Emre'nin gönlü, dili açıldı, ilâhiler okumaya başladı. O günden sonra da kimsenin söyleyemeyeceği güzellikte şiirler söyledi.

    Yunus Emre Taptuk'un kapısında otuz yıl canla başla hizmet ettiği halde, feyze eremediğini, gizli âlemin kendisine açılmadığını sanarak umutsuzluğa kapıldı, bir gün tekkeyi bırakıp kaçtı. Yolda dervişlere rastladı, onlara yoldaş oldu. Akşamları dervişlerden biri dua ediyor, gökten bir sofra yemek iniyordu. Sıra derviş Yunus'a gelince ellerini göğe açıp:

    --- Tanrım, dedi, bende feyz yok, ama bunların yanında benim yüzümü kara çıkarma, onlar kimin yüzüsuyu hürmetine senden yemek istiyorlarsa, o kişinin hakkı için yemek gönder.

    O akşam, her akşamkinden daha çok, iki sofra dolusu yemek geldi. Dervişler merak edip Yunus'a:

    --- Kimin yüzüsuyu hürmetine dua ettin? diye sordular.

    Yunus:

    --- Önce siz söyleyin, dedi.

    --- Biz, dediler, Taptuk Emre'nin kapısında otuz yıl hizmet eden Yunus Emre'nin yüzüsuyu hürmetine dua ediyoruz.

    Yunus böylece feyze ermiş olduğunu anladı, hemen geri dönüp sabaha karşı Taptuk'un tekkesine vardı.

    Doğru şeyhin karısı Ana Bacı'ya başvurup kendisini bağışlamasını diledi. Taptuk artık çok yaşlıydı, gözleri görmez olmuştu. Ana Bacı, Yunus'a:

    --- Sen eşiğe yat, dedi. Şeyh sabah namazına çıkarken ayağı sana takılınca, ”Kim bu?” diye sorar. Ben ”Yunus.” derim. ”Bizim Yunus mu?” diye sorarsa, anla ki gönlünden çıkmamışsın, hemen ayaklarına kapan, seni bağışlamasını dile. ”Hangi Yunus?” diye sorarsa anla ki gönlünden çıkmışsın, git derdine başka bir yerde derman ara.

    Yunus Ana Bacı'nın dediğini yaptı. Taptuk Emre:

    --- Bizim Yunus mu? Diye sorunca ayaklarına kapanarak suçunu bağışlattı.

    Taptuk onun suçunu bağışladı ama:

    --- Kendi mertebeni öğrenmeden bana inanmadın, dedi. Artık yanımda kalamazsın. Asâmı (dervişlerin sopası) atacağım, nereye düşerse, git orada Tanrı'ya kavuş.

    Taptuk Emre bu sözü söyleyince, asâsını pencereden dışarı attı. Yunus Emre, bir söylentiye göre beş yıl, bir söylentiye göre yedi yıl dağ taş demeden ilâhiler söyleyerek şeyhinin asâsını aradı. Ama bir türlü bulamadı. Taptuk Emre'ye asâsını bulamadığını bildirmek üzere geri dönerken Sarıköy'ün orada dinlenmek için bir taşın üstüne oturdu. Bir de baktı ki ilerde kavak gibi bir nur havaya doğru uzanıyor. Yanına gidince şeyhinin asâsını tanıdı. Eline alıp orada öldü.



    Yunus Emre, şeyhinin asâsını bulup Tanrı'ya kavuşmak için, ilâhiler söyleyerek dağ taş dolaşırken öylesine bir üne erdi, öylesine güzel sözler etti ki, sarayların, okumuşların gözdesi Mevlânâ Celâleddîn bile onun için:

    --- Nereye vardıysam bu Türkmen kocasının izlerini önümde gördüm, dedi.



    Yunus'un ise ”Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır” diye yücelttiği Mevlânâ Celâleddîn'e ”Mesnevi”ye duyduğu hayranlığı belirtirken:

    --- Yalnız çok uzun yazmışsın. Ben olsam:



    Ete kemiğe büründüm

    Yunus diye göründüm



    Derdim, olur biterdi, diye takıldığı söylenir.



    Gene bir halk söylentisine göre, Yunus Emre'nin şiirleri böyle üç yüz beş yüz tane değildi. Üç bin şiiri vardı. Bunlar bir kitapta toplanmıştı. Bu kitap Molla Kasım adlı bağnaz bir hocanın eline geçti. Bu hoca bir akarsu kıyısına oturup şiirleri okumaya başladı. Dine aykırı gördüklerinden bin tanesini yaktı, bin tanesini de suya attı. İki bin birinci şiire gelince şu sözlerle karşılaştı:



    Derviş Yunus bu sözü

    Eğri büğrü söyleme

    Seni sigaya çeker

    Bir Molla Kasım gelir.



    Bunu okuyunca Yunus'un ermişliğine inanan Molla Kasım son kalan bin şiiri sakladı. Ama yakılanlarla suya atılanlar da yok olmadı. Yakılanları gökte melekler, suya atılanları suda balıklar okuyor. Elde kalanları da biz insanlar okuyoruz.



    Halkımızın Yunus Emre üzerine anlattığı menkıbeleri birleştirip özetleyerek derlediğimiz bu destan, onun yüzyılların ötesinden nasıl günümüze ulaşabildiğini göstermesi bakımından çok ilginçtir. Tekke edebiyatının kurucusu sayılan Yunus Emre bütün tarikatlarca ulu tanınmış, halkın gözünde, dilinde bir masal kahramanı haline gelmiştir. Sarayın, okumuşların küçümsediği bu şairi, tarikatların ilgisi, halkın sevgisi yaşatmıştır.



    Burada da Sabahattin Eyüboğlu'nun sesine kulak verelim:



    ”¦”¦ Bu destan dindar olmaya, şu ya da bu peygambere inanmaya değil, insan olmaya çağırır bizi. Yunus, halkımızdan yana, halkımız Yunus'tan yana olduysa bunun nedeni gerçek şiirle gerçek insanlığın birbirinden ayrılmaz oluşudur. Yunus haktan yana oluşla halktan yana oluşun bir araya gelmesidir. Bütün büyük şairler gibi Yunus da hak için halktan, halk için haktan yana olmuştur. Yunus softalara yobazlara karşı, bu dünyayı hiçe sayıp öbür dünyayı övenlere karşı, bu dünyada adam olmak, kendi kendisini, küçük çıkarlarını yenmek isteyenlerden, miğdecilere karşı ülkücülerden yanadır. Yunus'un dindarlığı su götürmez, ama onun dindarlığı softaların cennetine, sırat köprüsüne değil, insanlığa, insan yüreğine, doğruluğa ve fakir fukaranın mutluluğuna çevriktir. Hiçbir şiiri dünyayı sömürenleri övmez, hemen her şiiri dünyayı sömürenlere karşı bir seslenmedir. Nasıl öyle olmasın ki bütün dünyanın büyük şairleri hep, ama hep aynı şeyi söylemiş, aynı sömürgenliğe karşı isyan etmiştir. Kurdun kuzuyu paralayıp yemesinde güzellik bulan bir tek dünya şairi göremezsiniz.

  5. #5
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    675
    @GARAGIZ

    Standart

    YUNUS'UN ORTAYA ÇIKARILIŞI:

    Yunus Emre'nin divanlarca küçümsendiğini, Alevî-Bektaşî tekkelerinde yapılan ayinlerde okunan şeriata sığmaz şiirleri yüzünden medreselileri de öfkelendirdiğini biliyoruz. Onun nefeslerini okuyanlar için ölüm fetvası bile verilmiştir.

    Bu gibi çekişmeler yüzünden Yunus Emre'nin ortaya çıkarılışı, bilim dünyasına tanıtılışı çok gecikti. XIII-XIV. Yüzyıllarda yaşamış olan bu şair için ilk sözü edilmeye değer çalışmalar, XX. Yüzyılın başında yapıldı.

    1913'de Rıza Tevfik ile Fuat Köprülü birkaç makale yayımladılar.

    1918'de Fuat Köprülü ”Türk Edebiyatı'nda İlk Mutasavvıflar” adlı yapıtıyla Yunus'u bilim dünyasına tanıttı.

    1933-34'de Burhan Toprak Yunus'un Divan'ını üç cilt olarak yayımladı.

    1936'da Abdülbaki Gölpınarlı Yunus'un Divan'ını bilimsel bir çalışma süzgecinden geçirerek yayımladı.



    Otuz yıl süren bu araştırmalar sonunda Yunus Emre'nin şiir alanındaki önemi anlaşılmış, bir tarikat ulusu olmanın ötesinde, ”şairliği” değerlendirilmiş, yapıtları üzerine birçok inceleme yapılmıştır.





    Sabahattin Eyüboğlu:

    ”¦”¦



    Biz dünyadan gider olduk

    Kalanlara selâm olsun.



    Yalnız bu insanlık ve şiir yüklü, Homeros'un deyimiyle bu kanatlı söz tek başına Yunus Emre'nin bir olgun kişi olduğunu, özlü sözü bulduğunu, düşüncenin ve sanatın yüce katlarına ulaştığını anlatmaya yeter. Yunus'a merak salmaya başlayan Batılı edebiyatçılar bana: Kim bu Yunus, diye sordukları zaman, kendilerine Yunus Emre uzmanımız Abdülbâki Gölpınarlı'nın kitaplarını salık verdikten sonra ben yalnız bu sözü çat pat Fransızca'ya, İngilizce'ye çeviriyorum. Her seferinde bu söz, Türkçe'de nefes alır gibi söylenen bu söz, çeviride bütün rahatlığını yitirdiği halde, Batılı aydının da hemen can kulağını kabartıyor. Neden? Çünkü bu sözde bir insan, bütün kinlerin, ayrılıkların ötesinde, bütün insanlara kardeşçe sesleniyor. Acıyı tatlıya, umutsuzluğu umuda, ölümü yaşamaya çeviren bir büyü var bu sözde. Ardından gelen sözler uzak yakın, değişik yankılar gibi tekrarlıyor onu. Gelin okuyalım bu güzelim şiiri:



    Biz dünyadan gider olduk

    Kalanlara selâm olsun.

    Bizim için hayır dua

    Kılanlara selâm olsun.



    Ecel büke belimizi

    Söyletmiye dilimizi

    Hasta iken halimizi

    Soranlara selâm olsun.



    Tenin ortaya açıla

    Yakasız gömlek biçile

    Bizi bir âsan veçhile

    Yuyanlara selâm olsun.



    Eceli gelenler gider

    Küllisi gelmez yola gider

    Bizim halimizden beter

    Soranlara selâm olsun.



    Derviş Yunus söyler sözü

    Yaş doludur iki gözü

    Bilmeyen ne bilsin bizi

    Bilenlere selâm olsun.



