Peygamber efendimizin (s.a.a) üstün ahlâkı ve güzel edebini yansıtan Kur’ân ayetlerinin büyük bir kısmı, emir ve yasak şeklinde sunulmuştur. Bu yüzden bu bölümde, Peygamberimizin (s.a.a) üstün ahlâkı hakkında bütünsel bir fikir veren, onun güzel edebine işaret eden, aynı zamanda Kur’ân ayetleriyle desteklenen örnekleri, onun (s.a.a) sünnetine dayanan rivayetlerden derlemeyi uygun gördük.
1- Meani’l-Ahbar adlı eserde Ebu Hâle Temimî’den, o da İmam Hasan b. Ali’den (ikisine de selâm olsun), diğer bir kanalda da İmam Rıza’dan, o da atalarından, onlar Ali b. Hüseyin’den, o Hasan b. Aliden (hepsine selâm olsun), başka bir rivayet kanalında da Ebu Hâlenin çocuklarından birinden, o da Hasan b. Ali’den (her ikisine selâm olsun) rivayet eder ki:
“Dayım Hind b. Ebu Hâle Peygamber efendimizi (s.a.a) iyi vasfeden biriydi. Ben de Peygamberin (s.a.a) vasıflarını özümseyip kalben bağlanırım diye onun bana Peygamberi anlatmasını çok isterdim. Bu yüzden Peygamberin (s.a.a) nasıl biri olduğunu ona sordum. Dedi ki:
“Resulullah (s.a.a) iri ve heybetli birisiydi. Yüzü on dördündeki ay gibi parlardı. Orta boylu birinden daha uzun, ince uzun boylu birinden daha kısaydı. Başı büyükçeydi. Saçları ne kıvırcık, ne de düzdü, hafif dalgalıydı. Saçlarını salıverdiği zaman ortadan ayırırdı. Topladığı zaman da kulak memesini geçmezdi. Parlak ve berrak renkliydi. Alnı genişti. Kaşları ince, uzun ve genişti, bitişik değildi. İki kaşının arasında sinirlendiğinde belirginleşen bir damar vardı. Bu damar öyle bir parlaktı ki, dikkat etmeyenler onu burnunun devamı sanırlardı. Sakalları gürdü. Yanakları düz ve az etliydi. Ağzı nispeten büyük ve genelde dudakları hafifçe açıktı. Dişleri beyaz ve seyrekti. Göğsünün ortasından karna uzanan kılları inceydi. Boynu ceylan boynu gibi güzel, gümüş gibi parlaktı.
Dengeli bir vücut yapısı vardı. Cüsseli ve sağlam yapılıydı. Karnı ve göğsü dümdüzdü. İki omzunun arası genişti. Eklemleri iriydi. Geniş göğüslüydü. Vücudu oldukça güzel ve uyumluydu. Boyun çukurundan göbeğine kıldan bir çizgi uzanıyordu. Bunun dışında memeleri ve karnı kılsızdı. Kolları, omuzları ve göğsünün üst kısmı daha kıllıydı. Bilekleri uzundu. El ayası genişti. Elleri ve ayakları iriydi. Dört bir yanı düzgündü. Kemikleri düz ve çıkıntısızdı. Ayaklarının altı çukurdu (düztaban değildi). Ayakları genişti, suya bassa altından su kaynıyor gibi olurdu. Yere bastığında tam basardı. Ayağını kaldırdığında tam kaldırarak yere sürtmezdi. Adımlarını denk atardı. Teenni ve vakarla yürürdü. Çabuk yol alırdı. Yürüdüğü zaman yokuş aşağı iniyormuş gibi yürürdü. Bir tarafa baktığında bütün vücuduyla o tarafa dönerdi. Bakışlarını yere indirirdi. Göğe baktığından çok yere bakardı. Bakışlarının çoğu anlıktı. Karşılaştığı kimseye ilk selâm veren o olurdu.”
“Ona dedim ki: ‘Şimdi de bana Peygamberimizin (s.a.a) konuşma tarzını anlat.’ Dedi ki:
“Sürekli hüzünlüydü. Devamlı düşünceli olurdu. Dinlenmesi ve rahatı yoktu. Uzun süre sessiz kalırdı ve gerekmedikçe konuşmazdı. Avurtlarıyla söze başlar ve avurtlarıyla sözü tamamlardı (açık ve net konuşurdu). En açıklayıcı ve anlamlı sözlerle konuşurdu, sözünde fazlalık ve eksiklik bulunmazdı. Yumuşak huyluydu. Kaba ve aşağılayıcı değildi. Az dahi olsa onun katında nimet değerliydi. Hiçbir nimeti kötülemezdi. Tattığı yiyecekleri yermediği gibi övmezdi de.”
“Dünya ve dünyalık şeyler onu öfkelendirmezdi. Hak çiğnendiği zaman da (gazabından) kimse onu tanımazdı ve onu alıncaya kadar kimse öfkesinin önünde duramazdı. Bir şeyi gösterdiğinde bütün eliyle işaret ederdi. Bir şeye hayret ettiği zaman elini ters çevirirdi. Konuştuğu zaman ellerini kavuşturur, sağ elinin ayasını sol elinin başparmağının ayasına vururdu. Bir şeye kızdığı zaman ondan yüz çevirir, gözlerini yumardı. Gülmesi genellikle gülümse şeklindeydi. Gülümsediği zaman inci dişleri görünürdü.”
Şeyh Saduk der ki: “Buraya kadar olan kısım, Kasım b. Menî’in İsmail b. Muhammed b. İshak b. Cafer b. Muhammed’den aktardığı rivayettir. Sonuna kadar geri kalan kısmı ise Abdurrahman’ın rivayetidir.”
İmam Hasan (a.s) der ki: “Bu rivayeti bir süre Hüseyin’e (a.s) açmadım. Sonra ona anlattım. Baktım ki, o bu rivayeti benden önce duymuş. Bunu nereden öğrendiğini sordum. Baktım ki, babasından (a.s) Peygamberimizin (s.a.a) girişini, çıkışını, oturuşunu, şeklini sormuş, Peygamberimizle (s.a.a) ilgili olarak öğrenilmesi gereken hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.”
İmam Hüseyin (a.s) dedi ki: “Babama Peygamberimizin (s.a.a) bir yere nasıl girdiğini sordum. Buyurdu ki: Peygamberin (s.a.a) eve girmesi kendi elinde olan bir durumdu (dilediği zaman eve girerdi). Evine girdiği zaman zamanını üç kısma ayırırdı. Bir kısmını Allah için, bir kısmını ailesi için, bir kısmını da kendisi için ayırırdı. Sonra kendisi için ayırdığı kısmı kendisi ile insanlar arasında pay ederdi. Bunu özel dostları aracılığı ile bütün halka teşmil ederdi. Bu zamandan, onlardan esirgeyip sırf kendine sakladığı zaman olmazdı.”
“Günlük hayatının ümmete ayırdığı kısmında faziletli kimselere öncelik vermesi onun (s.a.a) edebinin bir göstergesiydi. Onları da dindeki değerlerine göre ayırırdı. İçlerinde kimisi bir, kimisi iki ve kimisi de daha fazla ihtiyaç sahibi olurdu. Durumlarına göre onlarla ilgilenirdi. Onların durumlarını düzeltecek, kendilerini islâh edecek şeylerle uğraşmaya yöneltirdi. Ümmetinin hâlini sorardı. Onlar için gerekli olan şeyleri bildirmeye özen gösterirdi ve şöyle derdi: Burada bulunanlar benim sözlerimi bulunmayanlara bildirsin. İhtiyacını bana bildirmeye güçleri yetmeyenlerin ihtiyaçlarını bana bildirin. Çünkü bir yöneticiye, ihtiyacını bildirmeye güç yetirmeyen birinin ihtiyacını bildiren kimsenin kıyamet günü yüce Allah ayaklarını sabitleştirir. Onun yanında sadece bunlardan söz edilebilirdi. Hiç kimsenin bundan başka bir şey söylemesini kabul etmezdi. İnsanlar ihtiyaçlarını bildirmek için onun yanına girip çıkarlardı. Bir şey tatmadan evinden çıkan olmazdı. Aydınlanmış, hayra delâlet edebilecek bir hâlde evinden çıkarlardı.”
