YAŞAMI:
Yunus Emre'nin yaşamı üzerine bilgi çok azdır. 1950'ye kadar doğum ölüm yılları bile kesinlikle bilinmiyordu.
Eski kaynaklarda, Yunus'un yaşadığı yıllar için birbirini tutmaz tarihler verilir. On dördüncü yüzyılın ortalarında ya da sonlarında yaşadığı söyleyenlerin yanı sıra, 1439'a kadar yaşadığını ileri sürenler de vardır. Ama doğrudan doğruya şairin şiirleri üzerinde çalışan uzmanlar, bu tarihlerin yanlış olduğunu belgelerle kanıtlıyorlar.
Örnekse, Yunus Emre'nin olgunluk dönemi şiirlerinden olan Risâlet-ün Nushiyye adlı mesnevisinin 1337'de yazıldığı yapıttaki bir dizeden anlaşılıyor.
Başka şiirlerinde de, 1273'de ölen Mevlânâ Celâleddin'i gördüğünü, onun ”söz ile işret” (musiki ile içki) toplantılarında bulunduğunu belirttiği için, Yunus'un XIII. Yüzyılın ikinci yarısıyla XIV. Yüzyılın başlarında yaşadığı kesinlikle ortaya çıkıyor.
Ayrıca, şiirlerinde daha önceki sofileri (Tasavvuf ulularını) sık sık andığı halde, XIII. Yüzyıldan sonraki sofilerden hiç söz etmemesi de bu görüşü desteklemekte.
Uzmanlar bu gibi bilgilere dayanarak Yunus'un 1320 ile 1334 yılları arasında ölmüş olduğunu söylüyorlar.
1950 yılında ise Beyazit Kitaplığı'ndaki XVI. Yüzyıldan kalma bir ”mecmua”da (derleme) şöyle bir kayıt bulundu: ”Vefat-ı Yunus Emre sene 720 ”” müddet-i ömür 72”. Verilen ömür tarihi hicri 720. Bundan 72 çıkartırsak, doğum tarihi olarak hicri 648'i buluruz. Demek ki Yunus Emre hicri 648 ile 720 yılları arasında 72 yıl yaşamış. Bugün kullandığımız miladî tarihe çevirince iki yıllık bir oynama oluyor. Hicrî 648, miladî 1250'dir; 720 ise, 1320. Kısacası, Yunus emre miladî 1250-1320 yılları arasında 70 yıl yaşamış.
Uzmanların çoğu Beyazit Kitaplığı'ndaki bu belgeyi benimsiyorlar, çünkü verilen tarihler onların şiirler üzerinde çalışırken tahmin ettiklerine uyuyor. 1250'de doğduysa, 1273'de Mevlânâ öldüğü zaman Yunus 23 yaşındadır, toplantılarında bulunabilir; olgunluk dönemi şiirlerinden Risâlet-ün Nushiyye'yi yazdığında, 1307'de 57 yaşındadır, bu da uygun, 1320'de öldüyse, XIII. Yüzyıldan sonraki sofilerden söz edemez. 70 yıl yaşamış, şiirlerinden de böyle uzun bir ömür sürdüğü anlaşılıyor.
Bütün bu denk düşmelere karşın, Beyazit Kitaplığı'ndaki bu belgeye de şüpheyle bakan, başka belgelere dayanarak, Yunus Emre'nin 1320'den daha sonra öldüğünü, XIV. Yüzyılın ortalarına kadar yaşadığını ileri süren uzmanlar gene de vardır. Üstelik bunlar Yunus Emre'nin yaşamı üzerine yeni, değişik tartışmalara yol açan bilgiler de veriyorlar.
Uzmanlar arasındaki görüş ayrılıklarının ötesinde, kesin olan şudur: Yunus Emre XIII. Yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. Yüzyılın birinci yarısında Anadolu'da yaşadı.
YAŞADIĞI ÇAĞ:
Bu dönemde Anadolu ne durumdaydı?
