İNSAN BEDENİNDEKİ ÖLÇÜLER
Allah'a iman eden bir kişi evrende var olan canlı cansız tüm varlıkları ve sistemleri dikkatli bir gözle incelediğinde, bunların tümünün insan için yaratıldığını açıkça görür. Hiçbir şeyin tesadüfen oluşmadığını, Allah'ın herşeyi insan yaşamına en uygun şekilde var ettiğini anlar.
[
Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
Üzerinde yaşadığımız gezegen ve tüm evren insanın yaşaması için gereken özelliklerin tümüne sahiptir. Bunun üzerinde düşünen insan tüm evreni Allah'ın kendisi için yarattığını açıkça görecektir.
Örneğin insan her an çok rahat nefes alabilmektedir. Soluduğu hava ne genzini yakar, ne başını döndürür, ne de baş ağrısı verir. Çünkü havadaki gazların oranı insan vücuduna en uygun miktarda ayarlanmıştır. Bunları düşünen kişinin aklına çok önemli bir nokta daha gelir: Eğer atmosferdeki oksijen mevcut miktarından biraz daha fazla veya biraz daha az olsa, her iki durum da canlılığın yok olmasına neden olurdu. Bunun üzerine bazen havasız bir yerde kaldığında nefes almakta ne kadar zorlandığını düşünür. İnançlı bir insan bu konu üzerinde düşünmeye devam ettikçe sürekli Rabbimiz'e şükreder. Çünkü dünyanın atmosferinin de pek çok gezegen gibi zor nefes alınacak şekilde olabileceğini, ancak böyle olmadığını ve dünya atmosferinin milyarlarca insanın rahatlıkla nefes alabileceği şekilde, son derece kusursuz bir denge ve düzen içinde yaratıldığını görür.
Yine üzerinde yaşadığı gezegen hakkında düşünmeye devam eden kişi, Allah'ın yaratmış olduğu suyun insanın hayatında ne kadar büyük bir önemi olduğunu düşünür. Aklına şunlar gelir: İnsanlar genellikle uzun süre sudan mahrum kaldıklarında suyun değerini anlarlar. Halbuki su, hayatımızın her anında ihtiyaç duyduğumuz bir maddedir. Örneğin hücrelerimizin, vücudumuzun her noktasına ulaşan kanımızın büyük bir bölümü sudur. Eğer böyle olmasaydı, kanın akışkanlığı azalacak, damarlarımızda akması çok zor hale gelecekti. Suyun akışkanlığı sadece bizim vücudumuz için değil, bitkiler için de son derece önemlidir. Bu sayede su, yaprakların incecik damarlarından geçerek yaprağın en uç kısmına kadar ulaşabilir.
Denizlerdeki büyük su kütleleri ise dünyamızın yaşanabilir bir gezegen olmasını sağlamaktadır. Eğer yeryüzündeki denizlerin oranı karalara göre daha düşük olsaydı, o zaman her yer çöle döner ve yaşam imkansız olurdu.
Bunları düşünen vicdanlı kişi, dünya üzerinde bu kadar kusursuz bir dengenin sağlanmasının elbette ki tesadüf eseri olmadığına kesin olarak kanaat getirir. Tüm bunları görmek ve düşünmek ona üstün güç sahibi olan Allah'ın herşeyi bir amaç doğrultusunda yarattığını gösterir.
Üstelik bu konuda düşündüğü örneklerin son derece kısıtlı olduğu da aklına gelir. Öyle ki, dünyadaki dengeler ile ilgili örnekleri saymakla bitirmek mümkün değildir. Ancak düşünen insan evrenin her köşesinde var olan düzeni, kusursuzluğu ve dengeyi açıkça görebilir ve bunun sonucunda Allah'ın herşeyi insan için yarattığı gerçeğine varır. Allah canlı- cansız herşeyi mükemmel bir tasarımla yaratmış ve hizmetimize vermiştir. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirir:
Kendi'nden (bir nimet olarak) göklerde ve yerde olanların tümüne sizin için boyun eğdirdi. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır. (Casiye Suresi, 13)
OKSİJENİN İDEAL ÇÖZÜNÜRLÜĞÜ
Vücudumuzun oksijeni kullanabilmesi, bu gazın suyun içinde çözünebilirlik özelliğinden kaynaklanır. Nefes aldığımızda ciğerlerimize giren oksijen, hemen çözünerek kana karışır. Kandaki hemoglobin adlı protein çözünmüş olan bu oksijen moleküllerini yakalayarak hücrelere taşır. Hücrelerde ise, az önce belirttiğimiz özel enzim sistemleri sayesinde, bu oksijen kullanılarak ATP adı verilen karbon bileşikleri yakılır ve enerji elde edilir.
Tüm kompleks canlılar bu sistemle enerjiye ulaşırlar. Ama elbette bu sistemin işleyebilmesi, öncelikle oksijenin çözünürlük özelliğine bağlıdır. Eğer oksijen yeterli derecede çözünür olmasa, kana çok az miktarda oksijen girecek ve bu da hücrelerin enerji ihtiyacının karşılanmasına yetmeyecekti. Oksijenin fazla çözünmesi ise, kandaki oksijen oranını aşırı derecede artıracak ve "oksidasyon zehirlenmesi" meydana getirecektir.
İşin ilginç yanı, farklı gazların su içinde çözünebilirlik oranlarının, birbirlerinden bir milyon kat farklı olabilmesidir. Yani en çok çözünen gaz ile en az çözünen gaz arasında, bir milyon katlık bir çözünebilirlik farkı vardır. Hemen hemen hiçbir gazın da çözünebilirlik oranı aynı değildir. Örneğin karbondioksit, oksijene göre su içinde yirmi kat daha fazla çözünür. Bu kadar farklı çözünebilirlik değerleri içinde oksijenin sahip olduğu değer ise tam bizim için uygun olan değerdir.
