-
Hz. Üftâde
Halk muhayyilesinde kaç asırdır aşk ve muhabbet bağının bülbül-i şeydâsı olarak yâd edilen Hz. Üftâde’nin hikâyesi işte böyle başlar. 1490 yılında Bursa’da başladığı hayat yolculuğu, tasavvufî bir ömür ve çağını aşan eserler ortaya koyarak 1580 senesine kadar devam eder. Güzel ahlâkının yanı sıra ilâhîleri, şiirleri ve menkıbeleriyle, sanat ve fikir dünyasında derin izler bırakır. İlk tahsilini Muslihiddin Efendi ve Abdal Mehmed isimli hocalarından alan Üftâde’nin tasavvuf hayatı, ilm-i ledün sahibi bir zât olan Hızır Dede’yle şehbâl açar. Henüz on yaşındayken önünde diz kıran talebesinin gönül gergefine ilk nakışları o dokur, ucundan kenarından da olsa ilim-irfan sofralarında ona da yer verir. Talebesi de diğerlerinden çok farklı hâl ve tavırdadır; ruhunu rehâvetin ve süflî arzuların vahametli yollarında değil, tevazuun pırıltılı çeşmelerinde henüz bir çocukken yıkamaya başlar. Nefis terbiyesi ve ilim tahsiliyle geçen sekiz senenin ardından hocasını kaybeden Üftâde, şahsî kemalât yollarında yalnız başına kalır. On altı yaşlarında Ulu Cami’de fahrî müezzinliğe ve çeşitli camilerde imamlığa başlar. Bu vazifeleri on sekiz yıl sürdürdükten sonra vaaz ve irşat hizmetlerine koşturur. Doğanbey, Namazgâh, Kayhan ve Emir Sultan camilerinde hitabette bulunur. Ömrünün son demlerinde, bir zamanlar keşişlerin inzivaya çekildiği Uludağ’ın eteklerine tekke ve camisini yaptırarak irşat hizmetlerini buradan sürdürür.
Hz. Üftâde Osmanlı kültür hayatına Vâkıât, Dîvân ve Hutbe Mecmuası gibi yazma eserlerinin dışında biri Celvetiye Tarikatı, diğeri de Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri olmak üzere iki mühim miras bırakmıştır. Arapçanın yanı sıra Hz. Mevlâna’dan keşfen öğrendiğini söylediği Farsçaya da hâkim olan, zâhirî ilimlerdeki vukufiyetini tasavvufî kudretiyle cem ederek tefsir ve hadîs başta olmak üzere diğer şer’î ilimlerde de dersler veren Üftâde, devrinde hatırı sayılır bir âlim olarak kabul görür. Şiirde Yunus Emre’nin sâde üslûbunu takip eder, vaazlarında Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’sinden nakiller yapar, Vâkıât’ta Muhyiddîn-i Arabî’den iktibaslarda bulunur; ne var ki bu üç Hak dostunun da sık sık tartışmalara konu olan vahdet-i vücutçu görüşlerini dâima itidal ölçülerinde benimser. İtikadın zâhirî hudutlarını zorlayan coşkun ifadelerden sakınır, keşf ve mârifetle alâkalı sırların ifşasına karşı çıkar.
Arapçada evini, vatanını terk etmek mânâsına gelen celvet, tasavvuf ıstılahında kulun, Allah’ın sıfatları ile halvetten çıkışı ve Allah’ın varlığında fânî oluşu mânâsına gelir. Halvet, insanın tenhada Hak ile yalnız kalmasını târif ederken celvet, insanlardan kaçmayı değil, hâdiselere ve hayata iştirak etmeyi, halk arasında Hak ile beraber olmayı benimser. Talebe geçtiği mertebelere nefsanî ahlâktan sıyrılıp ilâhî isimler elbisesini giydikten sonra Rahmânî ahlâk ile halkın içine dönerek, onların mertebesine iner ve irşada başlar. Unutulmamalıdır ki, Hz. Peygamber de (sas) önce Hira Dağı’nda halvet etmiş, peygamberlik vazifesi gelince nübüvvet makamında celveti tercih ederek halkın arasına karışmıştır.
(
[Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]
)