Bir Sosyal Yapı Etkeni Olarak Nüfus Giriş Nüfusun büyüklüğü ve yapısı, kalkınma planlarının üzerine bina edildiği temel yapıyı teşkil etmektedir. Nüfus, gelir ile birlikte bir ekonomide mal ve hizmetlere olan talebin kompozisyonunu ve miktarını belirler. Nüfusun büyüklüğü, yapısı, bilgi ve beceri düzeyi,üretim sisteminin temel girdisini oluşturur.Gelişen bir ekonomide nüfus ve nüfusun özellikleri, kaynakların sosyal ve ekonomik sektörler arasındaki dağılımını büyük ölçüde etkiler;

Bu konu 2060 kez görüntülendi 0 yorum aldı ...
Sosyal Yapı Etkeni Olarak Nüfus 2060 Reviews

    Konuyu değerlendir: Sosyal Yapı Etkeni Olarak Nüfus

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 2060 kez incelendi.

  1. #1
    -
    - - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Sosyal Yapı Etkeni Olarak Nüfus

    Bir Sosyal Yapı Etkeni Olarak Nüfus

    Giriş
    Nüfusun büyüklüğü ve yapısı, kalkınma planlarının üzerine bina edildiği temel yapıyı teşkil etmektedir. Nüfus, gelir ile birlikte bir ekonomide mal ve hizmetlere olan talebin kompozisyonunu ve miktarını belirler. Nüfusun büyüklüğü, yapısı, bilgi ve beceri düzeyi,üretim sisteminin temel girdisini oluşturur.Gelişen bir ekonomide nüfus ve nüfusun özellikleri, kaynakların sosyal ve ekonomik sektörler arasındaki dağılımını büyük ölçüde etkiler; kaynakların bu şekilde dağılımı da ekonominin büyüme hızını,istihdam düzeyini, sektörel üretim artış oranları ile ihracat ve ithalat oranlarını etkiler.Nüfusu ekzojen bir faktör olarak alma eğilimi, özellikle 1950 ve 1960’larda gündeme gelen kalkınma stratejilerindeki yaklaşımda görülmeye başlanmıştır. Bu yaklaşımlar, çoğunlukla kalkınmanın hızlanması için sanayiye daha çok yatırım yapılmasını ve sadece kişi başına toplam gelir artışını hedeflemekte, gelirin bölgeler ve kişiler arasındaki dağılım özellikleri göz ardı etmektedirler. Kuşkusuz bu yaklaşımlarda uluslar arası kuruluşların o dönemdeki gelişmekte olan ülkelerde gözlenen hızlı nüfus artışından ürkmelerinin ve ne pahasına olursa olsun bu hızları aşağı çekme gayreti içine girmelerinin payı da vardır. Bu durum, nüfusla kalkınma arasındaki karşılıklı ilişkinin anlaşılmasını geciktirmiş ve konunun yalnızca aile planlaması olarak ele alınmasına yol açmıştır. Bu konudaki kavramlar ve yaklaşımlar 1974’te Bükreş’te toplanan Dünya Nüfus Konferansı’ndan sonra değişmiştir. Hükümetler düzeyindeki bu ilk önemli toplantıdaki tartışmalarda ve kabul edilen Dünya Nüfus Hareket Planı’nda çok açık olarak nüfus dinamikleri ile kalkınma faktörleri arasındaki karşılıklı ilişkilere ve etkileşimlere dikkat çekilmiştir.Bükreş Konferansı, nüfus politikalarının, özellikle doğurganlığı azaltıcı ve nüfus artış hızını yavaşlatıcı politikaların, ancak yoğun kalkınma çabaları ile birlikte uygulanabilirse başarılı olabileceğini ortaya koymuştur ve bu durum 1984 Meksika Dünya Nüfus Konferansı’nda artık tartışılmadan kabul edilen bir gerçek haline gelmiştir.Nüfus politika ve programlarının kalkınma stratejileri ile bütünleşmesi ancak nüfusun planlama süreci içinde herhangi diğer bir ekonomik sektör gibi, ayrı bir sektör olarak ele alınması ile mümkün olacaktır. Başka bir ifade ile nüfus, kalkınma planlarının endojen bir sektörü olabildiği ölçüde kalkınma stratejisi ile tutarlılığı sağlanmış olur.Bazı ülkelerde düşük doğurganlık bir problem olabilirken, bazılarında yüksek doğurganlık mevcut kaynakları zorlayabilmektedir. Bazı ülkelerde ise kişi başına milli gelir ne ölçüde yüksek olursa olsun, bu gelirin hakkaniyetle dağılmadığı sık olarak görülmektedir.Ancak, kalkınma stratejilerinin, önceden olduğu gibi sadece kişi başına gelir artışını hedeflemek yerine, nüfusun genel refah düzeyini artırma hedefine dönüştürülmesinin kaçınılmaz gereği artık kabul edilmektedir. Özellikle 1994 Kahire Nüfus ve Kalkınma Konferansı nüfusa ilişkin amaç ve politikaları,temel hedefi bütün insanların yaşam kalitesini artırmak olan kültürel, ekonomik ve sosyal kalkınmanın ayrılmaz bir parçası olarak görmektedir. Eylem Planı insan merkezli sürdürülebilir bir kalkınma anlayışı ile; nüfus, kaynaklar, çevre ve kalkınma arasındaki ilişkilerin tam olarak dengelenmesini esas almaktadır. Bu anlamda yoksulluğun giderilmesi, cinsiyetler arasında eşitliğin sağlanması, toplumsal refahtan, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerden eşit olarak yararlanabilmeyi, sorumlulukların paylaşılmasını ve herkesin bunlardan yararlanmada eşit fırsatlardan yararlanmasını bir hak olarak dikkate almaktadır. Üreme sağlığı cinsiyet ayırımı yapmaksızın herkes için bir sağlık hakkıdır. Aile planlamasını da fırsat ve sorumluluklar temelinde çiftlere ve bireylere en iyi sağlığı, sorumluluğu ve aile refahını sağlayan, değerlere saygılı ve ailelerin çocuk sayısına, sıklığına ve zamanlamasına karar verme hakkına saygı duyan bir çerçeve içinde üremeye yönelik amaçlarını gerçekleştirmeleri için bir araç olarak görülmektedir.

