Gerçek bir aşk hadisesi Beykoz'da öğretmen Muhammed bin Receb efendinin 1649 da yazdığı (Nevha-tül-uşşak = Aşıkların feryadı, iniltisi) kitabından alınan şiiri sadeleştirerek yayınlıyoruz. Gerçek bir aşk hadisesidir. Hâlimi arz Olayın aslını yazmadan önce, Bir örnek vereyim, yerli yerince. Bir gün bizim merhum Hoca Nasreddin, Bir iş için çıkmış, damına evin,

Bu konu 1952 kez görüntülendi 0 yorum aldı ...
Gerçek bir aşk hadisesi 1952 Reviews

    Konuyu değerlendir: Gerçek bir aşk hadisesi

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 1952 kez incelendi.

  1. #1
    AyMaRaLCaN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.08.2008
    Mesajlar
    11.371
    Konular
    5172
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    100
    @AyMaRaLCaN

    Standart Gerçek bir aşk hadisesi

    Gerçek bir aşk hadisesi

    Beykoz'da öğretmen Muhammed bin Receb efendinin 1649 da yazdığı (Nevha-tül-uşşak = Aşıkların feryadı, iniltisi) kitabından alınan şiiri sadeleştirerek yayınlıyoruz. Gerçek bir aşk hadisesidir.

    Hâlimi arz
    Olayın aslını yazmadan önce,
    Bir örnek vereyim, yerli yerince.

    Bir gün bizim merhum Hoca Nasreddin,
    Bir iş için çıkmış, damına evin,

    Ayağı kayarak aşağı düşmüş,
    Konu komşu duyup hep üşüşmüş.

    Derler: ”Niçin böyle bağırıyorsun?
    Yangın varmış gibi çağırıyorsun?

    Acılar içinde kıvranan hoca,
    Hemen doğrularak der ki, usulca;

    Varsa böyle damdan düşmüş olanlar
    Ancak onlar benim hâlimi anlar.

    İşte buna benzer, benim hâlim de,
    Hemen anlar bunu aşk varsa kimde

    Başından geçenler pek iyi bilir,
    Aşkı tatmayana bu oyun gelir.

    Sanmayın bir yerden nakledeceğim,
    Başımdan geçeni söyleyeceğim.

    Ayıplama beni, gülme komşuna!
    Belki de bu senin de gelir başına.

    Her işte bulunur, çeşitli hikmet,
    Ârif olan ondan alır çok ibret.

    Hasbihâl
    Nasıl anlatayım dertli halimi,
    Dünyadan çekmiştim artık elimi.

    Yalnız ahireti düşünüyordum,
    Etmeliydim dine hizmet diyordum.

    Yoktu hâtırımda başka düşünce,
    Allah’ı anardım gündüz ve gece.

    Bir okulda öğretmenlik ederdim,
    Her gün aynı vakit gelir giderdim.

    Çocuklara Kur’an öğretiyordum,
    Hepsine itina gösteriyordum.

    Bir cami de imamlık da ederdim,
    Muntazaman oraya da giderdim.

    İşlerimden başka şey görmez idim,
    Halkın arasına hiç girmez idim.

    Hakkın muhabbeti beni sarmıştı,
    Genç değildim, yaşım kırka varmıştı.

    Ağarmaya yüz tutmuştu sakalım,
    Netice nereye varır bakalım.

    Durmayıp gözümden yaşlar akardı,
    Bilmeyenler tuhaf tuhaf bakardı.

    Pek çok zayıfladım eridi etim,
    Hastalandım hiç kalmadı takatim.

    İştahım da kesilmişti iyice,
    Bir simit yeterdi gündüz ve gece.

    Gizli kalmıyordu artık feryadım,
    Ona kavuşmaktı yalnız muradım.

    Ne hâlden ne hâle düştüm bir bilsen,
    Hayrette kalırsın eğer işitsen.

    Edepli çocuk
    Ahlakı güzeldi edebi çoktu,
    Onun gibi iyi öğrencim yoktu.

    Mümkün değil onun hâlini beyan,
    Mest olurdu hemen sözünü duyan.

    Bulunmazdı belki onun misâli,
    Hem hürmetli hem de hâyâ timsâli.

    Her ne kadar küçük olsa da yaşı,
    Haktan korkar, akıtırdı göz yaşı.

    Kim olmaz ki temiz ruhuna meftun,
    Gören melek derdi, olurdu mecnun.

    Sevilmez mi onun gibi bir civan,
    Tanıyan verirdi yollarına can.

    Hayran kaldım çocuğun her hâline,
    Aşık oldum onun bu kemâline.

    Bakışı manâlı, yüzü nurluydu,
    Boynunda Mushafı nur üzre nurdu.

    Okula vaktinde gelip giderdi,
    Bu âşıktan ilim tahsil ederdi.

    Garip hâli vardı dikkati çeken,
    Dersini okuyup giderdi hemen.

    Diğerleri gibi dersten kaçmazdı,
    Sırrı neyse hiç kimseye açmazdı.

    Şaşılacak kadar zekası çoktu,
    Sanki bilmediği hiçbir şey yoktu.

    Kalbi; ilim, irfan ile dolmuştu,
    Daha küçük yaşta hâfız olmuştu.

    Her işinde Kur’an ahlakı vardı,
    Dinimizin her emrine uyardı.

    İlm-i Ledünni
    Bu edepli çocuk, Kur’an okurdu,
    Tilaveti kalbimizi yakardı.

    Hem öyle bir okuyuşu var idi,
    Belki tefsirini hep anlar idi.

    Yaklaşıp yanına imandan sordum,
    Verdiği cevaba çok hayran oldum.

    Okuduğum kitap elbet pek çoktu,
    Ama bu bilgi hiç birinde yoktu.

    O sözler ezberden söylenemezdi,
    Hem ezberlemeye ömür yetmezdi.

    Bu çocuk yaşta bu ilmin kaynağı,
    Ne ola diyerek aklımı sardı.

    Bunlar ledün ilmi olsa gerektir,
    Hak dilediğine elbette verir.

    Bir kula tecelli eylese Hudâ,
    Onda bir çok kemâl olurdu peydâ.

    Habibin nurundan ederse ihsan,
    Hemen hikmet söyler böyle bir insan.

    Hikmet; fen, ahlak ve edep demektir,
    Özetle faydalı olan her şeydir.

    Temiz kalbler ona hemen bağlanır,
    Resulün feyzini hep ondan alır.

    Feyz, kalbe marifet, nur gelmesidir,
    Mârifet de, kalb ve ruh bilgisidir.

    Bir kalbde bulunsa, edeple iman,
    Böyle kalbe dolar sevgi o zaman.

    Bu aşkın aslı Allah sevgisidir,
    Feyiz ancak bu aşk yolundan gelir.

    Feyizli kalb, anlaşılır sözünden,
    Bunu âşık belli eder gözünden.

    Çocuk da maşuk olur bu nur ile,
    Resulü sevmeyi var kıyas eyle.

    Sakın çocuk feyiz alır mı deme,
    Almıştı Celâleddin-i Rumi de.

    Henüz beş yaşında iken Mevlana,
    Verilmişti ilm-i ledünni ona.

    Bunun misalleri elbet pek çoktur,
    Hak teâlâ için hiç zorluk yoktur.

    Kimileri zahmet çeker yıllarca,
    Kimi de hizmetle olur bir anda.

    Bu sevgi mecâzi aşka benzemez,
    Masivaya bağlı kalblere gelmez.

    İlâhi bu aşktan nasip et bize,
    Dostların aşkını ver kalbimize.

    Mürşid-i kâmil
    Soruşturdum, anladım en sonunda,
    Bu çocuk bir zât görmüş yolunda.

    Elini öpmüş bunun tam bir edeple,
    Feyze kavuşmuş bu kadar hürmetle.

    O zat, merhametle çocuğa bakar,
    Başını okşayıp kalbini yakar.

    Resulün kalbinden akıp gelen nur,
    Bu küçük çocuğa vâsıl olmuştur.

    Bu hâller bağladı ona kalbimi,
    Özledim hemen o gün sohbetini.

    Yıllarca bu nuru arıyordum ben,
    Çocuklarda olmaz sanıyordum ben.

    İhlasıma karşı verildi ihsan,
    Karşıma çıkardı Rabbim bir sübyân.

    Aşk nedir
    Bana hücum etti aşkın askeri,
    Sarıp kalb kalemi, içten fethetti.

    Aşkın bayrağını diktiler sura,
    Kendimi kaybettim, bakma kusura!

    Aşk yolu açıldı gam diyârına,
    Maşuka kavuşmak kaldı yarına.

    Ne bilsin, deryayı aşka dalmayan,
    Aşk denen sultana köle olmayan.

    Bunu bilmez aşk şerbeti içmeyen,
    Onun çetin yollarından geçmeyen.

    Aşkla yaralanan, hep ağlar, gülmez,
    Başına gelmeyen, aşk nedir bilmez.

    İlâhi lütuftur bu aşkın nârı,
    Resulün kalbidir aşkın pınarı.

    Aşk, âb-ı hayatla dolu deryadır,
    Resulün kalbi de ona membadır.

    Aşka düşen artık kolay ayılmaz,
    Bu yoldan geçmeyen insan sayılmaz.

    Anlar mı hiç aşk acısı tatmayan,
    Masivâyı kalbden söküp atmayan.

    Acep duymadın mı şunları ey cân?
    Niçin oldu Veysel Karani çoban?

    Kays, niçin Leylâ’ya meftun olmuştu?
    Aklını kaybedip mecnun olmuştu?

    Niçin gönül verdi, Ferhat, Şirin’e?
    Atıp külüngünü kıydı serine?

    Niçin ahu figân eder bülbüller?
    Tomurcuk açmayıp, nazlanır güller?

    Pervane, ışığa niçin can atar?
    Niçin gece kandil, durmadan yanar?

    Niçin Züleyha o hâllere düştü?
    Kadınlar kınayıp ona gülmüştü?

    İnkâr etmez bilir, bu hâli zahit,
    Onun bu aşkına Kur’andır şahit.

    Hakiki aşk
    Talebem beş yüzden ziyade idi,
    Kız ve erkek ilim tahsil ederdi.

    Bu edepli çocuk gibi görmedim,
    Ömrümde kimseye gönül vermedim.

    Bana hiç böyle hâl olmamış idi,
    Sevgi gönlüme yol bulmamış idi.

    Yıllar geçti geldim bunca yaşıma,
    Gelmemişti böyle bir iş başıma.

    Kardeşim su-i zan etme bu hâle,
    Yanlış anlayıp da girme vebâle.

    Eğer sen su-i zan edersen bana,
    Bil ki helâl etmem hakkımı sana.

    Misaller versem de canla cananla,
    Kelimeye bakma, maksadı anla!

    Her kimde var ise aşk-ı hakikat,
    Ona lazım iffet ile sadâkat.

    Göstermeli böyle sevgiye vefa,
    Gözü gibi onu iyi koruya!

    Öyle korumalı ki, imanı gibi,
    Öyle sevmeli ki öz canı gibi.

    Aşkın yalnız adı kalmış lisanda,
    Bulunmaz âşık-ı sadık cihanda.

    Haktan başkasını sevmek günahtır,
    Sevilmeye layık yalnız Allah’tır.

    Fenâ-Fillâh
    Öğle oldu, güneş erdi zevâle,
    Ne kadar sevindim, bilsen bu hâle.

    Çünkü onun geliş vakti olmuştu,
    Ayrılıktan gözüm yaşla dolmuştu.

    Oturdu yerine gelip civanım,
    Arttı heyecanım çıkacak canım.

    Gönül yerindeyse, niçin yerine?
    Yerine düşmeyen gönül yerine!

    Gönlümün tahtında şâhtı o server,
    Esrarlı kitabı okurdu ezber.

    Sarhoş gibi olup çekmiştim bir âh!
    Âhımdan haberdar oldu küçük şâh.

    Gizlice eyledim, arz-ı muhabbet,
    Etmişti benimle bir süre sohbet.

    Onun da yüreği sevinçle doldu,
    Öğrenciydi şimdi öğretmen oldu.

    Nasıl büyüledi gönül evimi?
    Başka bir âlemde buldum kendimi.

    Sanki kalbime hançer sapladı,
    Acısı her yeri birden kapladı.

    Ne tuhaf hâl imiş aşkın hâleti,
    Sözle anlatılmaz hiç keyfiyeti.

    Ne anlar bu aşkı tatmayan kimse,
    Aşk, ancak bilinir verdiği zevkle.

    Anladım şimdi neymiş fenâ-fillâh
    Mürşide ne yetki vermiştir Allah.

    Bu nura bir çocuk bile kavuşur,
    Ona hürmet, vusûle sebep olur.

    Çocuğun hastalığı
    Bir gün herkes geldi, o yoktu fakat,
    Kalmadı o anda bende hiç takat.

    Ve hemen yüreğim geldi ağzıma,
    Aniden yıkıldı, dünya başıma.

    Dermanım kesildi, gözüm karardı,
    Fenalık geçirdim, benzim sarardı.

    Güç bela ayrıldım, durduğum yerden,
    Endişelenmiştim, kötü haberden.

    Öyle ki vaziyet iyi değildi,
    Düşünceden başım öne eğildi.

    Koştum çocukların yanına hemen,
    Dedim, hani nerde benim nur tanem?

    Söylediğimi işitmediniz mi?
    Evlerine kadar gitmediniz mi?

    Şaşırdım, merak içinde kaldım ben,
    O güneşim, ayım gelmedi neden?

    Neye uğradı ki ciğer pâresi,
    Yardıma koşardım varsa çâresi.

    Çocuklar dedi: (Gittik hanesine,
    Vaziyetini sorduk annesine.

    Dedi: Bu gece kuzum hasta oldu,
    Ateşten gül benzi sararıp soldu.

    O nazik cismini bir sıtma tuttu,
    Derse çalışmayı bile unuttu.

    Hep baygın yatıyor, ateşi çoktur,
    Konuşmaya bile takati yoktur.

    Gözlerini açıp bir laf edemez,
    Yavrum bu durumda derse gidemez.

    Bunları duyunca koşup geldik biz,
    Yapmaya hazırız, ne söylerseniz.)

    Duyunca çekildim ben bir kenara,
    Gözlerimin yaşı, döndü pınara.

    Birden düştüm yere, gözüm karardı,
    Vücudum titredi, yüzüm sarardı.

    Kurudu kalmadı, cismimde kanım,
    Nasıl kurumasın, hastaymış canım.

    Dayanamadım, ben de hastalandım,
    Yemedim, içmedim, tutuşup yandım.

    Kederlendim, kendi kendimi yedim,
    Hâlimi görene hastayım dedim.

    Yiyip, için siz, her zaman olun şâd!
    Kalmadı ağzımda benim hiç bir tad.

    Hoş değilse bir kişinin mizacı,
    Ona şeker bile gelir çok acı.

    Sıkıntım çoğaldı, dert küpü oldum,
    Kedere boğuldum, elemle doldum.

    İçimde sakladım, her ne dedimse,
    Vâkıf olamadı hâlime kimse.

    Duyurmadım hiç kimseye bunu ben,
    Fakat ne zahmetler çekti can ve ten.

    Aşığa cihanda gülmek yoğ imiş,
    Aşığa dünyada ölmek yeğ imiş.

    Aşığın işleri hiç gelmez başa,
    Vursa da başını hep taştan taşa.

    Aşkın alâmeti
    Bir gün çocuklarla pikniğe gittik,
    Beraber çeşitli yemekler yedik.

    Mürşidim Muhammed yoktu orada,
    Onun payı ayrıldı bu arada.

    Payı verdim çocuğun birisine,
    Dedim: “Al götür annesine!

    Sor nasılmış Muhammed’in mizacı,
    Vermiş mi ki ona sıtma ilacı.

    Haydi bir an önce gitmelisin sen!
    Hayırlı haberle dönmelisin sen!

    Sakın oyalanıp yollarda kalma!
    Hocanı bir dertten bin derde salma!”

    Beklemekle âhım göğe çıkardı,
    Göz yaşlarım ırmak gibi akardı.

    İnsanlardan kaçar dağa çıkardım,
    Ahu figanımla şehri yıkardım.

    Her nefeste derinden, bir âh ederdim,
    Ah çekmek aşığın şiârı derdim.

    Dert çekip inlemek aşka alamet,
    Dünyâda âşığa yoktur selamet.

    Beni gören herkes deli sanırdı,
    Yanıma gelen hemen usanırdı.

    Yanlış konuşurdum her seferinde,
    Çünkü değil idi kafam yerinde.

    Kulağım her şeyi işitmez idi,
    Gözüm varı yoğu fark etmez idi.

    Namaz için hazır olurdu cismim,
    Fakat hiç de hazır olmazdı kalbim.

    Sabah namazına etsem ikamet,
    Ona akşam diye ederdim niyet.

    Zihnimi toplamam olurdu pek güç,
    Kılardım iki rekat yerine üç.

    Maksatsız, manasız gelir giderdim,
    Yine de hâlime çok şükrederdim.

    Mürşidimi ziyaret
    Üzüntü içinde evime gittim,
    Mürşidi görmeyi çok arzu ettim.

    Elime alıp bir parça nebatı,
    Ölmüş cismime vereyim hayatı.

    Gidip görsem var mı bir ihtiyacı,
    Çünkü tâ canıma değdi bu acı.

    Onu ziyaret için çıktım yola,
    Şu mahzun gönlüme bir çare ola.

    Evinin önüne varınca durdum,
    Kapının eşiğine yüzümü sürdüm.

    Artık bundan sonra kapıyı çaldım,
    Evden “kim o” diye bir cevap aldım.

    Dedim “Hani Hakkın sevgili kulu,
    Alnında var Resulullahın nuru”?

    Tanıyıp beni aldılar huzura,
    Böylece kavuştum tekrar o nura,

    Beni görünce yapıştı elime,
    Diyemedim gelenleri dilime.

    Dedim: “Eski halin nereye gitmiş?
    Sıtma vücudunu nasıl eritmiş.

    Bu hastalık sana çok elem vermiş,
    Güneş halin sanki buluta girmiş.

    Ciğerparem sakın denize girme,
    Hastalığa yeniden fırsat verme!”

    Denize düşerse bir çuval şeker,
    Ziyan olur hepsi eriyip gider.

    Tâ ki elimi eline alınca,
    Bendeki nebatı verdim usulca.

    Mürşidim Muhammed nebatı aldı,
    Üzüntülü kalbim hülyaya daldı.

    Maalesef uzun sürmedi bu hâl,
    Dedim: “Gidiyorum sağ ve esen kal!

    İzin ver gideyim geldiğim yere,
    Allah sana sıhhat, afiyet vere.”

    O feyizli yere veda eyledim,
    Tekrar kavuşmaya dua eyledim.

    Talebem iyileşti
    Haber aldım, Muhammed iyileşmiş,
    Yine okuluna gelmek istemiş.

    Sağlık haberine pek çok sevindim,
    Yarın sabah gelsin okula dedim.

    Zayıflığını düşünmeyip gelsin,
    Ders yapmasa da gezip eğlensin.

    O gece gözüme uyku girmedi,
    Gönül cefa çekti, sefa sürmedi.

    Garip gönül uyumadan bekledi,
    Talebem ve mürşidim Muhammed’i.

    Sabah olsa acep çıkıp gelir mi?
    Kölesini gamdan azat eder mi?

    Görür müyüm o nur hazinesini?
    İşitir miyim yine güzel sesini?

    Şu kara bahtım gider hep tersine,
    Korkarım beni mahzun bırakır yine.

    Kem talihim gözlerimi yaş eder,
    Denizi kurutur, yazı kış eder.

    Yarın neler olur, kimse bilemez,
    Bir aksilik çıkar belki gelemez.

    Hak takdir etmişse, engel olunmaz,
    Ne yapsan, ne etsen çare bulunmaz.

    Duâ ediyorum kavuşmak için,
    Yarın sabah vakti buluşmak için.

    Yalvardım sabaha kadar Allah’a,
    Muhammed’e kavuştursun bir daha.

    Hiç ümit kesmedim Cenab-ı Haktan,
    İsteyene verir, yaratır yoktan.

    Sabah oldu güneş doğdu zemine,
    Muhammed oturdu gelip yerine.

    Kavuştum mürşidim Muhammed’ime,
    Şükürler eyledim yüce Rabbime.

    Bir teveccüh
    Dedim: “Muhammed’e ey mâh-ı enver,
    Sözün, paslı kalbi eder münevver.

    Ledün ilmini senden öğreneyim,
    Sohbet nimetiyle şerefleneyim.”

    “Evet” dedi, maksadıma kavuştum,
    O nurla, tenha bir yerde buluştum,

    Bakışını bir ok gibi sapladı,
    Yüreğimi Allah aşkı kapladı.

    Teveccüh eyledi âciz âşıka,
    Zincirle bağladı beni mâşuka.

    Bir ânda fakire ne sırlar açtı,
    Kalbinin nurunu üstüme saçtı.

    Aniden bayılıp yere düşmüşüm,
    Nurun tesiriyle sanki ölmüşüm.

    Merhamet edip beni uyandırdı,
    Elimden tutup ayağa kaldırdı.

    Hemen ruhum çekti sorguya beni,
    Öğrenmek istedi olup biteni.

    Dedi: “Mahlukla senin işin nedir?
    Muhammed’le alış verişin nedir?

    Niçin nur cemâle bakardın söyle?
    Niçin hep yalvarıp yakardın öyle?

    Bu gördüğün hayâl midir, düş müdür?
    Nefsin, ölmeden önce ölmüş müdür?”

    Dedim: “Ne hâl ben de bilemiyorum,
    Ağlıyorum, ama gülemiyorum.

    Dedi: “Âşık mı oldun bir mahluka?”
    Dedim: “Âşık olmak lazım Hâlık’a?

    Dedi: “Bırakamaz mısın bu işi?
    Pek hoş görmüyorum ben bu gidişi.”

    Dedim: “Mümkün değil bunu bırakmak,
    Çünkü bunu verdi o cenâb-ı Hak,”

    Dedi: “Açıklarım bunu cihana”
    Dedim: “Sen de taş basarsın bağrına.”

    Dedi: “Ben de bu hâle hiç sabredemem,”
    Dedim: “Ben de başka yere gidemem.”

    Yüz sürdüm ayağına
    Hep can-ı gönülden feryat ederken,
    Cananım duymuş ki, geldi aniden.

    Dedim: “Ey mahrem-i esrar-ı ezel.
    Bu rezilin âhı değildir gazel!

    Hâlimi bilmez gibi görünürsün,
    Kalbimi görür de hep örtünürsün.

    Üzülmem hiç, hep dökülse de kanım,
    Fedâ olsun Allah için bu canım.”

    Hak nasip etse de murada ersem,
    Kapanıp ayağa yüzümü sürsem,

    Allah bilir, yoktu muradım başka,
    Hiçbir şey benzemez hakiki aşka.

    Bu köleye acır diye bakardım,
    Varıp, diz çöktüm, yalvarıp yakardım.

    Titriyordum, sıtma tutmuş gibiydim,
    Sustum hep, dilimi yutmuş gibiydim.

    Hâlimi görünce mahbub-u Hudâ,
    Kalbini çevirdi fakirden yana.

    Dedim ki: “Anlarsın benim hâlimden,
    Kurtar beni elden, tutup elimden.

    Acırsın elbet bu fakir zaife,
    Dedi: Sözün değil asla latife.

    Ayağına aşkla yapıştım hemen,
    Yüzümü, gözümü sürdüm aniden.

    Gülümseyip uzaklaştı yanımdan,
    Gönlü kırık bakakaldım ardından.

    Sabreden derviş
    Yüzümü toprağa sürüp ağlarken,
    Çıkageldi yine, Muhammed hemen.

    Dedi: “Niçin ağlarsın n’oldu sana?
    Dedim: “Lütfet hiçbir şey sorma bana!

    Çünkü söylemekle hâlim bilinmez,
    Hem de bilirsin ki her şey söylenmez.

    Odur bu sevdaya beni uğratan,
    Odur beni gece gündüz ağlatan.

    Bu dertle gideyim acep nereye,
    Yol gösteren yok mu, bu avâreye?

    Bana nasip olan dertlere el’an,
    Kolay değil öyle bulunmaz derman.

    Dua ediyorum canı gönülden,
    Kalb gözüm açılsın senin elinden.”

    Dedi: “Senin derdin için, neylerim?
    Şimdi ne istersen onu eylerim.

    Dedim: “Lütfet, nazar eyle fakire!
    Mübarek kalbini çevir kölene.

    Resulün kokusu geliyor senden,
    Dolaşıp gelmiştir hep velilerden.”

    Dedi: “Ola ki, Hak rahmetin saçar,
    Muradını verir, kalb gözün açar.

    Ezelde olunmuş sana muhabbet,
    Haktan emrolundu tâlibe hizmet.

    Büyükler demiş ki: Sabreden derviş,
    Vuslâta kavuşup, murada ermiş.”

    Dedim: “Ey gönlüm çileden kaçma,
    Gizle bu sırrı hiç kimseye açma!”

    Resulün vârisi
    Haydi durma yalvar yüce Hâlıka!
    Rahmeti pek çoktur Onun mahluka.

    Geceyi gündüzü yaratan Odur,
    Yumurtadan civcivi çıkartan Odur.

    İnsanı topraktan sudan yarattı,
    Kalbleri kendine bir ayna yaptı.

    Hakka hâlis iman etse bir kişi,
    Onun her emrine uygunsa işi.

    Bunun kalb aynası parlar böylece,
    Kavuşur ledünni ilme gizlice.

    Onu gören herkes cahil sanırdı,
    Kalbini bilmeyen mahrum kalırdı.

    Hamd olsun ki etti bana iltifat,
    Köleye acıdı eyledi irşat.

    Tanıttı onu bana, şükür Allah’a,
    Kavuştum vâris-i Resulullaha.

    Bu ihsanı görence serverimden,
    Sevincimden kalktım hemen yerimden.

    Reva mı efendim ayakta dura?
    Kölesi küstahlık edip otura?

    El bağlayıp huzurunda durayım,
    Ne emrederse onu hemen yapayım.

    Cihanda bulunmaz böyle bir lezzet,
    Bir veliyle nasip olmuşsa ülfet.

    Ayna olup bakar hep yüzümüze,
    Marifetullah’tan bahseder bize.

    O Resule âşık nasıl koşmaz ki?
    Muhabbet denizi nasıl coşmaz ki?

    Seyahatim
    Bir dost bizi etti, bağına davet,
    Bu güzel teklife denmez mi “evet”.

    Dedi: “Kimi istersen onu da al!
    Eğer arzu edersen gece de kal!”

    Alıp üç oğlumu, dördüncüsü ol,
    Gece seher vakti çıkıp tuttuk yol.

    Üçü canım, biri cananım idi,
    Gönül sarayında sultanım idi.

    Bunlar idi benim tek iftihârım,
    Önümce rehber idi bu dört yârim.

    Teselli bulurdum, böyle bir sözle
    Muhammed bakardı neşeli gözle.

    Bugün canan bana yoldaş olmuştu,
    Mahzun kalbim neşe ile dolmuştu.

    Dördü dört direkti gönül evine,
    Onlar sağ oldukça gönül sevine.

    Dolaşırlardı, dört yanımı dördü,
    Çok şükür gönül bugünü de gördü.

    Kuzularım ile ben de giderdim,
    Onları bir çoban gibi güderdim.

    Bugün Rabbim beni sevindirdi ya,
    Mühim değil artık, yıkılsa dünya.

    Yolda gider iken gülüp oynadık,
    Bu minvâl ile dost bağına vardık.

    Dostum karşıladı hürmetle bizi,
    Gark etti sevince, bu beşimizi.

    Bağdaki sofra
    Dedem tapulamış eskiden bir dağ,
    Ağaç dikip onu eylemiş bir bağ.

    Sonra bağa dikmiş çeşitli yemiş,
    Çoluk çocuğuyla yiyip eğlenmiş.

    O bağ bizim idi dedem sağ iken,
    Ağaç dikilmişti henüz dağ iken.

    Bağın durumunu ben beyan edem,
    Ne günler geçirdi rahmetli dedem.

    Ahirete göçtü dedem, geçti çağ,
    Satıldı gitti, elden ele o bağ.

    O gün o bağ neşe ile dolmuştu,
    Sanki ora Cennet bağı olmuştu.

    Yeni açmış bağda, kırmızı güller,
    Şakıyıp öterdi nice bülbüller.

    Öğleye yakındı saate baktım,
    Bağ damına gidip bir ateş yaktım.

    Yemek yedirmenin çoktur sevabı,
    Çevirip pişirdim kuzu kebabı.

    Sofraya döşedim çeşitli nimet,
    Şükür nasip oldu böyle bir hizmet.

    Dedim: “Haydi gelin hazır yemekler,
    Boşuna gitmesin bunca emekler”

    Şimdi gelecek üstadım Muhammed,
    Onunla bulunmak ne büyük nimet.

    Çocuklar son verdiler oynamaya,
    Sevinerek oturdular sofraya.

    Üstadım gelmedi herkes toplandı,
    Hemen yüreğime hançer saplandı.

    Düşündüm, sofraya niçin gelmiyor,
    Baktım gül çehresi asla gülmüyor.

    Herkesin içinde mahsus bağırdım,
    Üstadımı ismi ile çağırdım.

    Gezip oynamaya doymadı mı ki?
    Sofra hazır dedim duymadı mı ki?

    Davete gelmedi acep ne vardı?
    Yaralı gönlümü endişe sardı.

    Dedim: “Hele bir yanına gideyim,
    Niçin gelmiyor onu öğreneyim”

    Kalktım hemen onun yanına gittim,
    “Üstadım niçin, gelmiyorsun” dedim.

    Niçin salarsın bizi intizâra,
    Yoksa gücendin mi bu günahkâra?

    Biliyorsun pek kusurlu insanım,
    Özür diliyorum, affet sultanım.

    İstersen sofraya gelmeyeyim ben,
    Çocuklarımla beraber yersin sen.

    Niçin sükut ettin, sesini kestin,
    Yemeğe mi, yoksa bana mı küstün?

    Bu hâle gönlümüz rahat değildir,
    Sofraya teşrif et bizi sevindir!

    Neyin varsa sonra söylersin bana,
    Hepsini yapayım yemekten sonra.”

    Yeter ki gel razıyım her eleme,
    Sırrımızı ifşâ etme âleme!

    “Hocasının sözü geçmiyor” derler,
    Beni üstat sanıp alay ederler.

    “Öğrencisini çok şımartmış” derler,
    Zavallı hâlime bakıp gülerler.

    Yalnız senin içindi bu seyahat,
    Bilmem ki acep yaptım ne kabahat.

    Kusurum ne ise edeyim tevbe?
    Bu fakire olan himmeti kesme!

    Ayağına sürem yüzüm gözümü,
    Ne olur reddetme, benim sözümü!

    Sorarlarsa onlara ne diyeyim?
    Makul bir cevabı nasıl vereyim?

    Dedi: “Başı ağrıyormuş dersiniz!
    Ne var, yemeği bensiz de yersiniz!”

    Dedim: ”İki gözüm, bu nasıl sözdür?
    Sen olmayınca bu fakir öksüzdür.

    Sensiz lokma büyür kalır ağzımda,
    Hep düğümlenip kalır boğazımda”

    Bütün yalvarmalar, gitti boşuna,
    Çaresiz döndüm ben sofra başına.

    Üstadım bakmadı hiç gözyaşıma,
    Soğuk su katıldı pişmiş aşıma.

    Edep ve Hayâ
    Şöyle düşündüm ki kendi kendime,
    Ne edepsizlik ettim efendime?

    Üstadımı mahrum ettim yemekten,
    Bela eksik olmaz edepsizlerden.

    Evliya sohbeti keskin bıçaktır,
    Edepte bir kusur feyze hicaptır.

    Toplumun içinde ayıplanırsın,
    Hak katında dahi, mahcup olursun.

    Edep süsler bulunduğu yerleri,
    Edepli olanın çoktur değeri.

    Her yerde sevilir edepli olan,
    Birlikte bulunur, hayâ ve iman.

    Edebi olmayan murada ermez,
    Sıkıntısı artar asla eksilmez.

    Eğer elde olsa çeker giderdim,
    Yurdumu, yuvamı hep terk ederdim.

    Bir derde müptela olsa bir insan,
    Yine Haktan olur, olursa derman.

    Habibinin hürmetine Yâ Rabbi,
    İhsan eyle, gözetelim edebi.

    Hâlimi arz
    Bir gün üstadımın evine gittim,
    Gizlice hâlimi ona arz ettim.

    Yalvarıp dedim, “Ey başımın tacı,
    Nedir lütfet şu derdimin ilacı?”

    Dünyanın faydasız işine daldım
    Ruhun gıdasından hep mahrum kaldım

    Fani dünyanın bitmez cefası
    Hiç kimseye olmaz onun vefası

    Firkat ateşiyle yanar, ağlarım,
    Gülzârımı gözyaşıyla sularım.

    Benden tahsil ettin ilim ve irfan,
    Gördüğü ihsanı unutmaz insan!

    Böyle söylemekle hocalık satmam,
    Bendeki hakkını, yabana atmam!

    Sen öğrettin bâtın ilmini bana,
    İlelebet minnettarım ben sana.

    Lütfun çoktur inkâr edemem şâhım,
    Affet her ne ise benim günahım!

    Çok şey açıkladın bana önceden,
    Şimdi saklıyorsun kendini neden?

    Teveccühten beni tutalı uzak,
    Şeytanlar yoluma kuruyor tuzak.

    Himmetindir benim bütün sermayem,
    Ayaklarına yüz sürmek tek gayem.

    Ancak böyle sakin olur aşk odu,
    Yakıp kavuruyor bütün vücudu.

    Bayram günü buluşmaya söz aldım,
    Huzurundan sevinç ile ayrıldım.

    Bayram günü
    Ne zor idi bendeki bu intizâr,
    Bayrama dek ettim hep âh ile zâr.

    Sabırsızca buluşmayı beklerken,
    Gece gündüz uyku gitti gözümden.

    Uyumayıp hep günleri sayardım,
    Ayrılık derdine derman arardım.

    Gündüzleri hep çarşıya çıkarım,
    Belki o geldi mi diye bakarım.

    Gözlerim yaş, zihnim ise karışık,
    Hiç durmadan feryat eder bu âşık.

    Üstâdım bayramlık neler verecek?
    Belki ayağına yüz sürdürecek.

    Gelip gam haneme ümitle girdim,
    Gelir diye kalbe teselli verdim.

    Bir an önce gelmesini özlerim
    Kapıda kulağım, yolda gözlerim

    Saniyeyi birbirine eklerim
    Çıkıp gelir diye her an beklerim

    Hop oturup hop kalkardım yerimden,
    Neler geldi, neler geçti kalbimden.

    Acaba güneşim bugün doğmaz mı?
    Gelip de sevince beni boğmaz mı?

    Güldürmez mi sessiz ağlayanları?
    Yollarına ümit bağlayanları.

    İşte böyle şeyler düşünürken ben,
    Kapı tak tak diye çalındı birden.

    Hep çocuklar gelip gördü hâlimi,
    Hepsi öptü teker teker elimi.

    Nasıl görmemişim gözüm kararmış
    Çocuklar arasında o da varmış.

    Fark etmedim ellerimi öperken
    Arkasından gördüm onu giderken.

    Dedim: Aman yâ Rab bu nasıl iştir?
    Gördüğüm ya hayâl yahut da düştür.

    Düş ise uyumadan görülür mü?
    Hayâl ise ona hiç erilir mi?

    Sanki bir şimşek gibi geçip gitti,
    Bayram günü beni hüzne gark etti

    Kulağını çektim
    Bayram geçti, okul açıldı yine,
    Çocukların hepsi geldi yerine.

    O da çıkıp gelmiş hasret bitmişti,
    Sevinmiştim, kalbden kasvet gitmişti.

    Ayrılığı yüreğimi delerdi,
    Bir bakışı dünyalara değerdi.

    Herkes hayran olurdu edebine,
    Himmet umup baktım nurlu kalbine.

    Her zaman görürken benden vefayı,
    Bu sefer de ettim ona cefayı.

    Gidip kulağından hafifçe tuttum,
    Sopa alıp onu biraz korkuttum.

    Dedim: Unutmuşsun hepsini dersin,
    Şimdi seni dövsem bana ne dersin?

    Hep gezersin derse niçin bakmazsın?
    Dayak yemedikçe sen uslanmazsın.

    Dedi: Aman hocam, bir daha etmem,
    Dersi öğrenmeden bir yere gitmem.

    Dedim: Ya bir daha edersen böyle?
    Dedi: O zaman neylersen eyle!

    Dedim: Senin yüzünden ben yandım âh
    Dedi: Aman tevbe estağfirullah.

    Dedim: Neler çektim senin elinden?
    Dedi: Demesen de belli hâlinden.

    Dedim: Ama senden şikayet çoktur!
    Dedi: İftiradır, hiç aslı yoktur.

    Dedim: Ya gördüğüm suça ne dersin?
    Dedi: Kerimsin, elbet affedersin.

    Dedim: Affedeyim ben hangisini?
    Dedi: Ne olacak, affet hepsini!

    Asıl maksadım
    Görmeyince gönül divane olur,
    Hizmet etmek için pervane olur.

    Bulamaz derdine ilaç, bu şaşkın,
    Gece gündüz yanar nârıyla aşkın.

    Suya bakmak ile susuz kanar mı?
    Susuz kalan susayanı kınar mı?

    Gönül arzuluyor sohbetlerini,
    Ümitle bekliyor himmetlerini.

    Bütün ömrüm geçip gider hebâya,
    Gönül razı olmaz bir merhabaya.

    Himmet etmesini niyaz ederdim,
    Korkma sırrımızı saklarım derdim.

    Şudur benim için en büyük nimet,
    Kerem eyle kalbime teveccüh et!

    Bu fakire bir gün ecel gelirse,
    Murada ermeden kabre girerse!

    Geçtiğin yola kabrimi kazasın,
    O mübarek ayağını basasın!

    Kabrimin üstünde çiçekler bitsin,
    İlâhi aşkıma şahitlik etsin.

    Gizleyip kendini evliya eri,
    Dedi: Bende arama o cevheri.

    Dedim: Niçin kendini hep saklarsın?
    Nazar etsen kirli kalbi paklarsın.

    Kendini dostlardan bile gizlersin,
    Bir bakışla nice kalbler temizlersin.

    Dedi: O velinin adı Mevlana
    Himmet istiyorsan haydi git ona.

    Nedense teveccüh etmedi bana,
    Yalvarışlarım kâr etmedi ona.

    Ümit kestim yoktur bu derde derman,
    Ama gâfil gönül dinlemez ferman.

    Sen şâd ol
    Görünce iradem gitti elimden,
    Çıkıverdi hemen şunlar dilimden:

    Üstadım, bayramınız mübarek olsun,
    Mevlâ seni her beladan korusun!

    Hiç bir an solmasın, nur-i cemâlin!
    Artırsın daima, Hudâ kemâlin!

    Her zaman mübarek gönlün olsun şâd!
    Mühim değil, kölen etse de feryâd.

    Çok şükür ki, seni gördüm ey şahım,
    Sohbetini nasip etti Allah’ım.

    Bundan sonra ölürsem de gam yemem,
    Şu dünyada murat almadım demem.

    Nasıl olsa ölüm er geç gelecek,
    Yaşlısı, genci, herkes ölecek.

    Niyazım şu senden, ey kalbi- mâhım,
    Gönül tahtıma otur, padişahım.

    Ben, karşında durup, hizmet edeyim,
    Emir buyurduğun yere gideyim.

    Diyip, eteğini sürdüm gözüme,
    Tebessüm ederek baktı yüzüme,

    Dedi: Mazur gör de hemen gideyim,
    Gecikmeden sana veda edeyim,

    Hakka emanet ol haydi hoşça kal!
    Diyerek gidince, sanki oldum lâl.

    Gözlerim karardı, yıkıldım yere,
    Mevlâ, bu fakire sabırlar vere!

    Bayram ettim
    Yine bir gün gördüm o servinâzı,
    Yüzüm yere koyup ettim niyâzı.

    Dedim: Nurlu kalbin değer cihana,
    N’olur bir teveccüh lütfeyle bana!

    Hani bir veliye etmişsin hürmet,
    O da sana bakıp etmişti himmet.

    İşte, kavuştuğun o feyizlerden,
    Âcize bir hisse isterim senden.

    Kabul oldu bu fakirin niyazı,
    Acıyıp hâlime olmuştu razı.

    Gözlerimden yaşlar sel gibi aktı,
    Üstadım hâlime şefkatle baktı.

    Başlamıştı hikmet saçan sözüne,
    Utancımdan bakamadım yüzüne.

    Sohbet edebini gözetemedim,
    Nurlu cemalini seyredemedim.

    Beni öyle inim inim inletti,
    Sözlerini seve seve dinletti.

    Namazın nasıl miraç olduğunu,
    Her kötülüğe ilaç olduğunu,

    Kalbe şifa verdiğini anlattı,
    Tesirli sözüyle beni ağlattı.

    Bir saat dinledim, şaşırıp kaldım,
    Bu kısa sohbetten çok feyiz aldım.

    Onun ilmi elbet lütfü Hudâ’dır,
    Sohbetleri paslı kalbe devadır.

    Bir veliyle sohbet, ne büyük nimet,
    Bugün âciz bayram etti nihayet.

    Hak vergisi
    Edeyim üstadın vasfını beyan,
    Elbet nasip alır bunu anlayan!

    Gönül bahçesinin bir tek gülüdür,
    Ârifler bağının mor sümbülüdür.

    İlim bostanının serv-i revanı,
    Tebessümü değer bütün cihanı.

    Yeşiller giyinir, gonca misâli,
    Bu fakir arzular her an visâli.

    Yaşı on beşine yeni girmiştir,
    Hak ona sayısız nimet vermiştir!

    Yaratan beğenmiş, onu seçmiştir,
    O da bütün makamları geçmiştir!

    Evliyalık nuru belli olurdu,
    Kalbinden Allah sesi duyulurdu.

    Neler ihsan etmiş hazret-i Mevlâ,
    Onu vermemiştir binde bir kula.

    Üç şey vardır, ona kolay erilmez,
    Bid’atçiye bu nimetler verilmez.

    Bunun biri Hudâ muhabbetidir,
    Biri de salihlerin sohbetidir.

    Üçüncüsü ise güzel ahlaktır,
    Bunları bahşeden cenab-ı Haktır.

    Seçtiğine verir bunları Mevlâ,
    Bir anda yükseltir, eder evliya!

    Bir kul yükselirse, böyle ihsanla,
    Hakkın kudretini buradan anla.

    Üstadın hastalığı
    Bu gece korkulu rüya gördüm,
    Telaşla uyandım, çoğaldı derdim.

    Ne yapayım, diye düşünürken ben,
    Baktım çıkageldi, babası hemen.

    Dedim: Sabah vakti ne hâldir böyle?
    Yaramaz bir şey mi oldu tez söyle!

    Dedi: Oğlum hastalandı bu gece,
    Birden ağırlaştı, korktuk iyice,

    Bu durumu size haber verelim
    İstersen beraber hemen gidelim!

    Vücudum âniden yere çakıldı,
    Sandım ki başıma dünya yıkıldı.

    Kim dayanır böyle kara habere,
    Gark etti beni kederden kedere.

    Düşe kalka gidip evine vardım,
    Eşiğe yüz sürüp kapıya vurdum.

    Kapı açılınca lalası çıktı,
    Yaşlı gözler ile âcize baktı.

    Müsaade alıp içeri girdim,
    Onu baygın halde yatarken gördüm.

    Yanına diz çöküp tuttum elinden,
    Ölü gibi, habersizdi kendinden.

    Sanki yanıyordu, ateşi çoktu,
    Yanında kimler var haberi yoktu.

    Bildin mi beni dedim, ağlayarak,
    Haydi gözünü aç, kim gelmiş bir bak!

    Büyük anası, dizini döverek,
    Gözlerinden kanlı yaşlar dökerek.

    Dedi: Tanıyamaz, aklı gitmiştir
    Bizi dünden beri deli etmiştir.

    Yemiyor, içmiyor, kapalı gözü
    İki gündür duyulmuyor hiç sözü

    Dün bir şeyi yoktu, okuldan geldi,
    Oynadı, neşesi yerinde idi

    Gece yatıp sabah kalkınca yine,
    Elbiselerini ister giyine.

    Bu işe vermedi hiç ehemmiyet
    Okula gitmeye gösterdi gayret.

    Babası der: Bugün okula gitme!
    Hastasın, kendini hiç harap etme!

    Demiş: Belki hoca azarlar beni,
    Babası der: Azarlamaz o seni.

    Yüzü kâh kızarır, kâh ağarırdı,
    Başı ise pek ziyade ağrırdı.

    Yardım etmek için gayret ederdi,
    Gelene gidene hizmet ederdi.

    Ayakta gezerdi bilmem ki n’oldu,
    Birden hastalanıp sararıp soldu.

    Demiş ağrıyan yeri bacısına,
    Sabreder katlanırım acısına,

    Sakın ha duymasın anamla babam,
    Benim için onlar çekmesin hiç gam.

    Bacısı anlattı bu hâli bize,
    Ben de olanları ilettim size.

    Dedim kolay değil, böyle bir acı,
    Sabretmekten başka yoktur ilâcı.

    Nine, yine ediyordu âhu zar,
    Hasta torununa ettikçe nazar.

    Ah oğul diyerek feryat ederdi,
    İşiten insanın aklı giderdi.

    Benim de yüreğim durmaz taşardı,
    Hastaya baktıkça aklım şaşardı.

    Kalmadı hiç sabrım, bitti güç kuvvet,
    Artık onu edip Hakka emanet.

    Çıkıp hemen düştüm süratle yola,
    Göz açıp bakmadan hiç sağa sola.

    Gam haneme gelip kaldırmadım baş,
    Gözlerimden akardı sel gibi yaş.

    Gece boyu bu hâl üzere oldum,
    Sabah vakti hemen yola koyuldum.

    Varıp eve sordum nicedir o mâh?
    Dediler: İyidir elhamdülillah.

    Ama kalbim gayet hızlı atıyor,
    Baktım yine dünkü yerde yatıyor.

    Yaklaşıp yanına tuttum elini,
    Hastalık ateşi bükmüş belini.

    Dedim: Tanıdın mı dün gelmiş idim,
    Dedi: N’oldu hiç farkında değildim?

    Dedim: Söyle bugün hâlin nicedir?
    Sararıp solmuşsun iki gecedir.

    Dedi: İki gündür başım ağrıyor,
    Öyle ki beynim hep parçalanıyor.

    Dedim: Gözünü açtın geçmiş ola,
    Şifa ihsan ede Rabbimiz Mevlâ.

    O ciğer pârenin büyük anası,
    Dövünmekten yıkılırdı yakası

    Sevgili yavrucuk dedi ki ona;
    Yaptığınız bu iş reva mı bana?

    Gözyaşıyla beni üzüyorsunuz,
    Ölürse diye mi ağlıyorsunuz?

    Ölüm, emri Haktır asla gam yemem,
    Kalırsam hamd olsun Mevlâ’ya her dem.

    Herkes ölmek için gelmiş cihâne,
    Baş ağrısı buna olur bahâne.

    Nine, hep ağlarsın inceden ince
    Ecel bakar mı hiç, yaşlıya, gence?

    Tuhaf sözler söyler dalıp giderdi,
    Yakında yolculuk var hocam derdi.

    Dedi: Artık ben hareket edeyim,
    Atımı getirin hemen gideyim.

    Babası dedi ki: Nere gidersin?
    Hasta yatarken atı n’idersin?

    Dedi: Babacığım, eğerle atı!
    Durmam artık, geldi seyahat vakti!

    Dedi: iyi ol, bir kuzu alayım,
    Gezmen için seni kıra salayım.

    Kimi istersen onu al arkadaş!
    İstediğin gibi eğlen ve dolaş!

    Dedim: Dilersen beraber gidelim,
    Gönül hoşluğuyla seyran edelim!

    Dedi: Ben gidince gelmem bir daha,
    Kim bilir çıkamam belki sabaha.

    Dedim: Hayatım niçin böyle dersin?
    Bizi yalnız koyup nere gidersin?

    Dedim: Bazen kızıp vurmuştum sana,
    Hakkın çok üstümde helal et bana!

    Söylerken alnımdan soğuk ter aktı,
    Derinden ah çekip yüzüme baktı.

    Dedi: Helal olsun, ne hakkımız var?
    Hocanın vurduğu yeri yakmaz nâr.

    Yataktan kalkmaya gayret eyledi,
    Mushaf yok mu biraz okusam dedi.

    Dedim, sen zayıfsın, Mushaf ağırdır,
    Gücün kuvvetin yok, kolun ağrıtır.

    Hemen okumaya başladı ezber,
    Okudu sure-i Fethi o server.

    Dua edip elin sürdü yüzüne,
    O an herkesin yaş doldu gözüne.

    Dedi ki: Mushaf’ı getirin bana!
    Yüzümü, gözümü süreyim ona.

    Dalıp yine dedi: Getirin atı!
    Baksanıza geldi sefer saatı.

    Kalmadı artık hiç ağzımın tadı,
    İşte yaklaşıyor, gönül muradı.

    Davet ediyorlar, beni nimete,
    Getirin atımı, gidem Cennete.

    Daraldı canım, duramıyorum,
    Arzulanan yere varamıyorum.

    Yatakta dönerdi hep sağa sola,
    Kendinden geçerek bakardı yola.

    Neler gösterdi ki Allah gözüne,
    Görünüp âlem-i berzâh gözüne.

    Gecikmeden hemen gideyim derdi,
    Duramazdı, pek acele ederdi.

    Yine kendisine geldikte o mâh,
    İhlâs ile derdi, Amentü billâh

    Sonra dedi Lâ ilâhe illallâh
    Ardından Muhammedün Resulullah

    Üç oğlum vardı, bu birinci idi,
    Bir ipte dizili, dört inci idi.

    Dünyada olmadı benim muradım,
    Ben ölsem, o kalsa diye umardım.

    Belirdi yer yer, ölüm nişanı,
    Pek yaklaştı artık gidiş zamanı.

    Bu hâline annesi nasıl ki yanmaz?
    Parçalanır yürek, âha dayanmaz.

    Nasıl ağlamaz, ciğerparesine?
    Zavallı gönlünün eğlencesine.

    Evladı Muhammed, iki gözüydü,
    Baktığı kınalı bir kuzuydu.

    Güneşten sakınırdı gül yüzünü,
    Üstünden hiç ayırmazdı gözünü.

    Onun gibi oğul kaybeden ana,
    Bir daha nasıl bakar bu cihana?

    Herkesin gözleri dolmuş idi yaş,
    Nasıl dayanır yürek olsa da taş.

    Dedi: Oğullarını bir göreyim,
    Hakkınızı helal edin diyeyim.

    Acele gelsinler, git haberdar et!
    Ölürsem gitmeyim onlara hasret.

    Dedim ki: Sen de bir oğulsun bana,
    Dayanamam senden hiç ayrılmaya,

    Fakat arzun için hemen gideyim,
    Çocukları alıp sana geleyim.

    Hemen çıkıp yola düştüm süratle,
    Gelip gam haneme bin bir mihnetle.

    Oğullarım dedim, haydi tez koşun,
    Hasta, sizi ister, gidip görüşün!

    Yanında oturun, sözüne bakın,
    İzin vermedikçe gelmeyin sakın.

    Selamımı söyleyin ona benden,
    Dua etti deyin canı gönülden.

    Onlar gitti Muhammed’i görmeye,
    Ben yine başladım âh vah etmeye.

    Bir odadan ötekine girerdim,
    Kâh başımı, kâh dizimi döverdim.

    O an sicim gibi yağmur yağardı,
    Yağmur değil, ona gökler ağlardı.

    Baktım güneş batmış gibi göründü,
    O an cihan matemlere büründü.

    Oğullarım mahzun çıka geldiler,
    Kan ağladı hep bağrımız dediler.

    Dedim: Geçiyor mu kendinden yine?
    Ne söylüyor geldiğinde kendine?

    Dediler: Hep diyor ki, gidebilsem,
    Bu fani âlemi terk edebilsem.

    Ezberden Yasin okurdu durmadan,
    Amentü billâh derdi yorulmadan.

    Durmuyordu döşekte ve kucakta,
    Gözleri de hep yolda ve sokakta.

    Bakın geldi diye sayıklıyordu,
    Acep kimdi o, ne bekliyordu?

    Annesi bize dedi ki: Oğullar,
    Böyle bir acıyı görmeye kullar.

    Haydi gidin sizi evde beklerler,
    O gitti Hak size versin ömürler.

    Teslim etmek üzereydi canını,
    İşte böyle bıraktık son anını.

    Dayanamayıp bu vahim habere,
    Dengemi kaybederek düştüm yere.

    Gece karanlıkta çıktım çarşıya,
    Kim var diye bakıyordum karşıya.

    Kâh başımı, kâh göğsümü döverek,
    Mânâsız dolaştım, âh vâh ederek.

    Derdim, acep gitmiş midir Cennete?
    Kavuştu mu orada bol nimete?

    Kendi kendime böyle düşünürken,
    Uzaktan birini gördüm gelirken.

    Karaltı yaklaşıp geldiği zaman,
    Gördüm onun babasıymış o insan.

    Dedim: Evde ciğer köşen yatarken,
    Niçin geldin çarşıya böyle erken?

    Hastayı bırakıp nasıl gelirsin?
    Geceleyin burada nasıl gezersin?

    Gözümün nurunun ahvâli nice?
    Yoksa bir şeyler mi oldu bu gece?

    Dedi: Ağırlaştı yatsıdan sonra,
    Hiç durup eğlenmez oldu bir ara.

    Yatakta yatamaz, hep âh ederdi,
    Düşe kalka, sağa sola giderdi.

    Sık sık şöyle derdi: Amentü billâh,
    Muhammed hak resul ve birdir Allah.

    Göğsümün üstünde tuttum cananı,
    Yakın olmuş idi vermeye canı.

    Amcası bazen alırdı kucağa,
    Tutardık düşmesin diye ocağa.

    Annesi çıkıp gitti duramadı,
    Yanında daha fazla kalamadı.

    Kardeşi de üzülüp gitti hemen,
    Sadece amcası kaldı bir de ben.

    Bakardı kâh bana, kâh emmisine,
    Ecel kuşu konmuş tam ensesine

    Konuşamaz oldu artık lisanı,
    Bir ân önce uçmak isterdi canı.

    O anda amcası tuttu belinden,
    Yâ Allah sesini duyduk dilinden.

    Ve sağa bakıp gülümsedi bir an,
    Böylece Hakka teslim eyledi can.

    Amcası kucaktan koydu yerine,
    Sonra da haber verdi medarına.

    Getirip koydular onu meydana,
    Hepsi de başladı ahu figana.

    Artık sen sağ ol, o dünyadan gitti,
    Ayrılık ateşi canıma yetti.

    Evimi terk edip yollara düştüm,
    Yavru acısıyla avare düştüm.

    O an ona dedim: El hükmü lillah,
    Bize sabır vere, Cenab-ı Allah!

    Dünyaya gelenler göçecek elbet,
    Ecel şerbetini içecek elbet.

    Müslümanlar için ölüm nimettir.
    Bu masumun yeri elbet Cennettir.

    Âlem yas tuttu
    Babasını gördüm, gözü dolu yaş,
    Buna nasıl can dayanır arkadaş!

    Dedi: Başıma yıkıldı bu dünya,
    Dedim: Sabırlar ihsan ede Mevlâ!

    Dedi: Kuzucuğum gitti elimden,
    Dedim: Kim kurtulmuştur bu ölümden,

    Dedi: Gel şimdi yanına gidelim,
    Her ne iş varsa yardım edelim.

    Haber saldık o yerde cümle halka,
    Hazırlığa başladık, düşe kalka.

    Toplandı konu komşu ve çok insan,
    Akardı gözlerden yaş yerine kan.

    Kolumu sığadım, Hakka sığındım,
    Cenazesini ben kendim yıkadım.

    Oraya bütün halk cem olmuş idi,
    Avlular, sokaklar hep dolmuş idi.

    Matem tuttu, yer gök ve bütün cihan,
    Çünkü artık göçmüş idi o civan.

    Anası, babası ve akrabası,
    Cihanı kapladı hazin sedası.

    Yâ Rabbi, bu ne acıklı bir gündür,
    Yüreklere vurulmuş bir düğümdür.

    Aslında düğündür, bilenler için,
    O Cennete gitti, ağlanır niçin?

    Yakınları geldi, hep birer birer
    Ölüsünü sıra ile öptüler.

    Batıp gitti, gönlümüzün güneşi,
    Yaktı bizi ayrılığın ateşi.

    Defni
    Veda etti bu vefasız dünyaya
    Yıkayıp da götürdük musallaya,

    İmam oldum, namazın kıldırmaya,
    Niyet ettim, meyyit için duaya.

    Yüce Mevlâmıza ettim niyazı,
    Selam verip tamam ettim namazı.

    Dolaşır idi herkes çevresini,
    Taşımak için nur hazinesini.

    Defnedildiği yerdeki mezarlık,
    Beykoz’da ona derlerdi Anarlık.

    O veliye, kabri şehadet eder,
    Elbette bu masum Cennet ehli der.

    Çünkü kendini ilme vermiş idi,
    Şehitlik rütbesine ermiş idi.

    Muhabbet etmeseydi Rabbi-izzet,
    Onu masumken eder miydi davet?

    Hiç bulaştırmadan çirkef dünyaya,
    Göndermiştir onu hemen ukbâya.

    Kime nasip olur böyle bir nimet,
    Cihana gelip masum olarak gitmek.

    Henüz değil iken daha mükellef,
    Hak, evliyalıkla etti müşerref.

    Onu gören Rabbi hatırlıyordu,
    Baktıkça kalbine nur doluyordu.

    Dedim ki: Kerimsin yâ Rab, kerem et!
    Misafirindir o, eyle merhamet!

    Gelenler koydular onu kabrine,
    Sonra çekip gitti herkes evine.

    Ayrıldım
    Ağlıyorum çünkü, mahbub-u kibriyâdan ayrıldım,
    Yanıyorum çünkü o nur-i evliyadan ayrıldım.

    Nasıl yer ile bir olmasın ki bu nâçiz bedenim?
    Mazhâr-ı tecelli, vâris-i enbiyadan ayrıldım.

    Uçsuz bucaksız bir çölde garip ve kimsesiz kaldım,
    Marifet incileri saçan bir deryadan ayrıldım.

    Ayrılığı, yıkıp hep harap etti vücut şehrimi,
    Yıkıldım, viraneye döndüm, Süreyyâdan ayrıldım.

    Dünyalarım karardı, ışık saçan güneşim gitti,
    Zulmete boğuldum, Marifet-i guyâdan ayrıldım.

    Ben o cevher satıcısını kaybettim, gelmez artık,
    Karanlık gönlüme tabipti, dâr-üş-şifâdan ayrıldım.

    Güle aşık bülbül gibi, durmadan feryat ederim,
    Sermaye-i ticaret sunan ağniyâdan ayrıldım.

    Tasavvufu, edebi, hayâyı ondan öğrenmiştim,
    Gözüm hep kan ağlıyor sahib-i hayâdan ayrıldım.

    Sizler de dua edin, o civanın ruh-i pâkine!
    Hakkın seçip gönderdiği o asfiyâdan ayrıldım.


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: Gerçek bir aşk hadisesi

          Kategori: Aşk Hikayeler

          Konuyu Baslatan: AyMaRaLCaN

          Cevaplar: 0

          Görüntüleme: 1952

    Sinemde yanar dağlar bahçeler bağlar yetim
    Sensizken canım ağlar bensizken memleketim
    Özüme bir kez dokun gör nasıl birisiyim
    Aşka aşıkken bile memleket delisiyim

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş