Hiç görmeden sevmek... Ankara’dan Karabağ’a...
[email protected]
Doğduğumuz günde biriktirmeye başlarız kalbimizin gözlerini. İkinci olarak gelen her yeni günde, birincisine göre daha büyüyerek, büyüterek o gözleri.
O gözler...
Kalbimizin gözleridir... Hafıza çekmeceleri...
Büyüdükçe, hiçbir yere tam anlamıyla kendi başımıza gidemeyeceğimizi de öğreniriz. Her yeni gidilen yer, içimizde taşıdığımız solgun da olsa bir çok resimle birlikte ziyaret edilir. Törenlerle toprağa verilmiş olsa da fi tarihinde; bütün saygıdeğer nineler, hiç evlenmemiş büyük halalar, bıyıkları yukarı kalkık ve göğsünden saat sarkan enişte beyler... Hiç ölmemiş gibi parlayarak bakarlar, içimizden. Yüzlerini hiç görmemiş olsak da bir şey değişmez. Her çocuk, sevecek ve hatırlayacak resimlerini özenle saklar çünkü kalp gözlerinde...
Hiçbir ölü, toprağa gömülmez aslında. Bunu büyüdükçe anlayacaksın. Kalbinin geniş ve mütevekkil bir fatihaya sarındığını fark ettiğinde, her ölünün toprağa değil de yüreğine verildiğini, yüreğinin kırık cam parçacıklarıyla donanmasını her seferinde, büyük bir cesaretle göze alan, o en zor kelimesi hayatın, yani akrabalık, yani yakınlık... Sen diye, salt bir şeyin olmadığını öğretecek sana. Çünkü şairin* dediği gibisin: “Hem yaralı, hem yakını bir yaralının”...
Hiç görmeden yüzünü, eski hayaletlerin bir devamı olduğun bilgisi... Ve yüzünü hiç görmediğin eski kentlerden geçen, garip bir selamlama hissi... Kalbin durup dururken o şehrin adı geçtiğinde, pıt pıt diye heyecanla seğirmesi... Seni tam arada bırakacak kadar kuvvetlenecek... İşte arasattasın. Ne orada ne burada... Hem orada hem burada... Yer, seni, her doğumgününde biraz daha, hep kendine, hep kendine çekecek. Hiçbir yere tek başına gidemeyeceğini öğrenmekle geçecek ömrün...
Göçmen çocukların en çok sevdiği okul eşyası olan Orta Atlas’tan, gümüş yüzüklü ihtiyar bir nine eli çizecek hayattaki ilk haritanı, “işte ta buradan ta şuraya kadar gelmişiz”le başlayan, senin için masal, aile büyükleri içinse kader ve keder olan hikaye... İşte o hikaye... Hep gözlerinde birikecek yüreğinin. Gözleri niçin dolu dolu olurmuş zamanla öğreneceksin, muhacirlerin, gaçkınların, sürgünlerin... Niçin seyrettiğin her filmde çingeneleri tuttuğunu eller ne bilsin? “Ta buradan ta şuraya kadar gelmişler”e has yaralı bir bilinçaltıdır bu... Seni hep, hiç tanımasan da, yürüyenlerin mangasında yazılı tutan şu burukluk... Hiçbir yere kendin olarak gidemeyeceksin işte! Sırtında sürgün yarası, kulaklarında göç kösü vurulmuş uykusuzluk... Bugün bir çalışma masan ve geometri çalışan oğulların da olsa... Asla omuzlarından kalkmayacak o üşüme hissi... Yeryüzünü her defasında denizle karıştırabileceğin o bitimsiz dalgalanma bilgisi... Doğalgaz faturaların ve muhtarlık belgelerine rağmen, birazdan toparlanma ve denk düzerek yola koyulma dürtüsü...
Bir ucu Viyana’da, diğeri Maveraünnehir’de, tüm Adriyatik’i dolanarak, Yemen üzerinden Hint’e, Çin’e, Maçin’e vuran, Kaf Dağından muhakkak geçip, Ceng-Ali ile Kemah Boğazını kesen, Sivastopol önünde yatan gemilerden denize dökülmüş mermilerle, bayrağı selamlamak için çırpınan Karadeniz... Karabağ, Hersek, Kudüs, ve yolları hep yokuş Muş’da, El-aziz Kalesi’nde onurlu ama paramparça... Kerkük’te hep ateş, Bağdat’ta yarım kalan düş, Erivan’da balası yitik, Draman’ın ortasındaki havuzun suyu kaçık, Meriç’te ve Kız Kulesi açıklarında her seferinde boğulan, Aynalı Çarşı içinde vurulup ölmeden mezara konan...
Hepsi sen... Hepsi sen...
Hepsi senin sırtında...
Hepsinden sensin sorumlu olan...
Niçin bu kadar tetikte ve huzursuz olduğunu kimse anlamayacak oysa... Niçin bu kadar asabi ve niçin bu kadar tedirgin? At sırtında olmadığın, hatta hayatında gerçek bir aygıra el bile sürmediğin halde, niçin hep “en güvendiğiniz kurum nedir” şeklindeki anketlere, her defasında “ordu”dur diye cevap verdiğini... Kimse anlamayacak, kimsecikler çözemeyecek...
Oysa yüreğinin gözlerinde bunca yıldır birikmiş, uzun bir varoluş masalı var. Apartman çocuğu olduğun halde, yakana iliştirilmiş nal sesi, kısrak sesi, seni bir türlü bırakmaz ki... Ve kabuslar... Kabuslar... İstanbul’un işgali ve Sultanahmet’teki tarihi miting, çoktan bitip dağılmış olsa da, Halide Edip Hanım’la birlikte içtiğiniz vatan yeminleri; “Vallahi! Billahi”... Hep içinde titrer durur, titrer durur...
Kimse anlayamaz seni... Niçin böylesin sen?
Oysa hem yaralı, hem de yakınısın bir yaralının...
Yüzünü hiç görmeden sevdiğin şehirlerin, Orta Atlas’larda kalmış adı bile, bu yüzden büker belini...
Karabağ’a bakıp bakıp, “ahh...” demen de bundandır.
Dış politikadan anlamasan da, Davutoğlu Hoca’nın yüzündeki mimiklere bakıp bakıp, oradan bir umut çıkaracak çizgiyi, acınası bir acemilikle arıyor oluşun... Hepsi bundandır... Çünkü sen yaralısın... Ve yakınısın bir yaralının...
*Şair Ali Ayçil’in aynı adlı şiiri... Editörüm Neval Akbıyık’la dünya evine girdiler. Kardeşlerime, iki cihan saadeti dilerim...
Sibel Eraslan vakit