XIII. Yüzyılda Anadolu'da dört devlet vardı: İlhanlılar, Bizans, Trabzon Rum İmparatorluğu, Selçuklular. Bu devletlerin en güçlüsü olan Selçuklular bile, çeşitli nedenlerle, daha çok da, ülkeyi sürekli bir savaş alanına çeviren Haçlı Seferleri yüzünden, Anadolu'da siyasal bütünlüğü sağlayamamış, bir denge kuramamıştı. 1220'de İzzeddin Keykâvus'un ölümü üzerine Selçuklu tahtına çıkan Alâeddin Keykubad çevresindeki birçok beyliği kendisine bağladı, Kıpçak ülkesine kadar gitti. Konya Selçuklu Devleti'nin bu toparlanma çabaları sırasında Moğol akınları başladı.
1231'de Moğollar Sivas'a inip pek çok kimseyi öldürdükten sonra, Selçuklu ordusu gelmeden geri çekildiler. Bu arada, Moğollar'dan kaçan Harzemliler'in de Anadolu'ya sığınarak Erzurum Ovası'na yerleştirilmeleri durumu büsbütün karıştırdı. Moğollar büyük düşmanlık besledikleri Harzemliler'i burada da rahat bırakmadılar.
1237'de Alâeddin Keykubad ölünce, yerine Gıyaseddin Keyhusrev geçti. Bu güçsüz hükümdar Sadettin Köpek adlı vezirin etkisiyle ülkeyi çok kötü bir yönetim düzenine soktu. Çeşitli gerekçelerle kardeşlerini, analığını, birçok değerli devlet adamını öldürttü. Selçuklular'a sığınmış bulunan Harzem Beyleri'nden birkaçının tutuklanması, bu arada birinin zindanda ölmesi, Harzemliler'in canlarından korkup geçtikleri yerleri yağma ederek, arkalarından gönderilen orduyu da bozguna uğratarak kaçmalarına neden oldu.
Moğol akınlarının etkisiyle Anadolu'ya göçmüş, Selçuklular'a sığınmış bulunan Türkmenler de bu kötü yönetimden büyük oranda etkileniyorlardı. Bir yandan devletin sömürücülüğü, bir yandan Moğollar, bir yandan Harzemliler, bir yandan kendi soyluları, bir yandan sayıları arttıkça artan eşkiyalar, soyguncular, halkın mistik inançlara yönelmesine yol açmaktaydı. Karnını doyuramayacak kadar yoksul insanların varlığı bir yana, zaten malından, mülkünden, yarınından da hiç kimse emin değildi.
Selçuklu Devleti'ni oldukça sarsan Babalılar Ayaklanması böyle bir dönemde patlak verdi.
Moğol akınlarından kurtulmak için Horosan'dan Amasya'ya gelip yerleşen Melâmeti Tarikatı Şeyhi Baba İlyas'ın halifesi Baba İshak köy köy dolaşıp halka Gıyasettin Keyhusrev'in kötülüklerini anlatmış, bir kurtarıcı, bir peygamber olarak görülmeye başlanmıştı. Kısa sürede çevresine yolunda can vermeye hazır binlerce insan topladı.
1238'de Türkmenler Baba İshak'ın yönetiminde ayaklanarak Selçuklu Devleti'ne karşı çıktılar. Kadın erkek, büyük bir inançla savaşan Babalılar önce Sivas'daki Selçuklu ordusunu yendiler, Tokat'ı, Amasya'yı alıp Kırşehir'e doğru yürüdüler. Kırşehir yakınlarında Selçuklular'ın devşirme ordusuyla giriştikleri savaşta yenik düştüler. Binlerce Türkmen kılıçtan geçirildi. Baba İshak, 1240'da, Amasya'da asıldı. Ertesi yıl da Baba İlyas öldürüldü.
Gıyaseddin Keyhusrev'in Babalılar Ayaklanması'nı bastırması Selçuklu Devleti'ni kurtaramadı. Yıllarca Haçlı Seferleri'nden bezmiş olan Anadolu'da şimdi de Moğol saldırılarının ardı arkası kesilmiyordu.