    Yunus ya da Yunusça konuşan Anadolu halkı, bu şiirde, dünyanın ve başka bir halkın şiiriyle buluşuyor. Yunus'tan yüz elli yıl kadar sonra onun gibi belâlı, kanlı, kargaşalı bir çağda yaşamış Fransız şairi François Villon'un kendi milletinin edebiyat tarihindeki yeri, Yunus'un bizimkindeki yerini andırır. Yunus nasıl Arapça ve Farsça'ya karşı Türk halkının dilini yüceltmişse, Villon'da Lâtince ve Yunanca'ya karşı Fransız halkının dilini yüceltmiştir. Dante'nin, Shakespeare'nin, Cervantes'in yaptığı da aynı şeydir aslında: Halkın diliyle söylenemez sanılan yüksek duydu ve düşünceleri halkın diliyle bal gibi söylemek. Ne var ki, ah ne yazık ki, biz Yunus'un ardından gitmemişiz. Batılılarsa yalnız Yunus gibilerin ardından gitmişler. İşte bu Yunus gibilerden biri, Villon bakın, Orhan Veli'nin çevirisiyle nasıl Yunusça sesleniyor:



    ASILMIŞLARIN BALADI

    Ey dünyada kalan insan kardeşler,

    Olmayın bu kadar katı yürekli;

    Allah da sizden razı olur belki

    Sizler acırsanız bizlere eğer;



    Şurada asılmışız üçer beşer;

    Kuş sütüyle beslenen şu bedene

    Bir bakın, dağılmada günden günü;



    Bakın kül olan kemiklerimize;

    Gülmeyin, dostlar, bu hale düşene;

    Tanrıdan mağfiret dileyin bize.



    ”¦..



    Etmeyin, işte ölmüşüz bir kere;

    Tanrıdan mağfiret dileyin bize.



    Görmedik bir gün olsun rahat yüzü;

    Yağmur sularında yıkandık yunduk;

    Kurda, kuşa yedirdik kaşı, gözü;

    Gün ışıklarında karardık yandık;

    Kuş gagalarıyla kalbuda döndük.



    ”¦..



    Dostlar görüyorsunuz halimizi;

    Tanrıdan mağfiret dileyin bize.



    Fransız şairi, Villon'un ardından gittikçe daha halkçı olurken biz Yunus'u halka bırakıp Sarayların kapalı, yapmacıklı ve kısır şiirinden yana gitmişiz; büyük şairlerimizin soluğunu altına, gümüşe boğmuş, süslü duvarlar içine kapamışız. Villon'un ardından Tanrının dili bile halkın diline çevrilirken Yunus'un ardından halkın dili küçümsenip Yunus'la birlikte yüzyıllarca kültür dışı, kaba Türk işi sayılmış.



    Atatürk'le birlikte Türk Devleti'nin halka yönelmesinden önce Yunus Emre, halk türküleriyle birlikte analarımızdan öğrenip ciddiye almadan söylediğimiz, okullara, sanat, edebiyat çevrelerimize yakıştıramadığımız, olmasa da olur dediğimiz, halı yanında kilim, ut yanında saz, konak yanında kulübe saydığımız kaba halk antikaları arasındaydı.


    YUNUS'UN DÜŞÜNCE DÜNYASI:

    Yunus Emre yalnızca Tasavvufla, dinle ilgili konularda, genellikle coşkun, zaman zaman da öğretici şiirler yazmıştır. Konuları bu çerçevenin dışına pek çıkmaz. Ama soyut bir dünya kurarak değil de, yaşadığı somut dünyanın çağrışımlarıyla yazdığı için, şiirleri aydınlık, sıcak, daha önemlisi, çağımızın insanına, öbür dünya özlemiyle yanmayan, Tanrı'ya kavuşmak gibi bir sorunu bulunmayan çağdaş insanlara da cana yakın gelen, şaşırtıcı bir gözlem gücüyle yüklü şiirlerdir. Dinsel konularda yazıp böylesine yaşamın içinde kalabilen, aydınlık olabilen başka şair yoktur sanırız. Bunda bağnazlığa karşı Tasavvufun getirdiği hoşgörünün, bağışlama, sevgi gücünün büyük etkisi bulunduğu bir gerçektir.

  6. #6
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    675
    @GARAGIZ

    Standart

    Yunus'un Felsefesi:

    Yunus Emre Tasavvuf felsefesi çerçevesinde düşünmüş, dünya, öbür dünya, Tanrı, dünyanın yaratılışı, insan-Tanrı ilişkileri gibi konularda hep bu din felsefesinin verdiği bilgilerle yaklaşmıştır. Ama şaşırtıcı gözlem gücü, bağlandığı Tasavvuftan gelen hoşgörüsü, insan sevgisi, insana verdiği önem, bazı düşünürlerin onu başka felsefelere yaklaştırmalarına da olanak sağlamıştır. Örnekse, Yunus'da hümanizma felsefesinin özünü bulanlar vardır: İnsanı insanla barıştırmak, kendini bilmek, başkalarından ayırmamak. Bir şair olarak Yunus Emre'nin bağlandığı felsefe kuramını zorladığı, yaşadığı dönemde Anadolu halkının gerçeğini, ülküsünü yansıttığı doğrudur. Ama daha ileri gitmek, halkın yanında yer almış, halktan yana olmuş bir şairi, kendi çağrışımlarımızla donatmak, dayandığı din felsefesinin, Tasavvufun dışında değerlendirmek, mistikliğinden sıyırmak bilimsel görüşe aykırıdır.

    Ne var ki çağdaş okurlar bunu yapacak. Yunus'un Tanrısal aşkını insansal aşk olarak, dost özlemini arkadaş özlemi olarak göreceklerdir. Çünkü şiir okurunu bilim adına kendi dünyasından, kendi çağrışımlarından ayırmak da olanaksızdır.

    Yunus Emre bir şiirinde ”şeriat, tarikat, marifet, hakikat” diye dört bilgi derecesinden söz eder. Birincisi İslâm dini kuralları, ikincisi tarikat kuralları, üçüncüsü şeriatla tarikatın arasını bulmak, dördüncüsü de en yüksek bilgi, yani gerçeğin, Tanrı'nın sırrıdır.

    Biri dış, yani Zâhirî, öbürü iç, yani Bâtınî, olmak üzere iki Âlem vardır. Dış dünya ile ilgili bilimler, zâhirî bilimler, dış dünyanın varlıklarını, olaylarını anlatmaktan öteye geçemez.En yüksek bilgi derecesine, gerçeğin, yani Tanrı'nın sırrına yönelen bilimler, iç bilimler, Batınî bilimlerdir. Tanrı'ya ulaşmak, gerçeğin sırrına ermek için, bütün din dışı bilimlerden, hatta şeriat bilimlerinden vazgeçilmelidir. Çünkü bunlar Tanrı ile kulun arasına girer, ikiliği destekler. Aklı aşıp gönüle yönelmek, aşk yolunu seçmek gerekir. Aşkın, yani Tanrısal aşkın, kendisi de bir bilimdir, hem de en yüksek bilim.

    Görüldüğü gibi, Yunus Emre'nin bilim anlayışı XX. Yüzyıl insanının anlayışına çok ters düşüyor.

    Ama sonunda, aşk bilimiyle Tanrı'ya ulaşınca, gerçeğin sırrına erince varılan mertebede neler elde edilecek? Kendini bilen insanın, en yüksek bilgiye ulaşan insanın dünyasında din, mezhep, ulus ayrımları yok, mevki ya da sınıf ayrımları yok.

    İşte burada, Yunus'un özlemiyle, daha doğrusu, Yunus'u besleyen mistik felsefenin özlemiyle XX. Yüzyıl insanının özlemi arasında bir benzerlik doğuyor. Şairin birçok şiirini günümüz insanına coşkuyla okutan biraz da bu benzerlik.


    Nedir bizim Yunus'un inancı? Yoksulu bay, kuruyu yaş, ayağı baş eden bu yaman insan gücünü hangi inanıştan alıyor Yunus? Bu sorunun karşılığını Yunus'un söylediklerinde ve söylettiklerinde aradığımız zaman bir hayli şaşırarak görürüz ki Yunus bütün dindarlığına, Müslümanlığına karşın hiçbir dinin adamı değil, hatta bir din adamı bile değil, tersine bütün dinlerin ötesinde, camilerin, kiliselerin dışında, hele softaların yobazların düpedüz karşısında, kitapsız, tapınmasız, törensiz, kıblesiz bir inancın adamıdır. Bu inancın tek kuralı, yasası, dogması sevgidir, en geniş, en sınırsız, en insanca anlamıyla sevgi. Dinini, Tanrısını sordunuz mu Yunus'a aşk der ve dost der size, başka şey de söylemez. Diyeceksiniz ki, daha doğrusu insanoğlunun inanma güçlerini ille de insan ve dünya ötesine kaydırmak isteyenler diyecekler ki, Yunus'un aşk dediği Ferhat ile Şirin arasındaki aşk değil, Yunus'un Dost dediği senin bu dünyada rastlayıp candan sevdiğin insanlar değildir. Onun aşkı da, dostu da, şarabı da, sarhoşluğu da gerçek ötesi varlıkların rumuzlarıdır ve ancak öldükten sonra ruhlarımızın kavuşacağı gerçeklerdir. Evet ama, Yunus Emre şiirlerinde bu kavramları ne kadar yüceltirse yüceltsin, dünyayı ne kadar hor görürse görsün, ne insanın ne dünyanın dışına çıkarmıyor inandığı değerleri. İnsanın dışında değil, içinde buluyor Tanrısını, bakın nasıl:



    Bu tılsımı bağlayan

    Türlü dilde söyleyen

    Yere göğe sığmayan

    Sığmış bu can içinde.



    Çok aradım özledim

    Yeri gökü aradım

    Çok aradım bulmadım

    Buldum insan içinde.



    Yunus Emre göklerde değil yerde buluyor aradığını, rahmet ve bereket yağmurları bile topraktan yağıyor şiirinde.



    Bir dem yüzüm süre duram

    Her dem ayım yeni doğar

    Her gün bir bayramdır bana

    Yazım kışım yeni bahar.



    Onun nuru karanlığı

    Sürer gönül hücresinden

    Karanlık ile aydınlık

    Bir hücreye nite sığar.



    Ben ayımı yerde gördüm

    Ne işim var gök yüzünde

    Benim gözüm yerde gerek

    Bana rahmet yerden yağar.



    Sözüm el gün için değil

    Sevenlere bir söz yeter

    Sevdiğimi söylemezsem

    Sevmek derdi beni boğar.



    Cennetin yeryüzünde, gerçeğin toprakta saklı olduğunu daha ne kadar açık söylesin Yunus altı yüz elli yıl önce ve köyde. Bugün Sivrialan köyünde yaşayan Aşık Veysel de:



    Hakkın gizli hazinesi toprakta

    Benim sadık yarim kara topraktır.