    Ekomik Gelişme Ve Nüfus
    Nüfus artış hızı, ekonomik gelişme temposu içinde işgücü artışını, sermaye birikimini,teknolojik gelişmeyi ve doğal kaynakların kullanılmasını etkileyen önemli bir unsurdur.Nüfus artışı bir yandan doğrudan doğruya, öte yandan ekonomik gelişme yoluyla kentleşmeye yol açarak, konut, sağlık ve eğitim harcamalarını da etkiler. Konut ile sağlık ve eğitim harcamaları da ekonomik faaliyeti etkilediği gibi nüfusun sosyal ve kültürel gelişmesini etkilemektedir. Sermaye birikimi ile teknolojik gelişmenin kişi başına gelir artışına yol açan önemli iki etken olduğu bilinmektedir. Sermaye birikimi ile teknolojik gelişmenin birlikte gerçekleştiği bir ortamda doğal kaynakları kullanma şeklinin nasıl değiştiği konusunda genelleme yapmak çok kolay değildir. Sermaye birikimi ile beraber gerçekleşen daha ileri teknoloji kullanmanın, daha çok ve nitelikli işgücü ihtiyacına yol açıp açmayacağını da önceden kestirmek mümkün değildir. Çünkü, nüfus artışının işgücü artışına yol açarak ekonomik gelişmeyi olumlu yönde etkilemesi yanında, artan nüfusun kişi başına gelir artışını olumsuz yönde etkilemesi de söz konusudur. Ayrıca, nüfus artışının sermaye birikimi, teknolojik gelişme, işgücü artışı, istihdam ve doğal kaynaklar ile ilişkisini de göz önüne almak gerekmektedir. Sermaye birikimi veya sermaye stokunun artması belirli bir zaman içinde elde edilen gelirin tüketilmeyen kısmının yatırımlar haline gelmesi ile sağlanır. Bu bakımdan gelirin tasarruf edilen kısmının büyüklüğü sermaye artış hızını belirleyen önemli bir unsurdur.Nüfusun yaşlara göre bölünüşü tasarruf oranının belirlenmesini yakından etkiler. Bu bölünüş ise nüfus artış hızına bağlı olarak değişir. Nüfus artış hızı yükseldiğinde, 0-14 yaş grubu nüfusun toplam nüfus içindeki payının artacağı ve böylece çalışma çağı dışındaki bu yaş grubunun toplam tüketimi artırarak tasarruf oranını azaltacağı kabul edilir. 0-14 yaş grubu nüfus ile 65 yaşından yüksek olan nüfus grubu, çalışma çağı dışındaki nüfus olarak bilinir. Çalışma çağı dışındaki nüfusun, çalışma çağı nüfus grubu olan 15-64 yaş grubuna bölünmesi ile bağımlılık oranı adı verilen bir oran bulunur. Bağımlılık oranının yüksek olması tasarruf oranını azaltır. Öte yandan çalışma çağındaki nüfusun tamamının çalışmadığı da bilinen bir gerçektir. Bu bakımdan halen bir işte çalışanlar ile iş bulamayanların toplamından meydana gelen işgücünün çalışma çağı nüfusuna bölünmesi ile bulunan işgücüne katılma oranı da tasarruf oranını etkiler.

    Nüfus artış hızının yüksek olması hızlı bir şehirleşmenin de temel sebebidir. Hızlı nüfus artışı ve hızlı şehirleşme, hızla artan konut ihtiyacı ve hızla artması gereken konut yatırımları demektir. Demografik yatırımları, nüfusu artan bir ekonomide, kişi başına gelirin aynı kalması için yapılması gereken yatırımlar olarak nitelendirmek de mümkündür. Nüfus artış hızı ile demografik yatırımlar arasındaki ilişkiye şöyle bir örnek verilebilir: Sermaye/hasıla katsayısı 3 olan bir ülkede her bir puanlık nüfus artışı, ülke gelirinin yüzde 3’ünün demografik yatırımlara ayrılmasını gerektirir. Ülkenin nüfus artış hızı yüzde 1 ise, demografik yatırımlar ülke gelirinin yüzde 3’ü kadar olurken, nüfus artış hızı yüzde 3 olduğunda demografik yatırımlar ülke gelirinin yüzde 9’u kadar olacaktır.Bu ülkenin, gelirinin yüzde 18’ini tasarruf edip yatırımlara yönelttiği varsayılırsa, yüzde 3 nüfus artış hızı söz konusu olduğunda tasarrufların ancak yarısı demografik olmayan üretken yatırımlara ayrılabilecektir.