1242'de Moğollar Erzurum Kalesi'ni düşürdüler. Süt çocuklarına kadar bütün erkekler öldürülüp kadınlar tutsak alındı. Şehir yerle bir edildi.
1 Temmuz 1243'de Selçuklu ordusu ile Moğol ordusu Sivas yakınlarındaki Kösedağı'nda karşı karşıya geldiler. Bu büyük savaşta Selçuklular yenildi, Moğollar'a boyun eğerek ağır bir vergi vermeyi kabul etmek zorunda kaldılar. Sivas, Erzincan, Kayseri'yi de bütünüyle Moğollar aldı.
1246'da Gıyaseddin Keyhusrev'in ölümünden sonra ise taht kavgaları, siyasal çekişmeler birbirini izlemeye başladı. Ayrıca, Selçuklular'a bağlı beyler, valiler de sürekli olarak bağımsızlıklarını elde etmenin yollarını arıyorlardı.
1256'da Moğollar gene Anadolu'nun içerlerine girerek --taht kavgalarının durulmasından yararlanıp toparlanmaya çalışan ””Selçuklular'ı bir daha yendiler. Artık Selçuklular Moğollar'ın her istediğini yapan bir gölge devlet durumuna düşmüşlerdi.
1277 yılında ise Memlûk Sultanı Melik Baybars Anadolu'da Moğol ordusunu bozguna uğrattı. Abaka Han bunun intikamını daha büyük bir orduyla gelip Erzurum'dan Kayseri'ye kadar, şehir, kasaba, köy ne varsa yağmalayarak, iki yüzden fazla insanı öldürerek aldı.
Anadolu halkının Moğollar'a duyduğu kin doruğuna varmıştı. Selçuklu Devleti'nin derlenip toparlanması, güçlenmesi, ülkede siyasal bütünlüğü sağlaması gerekiyordu. Selçuklu sarayında yönetim İran'dan göçme ya da İran hayranı kimselerin elindeydi. Bunlar aralarındaki çekişmeler yüzünden sık sık Moğollar'la işbirliği yapar, kendi çıkarları için memleketlerini düşmana peşkeş çekerlerdi. Sarayda Farsça konuşulur, devlet işleri Farsça yürütülürdü. Anadolu halkının duyduğu kini, korkuyu, huzursuzluğu ülkenin iyiliği yolunda kullanabilmek için, önce devletle halkın arası bulunmalıydı.
Bu durumu görüp değerlendiren Karamanoğlu Mehmet Bey ordusuyla Konya'ya geldi. İzzeddin Keykâvus'un oğlu olduğu söylenen Siyavuş'u tahta çıkarıp kendisi de onun veziri oldu. 1277 yılı Mayısında okuttuğu ünlü fermanında şu sözler vardı: ”Bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meldanda Türkçe'den gayrı dil konuşulmayacaktır”.
Ama bu toplanma çabası da uzun sürmedi. 1279'da Karamanoğlu Mehmet Bey Moğollar'la çarpışırken öldü, Siyavuş'u ise yakalayıp diri diri derisini yüzerek öldürdüler.
Moğollar artık Anadolu'yu bütünüyle etkilerine almışlardı. Selçuklu sarayının iç işlerine kadar karışıyor, vezirleri, hükümdarları seçiyorlardı. 1301'de İlhanlılar'ın Selçuklu hükümdarını öldürmesi üzerine tahta çıkan Gıyaseddin Mesut II'yi Hamedan'dan Moğollar göndermişti. Bu hükümdar 1308'de, Kayseri'de ölünce, Selçuklu Devleti de sona ermiş oldu. Anadolu gücünü yitirmekte olan İlhanlılar'la, serpilip gelişen, bağımsızlıklarını kazanan yeni beyliklere kaldı.
Bu arada korkunç kuraklıklar, kıtlıklar yaşanıyordu. 1299'da açlıktan kırılan halkın ölü eti yediği bile söylenir.