    Diyor ve bir çekirdeğe karşı dört bostan veren, kazma ile bel ile üstüne yürüyeni gül'le karşılayan toprağa çağırıyor cenneti dünya ötesinde arayanları.

    Yunus dünyaya kızar, ne güzel kızar hem de, yalancılığını vurarak yüzüne, ölümlerin öcünü alarak dünyadan:



    Yürü yürü, yalan dünya

    Yalan dünya değil misin?

    Yedi kere ıssız kalıp

    Dolan dünya değil misin?



    Ateş bıraktı özüme

    Dumanı girdi gözüme

    Bu gözle bugün yüzüme

    Gülen dünya değil misin?



    Aynı dünya için aynı Yunus şunu da söyler:



    Bu dünya bir gelindir

    Yeşil kızıl donanmış

    İnsan böyle geline

    Bakar bakar doyamaz.



    Dünyayı bütün insanlarıyla birlikte benimser Yunus:



    Dünya beni rızkımdır

    Halkı benim halkımdır.



    İnsanlardan istediği düpedüz insanca bir sevgi ve iş birliğidir. Dinleyin ne kadar açık seçik olarak söylüyor bunu:



    Gelin tanış olalım

    İşi kolay kılalım

    Sevelim sevilelim

    Dünya kimseye kalmaz.



    Dünya hem hepimizin, hem hiçbirimizindir Yunus'a göre. Günahların günahı bir insana kötülük etmektir dünyada:



    Bir kez gönül yıktın ise

    Bu kıldığın namaz değil

    Yetmiş iki millet dahi

    Elin yüzün yumaz değil.



    İnsanın içindeki şeytan, asıl şeytan kimdir Yunus'a göre:



    Adımız miskindir bizim

    Düşmanımız kindir bizim

    Biz kimseye kin tutmayız

    Kamu alem birdir bize.



    Sen sana ne sanırsın

    Ayruğa da onu san

    Dört kitabın manasın

    Budur eğer var ise.



    Ne demek bu? Şu demek ki, Yunus'a göre bütün din kitaplarının bir tek anlamı olabilir olsa olsa, olmalıdır ya da: O da insanı insanla barıştırmak, insanı insan etmek gerçekten, kendini bilmek ve başkalarından ayırmamak. Hümanizmenın özü de budur işte; hümanistlerin özlemi de insanın bütün insanlığı kendinde bulması, bir insanın insanlarla, bütün insanlıkla kaynaşması, halleşmesi değil mi?

    İşitin ey yarenler,

    Aşk bir güneşe benzer

    Aşkı olmayan gönül

    Bir kara taşa benzer.



    Taş yürekte ne biter

    Dilinden ağu tüter

    Nice yumuşak söylese

    Sözü savaşa benzer.



    Bakın aşk kavramı da Yunus'ta insanlıkla nasıl kaynaşıyor, daha doğrusu ona dökülüyor: O kadar ki birçok şiirinde aşk coşkunluğunun hemen ardından sevgisizliklerin, kalleşliklerin yergisi, gerçek aşıkların övgüsü geliyor:



    Aşkından yanır yüreğim

    Yandığım bana hoş gelir



    Söyler isem sözüm savaş

    Söylemezsem ciğerim baş



    Bu dünya dop dolu kalleş

    Her birinden bir taş gelir



    Hakkı gerçek sevenlere

    Cümle âlem kardaş gelir...



    Aşk insanı nefsinden, bencilliğinden kurtaran bir tapınmadır Yunus'ta. Ama iki özelliği var bu tapınmanın. Biri şu: Yunus, bizim o dertli, yoksul çaresiz Yunus, gözü yaşlı, bağrı başlı Yunus, bir köşeye çekilip kendi aşkıyla yetinecek ve kendi cennetini sağlamaya çalışacak yerde, ki birçok dünya ermişlerinin, dünya bencilliğinden kurtulmak için ahret bencilliğine düşen keşişlerin yaptığı budur, hayır böyle yapacak yerde, Yunus yiğitçe atılıyor ortaya, birden bırakıp ağlayıp sızlanmayı kelleyi koltuğa alıp yürüyor dünyanın üstüne:



    Ey dost aşkın denizine

    Girem, garkolam yürüyem



    İki cihan meydan ola

    Devranım sürem yürüyem



    ”¦”¦”¦”¦”¦”¦



    Başımı alıp elime

    Yolumu verem yürüyem.



    Bir başka şiirinde Yunus, kim bilir kaç Anadolu şairine bir yiğitçe sesleniş biçimi kazandıracak olan ve aşkın bile görece bir mutluluk olduğunu kabul edecek kadar ileri giden şu yaman sözleri söyler:



    Bu denize düşen ölür dediler

    Ölür ise ko ki ölsün nolisar.

    Aşk gelicek cümle eksikler biter

    Bitmez ise ko ki kalsın nolisar.



    Aşkın bir susuzluk, bir doymaz ülkü özlemi olduğunu söylerken sesi hiç de ağlamaklı değildir Yunus Emre'mizin:



    Yedi deniz geçer isem

    Yetmiş ırmak içer isem

    Susuzluğum kanmaz benim

    Dost şerbetiyle kanayım.



    Al gider benden benliği

    Doldur içime senliği

    Gel, sen burada öldür beni

    Gidip orda ölmeyeyim.



    Beyler azdı malından

    Bilmez yoksul halinden

    Çıkmış rahmet gölünden

    Nefs derdine dalmıştır.

  7. #7
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    675
    @GARAGIZ

    Standart

    o Yunus ki şöyle seslenir dostuna:



    Aşkın aldı benden beni

    Bana seni gerek seni

    Ben yanarım dünü günü

    Bana seni gerek seni.



    Ne varlığa sevinirim

    Ne yokluğa yerinirim

    Aşkın ile avunurum

    Bana seni gerek seni.



    Sofilere sohbet gerek

    Ahilere ahret gerek

    Mecnunlara Leyla gerek

    Bana seni gerek seni.



    Cennet cennet dedikleri

    Birkaç köşkle birkaç huri

    İsteyene ver onları

    Bana seni gerek seni.



    Eğer beni öldüreler

    Külüm göğe savuralar

    Toprağım anda çağıra

    Bana seni gerek seni.



    Dosta yaşarken kavuşmak ister Yunus, öldükten sonra değil:



    Yoldaş olalım ikimiz

    Gel dosta gidelim gönül

    Haldaş olalım ikimiz

    Gel dosta gidelim gönül



    Ölüm haberi gelmeden

    Ecel yakamız almadan

    Azrail hamle kılmadan

    Gel dosta gidelim gönül.



    Dünya dostun bahçesidir Yunus için.



    Halvetlerde meşgul olam

    Daim açılır gül olam

    Dost bağında bülbül olam

    Ötem hey dost deyu deye



    Mecnun oluban yürüyem

    Yüce dağları bürüyem

    Mum olubam eriyem

    Yanam hey dost deyu deyu



    Günler geçe yıl çevrile

    Üstüme sinlem devrile

    Ten çürüye toprak ola

    Tozam hey dost deyu deyu.



    ”¦”¦”¦..



    Dost yüzünü görmez isem

    Bu gözlerim nemdir benim

    Dilim şeker gövdem kamış

    Bu söyleyen nemdir benim.



    Dost sözünün yerini bazı şiirlerde, belki değişmiş olanlarda Mevlâ sözü alır; ama şiirin havası, dostçalığı değişmez:



    Dağlar ile taşlar ile

    Çağırayım mevlam seni

    Seherlerde kuşlar ile

    Çağırayım mevlam seni



    Yunus okur diller ile

    Bir sürü bülbüller ile

    Haktan yana kullar ile

    Çağırayım mevlam seni.



    Muhammed'e, Ali'ye, Hasan ile Hüseyin'e seslendiği zaman da Yunus'un ya da Yunusların dostluk duyguları pek değişmez:



    Aşık Yunus neyler dünyayı sensiz

    Adı güzel kendi güzel Muhammed.



    Araya araya bulsam izini

    İzinin tozuna sürsem yüzümü



    ”¦”¦”¦”¦”¦.



    Hak nasip eylese görsem yüzünü

    Ya Muhammed canım arzular seni



    Yunus övdü durdu seni dillerde

    Dillerde dillerde hem gönüllerde

    Ağlaya ağlaya gurbet ellerde

    Ya Muhammed canım arzular seni.



    ”¦”¦”¦.



    Yüce sultanım

    Derde dermanım

    Bedende canım

    Hu demek ister



    Kerbelâ'nın kuzuları

    Şehit olmuş gazileri

    Fatma'nanın kuzuları

    Hasan ile Hüseyin'dir.



    Hazret Ali babaları

    Muhammed'tir dedeleri

    Arşın iki küpeleri

    Hasan ile Hüseyin'dir.



    Kerbelâ'nın ta içinde

    Nur balkır gökçek saçında

    Yatarlar nurlar içinde

    Hasan ile Hüseyin'dir.



    Anadolu böyle sever işte sevince, böyle içten, böyle türkü söyler gibi.

    Ama Yunus'un da Dostunun yerini herkesin Tanrısı alınca hava değişir. Onunla artık dostça değil bir kulun padişahla konuşabileceği, daha doğrusu hiçbir zaman konuşamayacağı gibi konuşur; baş kaldırır ona, adaletinden şüphe eder:



    Ben sana zulm eyledim ettim günah

    Neyledim nettim sana ey Padişah..

    Kıl köprü gerersin geç diye

    Gel seni sen duzağımdan seç diye



    Ya düşer ya dayanır ya uçar

    Kıl gibi köprüden adem mi geçer.

    Kulların köprü yaparlar hayriçin

    Hayr budur kim geçerler seyriçin.



    Böylece eleştirir Yunus Tanrı'yı: Hem beni yaratırsın, her yapacağımı da bilirsin sonra da günahlarımı tartıp beni yakmak istersin. Teraziyi bakkallar kullanır, sana yakışır mı der ve şöyle bitirir sözünü:



    Geçmedi mi intikamın öldürüp

    Çürütüp gözüme toprak doldurup

    Hiç Yunus'tan değdi mi sana ziyan

    Sen bilirsin aşikâre ve nihan

    Bir avuç toprağı bünca kıl-ü kal

    Neye gerek ey Kerim-i zül celâl



    Yunus Emre Tanrı karşısındaki davranışları pek az dünya şairinde görülecek kadar değişik, karmakarışıktır. Bu Türkmen Kocası Anadolu halkıyla birlikte türlü inanç köprülerinden geçmiş, baş kaldırmadan boyun eğmeğe, Tanrıyı insanlaştırmadan insanı Tanrılaytırmaya kadar bütün hallerden geçmiştir. Çünkü, unutmayalım, Yunus'un yaşadığı topraklar bütün Tanrıların iz bırakıp geçtiği topraklardır. Bu konuyu değiştirmeden iki şiir daha okuyalım:



    İster idim Allahı

    Buldum ise ne oldu

    Ağlardım gündüz gece

    Güldüm ise ne oldu?