    Hızlı nüfus artışının gelişmiş ülkelerde tüketim talebini artırmak suretiyle karları, işbölümünü ve teknolojik gelişmeyi özendireceği kabul edilebilir. Ancak gelişmekte olan ülkelerde gözlenen yüksek nüfus artış hızları, bir yandan tüketim talebini artırıcı bir rol oynarken öte yandan yatırımlara aktarılabilecek fonları azaltmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde teknolojik gelişmenin hızlanması, tüketim talebinde ortaya çıkan artışlardan çok, yatırım artışlarına bağlıdır.Teknolojik bakımdan geri olan bu ülkeler,ileri teknolojileri ülkelerine aktarabilmek için yüksek yatırım oranlarına ihtiyaç duymaktadırlar. Yüksek yatırım oranlarına ulaşabilmek için ise gelirlerinin daha az bir bölümünü tüketip, daha büyük bir bölümünü tasarruf etmek zorundadırlar. Bunun içindir ki, hızlı nüfus artışını yavaşlatarak tüketimi azaltmak ve yatırımlara yöneltilecek tasarruf fonlarını artırmak gerekir.Yüksek yatırım oranlarını gerçekleştirerek daha ileri teknolojileri hızla kullanabilen ülkeler kar oranlarını ve gelirlerini yükseltip, yüksek tasarruf oranlarına daha kolay ulaşacaklardır. Tüketim oranını artıran yüksek nüfus artışının, gelişmekte olan ülkelerde yatırımları ve teknolojik gelişimi yavaşlatıcı bir rolü vardır.

    Ülkemizde kentleşme deviniminin, sanayileşme ile paralel bir şekilde gelişim ve kalkınmayı olumlu etkilediğini ifade etmek mümkün değildir. Diğer bir ifade ile kentleşme hareketinde sanayiinin payı son derece sınırlı iken hizmet sektörünün payı ve daha iyi bir yaşam umudunun beklentisinin payı yüksektir.Kentlere yığılan nüfusun kentle bütünleşmesini sağlayacak bilgi, beceri ve mesleklere sahip olmamaları onların işsiz kalmasına, veya marjinal sektörler olarak ifade edilen ve ekonomiye katkısı tartışmalı olan alanlarda çalışmalarına neden olmuştur.

    Kentsel değişim süreci, bireylerin ekonomik ilişkileri yanında ailelerin rol, işlev ve yapılarında da önemli değişiklere neden olmuştur. Yapısal değişimde geleneksel geniş aile modellerinin yerini daha küçük ve az bireyli çekirdek aileler almıştır. Aile üyelerinin rol ve işlevlerinde de (özellikle babanın yanında diğer aile bireylerinin de çalışmasını gerekli kılan, çocuklar üzerindeki kontrol ve denetimin zayıflaması gibi) değişimler görülmüştür. Ailenin bir kısım işlevi topluma ve toplumsal kurumlara aktarılmıştır. Bu değişim ve farklılıklar toplumsal ve ailesel sorunlarla birleşince (anne babanın işsizliği, ekonomik ve sosyal yoksunluk, göç, kültürel değerlerdeki farklılıklar, aile içi anlaşmazlıklar, aile içi şiddet, ebeveyn kaybı gibi) eğitim sürecinde de sorunları bulunan çocukların sokakla tanışmasına ve sokakta kalmasına neden olmuştur. Ancak bu demek değildir ki tüm bu koşullardaki çocuklar benzer süreçlerle sokaklarla tanışır ve sokakta yaşamaya başlar.