Oksijenin çözünürlüğü acaba biraz daha az ya da fazla olsa ne olurdu?
Önce birinci ihtimale bakalım. Eğer oksijen suyun (ve dolayısıyla kanın) içinde biraz daha az çözünecek olsa, kana daha az oksijen karışacak ve hücreler yeterince oksijen alamayacaktır. Bu durumda insan gibi yüksek metabolizmalı canlıların yaşaması çok zorlaşacaktır. Böyle bir durumda ne kadar çok nefes alırsak alalım, havadaki oksijen hücrelere yeterince ulaşmadığı için, kademeli bir biçimde boğulma tehlikesi ile karşı karşıya kalırız.
[Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
Eğer oksijenin çözünürlüğü daha fazla olursa, bu kez az önce belirttiğimiz "oksidasyon zehirlenmesi" ortaya çıkar. Oksijen aslında çok tehlikeli bir gazdır ve normal sınırların üstünde alındığında canlılar için öldürücü bir etkiye sahiptir. Kanda oksijen oranı arttığında, bu oksijen su ile reaksiyona girerek son derece reaktif ve tahrip edici yan ürünler ortaya çıkarır. Vücutta, oksijenin bu etkisini gideren son derece kompleks enzim sistemleri vardır. Ama eğer oksijen oranı biraz daha fazlalaşsa, bu enzim sistemleri işe yaramayacak ve aldığımız her nefes vücudu biraz daha zehirleyerek bizi kısa sürede ölüme sürükleyecektir. Kimyacı Irwin Fridovich, bu konuda şöyle der:
Solunum yapan bütün organizmalar ilginç bir tuzağa yakalanmış durumdadırlar. Yaşamlarını destekleyen oksijen, aynı zamanda onlar için zehirleyici (toksik) özelliktedir ve bu tehlikeden sadece çok hassas bazı özel savunma mekanizmaları sayesinde korunurlar. Irwin Fridovich, "Oxygen Radicals, Hydrogen Peroxide, and Oxygen Toxicity", Free Radicals in Biology, (ed. W. A. Pryor), New York: Academic Press, 1976, s. 239-240
İşte bizi söz konusu tuzaktan, yani oksijenle zehirlenme ya da oksijensiz kalarak boğulma tehlikelerinden koruyan şey, oksijenin çözünürlük oranının ve vücuttaki karmaşık enzim sistemlerinin tam gerektiği biçimde belirlenmiş ve yaratılmış olmasıdır. Daha açık bir ifadeyle, Allah, soluduğumuz havayı da, bu havayı kullanmamızı sağlayan sistemlerimizi de kusursuz bir uyumla yaratmıştır.
EN BÜYÜK NİMETLERDEN BİRİ :NEFES ALMAK
Vücudumuzdaki her hücrenin nefes yoluyla alınan oksijene ihtiyacı vardır. Oksijen olmadan kalbinizin atışı, kaslarınızın hareketi, hücre bölünmesi ve düşünmek gibi hayati işlemlerin hiçbiri gerçekleşemezdi.
Burun soluduğumuz havayı akciğerler için uygun hale getirir. Toz, bakteri ve polenler gibi yaklaşık 20 milyar yabancı madde, burna girişteki tüylere takılır. Bu engeli aşabilen zararlı parçacıklar ise ikinci savunma hattı olan mukus salgısına yakalanır.
Aldığımız nefesin akciğerlere uzanan yolculuğunda kat edilen en uzun mesafe, nefes borusunun içidir. Nefes borusunu oluşturan kıkırdak yapı hem her türlü harekete uyum gösterir, hem de esnekliği sayesinde daima açık kalır.
Akciğerler, yüzlerce kola ayrılmış bronşlardan oluşur. Bronşların uçlarında her biri toplu iğne ucu büyüklüğünde ‘alveol’ adı verilen hava kesecikleri bulunur. Sağlıklı bir akciğerde toplam 300 milyon alveol vardır. Bu hava keseciklerinin yüzey alanlarının toplamı, bir tenis kortu büyüklüğündedir. Bronşlardan geçen hava, alveollerin içine dolar. Aldığınız her nefesin kanınızı temizlemesini sağlayan sistem, toplu iğne ucu kadar küçük bir baloncuğun içinde kuruludur. 300 milyon baloncuğun göğsünüzün içine yerleştirilmiş olması ve bu baloncukların görevlerini her an yerine getirmeleri, Allah’ın benzersiz yaratma sanatını gösterir.
İnsan vücudundaki bütün detayları olduğu gibi alveollerin mükemmel tasarımını, bronşları ve akciğerleri yaratan alemlerin Rabbi Yüce Allah’tır.
Bir süre nefessiz kaldığımızı düşünelim, neler olurdu? Yaklaşık bir dakika sonra bayılır, iki ila üç dakika sonra beyin ölümü gerçekleşir ve artık yaşamıyor olurdunuz. İnsanın tek bir nefes alabilmesi bile, Allah’a şükretmesini gerektiren nimetlerden biridir.
BÜYÜMEDEKİ ÖLÇÜ
İnsanın kirpikleri, kaşları, kemikleri, dişleri belli bir boya ulaştığında uzamaları durur. Ancak saçlarının uzaması durmaz. Yani uzaması zararlı olabilecek, kötü bir görüntüye neden olacak olan bölümlerin uzaması dururken, uzaması estetik açıdan güzel olabilecek olan saçlar uzamaya devam eder. Bunun yanı sıra kemiklerin uzamasında da tam bir uyum ve oran vardır. Örneğin insanın kol kemikleri daha fazla uzayıp, gövdesi kısa kalmaz. Her biri ne kadar uzaması gerektiğini bilirmiş gibi tam zamanında durur.