    Erenler sohbetinde

    Deste kızıl gül idim

    Açıldım ele geldim

    Güldüm ise ne oldu?



    Alimler ulemalar

    Medrese buldular

    Ben harabat içinde

    Buldum ise ne oldu?



    Aynı şair, belki de bütün umutlarını Tanrıya bağlayan, ölüm karşısında güz yaprağı gibi titreyen insanların ağzından şu kanatlı sözleri söyler:



    Açıldı gökler kapısı

    Rahmet doludur hepisi

    Sekiz cennetin kapısı

    Açar Allah deyu deyu.



    ”¦..



    Sensin rahim sensin kerim

    Allah sana sundum elim.



    Dilim tetiği buruldu

    Canım gövdeden üzüldü

    Gören gözlerim süzüldü

    Allah sana sundum elim.

  8. #8
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    675
    @GARAGIZ

    Standart

    Yunus'un Savunduğu Ahlâk:

    Yunus Emre olgunluk döneminde yazdığı Risâlet-ün Nushiyye (Öğütler Kitapçığı) adlı şiirinde ahlâk anlayışını açıklamıştır. Mesnevi biçiminde, aruz ölçüsüyle yazılmış olan bu şiir 573 beyittir. Başta 13 beyitlik bir başlangıçtan sonra kısa bir düzyazı vardır. Bu düzyazıda aklın, imanın çeşitleri anlatılır, insanda toprak, su, ateş, yel niteliklerinin can ile birleştiğine, toprak ile suyun cennet, ateş ile yelin cehennem öğeleri olduğuna değinilir. Arkasından destanlar gelir: Ruh ve Nefis, Kanaat, Boşu yani Gazab, Sabır, Haset, Cimrilik, Akıl. Toprak ile su iyiliklerin, ateş ile yel kötülüklerin simgeleridir. İyilikler şunlardır: Tanrı özlemi, Tanrı'ya güvenmek, sabır, onurunu korumak, iyi huy, halka iyilik etmek, temiz yüreklilik, cömertlik, kanaat, utanmak, dürüstlük. Kötülükler de şunlardır: düzenbazlık, gösterişçilik, acelecilik, kibir, şehvet, kıskançlık, iki yüzlülük, öfke, cimrilik, kin, dedikodu, adam çekiştirmek.

    Yunus'un iyi ya da kötü dediği şeyler, genellikle, günümüzde de iyi ya da kötü denilen şeyler. Ama hepsi birleştirilip bir ahlak anlayışı çizilirse, bunun çağımızdaki anlayışa ya da önemli bir noktada uymadığı görülür. Yunus dayandığı mistik felsefenin etkisiyle sabrı, katlanmayı, boyun eğmeyi, Tanrı'ya sığınmayı savunmuştur. Günümüzün ahlâk anlayışları ise boyun eğmemeyi, haksızlıklara direnmeyi, kötülüklere karşı ayaklanmayı erdem sayar, bu dünyanın sorunlarını bu dünyada çözmek gerektiği görünüşüyle edildiği yerer.

    Yunus'un günümüz insanına hoş görünen ahlâk anlayışı daha çok, şiirlerinde sergilediği, sürekli olarak yinelediği gönül kırmama ilkesidir. Bu ilkeyi, düşüncesinin kaynaklandığı Tasavvuf felsefesinin etkisiyle, şeriat kurallarının üstünde tutar.

    Şöyle sözler eder:



    Bir kez gönül yıktın ise

    Bu kıldığın namaz değil

    (”¦)



    İki cihan bedbahtı

    Kim gönül yıkar ise

    (”¦)



    Yüz Kabe'den yeğrektir bir gönül ziyareti

    (”¦)



    Yunus Emre der hoca gerekse bin var hacca

    Hepsinden iyisi bir gönüle girmektir

    (”¦)



    (İki cihan: bu dünya ile öbür dünya. Bedbaht: mutsuz, kara talihli. Yüz Kabe: (yüz kere hacca gitmek). Yeğrektir: daha iyidir. Bin var hacca: bin kere git hacca).



    Şeriat kurallarına uymayan ya da uyamayan, uyma olanağı bulamayan bugünkü insan için, bu iyilik etme, gönül kırmama ahlâkı, belli belirsiz bir iç rahatlığı nedenidir. Çünkü çoğu insanda, aldığı eğitime, yaşadığı çevreye göre, çok ya da az, bir dinsel suçluluk duygusu, din kurallarına uyamamanın verdiği bir tedirginlik vardır.



    Yunus'un Din Anlayışı:

    Dini insanları uyuşturmak için, korkutmak, manevî bağlarla bağlamak için, yönetici zümrelerin, sömürücü sınıfların yarattığı, yaydığı görüşünü benimseyen öğretilerden yana olanlar da, Yunus Emre'nin şeriata karşı sözlerinden kendilerine yakın anlamlar çıkarabilirler. Bilimsel yönden bütünüyle yanlıştır bu görüş ama, daha önce de söylediğimiz gibi, okurların şiirlere kendi çağrışımlarıyla yaklaşmalarına engel olunamaz.

    Gerçek şudur: Yunus emre de bütün mistikler gibi bağlı olduğu dinin ruhuna, kurallarına saygılıdır, kesinlikle karşı değildir. Ama şeriat adamlarıyla tarikat adamları arasında sürüp giden çekişmenin içindedir. Birinciler devletin yanında, bağnaz, hoşgörüden yoksun, suçlayıcıdırlar, ikincilerse halkın yanında, özgür, hoşgörülü, bağışlayıcıdırlar. Birinciler ikincileri kâfirlikle suçlayıp din dışı sayarlar, fırsatını buldular mı asarlar ya da derilerini yüzerler. İkinciler de birincilerin kitap okumakla, namaz kılmakla Tanrı'ya ulaşamayacaklarını durmadan yüzlerine vururlar.

    Bu çekişmelerin altında, çok etkili bir yönetim aracı olan dini kendinden yana çekmek isteyen siyasal kaygıların bulunduğuna şüphe yoktur. Nitekim bazı beyler de tarikat şeyhleriyle işbirliği yapmışlardır. Yunus'un Karaman Sarayı'nda sayılan bir kişi olduğunu söyleyenler, asker toplamakta hükümdara yardım ettiğini ileri sürenler, bunun konumuzun içindeki bir örneğini veriyorlar. Daha sonraki yüzyıllarda, İran Sarayı'nın Anadolu'daki tarikatları Osmanlılara karşı kullandığını, Safavî şahları ile Osmanlı padişahları arasındaki siyasal çatışmaların, Alevîlerle Sünnîleri birbirine düşürdüğünü biliyoruz.

    Yunus'un şiirlerinde şöyle sözler vardır:



    Sen olmadığın gönülde din ile iman gerekmez

    (”¦)



    Din ü millet sorarısan âşıklara din ne hacet

    Âşık kişi harâb olur harâb bilmez din diyanet

    (”¦)



    Gökten inen dört kitabı günde bin kez okur isen

    Erenlere münkir isen didâr ırak senden yana

    (”¦)



    Sen sana ne sanırsan

    Hem ayruğa anı san

    Dört kitabın mânası

    Budur eğer var ise

    (”¦)



    (Sen olmadığın: senin bulunmadığın, Tanrı'nın bulunmadığı. Ü: ve. Âşık: Tanrı aşkıyla yanan. Hacet: gerek. Harâb: Tanrı aşkıyla sarhoş. Diyanet: dindarlık. Dört kitap: Tevrat, Zebur, İncil, Kur'an. Erenler: velî, evliya, Tanrı'ya ulaşanlar. Münkir: inkâr eden, inanmayan. Didâr: sevgilinin yüzü. Tanrı. Irak: uzak. Sen sana ne sanırsan hem ayruğa anı san: kendini nasıl tutarsan, başkalarını da öyle tut.)



    Bunlar dine ya da şeriata karşı sözler değil. Tasavvuf felsefesi çerçevesinde, tarikat anlayışının savunulması, Tanrısal aşkın yüceltilmesi için söylenmiş sözlerdir. Tanrısal aşk karşılığında önemsizliği belirtilmektedir.



    Yunus'un Dünya Anlayışı:

    Yunus için dünya çabucak geçiliverilecek sir köprüdür. Dünyadaki her şey değersizdir, dünya malına özenmemek, dünyaya bel bağlamamak gerekir. Dünyada oyalananlar Tanrı'ya ulaşamazlar.

    Şöyle der:



    Bize didâr gerek dünya gerekmez

    (”¦)



    Yunus gerçek âşık isen

    Mülke suret bezemegil

    (”¦)



    Şunlar ki çoktur malları

    Gör nice oldu halleri

    Sonucu bir gömlek giymiş

    Anın da yoktur yenleri

    (”¦)



    Bir imaret göster bana kim sonu viran olmaya

    Kazanagör sen ol malı kim senden geri kalmaya

    (”¦)



    (Didâr: sevgilinin yüzü. Tanrı. Âşık: Tanrı aşkıyla yanan, Mülke suret Bezemegil: dünya malının görünüşteki güzelliğiyle oyalanma. Gömlek: kefen. Anın: onun. Yen: giysi kolu. İmaret: mamur yer, yapı. Viran: yıkık, harap. Kazanagör: kazan, kazan bakalım. Ol: o. Kim: ki. Senden geri kalmaya: arkanda kalmasın.)



    Yunus Emre'nin Tasavvuf felsefesinden kaynaklanan bu görüşleri, mala mülke değer vermeyişiyle hoşa gitse de, günümüz insanının benimseyebileceği görüşler değildir. Katlanma, boyun eğme, umutlarını öbür dünyaya bağlama anlayışı düşünüşünün temelinde yatmaktadır.

    Ama bağlandığı felsefenin çerçevesinde de olsa dünyanın güzelliğini yansıtmadan edemez:



    Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış

    Kişi yeni geline bakubanı doyamaz







    Yani dünya güzeldir, ama dünyanın güzelliğine kanmamak, bu güzellikle fazla oyalanmamak gerekir.

    Buraya kadar açıkladıklarımızdan anlaşılacağı gibi, Yunus Emre'nin düşünce dünyası, XX. Yüzyıl insanına çok uzaktır. Ne var ki,yaşadığı çevreyle somut ilişkiler içinde yazmış olması,eşsiz gözlem gücüyle, yaşam karşısında, bağlandığı din felsefesinin sınırlarını zorlayan boyutlara ulaşması, onu çağdaş okurlar için de ilginç kılıyor, halkçı, insancı yanlarıyla benimsenmesine yol açıyor.