    Kentlerimizin (her ne kadar benzer süreçlermiş gibi görünen ancak kendine özgü nitelikleri olan) bu değişim sürecini ve bu sürecin oluşuma neden olan sosyo-demografik etkenleri belirlemeden sokak çocukları sorununu irdelemek, sadece sonuçlarla uğraşmayla sınırlı kalan ve başarı şansı düşük olabilecek çabalardan öteye geçemeyecektir.Ülkemiz ulusal gelirinin kişi başına 3000 dolar civarında olduğu kabul edilmekle beraber bu gelirden nüfus gruplarının almış olduğu paylarda önemli farklılıklar bulunmaktadır.Nüfusun %2.4’ü (yaklaşık 2 milyon kişi) aşırı yoksulluk diye tanımlanan ve geliri günlük 1 doların altında kalan gruba dahildir. Nüfusun % 18’i (yaklaşık 12 milyon kişi) uluslar arası yoksulluk sınırı olarak kabul edilen günlük 2 dolarlık gelir seviyesinin altında yaşamını sürdürmektedir. En alt dilimde yer alan %20’lik nüfus grubunun,gelirin sadece % 5’ini alabildiği bilinmektedir.
    Nüfus artış hızı; son yıllardaki düşme eğilimlerine rağmen hala yüksek bir oranda gözlenmektedir. Nüfus artış hızı ülke genelinde %1.83, İzmir ilinde 2.24 ve İzmir metropolünde ise % 2.83 düzeyindedir. Bu durum başta eğitim ve sağlık olmak üzere bir çok alanda yeni yatırımları ve üretimleri gerekli kılmaktadır.İzmir için önem taşıyan bir diğer gösterge ise işgücüne katılım oranıdır.2000 yılı nüfus sayım sonuçlarına göre çalışabilir nüfusun ülke genelinde %9 ‘u işsiz konumda iken bu oran İzmir genelinde %11, İzmir metropolünde ise %15.7 dir.İzmir ili ülke işsizlik oranının yaklaşık iki katı bir işsizlik olgusu ile karşı karşıyadır. İzmir İlindeki çalışan nüfusun ekonomik faaliyetlere göre dağılımına bakıldığında; %28.5’i tarım, %20.6 sı sanayi,%5.3 inşaat ve %45.5‘i hizmet sektöründe istihdam edilmektedir. Bu oranlar ülke genelindeki oranlara paralellik taşımaktadır.Dikkate alınması gereken bir diğer gösterge ise kent nüfusunda önemli bir yere sahip olan göç olgusudur.Yine aynı sayım sonuçlarına göre kent nüfusunun %48’nin doğum yeri İzmir dışı kentlerdir. Kent nüfusunun oluşumunda başta Manisa doğumlular olmak üzere;Konya,Erzurum ve Mardin doğumlular önemli bir orana sahiptir.
    İzmir Büyükşehir İmar Daire Başkanlığından edinilen bilgiye göre metropol kentin %49’u ise imarsız ve plansız yapılaşma olarak ifade edilen gecekondu tipi yapılardan oluşmaktadır. Kentin yarıya yakınının bu tip yapılardan oluşması, özellikle belediyelerin sunması gereken temel alt yapı hizmetlerinin götürülmesini zorlaştırmaktadır.
    Demografik, sosyal ve ekonomik göstergelerden çıkarılabileceği gibi, kente göçle gelmiş, ancak kentsel bütünleşmesini sağlayamamış, eğitim, sağlık gibi haklardan yeterince yararlanamayan, geçerli bir mesleği ve kentsel yaşamın gereklerini karşılayabilecek becerileri olmayan, kültürel değerleri farklı bu grupların kentlere yığılması, beraberinde bir çok sorunu da gündeme getirmektedir. Tüm bu süreç geleneksel yapıdaki ailenin yapı ve özelliklerini de değiştirmektedir. Ailelerin çocuklar üzerindeki kontrollerini azaltmakta ve çocukların sokakla tanışmalarına daha sonra da sokakta yaşamalarına zemin hazırlamaktadırlar. Sokak çocukları olgusu, görüldüğü gibi beraberinde bir çok etkeni içeren bir sorundur. Çözümünde de pek çok kurumun, disiplinin ortak girişimi ve çabasını gerektirmektedir.
    Son yıllarda daha yakıcı hale gelen sokakta yaşayan ve sokakta çalışan çocuklar sorununun karakteristik özellikleri gereği, kategorileştirmek ve genellemelerde bulunmak son derece zordur. Her çocuk kendine özgüdür ve her çocuğun sokak ve yaşam deneyimi farklılıklar taşımaktadır.
    Sokak çocukları konusunda net ve sınırları kesin tanımlar bulunmamaktadır. Ancak üzerinde genel hatları ile uzlaşılmış tanımlama sokak çocukları; ailesi veya aile yerine geçen kurumlarla ilişkisini kısmen veya tamamen kesmiş, günün önemlice bir kısmını sokaklarda geçiren, madde ile ilişkisi yaygın ve suçla ilişkisi yoğun olan 18 yaşından küçük bireylerdir.