“Ona, Peygamberimizin (s.a.a) evinden çıkarken nasıl hareket ettiğini de sordum. Buyurdu ki: Peygamberimiz (s.a.a) kendisini ilgilendirmeyen meselelerle ilgili olarak konuşmaktan kaçınırdı. İnsanları kaynaştırırdı, ayırıp dağıtmazdı. Her kavmin saygın kişilerine saygı gösterir, onları kavimlerine yönetici olarak atardı. İnsanlardan sakınır, kendisini onlardan korurdu. Ama güler yüzünü ve üstün ahlâkına uygun davranışını hiç kimseden esirgemezdi. Ashabının hâl hatırını sorardı. İnsanları başka insanlardan sorardı. İyi işlerin iyiliğini vurgular ve onu güçlendirirdi. Çirkin işlerin çirkinliğini söyler ve onu aşağılardı. İşlerinde ılımlıydı ve çelişkiye düşmezdi.”
“Halkın gaflet edip batıla eğilim göstermelerinden endişe ettiği için durumlarından gafil kalmazdı. Haktan hiçbir eksikliğe gitmez, hakkın sınırlarını da aşmazdı. İnsanlar içinde ona en yakın ve dost olanlar, insanların en hayırlıları olurdu. Müslümanların en çok hayrını isteyenler, onun katında en üstün konuma sahip olurdu. Katında en saygın yere sahip olanlar, yardım ve destek bakımından en güzel örneği sergileyen kimseler olurdu.”
İmam Hüseyin (a.s) der ki: “Ona (babam Hz. Ali’ye a.s), Peygamber efendimizin (s.a.a) oturuşunu da sordum. Buyurdu ki: Allah’ı anmadan oturmaz ve yerinden kalkmazdı. Bir mecliste kendisine yer ayırmaz ve başkalarının da yer beğenip ayırmalarına engel olurdu. Bir kavmin oturduğu yere geldiğinde kimsenin oturmadığı boş bir yere otururdu ve insanlara da böyle davranmalarını emrederdi. Yanında oturan herkesle ilgilenirdi. Yanında oturanların hiçbiri, bir başkasının onun yanında kendisinden daha saygın ve daha değerli olduğunu düşünmezdi. Onun yanında oturan kimse, o oradan ayrılmadan yanında kalmaya devam ederdi. Ondan bir ihtiyacının giderilmesini isteyen kimse, ihtiyacını almadan veya en azından güzel bir söz duymadan dönüp gitmezdi.”
“Güzel ahlâkıyla bütün insanları kuşatmıştı. İnsanlara bir baba gibi davranırdı. Hak, söz konusu olduğunda bütün insanlar onun yanında eşitti. Onun oturduğu meclis, hilmin, hayânın, doğruluğun ve güvenilirliğin meclisi olurdu. Meclisinde sesler yükselmez, saygınlıklar çiğnenmezdi. Bir sürçme olduğunda onun tekrarı olmazdı. Orada oturanlar dengeli davranır ve sürekli olarak takva duygusuna bağlı kalırlardı. Mütevazı olur, büyüklere saygı gösterir, küçüklere merhamet ederlerdi. İhtiyaç sahiplerini kendilerine tercih eder ve yabancıları korurlardı.”
“Sonra, Peygamberimizin (s.a.a) oturuşlarındaki davranışı nasıldı? diye sordum. Buyurdu ki: Daima güler yüzlüydü. Yumuşak huyluydu. Yanındaki insanlara son derece yumuşak davranırdı. Kırıcı, kaba, gürültücü değildi. Çirkin söz söylemez, kimseyi ne ayıplar, ne de överdi. Hoşuna gitmeyen, canının çekmediği bir şeyden hoşlanmadığını belli etmezdi. Dolayısıyla ondan ümit kesilmezdi, ümit bağlayanlar ümitsizliğe kapılmazdı.”
“Üç şeyden uzak dururdu. Gösteriş, çok mal biriktirmek, kendisini ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenmek. İnsanlar hakkında da üç şeyden uzak dururdu: Hiç kimseyi yermez, ayıplamazdı; hiç kimsenin kusurlarını ve ayıplarını araştırmazdı; ancak sevabını umduğu şeyler hakkında konuşurdu. Konuşmaya başladığı zaman yanında oturanlar başlarının üzerinde kuş varmış gibi pür dikkat kesilirlerdi. Ancak o sustuktan sonra konuşmaya başlarlardı. Onun yanında laf dalaşına girmez, çekişmezlerdi. Birisi konuşunca diğerleri, o sözlerini tamamlayıncaya kadar seslerini keserlerdi. Onun yanında birbirlerinin sırasını gözeterek konuşurlardı. Onların güldüğü şeye kendisi de gülerdi. Hayret ettikleri şeye o da hayret ederdi.”