  9. #9
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    675
    @GARAGIZ

    Standart

    Sanatının Özellikleri:

    Şiiri ”sözün yoğunlaştırılması” diye tanımlayanlar vardır. Yunus'un da anlayışta olduğu görülüyor. Bir şiirinde şöyle der:



    Az söz erin yüküdür

    Çok söz hayvan yüküdür



    Yunus Emre'nin yaşamını destanlaştıran da gözünden kaçmamış onun bu özelliği. Mevlânâ'ya ”Mesnevî”si için : Çok uzun yazmışsın, ben olsam:



    Ete kemiğe büründüm

    Yunus diye göründüm



    Uzmanlar arasındaki bu anlaşmazlık yüzünden Yunus Emre'nin şiirleri bazı kitaplarda dörtlükler biçiminde, bazı kitaplarda ise gazel biçiminde yer alıyor.

    Yukarıda ”Yunus bir halk şairi sayılmadığından” dedik. Bu konuda uzmanlar birleşiyorlar. İyi öğrenim görmüş, dünya bilgileriyle yetinmemiş. Tasavvuf alanında en yüksek mertebeye ulaşmış bir İnsan-ı Kâmil olduğunu, Tanrı'nın varlığında eridiğini kabul ederek, onun için, şöyle diyorlar: Yunus halk şairi değildir, ama halkın şairidir.



    Dil:

    Yunus Emre Oğuz lehçesiyle. Çağının konuşma diliyle yazmıştır. Selçuklu Devleti'nde saray dili Farsça iken halkın konuştuğu dili seçmesi şiirlerini halk için yazdığını gösterir. Kullandığı sözcüklerin bütünü Türkçe değildir. Bugün unutulmuş olan Türkçe sözcüklerin yanı sıra, Arapça, Farsça sözcükler de kullanmıştır. Ayrıca, Farsça dil kurallarına uyduğu, isim, sıfat takımları kurduğu, Türkçe sözcükleri yabancı bağlaçlarla bağladığı da görülür. Dili üzerinde Tasavvufun etkileri açıktır. Bazı sözcüklerin hem Türkçe'sini, hem Arapça'sını ya da Farsça'sını birlikte kullanmıştır.

    Bir geçiş, bir kargaşa döneminin bütün bu izlerine karşılık, Yunus'un şiirlerinde Oğuz lehçesinin olağanüstü bir anlatım gücüne, benzeri az görülmüş bir uyum güzelliğine ulaştığı da bir gerçektir.



    Mecazlar, Mazmunlar:

    Uzmanlar Yunus Emre'nin kullandığı mecazlarla mazmunlarda (=nükteli, sanatlı ince söz/Büyük Türkçe Sözlük; TDK Sözlük Kolu Uzmanları; F. Devellioğlu, N. Kılıkçını; Rafet Zaimler Kitapevi; 1975)da tutarsızlık bulurlar: Halk Edebiyatı'nın ortak mecazlarının, Dede Korkut Kitabı'ndan gelen söyleyişlerin, halk ağzında yaşayan deyimlerin, atasözlerinin yanı sıra Divan Edebiyatı mazmunlarına da düşkünlük göstermesi yadırganır.



    YUNUS'DAN YUNUS'LARA:

    ”Yayıldı Yunus adı” dizesinden anlaşıldığına göre, Yunus Emre'nin ünü yaşadığı çağda yayılmış, gene, ”Okuyalar bu benim divanımı” dizesinden anlaşılacağına göre de, yaşarken şiirleri bir araya toplanıp divanı düzenlenmiştir.

    Türk halkının Yunus'a bağlılığı, sevgisi çığ gibi büyümüş, sonraki yüzyıllarda yaşayan birçok şair onun adını almış, onun gibi yazmış, onun şiirinde eriyip yok olmayı seçmişlerdir.

    Bugün uzmanları düşündüren, kararsızlıkta bırakan birçok şiir vardır: Yunus'un mu, sonraki Yunus'ların mı?

    Ayırmak için tek ölçü ise şiirlerin eski yazmalarda bulunup bulunmaması. Yunus Emre'nin sağlığında düzenlediği divanı ortada yoktur. Onun şiirlerini içeren en eski yazmalar XIV., XV. Yüzyıllardan kalmadır. XV. Yüzyılın ikinci yarısından sonraki yazmalarda başka şairlerin şiirleri Yunus'unkilerle karışmaya başlar.

    Bu yüzden Yunus Emre'nin Divan'ı bilimsel bir çalışmayla yeniden düzenlenirken, eski yazmalarda bulunmadığı gerekçesiyle, halkımızın Yunus diye okuyup sevdiği pek çok şiir kitabın dışında kalmıştır. Bazı vazgeçilmez şiirlere ise ”eski yazmalarda yoktur, ama Yunus'un olsa gerektir.” Diye not düşülmüştür.

    Aralarında kimi uzmanların bulunduğu şiir gönüllüleri ise, bu şiirlerin Yunus'dan koparılamayacağını, Yunus yazmamış bile olsa, onları Yunus'un kabul etmek gerektiğini söylerler. Bir uzman yaptığı seçmeler kitabını iki bölüme ayırıp birinci bölüme Yunus'un olduğuna kesin gözüyle bakılan, ikinci bölümüne de başka Yunus'larca yazıldığı sanılan şiirleri koymuştur. Kimileri de bu ölçüye hiç aldırmaz, şiir nitelikleriyle Yunus'a yakıştırdıklarını, onun olduğuna halkça inanılan bütün şiirleri seçmelerine alırlar.



    YAPITLARI:

    Yunus Emre'nin iki yapıtı vardır:

    1. Risâlet-ün Nushiyye (Öğütler Kitapçığı): Mesnevi biçiminde, aruz ölçüsüyle yazılmış olan bu şiir 573 beyittir. Başta 13 beyitlik bir başlangıçtan sonra, kısa bir düzyazı vardır. Ardından destanlar gelir: Ruh ve Nefis, Kanaat, Boşu yani Gazab, Sabır, haset, Cimrilik, Akıl. Bu destanların aruz ölçüsüyle yazılmadığını, ”mefâilün mefâilün feûlün” ölçüsüne uyuyorsa da, her dizede birkaç uzatma yapmak gerektiğini, hecenin 6+5=11 ölçüsüyle yazılmış olmasının daha akla yakın göründüğünü söyleyenler de vardır. Öğretici, öğüt verici bir yapıt oluşu, çağımızda geçerliği bulunmayan görüşleri savunması yüzünden uzmanlardan başkasının pek ilgisini çekmemiş bulunan bu şiirin sonlarındaki ”Söze tarih yedi yüz yediydi” dizesinden hicrî 707'de, yani miladî 1307 ya da 1308'de yazıldığı anlaşılıyor. Abdülbâki Gölpınarlı bu şiiri, derlediği Yunus Emre Divanı'nın başına koymuştur.

    2. Divan : Yunus'un sağlığında düzenlenen divanı bulunamamıştır. Eldeki divanlar çeşitli yazmalardan şiirlerin derlenip bir araya getirilmesiyle düzenlenmiştir. 1904'de birinci, 1924'de ikinci basımları yapılan Divan-ı Âşık Yunus Emre'den sonra, 1933-34 yıllarında Burhan Toprak Yunus Emre Divanı'nı üç cilt olarak yayımladı, 1943'de iki cilt olarak ikinci basımını yaptırdı. Gene 1943'de bilimsel bir çalışmaya dayanan ilk Yunus Emre Divanı'nı Abdülbâki Gölpınarlı yayımladı.

    âşıkan iy âşıkan ışk mezheb-ü dindür bana

    Gördi gözüm dost yüzini yas kamu duğündür bana



    Diye yazılı olan bir beyiti,başka bir uzmanın derlemesinde şöyle yazılmış bulabilirsiniz:



    Ey âşıklar, ey âşıklar

    Aşk mezheb-ü dindir bana

    Gördü gözüm dost yüzünü

    Yas kamu düğündür bana



    Gene, örnekse, Gölpınarlı Divan'da:



    İlâhi bir ışk vir bana, kandaluğım bilmeyeyin

    Yavı kılayın ben beni isteyüben bulmayayın



    Diye yazdığı bir beyiti, öğrenciler için derlediği seçmeler kitabına şöyle alabiliyor:



    İlâhi, bir aşk ver bana, nerdeyim hiç bilmeyeyim

    Kaybedeyim de ben beni, istesem de bulmayayım.



    Elinizdeki kitapta ise ortalama bir yol tutuldu. Örnek ise, bu son beyit şöyle yazıldı:



    İlâhi bir aşk ver bana

    Kandalığım bilmeyeyim

    Yavu kılayım ben beni

    İsteyüben bulmayayım.



    Böylece Yunus Emre'nin kullandığı lehçeye daha yakın kalınmaya çalışıldı. Noktalama işaretleri de kullanılmadı, çünkü günümüzün okuru şiirde noktalama işareti arayan bir okur değil kanısındayız. Ayrıca, Yunus'un şiirleri, yaşadığı çağda kullanılmayan bu noktalama işaretleri olmadan da rahatça anlaşılıyor.

    Çoğu şiirlerde dörtlük biçimi seçmemiz ise uzmanlar arasındaki tartışmada yan tuttuğumuzdan, bir savımız olduğundan sanılmasın. Yalnızca, ”Halk şairi değildir, ama halkın şairidir” denilen Yunus'un böyle daha aydınlık, daha sıcak, daha halka yakın görüldüğüne inanıyoruz.

    Kitabımızda, Yunus Emre'nin olmadığı, başka Yunus'larca yazıldığı sanılan şu şiirlere de yer verdik:



    Yalancı dünyaya konup göçenler,

    Şol cennetin ırmakları,

    Ey dost senin yolundan,

    Dervişlik der ki bana,

    Bir köprü yaratmışsın,

    Ben dervişim diyene,

    Biz dünyadan gider olduk”¦

    Yalancı dünyaya konup göçenler

    Ne söylerler ne bir haber verirler

    Üzerinde türlü otlar bitenler

    Ne söylerler ne bir haber verirler



    Kiminin başında biter ağaçlar

    Kiminin üstünde sararır otlar

    Kimi masum kimi güzel yiğitler

    Ne söylerler ne bir haber verirler



    Toprağa gark olmuş nazik tenleri

    Söylemeden kalmış tatlı dilleri

    Gelin duadan unutman bunları

    Ne söylerler ne bir haber verirler



    Kimisi dördünde kimisi beşinde

    Kimisinin tacı yoktur başında

    Kimi altı kimi yedi yaşında

    Ne söylerler ne bir haber verirler



    Kimisi bezirgân kimisi hoca

    Ecel şerbetini içmek de güce

    Kimi ak sakallı kimi pir hoca

    Ne söylerler ne bir naber verirler



    Yunus der ki gör takdirin işleri

    Dökülmüştür kirpikleri kaşları

    Başları ucunda hece taşları

    Ne söylerler ne bir haber verirler



    (11 hecenin çeşitli durakları)



    Yalancı dünya: bu dünya. Göçmek: öbür dünyaya göçmek, ölmek, yok olmak. Türlü: çeşit çeşit. Bitmek: ortaya çıkmak, belirmek. Masum: suçsuz, günahsız, yazıksız. Gark olmuş: batmış. Ten: vücut. Duadan: (dualarınızda). Unutman: unutmayın. Taç: dervişlerin giydiği başlık. Bezirgân: tüccar, (dünya alışverişine düşkün kimse). Hoca: Tanrı yolunda bilgili kimse. Ecel: ömrün alında yazılı olduğuna inanılan sonu. Güce: (güçtür). Pir: tarikat kurucusu. Koca: yaşlı. Takdir: takdir edilen, alınyazısı. İşlerin: (işlerini). Hece taşları: mezar taşları.