    Nüfus Artışı, İşgücü ve İstihdam
    Nüfus artış hızı, işgücü artış hızını belirleyen temel değişkendir. Ancak nüfus artış hızında ortaya çıkan değişmelerin, işgücü artış hızını 15 yıllık bir gecikme ile etkilediği söylenebilir.Zira çalışma çağı genel olarak 15 yaşından sonra başlar. İşgücü talebi veya istihdam, teknoloji düzeyi veri olarak ele alındığında gelir düzeyine bağlıdır.Bu bakımdan istihdamda beklenen artışlar, gelir artış hızına bağlı olarak belirlenir.Ekonomik gelişme döneminde ülke geliri artarken teknoloji düzeyinin de ilerlediği genel olarak kabul edilir. Teknolojik gelişme sebebiyle işgücü talebi artış hızının gelir artış hızından daha küçük olması normaldir.İşgücü arzındaki artış hızı doğrudan doğruya, istihdam artış hızı ise dolaylı olarak nüfus artış hızı ile ilgilidir. İşgücünün çalışma çağındaki nüfusa oranı olarak tanımlanan işgücüne katılma oranı sabit iken ve dış göçler ihmal edilirken, nüfus artış hızının 15 yıl sonra işgücü arzı artış hızına eşit olması beklenir. Bunun içindir ki, nüfus artış hızı işgücü arzı artış hızını doğrudan doğruya belirler. İstihdam artış hızı ise, gelir artış hızı ile teknolojik gelişme hızına bağlanmaktadır. Bu bakımdan istihdam artış hızı ekonomik gelişmeye ve dolaylı olarak nüfus artış hızına bağlanabilir. Ekonomik gelişme içinde yatırımlar,hem teknolojik gelişmeyi hem de gelir artışını belirler. Böyle olunca işgücü talebi artışı açıklanırken gelir artışı yanında yatırımların da göz önüne alınması gerekir.Gelişmekte olan ülkelerde görülen nüfus artış hızı ve işgücü arzı artış hızı yüzde 2.5 civarında ve yüksek sayılabilecek bir düzeydedir. Bu ülkelerde ekonomik gelişme için gerekli olan işgücü yönünden bir sorun genellikle görülmez. Ancak, yüksek işgücü arzı artışını emebilecek bir istihdam artışı sağlamak için gerekli olan gelir artış hızına ulaşmak pek kolay değildir. Bu bakımdan gelişmekte olan ülkeler, yüksek düzeyde seyreden ve zaman içinde artma eğilimi gösteren bir işsizlik sorunu ile karşı karşıya kalırlar.
    Ülkelerin kalkınmasında insan etkeni her zaman ön planda olmuştur. ABD’nin bir göç ülkesi olarak yaşlı kıtanın gözü pek, maceracı ve girişimci kesimlerini kendine çekmesi ve 2O.yüzyılda tüm dünyadan aynı nitelikte sermaye toplaması en çarpıcı örnek. Hong Kong’un aynı dönemdeki kalkınmasında asıl rolü oynayan yerli balıkçılar değildi hiç kuşkusuz. Şanghay’dan geride tüm birikimlerini bırakarak kaçan Çinliler, bu küçük kenti dünyanın ekonomik merkezlerinden biri yaptılar. Aynen Malezya’daki baskıdan, mallarına el konularak kaçanların Singapur’da başardıkları atılım gibi.Ülkelerin temel ekonomik göstergelerinde nüfus ile ekonomik kalkınma arasında çoğu zaman görünmeyen bir bağ var. Belli dönemlerde nitelikli insan gücünü çeken ülkelerin, kalkınma hızında çarpıcı sıçrayışlar doğal bir sonuç olarak ortaya çıkıyor.
    Dışarıdan göç ile gelen insan gücü belirgin bir etken. Fakat, kalıcı bir ekonomik büyümenin aynı zamanda kapsamlı bir eğitim altyapısı ile desteklenmesi gerekiyor. Japonya, Güney Kore ve ABD bu açıdan iyi birer örnek. Harvard Üniversitesi’nden Prof. Caludia Goldin’e göre 1900’lerden başlayarak ABD tam anlamıyla bir “insan sermayesi yüzyılı” geçirdi.Orta eğitimin kitleselleşmesi ve üniversitelerin gelişmesiyle, ekonomik büyüme paralel ilerledi bu dönemde.
    1950’lere gelindiğinde, Avrupa ile Amerika arasındaki eğitim açığı derindi.ABD’de orta öğrenime kayıt oranı yüzde seksenlere ulaşmışken, Avrupa’da ancak İsveç bu seviyeye yaklaşabiliyordu.Almanya, İngiltere ve Danimarka ise, ABD’nin yarısı bir performansla önde gelen Avrupa ülkeleri sayılmaktaydı. Daha sonraki yıllar, Avrupa’nın ABD ile arasındaki açığı kapattığı ve eğitimin niteliği açısından daha da ileri gittiği bir dönem oldu. Bugün artık, 20.yüzyıl başındaki ABD’nin ekonomik seviyesine ulaşamamış üçüncü dünya ülkelerinin bile, eğitime o zamanki ABD’ye göre daha fazla kaynak ayırdıkları gözlemleniyor.