Bir yaşını dolduran bir bebek, doğduğu güne oranla yaklaşık olarak iki kat daha ağır, %50 daha fazla uzundur. Bir yıl içinde olağanüstü bir hızla kilo alır, uzar ve vücudu orantılı bir şekilde büyür. Yaklaşık 3 kg ağırlığında 50 cm boyunda yeni doğan bir bebeğin, yirmi-yirmibeş sene içinde 80 kg ağırlığında 1.80 cm uzunluğunda yetişkin bir insan olmasını sağlayan nedir?
Bu sorunun cevabı, hipofiz bezinden salgılanan mucize bir molekülde, büyüme hormonunda saklıdır.
Büyüme hormonu beyinde bulunan hipofiz bezinden salgılanır ve bütün vücut hücrelerine etki eder. Her hücre hipofiz bezinde üretilen büyüme hormonu ile kendisine gelen mesajın anlamını bilir. Eğer büyümesi gerekiyorsa büyür, bölünerek çoğalması gerekiyorsa çoğalır.
Büyüme hormonunda görülen bir başka mucize de bu hormonun salgılandığı dönem ve miktarıdır. Büyüme hormonu tam olarak gereken miktarda ve en yoğun olarak büyüme çağında salgılanır. Bu, çok önemli bir mucizedir. Çünkü ihtiyaç duyulandan biraz daha az veya biraz daha fazla hormon salgılanması durumunda oldukça sakıncalı sonuçlar ortaya çıkar. Eğer büyüme hormonu az salgılanırsa cüceliğe çok salgılanırsa devliğe yol açar.
Büyüme hormonu yalnızca gelişme çağında değil, yetişkin insanlarda da salgılanmaya devam eder. Bu durumda yetişkinlerin de büyümeye ve uzamaya devam etmeleri, insanların dev yaratıklar haline gelmeleri gerekir. Ancak bu gerçekleşmez. İnsan, belirli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra hücreler bölünmeye ve büyümeye devam etmezler. Bilim adamları hücrelerin niçin bölünme ve büyüme işlemine bir son verdiklerini halen çözebilmiş değiller. Bilinen o ki, hücreler çok özel bir sistem sayesinde zamanı geldiği zaman daha fazla büyümemeye ve bölünmemeye programlanmışlardır. Bu da bir başka yaratılış mucizesidir.
Su, üstteki karşılaştırmadan da anlaşıldığı gibi, çok yüksek bir akışkanlığa sahiptir. Hatta, eter ve sıvı hidrojen gibi normal formu gaz olan maddeler bir kenara bırakılırsa, suyun tüm sıvılar içinde akışkanlık değeri en yüksek madde olduğunu söyleyebiliriz.
Peki acaba suyun bu akışkanlık değerinin bizim için bir önemi var mıdır? Bu hayati sıvı, biraz daha az ya da fazla akışkan olsa, bizim için fark eder miydi?
Evet, su bizim için yaşamsal öneme sahiptir. Eğer suyun akışkanlık değeri biraz bile az olsaydı, kanın kılcal damarlar yoluyla taşınması imkansızlaşacaktı. Örneğin, karaciğerin karmaşık damar ağı hiçbir zaman kurulamayacaktı.
Bu kılcal damarlar konusunu biraz daha yakından ele alalım. Kılcal damarların amacı, vücudun dört bir yanındaki hücrelerin her birine gerekli oksijen, enerji, besin, hormon gibi maddeleri taşıyabilmektir. Bir hücrenin bir kılcal damardan yararlanabilmesi için de, ondan en fazla 50 mikronluk bir mesafe kadar uzak olması gerekir. (Bir mikron, milimetrenin binde biridir.) Daha uzakta kalan hücreler, beslenemeyerek öleceklerdir.
İşte bu nedenle insan vücudu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, kılcal damarlar vücudun her bir parçasını ağ gibi sarar. Vücudumuzdaki ortalama 5 milyar kılcal damarın toplam uzunluğu 950 km.'yi bulur. Bazı memelilerde, tek bir santimetrekarelik bir kas alanı içinde, 3000 tane açık kılcal damar yer alır. Eğer insan vücudunun en küçük kılcal damarlarının 10 bin tanesini yan yana getirirsek, toplam kalınlıkları ancak bir kurşun kalemin kurşun kısmı kadar olur. Bu kılcal damarların çapı, 3-5 mikron arasında değişir. Bu, milimetrenin binde üçü ya da beşi demektir.
Ancak elbette kanın bu kadar daracık damarlar arasında tıkanmadan ve ağırlaşmadan hareket edebilmesi, suyun yüksek akışkanlığı sayesinde mümkün olmaktadır. Bir kılcal damar sistemi, ancak kanalların içine pompalanan sıvının yüksek bir akışkanlığa sahip olması durumunda çalışır. Yüksek akışkanlık çok önemlidir, çünkü sıvının damar içindeki hareketi, sıvının akışkanlığına doğru orantı ile bağlıdır... Buradan açıklıkla görmek mümkündür ki, eğer suyun akışkanlığı sadece birkaç kat daha fazla olsa, kılcal damarlardaki kan akışı için çok büyük bir pompalama basıncı gerekecek ve herhangi bir kılcal damar sistemi işlemez hale gelecektir.
Bir başka deyişle, suyun tüm diğer özellikleri gibi akışkanlığı da, yaşam için olabilecek en ideal değerdedir. Sıvıların akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, bu milyarlarca farklı akışkanlık değeri içinde tam olması gereken değerle yaratılmış bir güzelliktir.
Allah bir Kuran ayetinde, herşey için bir ölçü kıldığını şöyle buyurmaktadır :
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
GÖZYAŞINDAKİ GÜZELLİK
Çoğu insanın, "yalnızca ağlandığında akan tuzlu su" zannettiği gözyaşı, durumdan duruma değişen yapısıyla son derece özel bir sıvıdır.
Gözyaşının ilk görevi gözü mikroplara karşı korumaktır. İçinde bulunan "lizozom" enzimi birçok bakteri türünü parçalayabilme ve mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Lizozom sayesinde göz, enfeksiyonlardan korunur. Bu madde, binaları mikroplardan temizlemek için kullanılan kuvvetli bir dezenfektan olan "fenik asit"ten bile daha etkilidir. Bu kadar güçlü olduğu halde bu enzimin göze hiçbir zarar vermemesi büyük bir mucizedir.
İçinde böyle son derece güçlü bir dezenfektan bulunan gözyaşı, gözün kimyasal yapısına en uygun şekilde yaratılmıştır. Bu yağlama-nemlendirme sistemi sayesinde gözünüz kurumaz. Eğer bu sistem var olmasa ya da eksik çalışsaydı, o zaman göz ile göz kapağı arasında sürekli bir sürtünme olur, gözünüz birkaç dakika içinde kurur, göz kapaklarınız yapışır ve oldukça acılı bir süreç sonucunda kör olurdunuz.
Açık olan gerçek, gözün üstün bir aklın eseri olduğudur. Bu Rabbimiz'in benzeri olmayan aklıdır.
DENGEDE DURAN İSKELETİMİZ
Omuriliği koruyan kemiklerin sahip olduğu özellik, yaratılış mucizesinin delillerini bir kez daha gözler önüne serer. Omurga, üst üste dizili olan omurlardan meydana gelmektedir. İnsan her adım atışında, omurgayı oluşturan bu omurlar hareket ederler. Ancak yapılan hareketler esnasında omurların aşınma tehlikesi de vardır. Bu nedenle insan vücudunun karşılaşacağı muhtemel tehlikelere karşı olağanüstü bir önlem alınmıştır.
Omurların aşınmaması için her bir omur arasında bir nevi amortisör görevi yapan dayanıklı diskler vardır. Bu diskler, insanın her adım atışında yerden vücuda gelen tepki kuvvetini azaltarak kemiklerin yaylanmasını sağlar. Nitekim omurga kemiklerinin dizilimi de özel bir planlamanın ürünüdür. Üst üste dizilerek "S" harfi çizen omurga kemiklerinin bu şekli, son derece hikmetlidir. Çünkü, eğer "S" şeklinde değil de, dümdüz bir görünümde dizilmiş olsalardı ve aralardaki disklerin darbeleri emme özellikleri bulunmasaydı, 30 cm. yükseklikten atlayan bir insanda omurganın boyuna yapacağı baskı sonucu, omurga beyni parçalayarak kafatasından dışarı çıkacaktı. Ya da eğer omurgaların yapısı kafatası gibi yekpare tek bir kemikten oluşsaydı, insan en basit bir hareketi bile yapamayacaktı. Böyle bir durumda da kemiklerin hiçbir elastikiyeti olmayacağından, insan sürekli olarak dimdik durmak zorunda kalacak, en hafif bir eğilmede dahi kemikler kırılacak ve omurilik son derece önemli hasarlar görecekti.
Tüm bedenimiz, Allah'ın yaratışındaki üstünlüğü ve sanatı gösteren mucizevi sistemlerle donatılmıştır. Nitekim Allah bu üstünlüğü, Mü'minun Suresi'nde şöyle belirtir:
"Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne Yücedir." (Mü'minun Suresi, 14)
Kelimeleri oluşturan sesleri diğer seslerden ayırt etme becerimiz de oldukça hayranlık uyandırıcıdır. Bir dilde çıkarılan temel seslere dilbilimde fonem adı verilir. Yapılan deneyler, suni olarak hızlandırılmış bir konuşmada saniyede 40-50 fonem algılayabildiğimizi göstermektedir. Ancak bir konuşma yerine örneğin çıtırtı gibi bir ses saniyede 20 kez ve daha fazla tekrarlanırsa artık o sesi ayrı ayrı duyamaz, yalnızca bir vızıltı şeklinde algılarız. Bu, bize, insanın sesli iletişimde kullanılan konuşma parçalarını sıradan gürültüden ayırt etmeyi sağlayan özel bir yetenekle yaratıldığını bir kez daha göstermektedir.
Dilin özellikleri konusunda ilgi çekici olan ayrı bir yön ise, belirli sayıda kelime ile kurulabilecek olan cümle olasılıklarının fazlalığı ve insanın tüm bu olasılıkları anlayabilme yeteneğidir. Her dilde sınırlı sayıda kelime vardır. Ancak bir cümlenin uzunluğu için bir sınır olmadığı gibi, kelimeler ve kelime grupları da sayısız kombinasyonla bir araya gelebilir. Örneğin 20 kelimelik bir cümlenin değişik şekillerdeki kurulma biçimlerine bakarsak, ortaya yüz kentilyon (1020) olasılık çıkar. Bu cümleleri ardı sıra söylemek için yaklaşık olarak evrenin ömrünün yüz katı bir zaman gerekmektedir. Dolayısıyla, kullandığımız veya duyduğumuz herhangi bir cümle genellikle ilk defa karşılaştığımız bir cümledir. Oysa biz duyduğumuz bir cümle ile ilk defa karşılaşsak bile, onu doğru bir biçimde anlamakta hiç zorlanmayız. Yaşamımızı kolaylaştıran bu sisteme sahip olduğumuz için de, bu güzelliği veren Allah’a her an şükretmeliyiz.
SAVUNMA HÜCRELERİMİZ
Savunma sistemimizi oluşturan hücreler kompleks bir ağ ile birbirlerine bağımlı hareket ederler. Bunlardan bazıları tehlikeyi fark eder, bir kısmı tehlikeyi durdurma işlemini başlatır (makrofajlar), bir kısmı diğer savunma hücrelerine haber verir (yardımcı T hücreleri), bir kısmı asıl öldürücü darbeyi vurur (öldürücü T hücreleri ve Doğal Öldürücüler), bir kısmı savaşı durdurur (baskılayıcı T hücreleri), bir kısmı da gelecekteki tehlikelere karşı hatırlatıcı olarak bir kenarda bekler (bellek hücreleri). Bunların dışında sayısız parçanın da devreye girdiği bu muhteşem ağın sadece tek bir parçasını çıkarırsanız, artık savunma sisteminiz yoktur. Örneğin sadece yardımcı T hücrelerinin olmamaları durumunda, vücuttaki öldürücü hücreler bir tehlikenin varlığından haberdar bile olmayacaklardır. B hücreleri ve öldürücü T hücreleri olmasa, yardımcı T hücrelerinin tehlikeyi haber vereceği ve daha da önemlisi tehlikeyi giderecek herhangi bir üst birim olmayacaktır. Bu sistemde Doğal Öldürücüler olmasa, vücuda giren dirençli düşmanların ortadan kalkması mümkün olmayacak, tek bir güçlü bakteri bedenin felç olmasına neden olabilecektir. Bellek hücreleri devreden çıksa, vücudun yabancı organizmalara karşı bağışıklığı olmayacak ve vücuttaki savunma hücreleri içeri giren aynı düşmanla defalarca aynı savaşı vermek zorunda kalacaktır. Bu da kısa bir süre içinde savunma sisteminin güçsüz düşmesi anlamına gelecek, vücut yeni hastalıklara açık hale gelirken, aynı zamanda da sürekli aynı hastalıklarla boğuşmak zorunda kalacaktır.
Eğer mekanizmanın en küçük bir parçası bile eksilirse, sistemin hiçbir işlevi kalmayacaktır. Bunun sonucu ise, basit bir nezle virüsünün bile kısa bir süre içinde insanın ölümüne sebep olmasıdır. Vücuda giren virüs, hiçbir engelle karşılaşmayacağı için dilediği hücreye yerleşecek ve dilediği kadar üreyecektir. Normal şartlarda vücut hücrelerinin üretimi son derece kontrollü bir biçimde denetlenir. Ancak virüsün kendi mekanizmasında buna benzer bir denetim olmadığından virüs, içine girdiği hücrenin imkanlarını kullanarak kısa sürede vücudu istila edecektir. Savunma sistemleri "kemoterapi" gibi tedavi yöntemleri ile yok edilmiş olan kişilerin ve AIDS hastalarının her hastalığa son derece açık olmalarının nedeni budur. Savunma hücreleri olmasa, vücuda bu savunmayı yapabilecek bir sistemin dahil edilmesi şarttır. Eğer bu mümkün değilse sonuç kaçınılmaz olarak ölümdür.
Bilinçli bir müdahalenin varlığını açıkça gördüğümüz her mükemmel sistem gibi savunma sistemi de Allah’ın bir mucizesi, bir yaratılış harikasıdır. Ve bu sistem Allah’ın bize sunduğu eşsiz bir güzelliktir.
Dilin üst yüzeyinde ve yanlarında bulunan dört farklı tada; acıya, tatlıya, tuzluya ve ekşiye duyarlı 10.000'e yakın tat noktası vardır. İşte bu tat tomurcukları her gün yediğimiz onlarca çeşit besinin tadını birbirlerine hiç karıştırmadan algılamamızı sağlar. Öyle ki dil daha önce hiç tanımadığı bir besinin tadını da kolaylıkla ayrıştırabilir. Bu sayede hiçbir zaman bir karpuzun tadını greyfurt gibi ekşi olarak algılamayız veya bir pastaya tuzlu demeyiz. Üstelik tat tomurcukları milyarlarca insanda aynı besinde aynı tadı algılar. Herkes için tatlı, tuzlu, ekşi gibi kavramlar aynıdır. Bazı bilimadamları dilin bu yeteneğini "olağanüstü kimya teknolojisi" olarak adlandırırlar. Dilin üzerinde daha az tat noktası olsaydı her ne yersek yiyelim, hep aynı yavan tadı alırdık. Yemek yemek zevkli bir nimet olmaktan çıkarak, her gün yapmak zorunda olduğumuz bir eziyet haline gelirdi. Ancak Allah'ın yarattığı mükemmel yapı sayesinde böyle olmaz ve bütün yiyeceklerin tatlarını ayırt edebiliriz.
ALGILARIMIZDAKİ HESAP
Vücut yüzeyine yayılmış halde 640.000 kadar hassas deri alıcısı vardır. Parmak uçlarında yoğun olarak m2'de 9.000 tane alıcı bulunmaktadır. Bu alıcılar, parmak uçlarımızdaki hafif bir sürtünmeye bile milisaniye içinde tepki verirler. Bu sayede parmak uçlarımızla çok hassasiyet gerektiren işleri yerine getirebiliriz. Kör bir insan, parmak uçları ile Braille alfabesini (kör alfabesini) okur. Ancak bunu, vücudunun bir başka yeriyle örneğin parmağın eklem yerleri ya da dış yüzeyleri ile yapamaz. Çünkü parmak uçlarındaki algıya hassasiyet derecesi, alıcı sayısı ile bağlantılı olarak çok daha fazladır. Gözleri görmeyen bir insan için bu durum çok büyük bir nimet ve güzelliktir.
Ancak sırtımız parmak uçlarımız gibi hassas değildir. Bu da son derece hikmetlidir. Eğer aksi olsaydı, sırtımız en ufak bir pürüzü yoğun olarak hissedeceği için elbiselerin vücudumuza değmesi veya bir yere yaslanmak son derece rahatsız edici olurdu. Diğer taraftan bir nesnenin yumuşaklığını sertliğini algılamamız veya bir şeye dokunmamız için parmağımız yerine sırtımızı kullanmamız gerekirdi. Bu detaylar düşünüldüğünde, Yüce Allah’ın vücudumuzu ihtiyacımıza ve kullanım kolaylığına yönelik çok özel bir yaratılışla var ettiği açıkça görülmektedir.
KİMYASAL ANALİZ TESİSİ
Çoğu insan olağanüstü bir kimyasal analiz tesisine sahip olduğunun farkında dahi değildir. İşte bu tesis burnun içindeki koku bölgesinde yer alır, adeta bir kimya fabrikası gibi durup dinlenmeksizin çalışır, çevredeki kokuları tahlil eder. Biz günlük işlerimizi yaparken koku almak için hiçbir çaba göstermediğimiz sırada, o faaliyet halindedir. Geceleyin uyku halinde olduğumuz zaman bile, duman gibi zararlı bir kokuyu fark ederek hemen bizi uyarır. Söz konusu olan öyle benzersiz bir tesistir ki on binden fazla kokuyu teşhis edebilir, üstelik mükemmel bir doğruluk oranı ve duyarlılıkla çalışır.
Kokunun kaynağını oluşturan koku molekülleri, değişik şekil ve boyutlardadır ve diğer moleküllere kıyasla daha "küçük"türler. Bahçedeki çiçeklerin etkileyici kokuları, leziz bir yemeğin çekici kokusu veya çürük bir meyvenin itici kokusu farklı moleküllerden oluşur. Burnumuzdaki kimyasal tesis tüm bu molekülleri kolaylıkla teşhis eder. Hatta aynı kimyasal formüle, yani aynı atomlara sahip molekülleri bile anında tanır. Örneğin, "L-carvone" ile "D-carvone" molekülleri arasındaki küçücük farklılık, atomlarının değişik diziliminden kaynaklanır. Bu denli benzerliğe rağmen burnumuz, söz konusu iki molekülü rahatlıkla ayırt edebilir; bunlardan birincisinin kimyon, ikincisinin ise nane benzeri koktuğunu bize bildirir.
Burnun bilim adamlarını hayrete düşüren diğer bir özelliği de mükemmel duyarlılığıdır. Bir kokunun fark edilebilmesi için gereken en düşük konsantrasyon "koku eşiği" olarak adlandırılır. Burnumuzdaki analiz mekanizması akıl durduracak bir hassasiyete sahiptir: Bazı kokuların yoğunluğu havada trilyonda birden az olması durumunda dahi hissedilir. Koku alma sistemindeki üstün yaratılış Allah’ın eşsiz yaratması ve nimetidir.
VÜCUDUMUZDAKİ SU MİKTARINI AYARLAYAN GİZLİ İŞLEMCİ
Vücudunuzda ne kadar su bulunması gerektiğini biliyor musunuz? Her gün yediğiniz besinler ve içtiğiniz sıvılarla vücudunuza kaç gram su aldığınızı ve bu suyun ne kadarını vücudunuzdan atmanız gerektiğini hesaplayabilir misiniz? Günün her saniyesi kanınızda kaç gram su bulunduğunu, kan basıncınızı, dokularınızdaki su oranını hesaplayabilir misiniz?
Eğer bu hesaplamaları teker teker yapma görevi bir insana verilmiş olsaydı, başka hiçbir işle ilgilenmeden bütün zamanını bu göreve ayırmak zorunda kalırdı. Bu çok önemli bir görevdir; çünkü insan bedeni su kaybetmemek zorundadır. Eğer su kaybı mevcut suyun %10'u gibi bir rakama ulaşırsa bunun ardından ölüm gelir.
Ancak hiç kimsenin bedeninde bulunan su miktarını ölçmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü her insanın bedeninin derinliklerine, vücudunda bulunan su miktarını ayarlayan ve düzenleyen çok özel bir sistem yerleştirilmiştir. Eğer bu sistemin detaylarını inceleyecek olursanız müthiş bir mühendislik ve planlama harikası ile karşılaşırsınız.
Eğer terleme ya da su içmeme nedeniyle bir miktar su kaybına uğrarsak, kandaki su yoğunluğu düşecektir. Eğer vücudunuza özel bir sistem kurulmamış olsa, kanınızdaki su yoğunluğu ne kadar düşerse düşsün, sizin bundan haberiniz olmayacak ve bir süre sonra farkında olmadan susuzluktan ölecektiniz. Peki kanınızdaki su miktarının düştüğü nasıl anlaşılır ve gerekli tedbirler nasıl alınır?
Beynin hipotalamus bölgesine çok özel algılayıcılar yerleştirilmiştir. Bu algılayıcılar her saniye, hatta siz bu yazıyı okurken dahi, kanınızda bulunan su miktarını ölçerler. Eğer kanda bulunan su miktarının düştüğünü tespit ederlerse hemen alarma geçerler.
Bir an için hipotalamusta bulunan algılayıcı hücrelerden birinin yerine yine bir insan koyduğumuzu varsayalım. Bu insanın görevi, 24 saat hiç yorulmadan, uyumadan kanda bulunan su miktarını ölçmektir. Ölene kadar da başka hiçbir işle ilgilenmeyecek, tek görevi yalnızca bu ölçümü yapmak olacaktır. Kuşkusuz böyle bir görevi yerine getirmek insan için mümkün değildir.
Peki bir hücre topluluğu, bütün yaşamını, niçin bir sıvının içinde bulunan su miktarını hesaplamaya adar? Elbette bu, söz konusu hücre topluluğunun kendisine verilen bir görevi yerine getirdiğini göstermektedir. Hipotalamus Allah'ın ilhamı ile işlev görmektedir.
Kandaki su miktarı düştüğünde ne olur?
Bu konunun bir de farklı bir yönünü düşünelim. Kanda bulunan su miktarının düştüğünü varsayalım. Bu durumda algılayıcı hücrelerin yerine konan insanın yapması gereken ne olacaktır?
Eğer bu hücrelerin yerinde gerçekten bir insan, örneğin siz bulunsaydınız, nasıl bir önlem alma yoluna giderdiniz? Su içme imkanını göz önünde bulundurmadan, kandaki su miktarını nasıl artırırdınız?
Muhtemelen -eğer bir biyoloji eğitimi almadıysanız- aklınıza idrar sıvısında bulunan su moleküllerini arıttıktan sonra kana geri kazandırmak gelmezdi. Böyle bir fikir aklınıza gelse dahi uygulamaya koymak için ne yapmanız gerektiğini bilemezdiniz.
Hipotalamusta bulunan algılayıcı hücreler, kandaki su miktarının düştüğünü tespit ettikleri anda, dahiyane bir yola başvururlar. Hipofiz bezinde saklı tutulan antidiüretik hormon (ADH) çok özel bir mesajcı molekülü kullanmaya karar verir. Bu mesaj, böbrekteki milyonlarca mikro kanalcığın etrafında bulunan hücreler için yazılmıştır. Ve bu hücrelere "idrar sıvısında bulunan su moleküllerini yakalayın" emrini vermektedir.
Bu noktada şu sorular akla gelmektedir: Hipotalamusta bulunan hücreler kendilerinden çok uzakta bulunan ve hiçbir zaman görmedikleri böbrek hücrelerine emir vermeyi nasıl akletmişlerdir? Böbrek hücrelerinin anlayacakları ve itaat edecekleri bir mesaj yazmayı nasıl başarmışlardır? Böbrek hücreleri bu emre niçin itaat ederler?
Bu haberleşme sistemi sayesinde idrarda bulunan su moleküllerinin büyük bir bölümü arıtılır ve tekrar kana karıştırılır. Sonuçta idrar miktarı azaltılmış ve vücuda belli ölçüde su kazandırılmış olur.
Eğer gereğinden fazla su içmişsek bu sefer mekanizma tam tersine işler. Kandaki su yoğunluğu yükselir. Bu yükselme sonucu hipotalamusta bulunan algılayıcılar, ADH hormonunun salgılanması işlemini yavaşlatırlar. ADH hormonu azalınca böbreklerde suyun geri emilimi de azalır. İdrar sıvısı artar ve kandaki su miktarı dengede tutulmuş olur.
ADH hormonunun bir özelliği de kan damarlarını kasabilmesi ve böylece kan basıncını artırabilmesidir. Bu da çok özel tasarlanmış bir güvenlik -sigorta sistemidir ve insanın özel bir yaratılışla var edildiğinin bir başka delilidir. Bu güvenlik-sigorta sisteminin de çalışabilmesi için yine geniş çaplı bir planlama yapılmıştır. Kalbin kulakçık bölgesinin içine ve kalbe gelen damarların içine kan basıncını ölçen çok özel alıcılar yerleştirilmiştir. Bu alıcılardan çıkan kablolar yani sinirler de hipofiz bezine bağlanmışlardır. Normal kan basıncı altında bu alıcılar sürekli olarak uyarılmakta ve hipofiz bezine durmaksızın bir elektrik akımı göndermektedirler. Bu elektrik sinyallerinin hipofize ulaşması, ADH hormonunun salgılanmasını engellemektedir. Bu sistemi, kızıl ötesi ışınlar kullanarak yapılan alarm sistemlerine benzetebiliriz. Eğer hırsız farkında olmadan bu ışın demetlerinden birine temas ederse ışık kaynağı ve alıcı arasındaki bağlantı kesilir ve alarm çalmaya başlar.
Tıpkı bu örnekte olduğu gibi; kalbin ve damarların içine yerleştirilen alıcılardan hipofize sinyal ulaştığı sürece herşey normal ve yolunda gidiyor demektir.
Alarmın çalışması nasıl gerçekleşir?
Ciddi bir kanama durumunda insan çok kan kaybeder ve damarlarında bulunan kan miktarı azalır. Bu da kan basıncının düşmesi anlamına gelir ki, düşük kan basıncı hasta açısından çok tehlikeli sonuçlara yol açabilir. (Harun Yahya,
[Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
)
Kan basıncı düştüğü anda damarların ve kalbin içinde bulunan reseptörlerin hipofize gönderdikleri sinyal de kesilir. Bu da hipofizin alarm durumuna geçmesine ve ADH hormonu salgılamasına neden olur. ADH hormonu derhal kan damarlarının etrafında bulunan kasların kasılmasına neden olur ve bu işlem kan basıncının yükselmesini sağlar. Bu çok kompleks, birbirine bağımlı çalışan ve birçok parçadan oluşan sistemin, üzerinde düşünülmesi gereken birçok detayı vardır.
ADH hormonunu üreten hipotalamus hücreleri, kendilerinden çok uzakta bulunan damarların etrafındaki kas hücrelerinin yapısını nereden bilmektedirler?
Kan basıncının artması için bu damarların kasılması gerektiğini nasıl tahmin etmişlerdir?
Nasıl olur da bu hücrelerin kasılmasını sağlayacak kimyasal formülü üretebilirler?
Kalp ve hipofiz arasındaki iletişim ağını, kabloları döşeyip kim böyle kusursuz bir alarm sistemi meydana getirmiştir?
Şüphesiz ortada gerçek bir tasarım vardır. Ve bu tasarım insanın şuursuz tesadüfler sonucunda değil, kusursuz bir yaratılış ile var edildiğini göstermektedir. Evrimcilerin, vücuttaki haberleşme ve alarm sisteminin tesadüfen var olduğunu, hücrelerin kendi kendilerine bu sistemi aklettiklerini, tasarladıklarını ve inşa ettiklerini iddia etmeleri büyük bir mantık çöküntüsünün sonucudur. Böyle bir iddia, bir arsaya yığılan çimento, tuğla, elektrik kablosu gibi malzemelerin, çıkan bir fırtına sonucunda önce tesadüfen bir gökdelen meydana getirdiklerini, sonra ardından çıkan ikinci bir fırtına ile bu gökdelenin içine elektrik sistemi döşediklerini, üçüncü bir fırtınada ise, binanın içine mükemmel bir güvenlik sistemi kurduklarını iddia etmeye benzer. Akıl ve sağduyu sahibi hiçbir insan böyle mantıksız bir iddiayı kabul etmez. Ancak, evrimcilerin iddiası bundan daha da mantıksızdır. Allah'ın varlığını inkar etmek konusunda kesin bir kararlılık içinde olan evrimciler, söylediklerinin ne kadar akıldışı olduğunu göz önünde bulundurmaksızın evrim teorisini savunurlar.
"... Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117)
Kan hücrelerinin (alyuvarlar, akyuvarlar) içinde yüzdükleri sıvının ismi kan plazmasıdır. Kan plazması da basit bir sıvı değil, içinde birçok özel madde bulunan özel bir karışımdır. Plazma, %90-92 oranında su, %6-8 oranında protein, ayrıca eriyik halinde tuz, glikoz, yağ ve aminoasit, karbondioksit, azotlu atık ve hormonlar içeren sarımsı bir sıvıdır. Kanda bulunan katı maddelerden olan glikoz oldukça önemli bir maddedir. Glikoz beynin yakıt maddesi olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle kandaki seviyesi hormonlarla sabit tutulur. Eğer kandaki glikoz miktarı belli bir oranın altına düşerse aşırı uyarılma, bayılma, kaslarda titreme ve bir müddet sonra komayla birlikte ölüm ortaya çıkar. Allah'ın insan vücudunda yarattığı bu gibi dengeler, Rabbimiz'in üstün gücünü daha iyi kavramamız için birer vesiledir.
VÜCUDUMUZDAKİ ORANTININ MİMARI: TİROKSİN HORMONU
Vücudunuzda bulunan tiroksin hormonunun mucizevi bir özelliği olduğunu biliyor musunuz? Tiroksin hormonunun önemini anlamak için aynaya bakmanız yeterlidir. Doğuştan bir hastalığı olmadığı sürece her insanın ağzı, burnu, gözleri, kısaca yüzünün ve vücudunun tamamı bir orantıya sahiptir. İşte vücudunuzun bu orana sahip olmasını, Allah'ın kusursuz bir işlev ile yarattığı tiroksin hormonuna borçlusunuz. Eğer bundan yıllar önce yani vücudunuz henüz gelişmekte iken, tiroksin molekülleri teker teker hücrelerinize gidip, hangi hızda bölünmeleri gerektiğini bildirmeseydi, vücut organlarınız son derece orantısız gelişirdi. Hatta bu durum zeka geriliğine bile neden olabilirdi.
Nitekim doğumdan hemen sonra tiroksin hormonunun az salgılanması ile ortaya çıkan kretinizm hastalığının sonucu olarak zeka geriliği görülür. Bu hastalığa yakalanan insanlar gelişme çağı sonunda orantısız -genellikle çok kısa bacaklı ve büyük kafatasına sahip- bir vücuda sahip olurlar. Ayrıca tiroksin yokluğu cüceliğe de neden olur.
[
Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
Tüm işlemler gelişirken tiroksin hormonu tek başına değil, büyüme hormonu ile ortak hareket eder. Büyüme hormonu gelişme dönemindeki bir çocuğun hücrelerine bölünerek çoğalma ve büyüme emri veren moleküllerdir. Ayrıca bu hormon hücrelerin bölünme sayısını ve miktarını da belirlemektedir. Ancak sayı ve miktar belirlemenin dışında planlanması gereken çok önemli bir ayrıntı daha vardır; hücrelerin bölünme hızı. İşte tiroksin hormonu bu safhada ortaya çıkarak büyüme çağındaki kişinin hücrelerinin bölünme hızlarına etki eder. Böylece insanın sağlıklı bir şekilde gelişmesi tamamlanmış olur.
Günlük yaşamda gördüğünüz insanlar; okul arkadaşlarınız, iş arkadaşlarınız, sokakta yürüyen insanlar, aileniz... Bütün bu insanlar vücut şekillerine Allah'ın mükemmel bir şekilde yarattığı bu iki küçük molekül -büyüme hormonu ve tiroksin hormonu- sayesinde sahip olmuşlardır. Bu hormonlar en doğru zamanda, en doğru miktarda salgılanmış, trilyonlarca hücreye teker teker hükmetmiş, bu hücrelere ne kadar ve hangi hızda çoğalmaları gerektiğini bildirmiş ve sonuçta ortaya insanın mükemmel yapısı çıkmıştır.
Her insanda bu moleküllerin üretim miktarları son derece özel bir şekilde -ne az, ne fazla- ve her insanın bedenine en uygun şekilde ayarlanmıştır. Bu hormonların üretim miktarlarında insandan insana ciddi değişiklikler olsaydı ne olurdu? O zaman insanların fiziksel görünüşleri arasında çok ciddi değişiklikler olurdu. Milyarlarca insan 2.5-3 metre uzunluğunda, milyarlarca insan yalnızca 1 metre veya daha az uzunlukta, her biri orantısız vücut ve yüz yapılarında, hemen hemen tamamı zeka geriliğine sahip olarak yaşardı. Milyarlarca insan da henüz ergenlik çağında yaşamını yitirirdi.
Sonuç olarak; insan nesli sahip olduğu dış görünüşünü ve fiziksel özelliklerini -Allah'ın kusursuz bir şekilde yarattığı- bu iki küçük moleküle, büyüme hormonu ve tiroksin hormonuna borçludur. Bu da alemleri yoktan var eden Rabbimiz'in muhteşem yaratış delillerinden sadece bir tanesidir.
"Gökleri ve yeri hak olmak üzere yarattı ve size düzenli bir biçim (suret) verdi; suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş O'nadır." (Tegabün Suresi, 3)