    Sayfa: 66-67



    Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyi

    Çıkmış İslâm bülbülleri öter Allah deyu deyi



    Salınır Tuba dalları Kur'an okur hem dilleri

    Cennet bağının gülleri kokar Allah deyi deyi



    Kimi yiyip kimi içer hep melekler rahmet saçar

    İdris nebi halle biçer diker Allah deyi deyi



    Altındandır direkleri gümüştendir yaprakları

    Uzandıkça budakları biter Allah deyi deyi



    Aydan arıdır yüzleri misk ü amberdir sözleri

    Cennette huri kızları gezer Allah deyi deyi



    Hakk'a âşık olan kişi akar gözlerinin yaşı

    Pür-nur olur içi dışı söyler Allah deyi deyi



    Ne dilersen Hak'tan dile kılavuz ol doğru yola

    Bülbül âşık olmuş güle öter Allah deyi deyi



    Açıldı gökler kapısı rahmetle doldu hepisi

    Sekiz cennetin kapısı açar Allah deyi deyi



    Rıdvan'dürür kapı açan İdris'dürür hulle biçen

    Kevser şarabını içen kanar Allah deyi deyi



    Miskin Yunus var yârine koma bugünü yarına

    Yarın Hakk'ın didârına varır Allah deyi deyi



    Şol: şu. Deyi deyi: diye diye. Salınır: (sallanır). Tuba: cennette bulunduğuna inanılan kökü yukarıda dalları aşağıda büyük bir ağaç. Bütün cenneti gölgelendirir, çok tatlı yemişler verirmiş. Bağ: bahçe. Rahmet: Tanrı'nın merhameti. Nebi: peygamber. İdris nebi: İdris peygamber. Hulle: cennet giysisi. İdris nebi hulle biçer: cennette giyilen giysileri İdris peygamberin diktiğine inanılır(Not: Günümüzden beş bin yıl önce Mısır'da bir terzi yaşadı.Bu terzi, yüz bin yıllık bilinç diyalektiğinin oldurduğu bir düşünceydi. Beş bin yıldan beri, gök ve yer ölçüleri içinde parlayan bütün ışıklarda, bu terzinin kıvılcımı vardır. Terzi, Mısır papirüslerinde Hermes Tut adını taşıyor. Yunanlılar ona Ermis ya da üç kez bilgin anlamına Trismegiste diyorlar. Yahudilere göre adı Hanok'tur. Araplar, Hermes-ül Haramise adıyla anmaktadırlar. Kur'an'a göre o, Âdem ve oğlu Şit'ten sonra gelen üçüncü peygamber İdris'dir”¦.. Terzi Hermes'in öğretisi, eski Mısır'da Tep ve Memphis tapınaklarının büyük ve kutsal sırrıdır. O. Hançerlioğlu/Düşünce Tarihi/Remzi Kit./1977/s.34, 36). Direk: ağaçtan yapılan uzun, kalın destek (ağacın direk yapılan gövde bölümleri). Uzandıkça: (uzadıkça). Budak: dal. Biter: belirir, ortaya çıkar. Arı: temiz. Misk: Asya'nın yüksek dağlarında yaşayan bir tür erkek ceylanın (misk keçisi de denir) karın derisi altındaki bir bezden çıkarılan güzel kokulu madde. Ü: ve. Amber: güzel kokulu bir çiçek, (güzel kokulu bazı maddelere verilen ortak ad). Huri kızları: cennetteki güzel kızlar. Hak: Tanrı. Pûr: dolu. Nur: aydınlık, ışık, parıltı, (Tanrı'dan vuran ışık). Pûr-nur: nur dolu. Kılavuz: yol gösterici. Gökler: (göklerin). Hepisi: (hepsi). Sekiz cennet: cennetin sekiz bölüm olduğuna inanılır. Kapısı: (kapısını). Rıdvan: cennet kapısını bekleyen melek. Rıdvan'dürür: Rıdvan'dır. İdris'dürür: İdris'dir. Kevser: cennetteki Kevser suyu, çok tatlı olduğuna inanılır.Kevser şarabı: sofîler Kevser'i irfan olarak görürler, yani bu sudan içen Tanrısal bir feyz alarak evrenin sırlarını öğrenecek, Tanrı'nın varlığında kendinden geçecektir, sarhoş olacaktır. Şarap: (insanı esrikleştiren içki, Tanrısal aşk). Kanmak: bir isteğini yeterince karşılamış olmak. Miskin: yoksul, zavallı, (Tasavvuf felsefesinde varlıktan, benlikten geçmiş, Tanrı varlığına ermiş kimse). Yâr: sevgili,(Tanrı). Var yârine: Tanrı'na ulaş. Koma: bırakma. Didâr: sevgilinin yüzü, (Tanrı'nın yüzü).





    Ey dost senin yolunda

    Canım vereyim Mevlâ

    Aşkını komayayım

    Oda gireyim Mevlâ



    Beni sana vereyim

    Sensiz beni nideyim

    Ben senin hazretine

    Bensiz varayım Mevlâ



    Benden bana yakınsın

    Canımdan sevgilimsin

    Ya ben seni isteyü

    Kanda arayım Mevlâ



    Vahdetin şarabından

    Bir cur'a nûş edeyim

    Enel-Hak çağıruban

    Dâra gireyim Mevlâ



    Ger beni senin için

    Yetmiş gez öldüreler

    Bin gez dahi ölmeye

    Razı olayım Mevlâ



    Yunus aydur benliği

    Aradan tarh edüben

    Senin ile bakayım

    Seni göreyim Mevlâ



    Dost: sevgili, (Tanrı). Mevlâ: Tanrı. Komayayım: bırakmayayım. Aşkını komayayım: aşkından vazgeçmeyeyim. Oda: ateşe. Nideyim: ne edeyim, ne yapayım. Hazret: huzur, kat, makam. Varayım: (ulaşayım). İsteyü: (isteyerek, isteyince). Kanda: nerede. Vahdet: birlik, Tanrı'nın varlığında erimek, kendinden geçmek. Şarap: (insanı esrikleştiren şey, Tanrısal aşk). Cur'a: yudum. Nûş etmek: içmek. Enel-Hak: ben Tanrı'yım, (ünlü sofi Hallac-ı Mansur'un vahdete erdiğini, Tanrı'yla dolduğunu, Tanrı'nın varlığında eridiğini belirtmek için söylediği bu söz asılmasına neden olmuştur). Çağıruban: çağırıp, çağırarak. Enel-Hak çağıruban: ben Tanrı'yım diye bağırarak. Dâr: darağacı. Dâra gireyim: (darağacına gideyim). Ger: eğer. Gez: kez, kere. Öldüreler: (öldürseler). Dahi: daha. Razı olayım: katlanayım. Aydur: der, söyler. Tarh edüben: çıkarıp, çıkararak.




    Dervişlik derki bana

    Sen derviş olamazsın

    Gel ne diyeyim sana

    Sen derviş olamazsın



    Derviş bağrı baş gerek

    Gözü dolu yaş gerek

    Koyundan yavaş gerek

    Sen derviş olamazsın



    Döğene elsiz gerek

    Söğene dilsiz gerek

    Derviş gönülsüz gerek

    Sen derviş olamazsın



    Dilin ile şakırsın

    Çok maniler okursun

    Vara yoğa kakırsın

    Sen derviş olamazsın



    Kakımak varmışsa ger

    Muhammedde kakırdı

    Bu kakımak sende var

    Sen derviş olamazsın



    Doğruya varmayınca

    Mürşide yetmeyince

    Hak nasip etmeyince

    Sen derviş olamazsın



    Derviş Yunus gel imdi

    Ummanlara dal imdi

    Ummana dalmayınca

    Sen derviş olamazsın



    Dervişlik: dervişlik töresi. Derviş: varlığından, benliğinden geçmiş, tarikata girmiş kimse. Baş: yara. Yavaş: yumuşak başlı. Elsiz gerek: (el kaldırmaması gerekir). Dilsiz gerek: (karşılık vermemesi gerekir). Ma'ni: mâna, anlam. Ma'niler okursun: anlamlı sözler söylersin. Kakırsın: öfkelenirsin, kızarsın. Varmışsa ger: olsaydı eğer. Var: (varken). Mürşit:doğru yolu gösteren, şeyh. Yetmek: ermek, ulaşmak. Hak: Tanrı. Nasib: düşerlik,talihten payına düşen. Hak nasib etmeyince: (Tanrı uygun görmeyince). İmdi: o halde, öyleyse. Umman: ucu bucağı, derinliği bilinmeyen deniz, (Tanrı aşkı).

  10. #10
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    675
    @GARAGIZ

    Standart

    Yunus Emre ve Dervişlik:

    Yunus Emre'nin dervişliği şairliğinden ayrılmaz. Şiirleri inancının, dünya görüşünün, yaşama üslubunun dile gelmesidir.Hayatını yaparak, hatta belki yaparken şiirini de yapmıştır Yunus. Nice şairler gibi yaşadığı başka, söylediği başka değildir. Bir yolun, bir kavganın sözcüsüdür. Hakkın ve halkın hizmetinde olanların yoldaşıdır. Dervişlik, dinlerin, mezheplerin hatta tarikatların az çok dışında, belli kuralları, kitapları da olmayan bir ahlak okulu, bir insanlık disiplinidir diyebiliriz. Ana ilkesini kendini bilmek ve yenmek diye özetleyebiliriz. Kaynakları Hıristiyan, Yunan ve Hint felsefelerine kadar giden, benzerleri her çağda ve her yerde görülen bu okulun başlıca özelliği yaşanan, uygulanan, gündelik hayatın her yönüne indirilen bir felsefe olmasıdır. Bu bakımdan dervişler çağımızın existentialistlerini ””varoluşçularını*- uzaktan andırır. Existentialisme de yaşanmayan, kitaplarda kalan, günün sorunlarıyla ilgilenmeyen kuru akılcı felsefelere ve ahlak öğretilerine karşı bir tepkidir. Dervişler üstüne uydurulan nice masallar da gösteriyor ki, Anadolu'da bir zamanlar kimbilir ne acayip kılıklarla dolaşan, akıllı mı deli mi olduğu kestirilemeyen bu insanlar çevrelerini şaşırtmış, yadırganmış, ayıplanmış, sövülmüş ama er geç, ya da yer yer sevilmiş ve sayılmış insanlardı. Elbet bu okulun da bütün okullar gibi bir moda yönü olmuş, sahtecileri türemiş ve zamanla gerçek niteliği unutulmuştur. Nitekim dervişlik aslında uyduluklara, düşünce ve yaşama kalıplarına, padişaha, hatta Tanrı'ya karşı bir insan diretmesi olduğu halde sonraları, dünyadan elini eteğini çekmiş, ne verirsen ona razı, elde tespih dilde dua, boynu kıldan ince, her kadere boyun eğmiş insanlara maledilmiş. Sıkı bir ahlak disiplinine girip ölüm korkusunu yenen Epikurosçuların* sonradan keyif düşkünü sayılmaları, Yunus'un çağındaki Kalenderilerin bugün kalender sözünün anlattığının tam tersine başlarını vermek pahasına sakallarını kesen insanlar olmaları gibi. Asıl İsa da işkenceye boyun eğen değil bezirganları tapınaktan koğan İsa'dır. Benim bu su götürür, yadırganabilir görüşümden sonra dervişliğin ne olduğunu da önce masallara sonra Yunus'a soralım.