    Nüfus Ve Çevre
    Devamlı artan nüfusun devamlı artan gereksinimlerinin sınırlı doğal kaynaklar ile nasıl dengede tutulacağı temel bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.Nüfus sayısındaki ve yapısındaki değişmelerin kişileri tüketim kalıplarındaki değişmelerle birleşmesi,doğal kaynakların yenilenebilir olma düzeyinin çok ötesinde tüketilmesine yol açmaktadır.Nüfus ve çevre arasında karşılıklı bir etkileşim mevcuttur. Bu etkileşim sosyal ve ekonomik nitelikli ara değişkenler vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Nüfusun büyüklüğü,dağılımı ve artış hızı, sosyo-ekonomik faktörler, toprak ve gelir dağılımı üzerinde etkili olmakta, bunlar da doğal kaynakların kullanımını hacim ve verimlilik olarak (üretime dönüşme oranı) etkilemektedir.Nüfus ve tüketim talebi, yanlızca sınırlı olan doğal kaynakların aşırı kullanımına yol açmakla kalmayıp, ara değişken olan çevreye zararlı teknoloji atıklarına, kirletici çevre kullanımına, ticari istismarlara yol açmaktadır.Nüfus artışı, kaynakların üzerinde talebi etkileyen, çevrenin bozulmasına hızlandıran ve sürdürülebilir kalkınmayı engelleyen önemli faktörlerden biridir.
    Öte yandan, yaşam kalitesi ile çevre arasında sıkı bir ilişki vardır. İnsanoğlunun yaşam kalitesi, bozduğu çevre koşullarından etkilenmektedir. Bozuk çevre koşulları sağlığı etkilemekte ve dolayısıyla sağlığa yapılan yatırımlara olan talebi de artırmaktadır.Hızlı kentleşme ile birlikte kentlerde daha yoğun bir çevre kirlenmesi ortaya çıkmaktadır.Hızla büyüyen kentlerde sağlık ve kaliteli bir yaşam için temiz ve yeterli suyun sağlanması, havanın kirlenmesinin engellenmesi, kentsel yönetimlerin gücünü aşan finans kaynaklarına sahip olunmasını gerekli kılmaktadır. Sağlıklı bir yaşam için gerekli olan kanalizasyon gibi hizmetlerin sağlanamaması insanları sağlıksız çevrenin yarattığı hastalıklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Dolayısıyla yaşam süresini de etkilemektedir.Ülkemizde hızlı bir biçimde kentlerin büyümesi, kentsel gelişmenin kontrol edilmesini zorlaştırmıştır.Kentleşme türlü nedenlerle köyünü terk etmek zorunda olanların kente yığılması biçiminde olma özelliğini korumaktadır.1998 Nüfus ve Sağlık Araştırması bulgularına göre,ülkemizde kentlerde nüfusun yüzde 83’ü sağlıklı içme suyuna ulaşabilmekte, kanalizasyona bağlı tuvelete sahip olan haneleri oranı ise yüzde 89’a kadar çıkmaktadır.Nüfusa eklenen insanların ihtiyaçlarının asgari düzeyde karşılanabilmesinin gerekliliği,teknolojiden beklentilerimizi artırmakta ve bizi “nüfus taşıma kapasitesi” kavramı ile karşı karşıya bırakmaktadır. Ülke ile sınırlı doğal çevrenin insan nüfusunu taşıma kapasitesi belirli bir nüfus artışını gerektirmektedir.

    Göç Ve Nüfus İlişkişi
    Göç, ulusal sınırlar içerisinde olabileceği gibi ulusal sınırların ötesine, hatta kıtalar ötesine de taşabilmektedir. Ulusal sınırlar içerisinde gerçekleşen göçlere içgöçler, ulusal sınırların dışına taşan göçlere ise dış göçler denilmektedir.Türkiye.de az gelişmiş bölgelerden iş olanaklarının daha geniş olduğu sanayi ve ticaret merkezleriyle iklim koşullarının daha elverişli olduğu turizm merkezlerine doğru yoğun bir gönüllü iç göçün yaşandığı görülmektedir. Yaşanılan bölgenin doğal koşulları sel baskını,deprem, yerleşim yerinin baraj altında kalması ve terör zorunlu göçe yol açabilmektedir.Zorunlu göçler 1990’lı yıllarla birlikte hızlanmış ve Türkiye.nin eski geleneksel göç bölgelerine olan akışı yeni bölgelerin ve kentlerin eklenmesi ile farklı boyut ve biçimlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Zorunlu göç, ilk olarak bulunulan ilin kırsalından kent merkezine, ardından da diğer illere gerçekleşmektedir. Göçler sonucu kentlere gelenler, kentli nüfusun yerleşik sosyo-ekonomik ve kültürel yapısını olumsuz etkilemektedir. İşsizlik ve ekonominin bozulması göçün yol açtığı en temel problem alanı olarak görülmektedir. Genel asayişin bozulması, hırsızlık ve fuhuş’un artışı, konut, alt yapı sorunu gibi kentleşme sürecine ilişkin olarak gündeme gelen sorunlar da ikincil derecede görülmektedir.Ülkemizin gelişmiş ve gelişmemiş bölgeleri arasındaki yaşam standardında görülen büyük farklılıklar göçü artırmaktadır. Göç sonucu gelenlerin gerekli koşulların sağlanması durumunda memleketlerine geri dönme eğilimi taşıdıkları görülmektedir. Özellikle gelme süresi kısaldıkça geri dönme eğilimi de güçlenmektedir. Ancak kentte durma süresi arttıkça geri dönme eğiliminin azaldığı da gözlemlenmektedir.Göç edenlerin geliş nedenlerine göre geri dönme eğilimlerine bakıldığında ise çeşitli nedenlerle köylerin boşaltılması sonucu göçe katılanların daha çok geri dönme eğilimi içerisinde oldukları, terörle yüz yüze kaldığı için göç edenlerin daha az, ekonomik nedenlerle göçe katılanların ise çok daha az geri dönme eğilimi içerisinde oldukları izlenilmektedir.