“Yabancı bir kimsenin istekleri ve konuşması kabaca da olsa ona karşı sabırlı davranırdı. Öyle ki kimi kaba yabancılara karşı ashabı harekete geçer, onu Peygamberden uzaklaştırmak isterlerdi. Ama o, ‘Bir ihtiyaç sahibinin bir şey istediğini gördüğünüz zaman ona yardım edin.’ buyururdu. Bir nimetin karşılığında teşekkür mahiyetinde olmadığı sürece kimsenin övgüsünü kabul etmezdi. Hiçbir kimsenin konuşmasını kesmezdi. Ancak o kimse hakkın sınırlarını aştığı zaman ya onu böyle konuşmaktan nehyeder veya yanından kalkardı.”
“Ona Peygamberin (s.a.a) sükûtunu da sordum. Buyurdu ki: Onun sükûtu dört şeyden ileri gelirdi. Hilim, sakınma, değerlendirme, düşünme. Değerlendirmeye gelince; insanları gözlemleme ve onları dinleme şeklinde olurdu. Düşünmeye gelince; kalıcı ve yok olup gidici olanı düşünürdü. [Hilme gelince;] hilim ve sabır nitelikleri onda birleşmişti, hiçbir şey onu öfkelendirmez, metanetini kırmazdı. Sakınmaya gelince; dört şeyde kendisini gösterirdi: Güzele uyardı ki, insanlar onu örnek alsınlar. Çirkini terk ederdi ki, insanlar ondan kaçınsınlar. Ümmetinin islâhı üzerinde düşünürdü. Dünya ve ahiret hayrına olacak işleri yapardı.”
Mekarim’ul-Ahlâk adlı eserin müellifi bu hadisi Muhammed b. İshak b. İbrahim Taleganî’nin kitabından naklen aktarmıştır. Taleganî de bu hadisi güvenilir raviler aracılığıyla Hz. Hasan (a.s) ve Hüseyin’den (a.s) aktarmıştır. Bihar’ul-Envar adlı eserde şu açıklamaya yer verilir: “Bu rivayet meşhurdur. Birçok Ehlisünnet âlimi de bu hadisi eserlerinde rivayet etmişlerdir.”
Bu hadisin tümünün anlamını veya bazı bölümlerinin anlamını içeren başka rivayetler çok sayıdaki sahabîden de aktarılmıştır.
“Sonra kendisi için ayırdığı kısmı kendisi ile insanlar arasında pay ederdi…” Yani kendine ayırdığı vaktinde yalnız kalırdı, ama bu, insanlarla bütün irtibatını kestiği anlamına gelmezdi. Bilakis çok yakınında olanlar aracılığıyla insanlarla ilişkisini sürdürürdü, onların sorularına cevap verir, ihtiyaçlarını giderirdi. Kendine ayırdığı vaktinden, insanlardan esirgeyip kendisine sakladığı bir bölüm olmazdı.
“Bir mecliste kendisine yer ayırmaz ve başkalarının da yer beğenip ayırmalarına engel olurdu.” Burada kastedilen, başta veya önde olayım diye kendisi için özel bir yer seçmediğidir. Dolayısıyla hadiste geçen “Bir kavmin oturduğu yere geldiğinde…” ifadesi, bu cümlenin bir açıklaması gibidir. “Meclisinde… saygınlıklar çiğnenmezdi.” Yani, onun yanında insanların saygınlıkları ayıplanmazdı.
“Bir sürçme olduğunda onun tekrarı olmazdı. Yani yanında oturanlardan biri bir yanlışlık yapıp sürçtüğü zaman o hatayı onlara açıklar, böylece dikkat eder, ikinci kez o hataya düşmezlerdi.
“Onun yanında birbirlerinin sırasını gözeterek konuşurlardı. Bunun anlamı da ardından gelen, tâbidir. Kastedilen anlam şudur: Onlar birbirinin ardından sırayla konuşurlardı, birbirlerinin sözlerine müdahale etmez, birbirlerinin sözlerini kesmez, biri konuşurken gürültü çıkarmazlardı.
“Bir nimetin karşılığında teşekkür mahiyetinde olmadığı sürece kimsenin övgüsünü kabul etmezdi.” Yani bir başkasına verdiği herhangi bir nimetin karşılığı olarak teşekkürden başka hiçbir övgüyü kabul etmezdi. Hadiste geçen “mukâfi” kelimesi, “kâfee” fiilinden gelir, “karşılığını verdi” demektir. Ya da eşitlik anlamına gelen el-mukâfee kökünden türemiştir. Bu durumda, verdiği bir nimetin hakkı olan abartısız ve aşırılığa kaçmayan bir övgünün dışında hiçbir övgüyü hoş karşılamazdı, anlamı çıkar.
2- İhya’ul-Ulûm adlı eserde şöyle deniyor: “Peygamberimizin (s.a.a) konuşmaları son derece fasih ve tatlı idi… Özlü sözlerle konuşurdu. Konuşmasında eksiklik ve fazlalık olmazdı. Sözleri birbirine bağlı idi. Sözleri arasında duraklamalar olurdu. Bu duraklamalarda dinleyiciler sözlerini algılayıp anlama imkânı bulurlardı. Sesi gür ve son derece tatlı nağmeli idi.” [c.7, s.135)
3- et-Tehzib adlı eserde İshak b. Cafer’e, o da kardeşi İmam Musa Kâzım’a (a.s), o da dedelerine dayanılarak verilen bilgiye göre Hz. Ali (a.s) şöyle diyor: “Peygamberimizin (s.a.a) şöyle dediğini duydum: Ben üstün ve güzel ahlâk örnekleri ile gönderildim.”
4- Mekarim’ul-Ahlâk adlı eserde verilen bilgiye göre Ebu Said Hudrî şöyle diyor: “Peygamberimiz (s.a.a) evden dışarı çıkmamış utangaç bir genç kızdan daha da utangaçtı. Hoşlanmadığı bir şey olunca, bunu onun yüz ifadesinden anlardık.” [s.17]
5- el-Kâfi adlı eserde Muhammed b. Müslim’e dayanılarak verilen bilgiye göre İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor: “Bir gün bir melek Peygamberimize (s.a.a) gelerek dedi ki: ‘Allah seni mütevazı bir kul peygamber olmak ile padişah peygamber olmak arasında serbest bırakıyor.’ dedi. Peygamber efendimiz (s.a.a) Cebrail’e baktı. Cebrail de ona eli ile, ‘Mütevazı ol.’ işaretini yaptı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a), ‘Mütevazi bir kul – peygamber olmayı tercih ediyorum.’ dedi. Yeryüzü hazinelerinin anahtarları yanında olan o melek de, ‘Böyle olman, Allah katındaki derecende hiçbir noksanlığa yol açmaz.’ dedi.” [c.2, s.122, h:5]
6- Nehc’ül-Belâğa adlı eserde verilen bilgiye göre Hz. Ali (a.s) şöyle diyor: “Temiz ve pâk Peygamberini (s.a.a) örnek al (ona uy). Dünyada… ağız dolusu bir lokma yemediği gibi, gözünün ucuyla bile bakmadı ona. Dünya ehlinin bedeni en zayıf ve karnı en aç olanıydı (karnı dünyadan yana boştu). Dünya ona olduğu gibi sunuldu, fakat onu kabul etmedi. Allah’ın bir şeyden nefret ettiğini öğrenince o da ondan nefret etti, bir şeyi küçümsediğini öğrenince o da onu küçük gördü. Eğer Allah’ın nefret ettiğini sevmekten ve küçük gördüğünü yüceltmekten başka kusurumuz olmasa bu kusur, Allah’a isyan etme, O’nun emrine karşı çıkma bakımından tek başına yeterli bir kusurdur. Peygamber (s.a.a) yerde yemek yer, köleler gibi otururdu. Ayakkabısını kendi eli ile tamir ederdi. Çıplak sırtlı merkebe biner ve birini de arkasına bindirirdi.”
“Evinin kapısında asılı perdede bir resim görünce, eşlerinden birine, ‘O resmi kaldır. Çünkü ona baktığımda dünya ve onun cazibeleri aklıma geliyor.’ derdi. Kalbi ile dünyadan yüz çevirmişti. Onun nefsindeki anısını öldürmüştü. Bu yüzden onun süslerinin gözünden uzak olmasını istiyordu. Böylece dünyanın süslü elbiselerini heves etmek, dünyada yerleşmeyi düşünmek ve dünyadan makam ummak istemiyordu. Dünyayı gönlünden çıkarmış, kalbinden sıyırmış ve gözünden uzaklaştırmıştı. Bu böyledir; insan bir şeyden nefret edince, ona bakmaktan ve onun yanında anılmasından da nefret eder.”
7- el-İhticac adlı eserde Musa b. Cafer’in (a.s) babasından, onun da dedelerinden, onların da İmam Hasan’dan (a.s) naklederek verdikleri bilgiye göre İmam Ali (a.s) uzun bir rivayetin bir yerinde şöyle buyurmuştur: “Peygamberimiz (s.a.a) öyle çok ağlardı ki, namaz kıldığı yer ıslanırdı. Hiçbir günahı olmadığı hâlde Allah’tan korktuğu için ağlardı…” [c.1, s.331, en-Nu’man Yayınevi]
8- el-Menakıb adlı eserde şöyle deniyor: “Peygamberimiz (s.a.a) yorgun düşene kadar ağlardı. Kendisine, ‘Senin önceki ve sonraki bütün günahların affedilmiş değil mi?’ diye sorulduğunda, ‘Ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ karşılığını verirdi. Peygamberimizin (s.a.a) vasîsi olan Hz. Ali (a.s) de ibadetleri sırasında böyle yorgun düşerdi.”
Söylemeliyim ki Peygamberimize (s.a.a) bu soruyu soran kimse, ibadetin amacının azaptan kurtulmak olduğu faraziyesine dayanıyordu. Rivayetlere göre bu tür ibadet kölelerin ibadetidir. Peygamberimizin (s.a.a) verdiği cevap ise, ibadetin Allah’a şükretmek maksadı ile yapılması gerektiği ilkesine dayanıyor ki, bu da seçkinlerin ibadetidir ve ibadetlerin başka ve farklı bir çeşididir. Ehlibeyt İmamlarından (Allah’ın selâmı onlara olsun) gelen rivayete göre, öyle ibadetler var ki, azap korkusu ile yapılır. Bu ibadetler kölelerin ibadetidir. Öyle ibadetler var ki, sevap arzusu ile yapılır. Bu ibadetler tacirlerin ibadetidir. Öyle ibadetler de var ki, Allah’a şükretmek için, bazı rivayetlere göre ise Allah sevgisinin etkisi ile, diğer bazı rivayetlere göre de Allah buna lâyık olduğu için yapılır. [bkz. Bihâr’ul-Envâr, c.70, s.255, h:7]
9- İrşad-i Deylemî adlı eserde şöyle yer alır: “İbrahim Peygamber (a.s) namaz kılarken Allah korkusunun etkisi ile, korkuya kapılmış kimselerin seslerine benzer bir ses çıkarırdı. Peygamber (s.a.a) de öyle yapardı.”” [c.1, s.105]
10- Ebu’l-Futuh tefsirinde Ebu Said Hudri’den şöyle nakledilir: “Yüce Allah, ‘Ey inananlar! Allah’ı çok zikredin.’ (Ahzâb, 41) ayetini indirdiğinde, Peygamberimiz (s.a.a) o kadar çok Allah’ı zikretmeye daldı ki, kâfirler, ‘Bu adamı cinler çarptı’ dediler.”
11- el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zeyd Şehham’dan İmam Cafer Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakleder: “Peygamberimiz (s.a.a) her gün yetmiş kere Allah’a tövbe ederdi.” Kendisine, “Peygamberimiz (s.a.a) ‘estağfirullahe ve etûbu ileyhi (Allah’tan af diler, ona tövbe ederim)’ diyerek mi tövbe ederdi?” diye sordum. İmam bana, “Hayır, etûbu ilellah (Allah’a tövbe ederim) derdi” karşılığını verdi. Kendisine, “O tövbe ettikten sonra günah işlemezdi. Biz ise tövbe ediyor, fakat arkasından yine günah işliyoruz” dedim. Buyurdu ki: “Allah yardımcımız olsun.” [Usûl-i Kâfi, c.2, s.432]
12- Mekarim’ul-Ahlâk adlı eserde Kitab’un-Nübüvvet adlı eserden aktarılarak verilen bilgiye göre İmam Ali (a.s) Peygamberimizi (s.a.a) tanıtırken şöyle derdi: “O insanların en cömerdi, en cesuru, en doğru sözlüsü, en ahdine sadık olanı ve en yumuşak huylusu idi. Yakınları da en saygın yakınlardı. Onu ilk görenler, ondan korkup çekinirlerdi. Onunla oturup kalkarak onu tanıyanlar onu severlerdi. Ben, ne ondan önce ve ne ondan sonra onun gibi birini görmedim. Allah’ın selâm ve rahmeti onun üzerine olsun.” [s.18]
13- el-Kâfi adlı eserde Ömer b. Ali’ye dayanılarak verilen bilgiye göre İmam Ali (a.s) şöyle dedi: “Peygamberimizin (s.a.a) yeminlerinden biri ‘Lâ ve’s-teğfirullahe (Hayır, Allah’tan af dilerim.)’ şeklinde idi.” [Fürû-i Kâfi, c.7, s.140]
14- İhya’ul-Ulûm adlı eserde verilen bilgiye göre, Peygamberimiz (s.a.a) şiddetli vecde geldiği zaman sık sık mübarek sakalını sıvazlardı. [c.7, s.140]
15- Yine aynı eserde şöyle deniyor: “Peygamberimiz (s.a.a) insanların en cömerdi idi. Yanında dinar ve dirhem diye hiç para kalmazdı. Eğer elinde bir şey kalır da onu birine vermeden akşam olurduysa, onu ihtiyacı olan birine vermeden evine gitmezdi. Allah’ın kendisine verdiklerinden sadece yıllık geçimini karşılayacak kadarını alırdı. Bunlar da en ucuzundan bir miktar arpa ve hurma olurdu. Diğerlerini Allah yolunda harcardı.”
“Kendisinden ne istenirse verirdi. Sonra yıllık geçimi için sakladığı azığa döner, onu da muhtaçlara vererek onları kendinden öne geçirirdi. Öyle ki, birçok zaman dünya malından kendisine bir şeyler gelmemiş olurduysa, yılsonu gelmeden muhtaç duruma düşerdi. Kendisine ve dostlarına zararı dokunsa da hakkı yerine getirirdi. Düşmanları arasında korumasız gezerdi. Dünyanın hiçbir işi onu korkutmazdı.”
“Fakirlerle oturup kalkar, yoksullarla birlikte yemek yerdi. Faziletli kimseleri ahlâkları yüzünden üstün tutar, şerefli kimselere iyilik ederek onlarla yakınlık kurardı. Yakınları ile sık sık görüşür, fakat onları kendilerinden daha faziletli olan kimselere tercih etmezdi. Hiç kimseye zulmetmez, hakkını çiğnemezdi. Özür beyan edenlerin mazeretlerini kabul ederdi.”
“Köleleri ve cariyeleri vardı. Fakat yemekte ve giyimde kendini onlardan üstün tutmazdı. Bütün zamanını ya Allah için bir amel işleyerek veya kendi için faydalı olan bir iş yaparak geçirirdi. Dostlarının bahçelerinde gezintilere çıkardı. Hiç kimseyi fakir ve hastalıklı olduğu için küçümsemezdi. Hiçbir padişahtan da padişah olduğu için korkmazdı. Her ikisini (padişahı da, fakiri de) aynı üslûpla Allah’a çağırırdı.” [c.7, s.120]
16- Yine aynı eserde şöyle deniyor: “Peygamberimiz (s.a.a) insanların en zor öfkeleneni ve en çabuk hoşnut olanı idi. İnsanlara insanlarn en şefkatlisi, insanlar için insanların en hayırlısı ve insanlara insanların en yararlı olanı idi.” [c.7, s.115]
17- Yine aynı eserde şöyle deniyor: “Peygamberimiz (s.a.a) sevinince ve hoşnut olunca, insanların en güzel hoşnut olanı idi. Öğüt verirken ciddî idi. Öfkelendiğinde ki yalnız Allah için öfkelenirdi, öfkesine hiçbir şey karşı koyamazdı. Bütün işlerinde böyle idi. Başına bir dert geldiğinde, işi Allah’a havale eder, kendinde güç-kuvvet olmadığını belirtir ve Allah’tan kurtuluş yolu göstermesini isterdi.”
Söylemeliyim ki Allah’a tevekkül etmek, işleri O’na havale etmek ve insanın güç-kuvvetten uzak olduğunu belirterek Allah’tan çıkış yolu göstermesini istemek, birbirine bağlı ilkelerdir ve hepsi birlikte aynı temel inançtan kaynaklanırlar. Bu temel inanç, bütün gelişmelerin Allah’ın yenilmez iradesine, sonsuz ve ezici gücüne dayandığı gerçeğidir. Kur’ân’da ve sünnette bu gerçeğe yönelik çağrı sık sık vurgulanmaktadır. Şu ayetlerde olduğu gibi, “Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” (İbrahîm, 12) “Ben işimi Allah’a havale ediyorum.” (Mü’min, 44) “Kim Allah’a tevekkül ederse, O ona yeter.” (Talâk, 3) “Biliniz ki, yaratmak da, emretmek de, O’a mahsustur.” (A’râf, 54) “Ve şüphesiz son varış Rabbinedir.” (Necm, 42) Kur’ân’da bu anlamda daha birçok ayet olduğu gibi bu konudaki rivayetler de sayılamayacak kadar çoktur.
Bu ahlâka sahip olmak ve bu edep kurallarını gözetmek, insana gerçeklerin mecrasını izleme ve realitelerle uyumlu işler yapma imkânı verir, onu fıtrat dinine bağlı tutar. Çünkü bütün işlerin Allah’ın iradesine dayandığı ilkesi, kesin bir gerçektir. Nitekim yüce Allah, “İyi bilin ki, bütün işler Allah’a döner.” (Şûrâ, 53) buyuruyor. Ayrıca bu düşüncenin başka önemli bir faydası da vardır ki, o da şudur: İnsanın sonsuz bir gücün ve yenilmez bir iradenin sahibi olduğuna inandığı Rabbine dayanması, onun iradesini güçlendirir ve azminin dayanaklarını pekiştirir. O zaman, insan önüne çıkan hiçbir engel yüzünden tökezlemez, hiçbir sıkıntı ve yorgunluk yüzünden azmi gevşemez, hiçbir nefsanî dürtünün ve hiçbir şeytanî vesvesenin, içinde uyandırdığı vehimler yüzünden yolundan dönmez.
Hz. Muhammed’in (s.a.a) Gündelik Hayatındaki Bazı Sünnetler ve Edep Kuralları
18- İrşad-i Deylemî adlı eserde şöyle deniyor: “Peygamberimiz (s.a.a) elbiselerini kendisi yamar, pabuçlarını kendisi diker, kölelerle birlikte yemek yer, yerde oturur, eşeğe biner ve arkasına birini bindirirdi. Ailesinin ihtiyaçlarını eve taşımaktan utanmazdı. Zenginlerle de, fakirlerle de el sıkışır, el sıkıştığında karşı taraf elini bırakmadıkça kendisi karşı tarafın elini bırakmazdı. Zengin-fakir, büyük-küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi. Çürük hurma olsa bile kendisine edilen ikramı küçümsemezdi.”
“Peygamberimiz (s.a.a) az masraflı geçinir, yüce karekterli, güzel geçimli ve güler yüzlü idi. Tebessüm eder, fakat gülmezdi. Mahzun görünüşlü idi, ama asık suratlı değildi. Alçak gönüllü idi, ama zillet görüntüsü vermezdi. Cömertti; fakat israfa kaçmazdı. İnce kalpli idi. Bütün Müslümanlara karşı merhametli idi. Çok yemek yediği için geğirdiği hiç işitilmemiş, hiçbir zaman hiçbir şeye karşı tamahkârlık göstermemiştir.” [c.1, s.115, Beyrut baskısı]
19- Mekarim’ul-Ahlâk adlı eserde şöyle deniyor: “Peygamberimiz (s.a.a) aynaya bakar, saçını ve sakalını tarardı. Kimi zaman [ayna bulamadığında] suya bakarak saçını düzeltirdi. Aile fertlerine karşı yaptığından daha çok ashabı için süslenirdi ve ‘Allah, kulunun arkadaşlarının yanına giderken hazırlanıp süslenmesini sever.’ derdi.” [s.34]
Allame Tabatabaî