    Peygamber Tanrı'nın sevgili kulları olan dervişleri görmek istemiş, toplandıkları eve gitmiş, kapıyı çalmış, açmışlar, kimsin diye sormuşlar kendisine, o da: Peygamberim, demiş. Koca peygamber bu kapıdan sığmaz, güle güle deyip kapıyı yüzüne kapatmışlar. Uzaklaşırken, gökten bir ses: Ya Muhammed, vaz geçme, dön bir daha çal kapılarını, demiş. Peygamber bir daha gitmiş. Kimsin diye sormuşlar dervişler. Bu sefer de ben Tanrı'nın elçisiyim demiş. Öyle ulu kişi buralara sığmaz, hem bizim elçilerle işimiz yok demişler, kapamışlar yine kapıyı. Çaresiz uzaklaşırken, yine bir ses göklerden: Ya Muhammed, dön bir daha dene, demiş. Dönmüş Muhammed, bir daha çalmış kapıyı, açıp sormuşlar yine kimsin diye. Bu sefer Muhammed: Yoksulların hizmetçisi diye karşılık verince kapı sonuna kadar açılmış: Merhaba, hoş geldin, buyur, baş üzre yerin var deyip içeri almışlar. Muhammed aralarına oturmuş ve sormuş dervişlere: Sizler kimsiniz, nesiniz? Bizler kırklarız, birimiz neysek hepimiz oyuz, demiş dervişler. Öyle olduğunuz ne malum, diye sormuş peygamber. Birimizden kan aksa, hepimizden kan akar demişler. Bunu gösterebilmeniz gerek, demiş Muhammed. Bunun üzerine bir derviş bıçağıyla kolunu yarınca hepsinin kollarından kanlar akmaya başlamış. Bu sefer peygamberi imtihan etmek sırası dervişlere gelmiş. Önüne bir üzüm tanesi getirip: Ey yoksulların hizmetçisi, bunu bize bölüştür, demişler. Peygamber şaşırmış kalmış, hey Allah'ım, bir üzüm tanesini kırk yoksula nasıl dağıtırım diye düşünürken, Tanrı Cebrail'e: Tez yetiş, demiş, nurdan bir çanak al cennetten, sevgili Muhammed'ime götür; üzüm tanesini o çanak içinde ezip şerbet yapsın. Muhammed nurdan çanakta üzüm tanesini ezip üstüne su katmış ve dervişlere sunmuş. Dervişler bu şerbetten içip sarhoş olmuşlar ve Muhammed'i de aralarına alıp dönmeğe başlamışlar. Dönerken Muhammed'in başından sarığı düşüp dağılmış. Dervişler bu sarığı almış, kırka bölüp bellerine sarmışlar.

    Bu güzel efsane dervişlerin halk gözünde ne saygın bir yeri olduğunu belirtiyor. Derviş masalları bütün bir edebiyatın konusu olmuştur Anadolu'da. Köylerde hala anlatılan bu masallara eski Anadolu efsaneleri de karışır: Kırklar yedi başlı ejderhadan kıral kızlarını kurtarırlar, buna karşılık aldıkları altınları yoksullara dağıtırlar. Altın Post efsanesinde olduğu gibi bir seccade üstüne oturup Karadeniz'i aşarlar; ateşlere atılır, yanmazlar; oturdukları yerden çimenler biter, kazdıkları yerden su çıkar; yüce dağ başlarında dev kartallarla yan yana otururlar, karşılarına çıkan kaplanı bir nara atıp kaçırırlar, bir üfürmeyle denizlerde fırtına koparırlar; vücutları büyür büyür odaları doldurur, parmakları uzar uzar canavarların gözünü oyar.

    Bütün bunları nasıl başarır, bu insan üstü gücü nasıl elde eder dervişler? Kendi kendilerini, nefislerini yenerek, küçük kaygı ve çıkarlardan, kinlerden sıyrılarak, ellerin, dillerini ve bellerini dizginleyerek.


    Varoluşçuluk (Os. Mevcudiyetçilik, Fr. Existentialisme, Al. Existenzialismus, İng. Existentialism)

    İnsanın kendi varlığını kendisinin yarattığını ileri süren Heidegger öğretisi... Alman düşünürü Martin Heidegger 1927 yılında, Danimarkalı gizemci düşünür Soeren Kierkegaardın (1813-1855) gizemsel düşüncelerinden yararlanarak varoluşçuluk (egzistansiyalizm) öğretisini ortaya atmıştır. Varoluşçuluk öğretisi, insanın kişisel anlamını değerlendirmeye ve yaşama sürecinde kendi yolunu kendi seçmesi gerektiğini yasalaştırmaya çalıştığı için Tanrısız bir alanda bile idealizme eğilimli olanlarca tutulmuş ve hemen bütün dünyaya yayılmıştır. Kısa bir süre içinde iki kampa ayrılmış ve Gabriel Marcel'in (1866-1973) önderliğinde Tanrıcı varoluşçuluk, Jean-Paul Sartre'nin önderliğinde Tanrısız varoluşçuluk adını alarak gelişmeye başlamıştır. Karl Jespers (1883-1969), Lev Chestov (1866-1938), Nicolas Berdineff (1879-1948) gibi düşünürler bu öğretiyi savunmuşlardır. Varoluşçuluk öğretisine göre evrende kendi varlığını kendisi yaratan tek varlık, insandır. İnsandan başka bütün varlıklar, varoluşlarından önce yapılmışlardır. Daha açık bir deyişle, ağaç ağaçlığını kendisi yapmaz, ama insan insanlığını kendisi yapar. Ancak insandır ki kendisini nasıl yaparsa öylece varolur., değerlerini kendi yaratır, yolunu kendi seçer. İnsan yaşamaya başlamadan önce hayat yoktur, hayata anlam veren yaşayan insandır. Yeryüzünde insana yol gösterecek, kendinden başka hiçbir şey yoktur. İnsan kendi kendisini yarattığı için, özgür ve sorumlu olmak zorundadır. Bunaltı, bu sorumluluğu duymaktır. Ama bu bunaltı, insanı eylemden ayırmaz, tersine, eyleme zorlar”¦

    Varoluşçuluk görüldüğü gibi nesnel varlığı insansal varlığa, insansal varlığı kişisel varlığa, kişisel varlığı da kişisel düşünceye indirgemekte ve zorunlu olarak idealizme varmaktadır. Bu idealizm Alman düşünürü Fichte'ninki gibi öznel bir idealizmdir. Heidegger'e göre ”evren, ancak içinde insansal varlık bulunduğu oranda vardır”. Öyleyse insanın dünya üstünde belirmesinden önce dünya da yoktur. Kaldı ki bu dünya, varoluşçuluğa göre, insan türünün varlığıyla değil tek tek insanların kişisel düşünceleriyle varlaşmaktadır. Bu sonuçta varoluşçuluğu kaçınılmaz olarak tekbenciliğe (solipsizm) götürür ve ”kendimden başka hiçbir şey yoktur” saçmasına vardırır. Nitekim varoluşçuluğa göre evren, insan'a karşıdır, mantıksal olarak anlaşılmazdır ve ölüm gibi fizikötesi bir anlaşılmazlıkla son bulmaktadır. Varoluşçu Jaspers'e göre, ”felsefe yapmak, ölmesini öğrenmektir”. Varoluşçuluğun sorumluluk duygusu olarak göstermek istediği bunalım, gerçekte bu ölüm korkusunun sonucudur. Bu korkuysa insanı, ancak kişisel çıkarlarının ve yaşamının eylemine itebilir, başkaca hiçbir olumlu toplumsal ya da bilimsel eyleme itemez. Varoluşçuluk, her bakımdan, tipik bir idealist öğretisidir. Varoluşçuluğa göre insan, kendisini nasıl yaparsa öyle olur, eşdeyişle çiftçi çiftçi olmak istediği için ya da çiftçice düşündüğü için çiftçi olmuştur. Bilim, bu varsayımın tam tersini tanıtlamaktadır; çiftçi çiftçi olduğu için çiftçice düşünür, çiftçice düşündüğü için çiftçi olmuş değildir. İnsan, kendini nasıl isterse öyle yapamaz, karmaşık iç ve dış koşulların zorunluğuna bağlıdır. İnsanın özgürlüğü bu zorunluluğun bilgisine erişerek zorunluluğun doğrultusunda gerçekleşir. İnsan, özgürlüğünü varoluşçu anlamda kullanmaya kalkarsa toplumla çatışmaya girer. Nitekim varoluşçular da topluma karşı çıkmakta ve toplumun kişiyi bireyselliğinden yoksun kıldığını ileri sürmektedirler. Oysa. İnsan toplumsal bir varlıktır ve toplumdan koparılırsa ölüm korkusuyla titremekten başka yapacağı hiçbir şey kalmaz. Kaldı ki insanı toplumdan ayırarak bir başına ele almak, onu, metafizik anlayışa uygun olarak soyutlamaktır. Varoluşçuluk, hangi bakımdan ele alınırsa alınsın, metafizik alanda boy gösteren bir öğreti olmaktan kaçınamamaktadır. Varoluşçuluğun ayırıcı niteliği, kişisel tedirginliği, bu tedirginliğin nedenlerini çözümlemeye çalışacağı yerde, topluma karşı çıkmaya yönelterek gidermek istemesidir. Bu istekse, toplumsal bir anarşi doğurarak kişisel tedirginliği büsbütün arttırmaktan başka hiçbir sonuç sağlayamaz. Bk.>Usaaykırılık, Varoluş, Tekbencilik, Öznel Düşüncecilik, özgürlük, Zorunluluk”¦



    Epikurosçuluk (Os. Epikürîye mezhebi, Lezzetîye mezhebi, Eshâbüllezze; Fr. Épicurisme) Epikuros'un öğretisi...