    Türkiye’de Kırsal Ve Kentsel Yerleşmeler
    Türkiye.de kırsal ve kentsel yerleşmelere ilişkin çalışmalar hangi bilimsel disiplin bağlantısında olursa olsun, bütünü kapsayacak seviyeye ulaştırılamamıştır.Nüfus ve yerleşme gibi iki önemli olgunun, ekonomik ve toplumsal yapının değerlendirme ve planlanmasındaki tutarlılığı özellikle coğrafya ve coğrafyacının da katılımıyla daha sağlam temeller üzerine oturtulabilir. Özellikle ulaşılan yapısal gerçekleri belirleyen faktörler içerisinde coğrafya dikkate alınmaksızın sağlıklı değerlendirme yapma olanağı kısıtlıdır. Türkiye.de yerleşme, yerleşme dokusu, yerleşmelerin nüfus miktarı ve sahip oldukları ekonomik olanaklar, coğrafyanın sunduğu fiziksel ortam koşullarına büyük ölçüde bağlıdır. Yerleşmeleri ilgilendiren yapısal ayrıcalıklar salt fiziksel ortam koşumlarına da bağlanamaz. Doğal ortamın sunduğu olanakları, yerleşme ve ekonomik uğraşı biçimi açısından değerlendiren, yönlendiren ve değiştiren insan faktörü dikkate alınmaksızın ortam yapısını kavramak olanaksızdır.Hızlı kentleşme sürecinin yarattığı sorunların çözümlenemediği, kır ve kent ilişkilerinin nesnel boyutlarının belirlenmesinde ilkelerin konulamadığı ülkemizde, kent yerleşmelerinin kontrolsüz bir gelişim ve değişime terk edildiği malumdur. Bu bağlamda kentlerimiz nüfus yığılmalarının oluştuğu birimler konumundadır. Türkiye.de kırsal ve kentsel yerleşmelere ilişkin yapıyı yansıtacak verilerin,bazı monografik çalışmalar dışında yeterli düzeyde olmadığı anlaşılmaktadır. Bölgesel,bölümsel ve yöresel bazda aktarılacak bilgiler, yetersiz sayıdaki bilimsel çalışmaların dışına çıkamamakta ve mevcut veriler ancak çok genel ölçütte değerlendirmeye olanak tanımaktadır.İnsan yerleşimleri şehirler olabileceği gibi kırsal yerleşimler de olabilmektedir. Kırsal bölgelerdeki barınma , gelenekçi ve yerel yapılaşma özelliğini korurken şehirler , nüfuslarının artmasıyla bu özelliğini yitirmiştir. Ev, büyükanne-büyükbaba kuşağından torun kuşağına kadar insanları içinde barındıran mekanlardır. Evi aileden , aileyi de evden ayırmak mümkün değildir.
    Ev ve aile kavramı Türk toplumunda çok önemsenmektedir. Türk toplumu için iki katlı , bahçeli bir ev huzur kaynağı,dinlenme ve büyüme yeri ve aynı zamanda barınma ortamıdır. Şehirlerde guruplanmış evler, mahalleleri ,guruplanmış mahalleler semtleri ve guruplanmış semtler de yerleşme bölgelerini ve şehirleri oluşturur. Evin iç düzeni yaşamayı kolaylaştıracak şekilde olmalıdır.Yaşama tarzı da insanın gelenekleriyle , dini anlayışıyla, coğrafi özellikleriyle, bölgesel malzemenin özellikleriyle ve teknolojik imkanlara bağlı olarak şekillendirilmektedir. Çevresiyle zıtlaşan , uyum içinde olmayan evler ve binalar insanların ruhsal yapılarının bozulmasına neden olur. Binaların araziye yerleştirilmeleri ve alt yapı tekniklerine uygun yapılandırılması için bir plan dahilinde gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Binaların yerleştiği bölgenin topoğrafyası , güneş ve rüzgarın etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Şehirlerde imar kurallarına uymak hem ahlaki hem de hukuki bir mecburiyettir.Çünkü kuralsızlık anarşi doğurur. Şehirleşmedeki anarşi ise kaçak yapılaşmadır. İslam toplumunda evi diğer barınma yerlerinden ayıran en büyük özelliği mahremiyetidir. Ülkemizde kadın-erkek hayatında, İslam anlayışından ileri gelen helal -haram düşüncesi çerçevesinde yaşama mekanları ayrılmıştır.Şehirde mühendislik ve mimarlık hizmetlerini gören bölgelerde teknik olarak imkanlar bulunmasına rağmen , köyden kente göç nüfusun artmasına neden olmuş,şehir imar planlarında hedeflenen süreleri öne çekmiş hatta planda hedeflenen nüfusların iki-üç katına ulaşılmıştır.Çağdaş imkanlarla şehirleşme nasıl olmalıdır?Sorusuna cevap bulmak zorundayız. Çalışmaları,insanımızın kültür ve davranışları,nüfus hareketleri ve her zaman yöneticilerin ve politikacıların plan ve gündeminde bulunmalıdır.

    Sonuç
    Bir bölgenin ekonomik, sosyal ve mekan yönünden planlanmasına bölgesel planlama denmektedir. Bu maksatla en geniş anlamda bölgedeki su kaynakları , madenler , tarım ve orman arazileri maksimum gelir getirecek şekilde bilimsel ve teknolojik imkanlar gözönünde tutularak planlanmalıdır. İnsanın ihtiyaçlarını karşılayacak seviyede konut , ulaşım ve sanayi alanları için yer ayrılmalıdır. Günümüzde yanlış şehirleşmeden ileri gelen ekonomik , sosyal ve teknik problemler bulunmaktadır. İşsizlik, sektörler arası dengesizlik, bölgeler arası şehirleşme dengesizliği, altyapı hizmetlerindeki noksanlık ekonomik problemleri teşkil etmektedir.Gelir dağılımındaki eşitsizliğin doğurduğu sosyal tabakalaşmanın ve sınıflaşmanın derinleşmesi , kültür boşluğu , kültür değişmesi ve boşluğu ile toplum hayatındaki çözülme ise sosyal problemleri oluşturmaktadır. Artan Nüfus ve bölgeler arası nüfus hareketlerinden dolayı ulaşım altyapısı ihtiyacı karşılayacak özellikte planlanıp yapılmamıştır. Şehirlerde imar planlarının hazırlanması kanalizasyon , içme suyu, şehiriçi yollar , yağmur suyu şebekeleri gibi altyapı hazırlıkları şehirleşme hızını gerisinde kalmıştır.Şehirleşme şehirlerdeki nüfus artışından ziyade köyden kente göçün etkisiyle gerçekleşmiştir. Kırsal nüfusun azalmasında iki olay etkili olmuştur. Bunun birisi iç göç , diğeri ise yurt dışına işçi çıkışıdır. Başlangıçta yani 1950’li yıllarda, iç göçün sebebi sanayileşme ve kalkınma olarak bilinmektedir. Bu yıllarda şehirleşme hızı %2.5 iken 1975 yılında %6’nın üstüne çıkmıştır. Şehirdeki istihdam ortamı , eğitim ve sağlık kurumlarının varlığı ve şehir hayatının çekiciliği kentleri cazibe merkezi haline getirmiş ve kırsal bölgeden şehre doğru nüfus hareketini hızlandırmıştır. Diğer taraftan veraset yoluyla toprakların parçalanması , tarımda hızlı makinalaşmadan doğan işsizlik , verimli toprakların daha az sayıdaki çiftçilerin elinde toplanması ve fakirleşme köylerden kaçış sebebi arasında sayılabilir. 1980 yılından sonra ise doğu ve güneydoğu bölgelerindeki terör nedeniyle can ve mal güvenliğinin kalmayışı göçün en büyük etkeni haline gelmiştir. Göçün şehirdeki tezahürü gecekondulaşma ile ortaya çıkmıştır. Bu olay Türk şehirleşme tarihinde önemli fakat yanlış bir şekilde yer almaktadır. Problemler şehirleşmeden ziyade yanlış şehirleşmeden doğmuştur. Gecekondunun anlamı bir gecede ruhsatsız yapılan tek katlı, standartların altında bir evdir.Toplumsal ilerleme ve ekonomik büyümenin önemli girdisini oluşturan insan yerleşimlerinin taşıdığı potansiyel ve karşılaştığı sorunlar konusunda dünyadaki bilinç seviyesini yükseltmek , kırsal yerleşimlerde ve şehirlerimizdeki hayatın adil, güvenli ve sürdürülebilir olmasının temin edilmesinin sağlanması konusunda çözümler üretilecektir. Bölgesel problemlerin çözümünde bölge insanını sadece teknik olarak değil aynı zamanda sosyal ve kültürel olarak da katkı bilincine ulaşması ve kentine sahip çıkması beklenmektedir.
    Kaynakça
    • Toros, A.; Ulusoy, M.; Ergöçmen, B. (1997) Ulusal Çevre Eylem Planı-Nüfus ve Çevre,DPT Yayını, Ankara.
    • Türkiye Çevre Vakfı (1998) Nüfus, Çevre ve Kalkınma Konferansı, 13-14 Kasım 1997,Ankara.
    • Devlet İstatistik Enstitüsü (1995) Türkiye Nüfusu, 1923-1994 Demografi Yapısı ve Gelişimi, Ankara.
    • Sağlık Bakanlığı, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Macro International Inc. (1994) Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 1993, Ankara
    • Yüceuluğ, R. (1966) Demografi, DİE Yayınları, Ankara.
    • DİE (1978) Türkiye Nüfus Araştırması: 1974-1975, Yayın No: 841, Ankara.
    • Görmez, K. ( 1991) Şehir ve insan, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul
    • Özek ,Ç.(1974) Şehirleşmenin Doğurduğu Ceza Adaleti Sorunları Sempozyumu (1973, İstanbul) , Fakülteler Matbaası, İstanbul ,27-87.
    • Görgülü, Z.(1994) HBB Tv 19 Ocak, Çevre ve İnsan Programı.


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: Sosyal Yapı Etkeni Olarak Nüfus

          Kategori: Sosyoloji

          Konuyu Baslatan: -

          Cevaplar: 0

          Görüntüleme: 2060


Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş