Tasavvufun Anahtar Terimleri
Günümüzde İslami
bilimler dünyası ile gündelik hayat arasındaki bağların kopması
neticesinde Tasavvuf deyimleri olarak adlandırabileceğimiz zikir, vird,
âdâb , takvâ, verâ, zühd, ihlâs, mârifet, ilim, yakîn, maiyyet, seyr,
kurb, cezbe, vecd, mevâcîd, havâtır, ahvâl, tasarruf, teveccüh, himmet,
cem'iyyet, huzûr, hilâfet, mahbûbiyyet, ferdiyyet ve benzeri tasavvufî
terimler izaha muhtaç duruma düşmüştür.Tasavvufi literatürde ,
mutasavvıf,sufi, mürşid, mürîd,şeyh, velî, evliyâ gibi yaygın bilinen
terimler yanında kimi şahıslar hakkında, âbid, ârif, âşık, zâhid, ,
muttakî, ümmî, derviş, erbâb-ı dil, erbâb-ı kulûb, ricalullah,
ehlullah, ebdâl , büdelâ, evtâd, kutub, aktâb, gavs, havass, nücebâ,
murâd, muhlis, muhlas, mukarreb, müceddid, mükemmil, ricâl-i gayb,
üveysî, pîr, üstâd... gibi bugün karmaşık görünen bâzı tâbirler de
kullanılmaktadır.Bunlardan başka, muhtelif olağanüstü hâllere verilen
isimler ve mânâları da tasavvuf hakkında ön bilgisi olmayanlar için
anlaşılmaz gelebilmektedir.Bu sayfalarda tasavvufun anlaşılmasını
kolaylaştıracak bu terminoloji izah edilmeğe çalışılmıştır.
TASAVVUFUN ANAHTAR TERİMLERİ :
MUTASAVVIF : Gafletten uzak olarak yâni her an Hakk'ı zikreden,
kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allah’dan başka her şeyi
gönlünden çıkaran, rûhunu Hakk'ın zikri ile süsleyen tasavvuf ehli,
velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibine mutasavvıf denilir.
Abdülhak-ı Dehlevî : "Mutasavvıfların hepsi Ehl-i sünnettir. Bid'at
sâhiplerinden (dinin aslında olmadığı halde sonradan meydana çıkarılan
işlere ve uydurulan sözlere inananlardan) hiçbiri Allah'ın mârifetine
(O'nu tanımaya) yaklaşamamıştır. Velâyet (evliyâlık) nûrları bunların
kalplerine girmemiştir."demiştir.Abdülkâdir-i Geylânî şöyle
buyurmuştur: "Mürşid (rehber, doğru yolu gösterici) ve mutasavvıf,
Rabbi için her yönden ve her şeyden ayrılıp Allah’dan başkasına
tapınmayı, ibâdet etmeyi ve uymayı terk ederek, gayriye yönelmekten ve
meşgûl olmaktan kalplerini kurtararak, ihlâsla Hakk'a ibâdet eder ve
şeytana uymaz."
MÜRŞİD : Tasavvuf yolunda kendisinden önceki yetkili kişinin manevi
izni ile insanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle
getiren yâni olgunlaştıran tasavvuf terbiyesine ehil kişiye mürşîd
denilir. Mürşidin olgunluğuna işaret eden bir terim ise "mürşîd-i
kâmil"dir.
İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna
kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Rasûlullah
efendimizin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için
(doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan
mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların
yetişmesi ile vazîfeli olmayan velilerdir.
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle
kavuştuğunu belirtmiş, irfan anahtarının, Allah'ın sevdiklerini sevmek
olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî de; "Mürid, mürşidini ne kadar
çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid
vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahdır." demiştir.
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, bu konuda şöyle bir tavsiyede
bulunmaktadır: "Bir kimse kendisini irşâd edecek, doğru yolu gösterecek
bir mürşide ulaşamamışsa, büyük zâtların sohbet kitaplarını okusun ve
onlara uysun."
Seyyid Abdullah-ı Dehlevî ise, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil
(yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allah'ın
rızâsına kolayca erebileceğini ifâde etmiştir.
SİLSİLE : Tasavvufi yolların hepsinde günümüzdeki mürşidden
Rasulullaha kadar ulaşan bir manevi zincir söz konusudur.Bu zincirin
tarihen sağlıklı oluşu tasavvufi feyz ve bereketin intikalinde çok
önemlidir.Bir tasavvuf yolunun sağlamlığının en büyük delili sahih bir
silsileye sahip oluşudur.Tasavvufta "Allah’a giden yollar mahlûkatın
nefesleri sayısıncadır." anlayışı sebebiyle tarikat sayısında bir
sınırlama yoktur. İtikadi bakımdan kitap ve sünnete bağlı, ehl-i sünnet
ve’l-cemaat anlayışını benimseyen, ibâdet ve muâmelâtta İslâm’ın temel
esaslarını uygulayan ve manevi bir silsileye sahip mürşidler tarafından
temsil edilen tarikatlar hak tarikatlardır.Silsilenin tasavvufi önemine
uygun olarak bütün tarikatlar icazetname ve silsilename ile kendi
yollarındaki ruhani akışı kayıtlara bağlayarak belgelemişlerdir.
Mevlana Halid-i Bağdadi [K.S.]'in Kürdemir'li Şeyh İsmail Şirvani[K.S.]'e Verdiği İcazetÖrnek Bir Nakşbendiyye Silsilesi
MÜRİD:Tasavvuf yolunda bulunan, bir mürşide intisab ederek seyr u
sülûk ile manevi makamlarda yol almak suretiyle cemal mertebelerine
ulaşmak yolunda irade izhar eden demektir. Mürîdler Allah’a yakınlık
derecelerine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler ; nefsin
isteklerinden kaçınıp istemediklerini yapmaya çalışırlar. Bir müslüman
bir mürşide biat ederek iradesini izhar etttikten sonra mürşidin
kendisine vereceği tasavvufi talimat olan günlük zikir, tesbihat
dersini ifa etmeğe başlamak suretiyle tasavvuf yolunu adımlamağa
başlar.Bu yolun değişik duraklarında mürşidin göstereceği yeni
vazifeleri ( evrad, halvet,riyazet vs. ) yerine getirmekle yoluna devam
eder.
ZİKİR : Zikir, her işte Allah’ı hatırlamak, zihinde tutmak, yâd
etmek, unutmamak ve anmak,kendini gafletten kurtarmak, kulun Allah’ı
dille ve kalple anması anlamında Kur’an kaynaklı bir tasavvuf
kavramıdır.Gaflet de Allah’ı unutmak demektir. Bütün tasavvuf büyükleri
ve tarikat ricâli, zikri yollarının temel esası saymışlardır. Zikir,
çeşitli türevleriyle Kur’an’da 250‘den fazla yerde geçmektedir.
Kur’an’ın bizzat kendisi ve emirleri birer zikirdir. Bu yüzden Kur’an
bizzat kendisini ve namazı da zikir olarak adlandırmıştır.
Mutasavvıflara göre gerçek zikir, Allah’ı şiddetle sevmek, O’ndan nasıl
korkulmak gerekiyorsa öyle korkmak ve gaflet meydanından müşâhede
semâsına yükselmektir. Ya da Mezkûr yani Allah’dan başkasını
unutmaktır.Müzzemmil 73:8
Çünkü Allah "Unuttuğun zaman rabbını zikret! (hatırla)" (el-Kehf,
18/24) buyuruyor. Allah, Kur'ân-ı kerîmde Ra'd sûresi 30. âyetinde yine
şöyle buyuruyor: "İyi biliniz ki, kalpler, Allah'ın zikri ile itminâna,
râhata kavuşur." Bakara sûresinin 152. âyet-i kerîmesinde ise şöyle
buyrulmuştur: "(Kullarım!) Siz beni (tâat ile, beğendiğim işleri yapmak
sûretiyle) zikrederseniz, ben de sizi (rahmet, mağfiret, ihsân ve tövbe
kapılarını açmak sûretiyle) anarım."Kur’an’da iki tür zikir emri
vardır: Mutlak ve mukayyed zikir. Kur’an’da herhangi bir kayıt
belirtmeden mutlak mânâdave çok çok zikretmeyi emreden âyetler vardır.
(bk. Âlü İmrân, 3/41; el-Ahzâb, 3/41; el- Cum’a, 62/10) Bunların
emrettiği zikir, gafletin zıddı anlamındaki kalbî zikirdir. Allah’ın
adının anılmasını emreden (el-Müzzemmil, 73/8);ed-Dehr, 76/25) âyetler
ise kalbî mânâda zikre muvaffak olamayanlara dil ile zikretme kolaylığı
sağlamakta ve bir bakıma kalbî zikre alıştırma yaptırmaktadır. Zikirden
maksad Allah’ı hiç unutmamak olduğuna göre zikrin efdal olanı kalbî ve
hafî olanıdır. Ancak cehrî olarak yapılan zikirlerin herbirinin sâlikin
durumuna göre ayrı özellikleri vardır. Tevhid zikrinin kalbi masivâdan
temizlemede, lâfza-i celâl zikrinin kalbî zikre ermede ayrı bir yeri
vardır. Bunlardan hangisinin kime ne kadar yararlı olacağını mürşid
tayin eder.
Sünenü'l-Beyhekî'de geçen iki hadîs-i şerîfte de buyrulmuştur ki:
"Derecesi en yüksek olanlar, Allah'ı zikredenlerdir.", "Allah'ı
sevmenin alâmeti, O'nu zikretmeyi sevmektir."
Asr-ı saâdette bizzât Hz. Peygamber’in toplu zikir yaptırdığını
gösteren rivâyetler vardır. Ahmed b. Hanbel’in naklettiği bir olay
şöyledir:"Şeddâd b. Evs anlatıyor: Hz. Peygamber’le beraber bir evde
idik. Bize sordu:"İçinizde garib; yani ehl-i kitaptan bir kimse var
mı?" Biz: "Hayır" dedik.Sonra kapıyı kapatmamızı emretti ve şöyle dedi.
"Ellerinizi kaldırın ve Lâ ilâhe illallah deyin." Ellerimizi kaldırdık
ve lâ ilâhe illallah dedik. Sonra Hz.Peygamber: "Allah’a hamdolsun. Yâ
Rabbi, sen beni bu kelime ile gönderdin, bana bunu emrettin ve onda
bana cenneti vaad ettin. Sen vaadinden dönmezsin." dedi.Sonra da şöyle
buyurdu: "Sevinmez misiniz, Allah sizin hepinizi afvetti."(Müsned, IV,
124) Bu hadiste geçtiği gibi insanların tevhid kelimesi veya başka
ilâhî isimlerle zikretmek üzere bir araya gelmeleri sünnetteki
uygulamaya uygundur. Toplu zikrin asr-ı saadetteki bir başka örneği Ebû
Saîd el-Hudrî’den gelen bir rivâyette anlatılmaktadır. Bu rivâyete göre
Allah Rasûlü birgün halka teşkil etmiş bulunan bir sahabe topluluğunun
yanına vardı. Onlara niçin böyle oturduklarını sordu. Onlar da:
"Kendilerine başta İslâm olmak üzere pekçok nimetler veren Allah’ı
zikretmek için bir araya geldiklerini" anlattılar. Peygamberimiz
tekrar: "Siz gerçekten sadece Allah’ı zikretmek için mi toplandınız?"
diye ısrarla sorunca sahâbîler: "Vallahi sadece bu maksadla bir araya
geldik." diye yemin ettiler.
İmâm-ı Rabbânî; "Her vakit, Allah’ı zikr etmek lâzımdır. Kalpte
başka hiçbir şeye yer vermemelidir. Yerken, içerken, uyurken, gelirken,
giderken hep zikir yapmalıdır." demiştir. Cübeyr bin Nüfeyr; "Her an,
dilleriyle Allah’ı zikr edip, O'nu bir an unutmayanlardan herbiri,
güler bir hâlde Cennet'e gireceklerdir." demektedir. Zikir, cehrî ve
hafî olmak üzere iki kısımdır. Zikr-i cehrî, yüksek sesle Allah’ı
anmak, zikr-i hafî ise, gizli olarak ve kalb ile Allah’ı hatırlamaktır.
Zikir hakkında daha detaylı bir açıklama için bakınız: "Zikr :
Allah'ı Hatırlama"19.Yüzyılın Büyük Sufilerinden Kuşadalı İbrahim
Halveti [K.S.]nin "Zikr Hakkındaki Görüşleri"
Tasavvufi pratikte mürşidin zikir tavsiyesi hakkında reel bir örnek sunuyoruz:" İntisab ve Zikr Tarifi
EVRAD : Îtiyad, alışkanlık hâlinde nâfile olarak devamlı yapılan
ibâdet, tesbîh ve duâlara vird (çoğulu evrâd) denilir. İmâm-ı Gazâlî;
"Duâ, zikir, Kur'ân-ı kerîm okuma ve tefekkür (mahlûklardaki ve kendi
bedenindeki ince sanatları, düzenleri, birbirine bağlılıklarını
düşünerek, Allah'ın büyüklüğünü anlaması, insanın günâhlarını
hatırlayıp, bunlara tövbe etmesi lâzım geldiğini ibadetlerini ve
tâatlerini düşünerek bunlara şükretmesi gerektiğini hatırına
getirmesi), sabah namazından sonra, âhiret yolcusu kulun virdi
olmalıdır." demiştir. Yine İmâm-ı Gazâlî; "Okunmalarında fazîlet olduğu
bildirilen bâzı âyet-i kerîmeleri vird edinip, okumak da müstehabtır.
Fâtihâ, Âyete'l-Kürsî ve Bekara sûresinin son iki âyeti (Âmener-Resûlü)
bunlardandır. Kaylûle (öğleye doğru bir mikdâr uyumak da) gündüz
virdlerindendir." demiştir.
Mâlik bin Dînâr ise şunları söylemiştir: "Bir gece uyuya kaldım ve
evradımı yerine getirmedim. Rüyâmda birisi karşıma çıktı ve,
okuryazarlığın var mı? dedi. Var, dedim. Şu yazıyı okur musun? dedi ve
elime bir kâğıt parçası verdi. Kâğıtta; "Dünyânın geçici ve aldatıcı
nîmetleri, ölümsüz olarak yaşayacağın Cennet'in zevk ve safâsından seni
alıkoymuştur. Yâni geçici olarak zevk aldığın bu uyku, ebedî seâdetine
yarayacak ibâdetine mâni olmuştur. Uyan, namaz kıl ve Kur'ân-ı kerîm
oku. Zîra bunlar, uykudan hayırlıdır." yazılıydı."
EDEB : Her konuda haddini bilip, sınırı aşmamak, insanlara iyi
muâmelede bulunmak, sünnet üzere yâni Rasûlullah efendimizin buyurduğu
ve davrandığı gibi hareket etmek, hatâya düşmekten sakınılacak şey,
terbiye, güzel ahlâka da edeb denir.
Abdullah bin Mübârek, âlimler, edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini tanımasıdır demiştir.
Ebü'l-Berekât Emevî Hakkârî; "Edep, kulun, Allah’a karşı
vazîfelerini, vakitlerini nasıl değerlendireceğini, kendini O'ndan
uzaklaştıran şeylerden nasıl korunacağını bilmesidir." demiştir.
İmâm-ı Rabbânî ise; "Edebe riâyet etmeyen hiç kimse, Allah'a
kavuşamaz, yâni velî olamaz. Din büyüklerinin yolu baştan sona edeptir.
Namazın sünnet ve edeplerinden birini gözetmek ve tenzîhî bir mekrûhtan
sakınmak; zikir, fikirden (tefekkürden) üstündür." buyurmuştur.
Şems-i Tebrîzî ise; "Âdemoğlunun edebden nasîbi yok ise, insan
değildir. Âdemoğlu ile hayvan arasındaki fark budur. Gözünü aç ve bütün
Allah'ın kelâmının mânâsı, âyet âyet edepten ibaret olduğunu gör."
demiştir.
Kaynak: Tasavvuf ve Sufiler
[/SIZE]