XIV. Yüzyılın başında anadolu'da on ikiden fazla Türk beyliği vardı: Eşrefoğulları, Hamidoğulları, Menteşeoğulları, Germiyanoğulları, Sahibataoğulları, Saruhanoğulları, İsfendiyaroğulları, Aydınoğulları, Karesioğulları, Pervaneoğulları, Karamanoğulları, Osmanoğulları.
Selçuklu Devleti'nin yıkılmakta olduğunu görerek 1299'da bağımsızlığı seçen Osmanoğulları, bir yandan Bizans topraklarını alıp Balkanlar'a yönelirken, bir yandan da Anadolu'daki beylikleri ortadan kaldırarak Selçuklular'ın bir türlü kuramadığı siyasal bütünlüğü sağlama yoluna girdiler. Osmanoğulları'na boyun eğmeyen tek beylik Konya dolaylarındaki Karamanoğulları olmuş, XV. Yüzyıla kadar direnmişlerdir. Osmanoğulları'nın bu üstünlüğü yalnızca savaşma yeteneğinden değil, yasa anlayışlarından, halkın dertlerine önem veren yönetimlerinden geliyordu. (Osman Bey'in bir ahilik geleneği olan ve Anadolu'da yaygın, ustalık belirtkesi ”önlük” takma olayını anımsayın. /mg.özgeç) Bu özellik XIV. Yüzyılda Anadolu halkının en çok özlemini duyduğu şeydi.
İşte Yunus Emre böyle bir dönemde, kargaşalıklar, kan dökmeler, kıyımlar, açlıklar içinde, insanların çok acı çektiği bir dönemde yaşadı.
YAŞADIĞI YER:
Yunus Emre'nin nerede doğduğu, yaşadığı kesinlikle bilinmiyor. Bektaşi Vilayetnâmesi'ne dayanarak, bazı uzmanlar, onun Sakarya çevresinde Sarıköy'de doğduğunu söylerler. Şeyhi Taptuk Emre'nin de Sakarya dolaylarında yayamış olması Vilâyetname'deki bu kaydı doğrulamaktadır.
Son yıllarda bazı başka uzmanlar bu görüşe karşı çıkmışlar, yeni belgelere dayanarak Yunus'un Karaman'da doğduğunu, yaşadığını, öldüğünü, mezarının da orada olduğunu savunmuşlardır.
SOYU, ÇOCUKLARI:
Yunus Emre'nin yaşamı üzerine bilgiler genellikle şiirlerinden çıkarılırdı. Örnekse, bir şiirindeki şu dizeler, evliliği üzerine bilgi veriyor:
Uçmak uçmağım dediğin müminleri yeltediğin
Bir ev ile birkaç huri hevesim yok kaçmağ için
Bunda dahi verdin bize oğul u kız çift-ü halâl
Andan dahi geçti arzum benim âhım didâr için
(Uçmak: cennet. Mümin: inanan. Müslüman. Yeltediğin: meylettirdiğin, heveslendirdiğin. Huri: cennetteki güzel kızlar. Kaçmak: kucaklamak, sarılmak. Bunda: burada. Dahi: da. U: ve. Halâl: nikahlı kadın. Çift-ü halâl: nikahlı iki çift kadın. Andan: ondan. Âhım: yanıp yakınmam, özlemem. Didâr: sevgilinin yüzü, Tanrı.)
Bu şiirden Yunus Emre'nin iki karısı, oğulları, kızları olduğunu anlıyoruz.
Ama Yunus'un yaşamı üzerine bilgi veren bu gibi şiirleri fazla değildir. Onun Karaman'da doğup yaşadığını savunan uzmanlar yaşamıyla ilgili bazı belgeler de bulup çıkardılar. Buna göre:
Yunus Emre'nin ailesi Karaman'a Horosan'dan gelmiş, yerleşip kendi adlarına bir köy kurmuşlardır. Babasının adı İsmail'dir. Yunus göçten çok sonra, Karaman'da dünyaya gelmiştir. Kendisi Kirişçi Baba olarak tanınmış, oğullarından birine de İsmail adını koymuştur