    Antikçağ Yunan düşüncesinin en ilginç düşünürlerinden biri olan Epikuros, felsefesini, Demokritos'un atomculuğuyla Pyrrhon'un şüpheciliği üstüne kurmuştur. Bilimsel özdekçiliğin kurucusu Karl Marx, 15 Nisan 1841'de Jena'da verdiği Demokritos'un doğa felsefesiyle Epikuros'un arasındaki fark adını taşıyan doktora tezinde Epikuros'un atom düşüncesini nasıl zenginleştirdiğini ve onu eylem merkezi yaptığını, gerekircilik anlayışını nasıl yumuşatarak raslantıya ve insan iradesinin müdahalesine yer verdiğini, felsefeyi dinden ve Tanrı düşüncesinden nasıl kurtardığını anlatır ve onu birinci derecede önemli bir düşünür olarak niteler. Marx'a göre özdekçilik, ilkçağdan bu yana hiçbir zaman yalın bir mekanikçilik olmamıştır ve bunu en iyi belirten de Epikuros'tur. Epikuros'a göre bütün doğa olayları atom bileşimleridir. Bölünemeyen parçacıklar ve bunların devimlerinin yer aydığı boşluk evrenin temelidir. Bu bölünmeyen parçacıklar, Demokritos'dan farklı olarak, sadece biçimleri ve büyüklükleriyle değil, ağırlıklarıyla da birbirlerinden ayrılırlar. ”Epikuros'un, atomların düşey devinimlerinin, ağırlıkları ve kendiliğinden varolan bir özgücü nedeniyle doğru çizgiden çok hafif bir sapmayla meydana geldiği düşüncesi, dünyanın özdekçi bilgisi için çok büyük önem taşır”. Epikuros, bilimlerin denetimden yoksun bulunduğu halde üstün bir seziyle, dünyanın her zaman ve insan bilincinden bağımsız olarak varolduğunu, sonsuz ve ilksiz bulunduğunu, insanın bu dünyayı ancak duyularıyla tanıyabileceğini söylemiştir.Epikuros, bahçesinde ””ki bu yüzden okuluna Yunanca bahçe anlamına gelen Kepos da denir- insanlara gerekli olan tek bilimin mutlu yaşama bilimi olduğunu öğretmiştir. Şöyle der: ”Aç kalmamak, üşümemek, susamamak: İşte Zeus'u bile kıskandıracak mutluluk”. İki büyük korkunun, Tanrı'yla ölümün, insanları mutsuz kıldığını görmüş ve bunlarla savaşmıştır. Ona göre mutluluk acının yokluğudur, buysa salt sükûn halidir (Yu. Ataraxia). Bu duruma bilgelikle erişilebilir. Dostluk ve kardeşlik dışında, bu ruhsal sükûnu bozabilecek her türlü ilişkilerden kaçınmalıdır. Birey olarak insanın mutluluğunu sağlamak görevinde bulunan felsefe; fizik, kanonik, etik olmak üzere üç kolda çalışır. Her üç kolda doğru eylemin ölçülerini vererek insanı bilgeliğe ve böylelikle de mutluluğa ulaştırır. Doğru eylem, doğru bilgiyle gerçekleşir. Doğru bilgi de duyu verilerinin tekrarlanmasıyla elde edilen tasarımlar (Yu. Prolepsis)'dadır. İnsana huzursuzluk veren ve böylelikle de en büyük mutluluk olan ataraxia durumunu bozan; bu genel tasarımların içine hayal, masal, düş gibi doğal olmayan düşüncelerin karıştırılmasıdır. Mutluluk, doğal bir dünya görüşüyle mümkündür. İnsanı boş yere mutsuz kılan bu düşçülüklerden kaçınmalı ve her şeyin doğal nedenleri olduğu bilinmelidir. Epikuros'un bu düşüncesi kör bir gerekircilik değildir. Tersine, özgücün ve kendiliğinden devinim varlığı, rastlantının gerçek bulunduğu, insan iradesinin ””birçok iç ve dış koşullarla belirlenmekte olmasına rağmen- bu nedenleri her zaman etkileyebileceğini savunmakla Epikuros yadgerekirciliğin (endeterminizmin) kurucusu sayılabilir. Epikuros insanın mutlu olabileceğini söyler, demek ki mutlu olmak insanın elindedir. Haz (Yu. Hedoné) isteği doğaldır. Ama bu haz, acının yokluğundan doğan olumsuz bir hazdır. Epikuros, bununla. Kötü anıları bulunmayan bir geçmişle tinsel ve tensel sükûn içinde bulunan bir şimdiyi ve güvenilen bir geleceği kapsayan acısız bir ruh ve beden yapısını dile getirir. Ataraxia kavramıyla ileri sürdüğü haz, böylesine bir hazdır. Bu savını yanlış yorumlayarak kendisini zevk düşkünlüğü ile suçlayanlara Menoikeos'a mektub'unda şöyle der: ”Bizi anlamayan bilgisizlerin suçlamalarına kulak asma Menoikeos. Haz en üstün iyidir dediğimiz zaman ne sefihlerin duydukları hazzı, ne de hayvanca hazları ileri sürdük. Bizim sözünü ettiğimiz haz, sadece ruh rahatsızlığıyla beden acısının yokluğundaki hazdır. Bedenimiz acısız ve ruhumuz rahatsa mutluyuz. İnsanı mutlu kılan ne tıka basa yeme, ne çatlayasıya içme, ne de cinsel sapıklıklardır. İnsanı mutlu kılan; usa uygun ve sade alışkanlıklar, arayacağımız ve sakınacağımız şeyleri iyice ölçebilen ve ruha rahatsızlık veren yanlış ve boş inançları söküp atabilen bir ustur. O halde bütün bu söylediklerimizin ilkesi, iyiliklerin en üstünü olan bilgelik'tir.

    Onu felsefeden de üstün tutmak gerek. O, bütün erdemlerin kaynağıdır”. Oysa erdemli olunmadan bilge de olunamaz. Epikuros'un bulduğu en yüce erdem, mutluluğa götüren araçların tam ve doğru olarak tartılması erdemi (Yu. Phronesis)'dir. Bilgelik de bu erdemle gerçekleşir. Tam ve doğru tartılınca, ne ölüm korkusu ne de Tanrı ürküntüsü kalacaktır. Epikuros, çocukluğunda, Tanrı ürküntüsüyle ölüm korkusunun serseme çevirdiği insanların, büyücülük eden annesinden nasıl yardım dilediklerini görmüştür. Oysa ”ölüm varken biz yokuz, biz varken ölüm yoktur. Onunla hiçbir zaman karşılaşmayacağız ki ondan korkalım” ve ”Evreni Tanrılar yaratmamıştır: Durup dururken niçin yaratsınlar? Kendi kendilerine yeter oldukları halde yeterliklerini zedeleyen bu işe neden girişsinler? En yüksek derecede mutlu bulunurlarken evreni yönetmek gibi ağır bir yükün altına neden girsinler? Böylesine kötülüklerle dolu bir dünyayı, kendileri tüm iyilik oldukları halde, niçin yaratsınlar?” İlksiz ve sonsuz özdek düşüncesi de Heredotos'a mektubu'nda şöyle açıklanır: ”İlkin her sözcüğün anlamını incelemek gerekir Heredotos. O zaman diyebiliriz ki hiçbir şey hiçten doğmaz. Çünkü her şeyin kendisine özgü doğurucu bir tohumu olmasaydı her şey, her şeyden doğabilirdi. Öte yandan da her gözden yok olan yokluğa dönseydi bütün şeyler yok olurdu. Çünkü gözen yok olan her şey ancak yoklukta barınabilirdi. Bundan çıkan sonuç şudur ki: Dünya, her zaman, şimdi olduğu gibi, varolagelmiştir ve bundan sonra da, şimdi olduğu gibi var kalacaktır. Dünya özdeklerden kurulmuştur. Bu özdeklerin varlığını da duyumlarımız tanıtlamaktadır. Cisimlerden kimileri bileşiktir, kimileri de bileşikleri meydana getiren elemanlardır. Elemanlar değişmez ve görünmez nitelikteki atomlardır. Çünkü hiçbir şey yokluğa dönmediği için, bileşikler dağılınca, onları meydana getiren varlıkların da var kalmaları gerekir. Dünya sonsuzdur. Çünkü her sonlunun bir ucu olması gerekir, dünyanın ucu olmadığına göre sonsuzluğu açıktır. Sonu olmadığına göre de zorunlu olarak sonlu değil demektir. Atomların devimlerinin başlangıcı yoktur. Çünkü atomlar boşluk kadar öncesizdir. Atomların devimleri sürekli ve sonsuzdur” (Bu mektup parçaları, Mehmet Karasan'ın Büyük Filozoflar Antolojisi'ndeki değerli çevirisinden alınmıştır.). Epikuros'un bu parlak sezileri Lucretius'un aracılığıyla Roma'ya geçmiş ve sonunda Gassendi'yle Bacon'u etkileyerek doğa bilimlerinin gelişmesini büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Karl Marx Kutsal Aile adlı yapıtında şöyle der: ”Fransa'da özellikle Descartes tarafından temsil edilen XVII. Yüzyıl metafiziği, doğar doğmaz, karşısında uzlaşmaz bir hasım olarak, Gassendi'nin kişiliğinde Epikurosçu maddeciliği bulmuştur. Fransız ve İngiliz maddeciliği, her zaman, Demokritos ve Epikuros'a sımsıkı bağlı kalmıştır”. Romalı Lucretius Carus'ün Epikurusçuluğu açıklayan yapıtının adı De Rerum Natura'dır. Rönesans düşünürlerinden Montaigne, Pierre Charon, Sanchez, Lamothe-Levayer v.b. Epikurosçuluğu izlemişlerdir. Osmanlı sözlükleri, Epikurosçuluğu şöyle sunmaktadırlar: ”Lakin bu mezhebe mahsus bir düstur vardır ki o dahi elemden ihtiraz et düsturudur. İşte o lezzetin mahiyeti bu düsturdan daha iyi anlaşılır. Epikür mezhebi bir şehvet mezhebi değil itidal ve aklı selim mezhebidir deniliyorsa da Cenâb-ı Allah'ı inkâr ve bedâyiî kâinatı tesadüfe atıf ve intiharı tavsiye eden bir mezheb kadar aklı selime münâfi bir şey olamaz” (Bk. İsmail Fennî; Lugatçeî Felsefe, s. 231). Epikurosçuluk, görüldüğü gibi, metafizikçilerin, idealistlerin ve tanrıbilimcilerin kasıtlı anlatımlarıyla anlam değiştirmiştir ve Epikuros'un kendisi genellikle anlaşılan anlamda bir Epikurosçu değildir. İdealistler onu kasıtlı olarak kaba bir hazcı saymışlardır, oysa Epikuros Antikçağ Yunan felsefesinin en üstün ve önemli düşünürlerinden biridir. Atomculuk, Özdekçilik, Roma Felsefesi.

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş