1- Allah-u tealayı bana subut edermisiniz? Cevap: Allah’ın varlığı ile ilgili çeşitli delilleri zikretmek daha geniş bir fırsatı gerektirdiği için ziyaretçi defterinde bu önemli konuyu hakkınca ele almak ve incelemek mümkün değildir. Ama bununla beraber siz değerli arkadaşın isteğine saygımızı göstermek için size bazı tavsiyelerde bulunmayı gerekli gördük. 1. İnsandaki bilincin doruk noktası olan Allah’ı tanımak ve Allah’a inanmak, ruhta özel bir temizlik ve hazırlığın oluşmasına

Bu konu 9662 kez görüntülendi 32 yorum aldı ...
Ehl-i Beyt Ve Yöneltilen Sorular.. 9662 Reviews

    Konuyu değerlendir: Ehl-i Beyt Ve Yöneltilen Sorular..

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 9662 kez incelendi.

Sayfa 4 Toplam 4 Sayfadan Birinci ... 234
  1. #31
    NeCeSeN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    03.11.2011
    Mesajlar
    500
    Konular
    258
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    477
    @NeCeSeN

    Post Ehl-i Beyt Ve Yöneltilen Sorular..

    9- Ben hanefi mezhebinden olan bir ehli sünnet müslümanıyım. ve benim öğrendiğim kadarıyla hak olan mezhep dört tanedir. peki caferilik gerçekten hak mezhepmidir.eğer öyle ise neye dayanarak bu savunuluyor.

    Kur'an-i Kerim buyuruyor ki: "Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp bunların hepsi ondan sorumludur." (İsra : 36) Bu ayetten anlaşıldığı üzere insan bilgisi olmadan bir yargıda bulunması ve bir şeye bağlı olması caiz değil ve Allah karşısında böyle bir tutumundan dolayı insan mutlaka sorumlu tutulacaktır. Şimdi "dört mezhep haktır" görüşünü inceleyerek bu görüşün sağlam bir delilinin olup olmadığını araştıralım. 1. Dört mezhebin kurucuları şunlardan ibarettir:
    1- Ebu Hanife, Numan b. Sabit el-Kufi hicri 80'de doğmuş ve H. 150'de vefat etmiştir.
    2- Malik b. Enes, H. 93'de doğmuş ve Hicri 179'da vefat etmiştir.
    3. Muhammed b. İdris Şafii, H 105'de doğmuş ve H 204'de vefat etmiştir.
    4. Ahmed b. Hanbel H. 164'de doğmuş ve H. 241'de vefat etmiştir.
    Görüldüğü gibi bu dört mezhebin hepsinin temelleri peygamber (s.a.a)'dan en az yüz yıl sonra atılmaya başlamıştır. Birinci ve ikinci hicri yüzyılda Ehli Beyt'i ilmi mercii olarak bilenler, bundan sonraki dönemlerde olduğu gibi, şer'i konularda Ehli Beyt'e bağlı kalmışlardır.
    Ama Ehl-i Beyt'e bağlı olmayan Müslümanlar ise bu mezheplerden hiç birine bağlılık söz konusu olmadan yaşayıp dünyadan gitmişlerdir. Mezheplerin dörtle sınırlandırılması her hangi bir şer'i delile dayanmamaktadır. İkinci hicri yüzyıldan başlayarak Ehli Beyt'i ilmi mercii olarak kabul etmeyen Müslümanlar, çeşitli mezheplere bölünmüşlerdir. Böylece onlarca fıkhi mezhep ortaya çıkmıştır. Ancak Abbasi halifelerinin ve onlardan sonraki bazı yöneticilerin baskıları neticesinde bu dört mezhep resmi mezhep olarak yayılmış ve mezhepler dörtle sınırlandırılmaya çalışılmıştır.
    Meşhur ve muteber tarihçi Makrizi El-Hutet adlı eserinde bu husuta şöyle yazıyor:
    "Kadi Ebu Yusuf H. 170'de Abbasi Halifesi Harun Reşid tarafından kadılık makamına atandı; o işini sürdürerek başkadılık makamına kadar yükseldi. O bu makamda Horasan'dan tutun ta Şam'a kadar bütün beldelerde özellikle Ebu Hanife'yi taklit edenleri bu makama adamaya dikkat ediyordu. Böylece Hanefi mezhebinin yayılmasında Ebu Yusuf en büyük rolü oynadı." Doğuda Hanefi mezhebinin yayılmasıyla birlikte Batı'da (Afrıka'da) Ziyad b.Abdurrahman vasıtasıyla maliki mezhebi yayılmaktaydı. Makrizi diğer mezheplerin yayılmasına işaretle şöyle diyor: Daha sonra Mısır sultanı Baybaros Mısır'a Şafii, Maliki, Hanefi ve Hanbeli olarak dört kadı tayin etti. Baybaros 658'de saltanatı ele geçirmiş ve 676'da vefat etmiştir. Makrizi şöyle diyor: "H. 665 yılında Mısırda dört mezhebe bağlı dört kadının (hakimin) atanması ve bu işin sürdürülmesi üzerine tüm İslam beldelerinde dört mezhebin dışında resmi tanınan başka bir mezhep kalmadı. Bu mezheplerden başkasına bağlı olanlarla düşmanlık edildi; onlara karşı çıkıdı bu mezheplerden birine bağlı olmayan kimse kadı olarak tayin edilmedi hitabet, cemaat imamlığı ve tedris kürsüsü ona verilmedi.
    Bu müddet zarfında çeşitli fakihler de bu mezheplere uymanın farz ve diğer mezheplere uymanın haram olduğuna dair fetvalar verdiler..."
    İbn-i Futi'de El-havadisu'l Camia adlı eserinde 631 yılının olaylarını anlatırken mezheplerin dörtle sınırlandırılışının Abbasi Halifesi Müstansirubillah'ın emriyle Bağdat'taki Mustansariyye Medresesi'nde bu mezheplerden her birine bir tedris kürsüsü verilerek gerçekleştirildiğini açıkça vurguluyor.
    Bu husustaki tarihi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kısacası bu dört mezhebin hak olup diğer mezheplerin hak olmadığı fikri her hangi bir şeri delile dayanmamaktadır. Bu mezheplerin dörtle sınırlandırılmasında en önemli rolü zalim sultanlar oynamıştır.
    Kısaca söylemek gerekir ki tahkik ehline göre, dört mezhebin hak ve diğer mezheplerin batıl olduğuna dair her hangi bir delil ortada yoktur.
    Hatta bu mezheplerin kurucuları olan mezhep imamları bile ortaya koydukları görüşlerin (ki sonradan bir fıkhi mezhep haline gelmiştir) içtihattan ibaret olduğunu açıklamışlardır bunlar kendi içtihatlarının hak ve diğerlerinin geçersiz olduğunu iddia etmemişlerdir. Örneğin Hatip Bağdadi Meşhur tarih kitabında (13. cildinde) Mezahim b. Zefr'den naklediyor ki: "Ebu Hanife'ye "Bu verdiğin fetvalar ve kitaplarında yazdığın bu konular şüphesi olmayan hak mıdır?" diye sordum. Ebu Hanife: "Allah'a yemin ederim ki bilmiyorum. (Benim bu fetvalarım) şüphesi olmayan bir batıl da olabilir" dedi.
    Ehli Beyt imamları Ebu Hanife'nin içtihadının batıl temele dayandığını açıkça ifade ettikleri sabittir.
    Ebu Nueym, meşhur Hilye kitabında (c.3 s196) Amr b. Cemi' den şöyle nakleder: "Ben ve İbn-i Ebi Leyla ve Ebu Hanife, İmam Cafer Sadık'ın huzuruna gittik İmam: İbn-i Ebi leyla'dan "bu şahıs kimdir? diye sordu. Ebi Leyla din hususunda bilinçli bir şahıstır diye cevap verdi. İmam: "Şayet o dini kendi görüşüyle kıyas ediyor? (Mukayese yoluyla hükümleri çıkarmaya çalışıyor) dedi. O "evet" dedi. Sonra İmam kıyasın batıl olduğunu ispatlamak için ondan bazı sorular sordu Ebu Hanife İmam'ın sorularını cevaplayamadı. İmam, o soruların cevabını verdikten sonra şöyle dedi: Ey Nu'man (Ebu Hanife'nin ismi Nu'man'dır) babam, büyükbabamdan nakletmiştir ki, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Din işlerinde ilk kıyas (mukayese ve benzetme) yoluna giden İblistir (Şeytan'dır). Allah Teala ona: Adem'e secde et, dedi. O ise "Ben ondan daha üstünüm beni ateşten ve onu topraktan yaratmışsın (yani Şeytan ateşle toprağı birbirine mukayese ederek kendi üstünlüğünü ortaya koymaya çalışmıştır)" dedi. Her kim dinde kendi görüşüyle kıyas ederse Allah Teala onu kıyamet günü İblisle birlikte kılar. Çünkü o, kıyasta ona (İblis'e) uymuştur. Bu hadisi Ebu Nuaym başka bir senetle de nakleder bu ikinci nakilde şöyle der: İmam Cafer Sadık Ebu Hanife'den sordu ki: "Adam öldürmek mi daha büyüktür (büyük günahtır) yoksa zina mı? Ebu Hanife, adam öldürmek, diye cevap verdi. İmam dedi ki (Öyleyse neden) Allah Teala adam öldürmede (adam öldürmenin ispatında) iki şahidi yeterli bilmiştir; ama zinada dört şahit istemiştir.Yine İmam Cafer Sadık sordu ki "Namaz mı daha önemlidir yoksa oruç mu? O namaz diye cevap verdi. Bunun üzerine İmam şöyle dedi: "Öyleyse neden kadın hayız (adet) olduğu zamandaki orucunu kaza etmesi gerekir ama namazını kaza etmesi gerekmez? Yazıklar olsun sana kıyas nasıl doğru olabilir? Allah'tan kork ve dini kendi görüşünler kıyas etme." İbni Hallakan Ka'nebi'den naklediyor ki: Malik'in (Maliki mezhebinin İmamı) ölüm hastalığında yanına gittim selam vererek oturdum. Malik'in ağladığını gördüm. Neden ağlıyorsun? dedim. O nasıl ağlamayayım? Ağlamaya benden daha layık olan kim olabilir? Dedi Allah'a yemin ederim ki kendi görüşüm üzere fetva verdiğim her konuda bana bir kırbaç vurulmasını ve benim o fetvayı vermemiş olmamı isterdim. Keşke kendi reyimle fetvam olmasaydı... dedi."
    Diğer iki mezhepler için de aynı şeyler söz konusudur. Kendi içtihadı ve reyiyle fetva veren ve kıyasın temelini atan İkinci Halife Ömer'in bile "Din hakkındaki görüşlere kötümser olun; bizim görüşler zanna ve tekellüfe dayanır" dediğini İbn-i Hazm El- Muhella'da nakleder. Ebu Davud Secistani de kendi Sünenin'de Ömer'in "hak olan Peygamber'in sözüdür, bizim görüş ve sözlerimiz böyle değildir; bizim sözlerimizi bırakın" manasını ifade eden bir sözünü nakleder. (Oysa Ömer'in bizzat kendisi kıyas yoluyla hüküm çıkarmanın temelini atan şahıslardan sayılır. Ömer'in kendi valisi olan Ebu Musa Eş'ri'ye şöyle yazdığı nakledilmiştir: "Kur'an ve sünnette olamayan ve senin hatırına bir şey gelmeyen konularda çabuk fetva verme çok düşün ve benzeri konuları bil ve onları birbiriyle karşılaştır ve hakka daha benzer olanına kıyas et" -bk. Ebu İshak Şirazi Tebekatu'l-fukaha, İbn-i Kayyim, A'lam'ul Mukiin-) Kısacası yukarıda işaret edildiği üzere Ehli Beyt imamlarının bu mezheplerin dayandıkları temelin (kıyas)'ın batıl olduğunu açıkladıklarını nazara alarak ve bizzat söz konusu mezhep imamlarının bile, kendi görüşlerinin hak olmayacağını itiraf etmelerini göz önünde bulundurarak şöyle deriz: Dört mezhep haktır demek din adına büyük pervasızlık sayılır. Allah bizleri büyük yanılgılardan korusun. Ama Caferi mezhebine gelince iş tamamen farklıdır çünkü bu mezhep Peygamber (s.a.a)'nın Kur'an ve Ehli Beyt'e sarılmaya dair kesin emri doğrultusunda şer'i hükümlerde Ehli beyt'e uymayı esas almak temeli üzerine kuruludur. Bu mezhepte herhangi bir kıyas ve benzeri batıl yöntemlere başvurulmaz. Ehli Beyt imamları (12 masum imam) sadece Allah'ın onlara verdiği vehbi ilimle Allah'ın dinini her hangi bir zann, içtihat ve reye başvurmadan ortaya koymuşlarıdır. Caferilik veya başka bir ismiyle şia (Ehli Beyt mektebi) Peygamber'in ilmin kapısı olarak tanıttığı Hz. Ali ve onun soyundan olan masum imamlara uymak temeli üzere kuruludur. Bu fırkanın caferi olarak adlandırılması İmam Cafer Sadık'ın bu mezhebin tek imamı olmasından değildir; Emevilerin çöküşü ve Abbasilerin başa geçmesi döneminde meydan gelen gevşemenin İmam Cafer Sadık'ın dönemine rastlaması ve bu iki grubun (Abbasilerle Emevi'lerin) birbiriyle uğraşmasından dolayı meydana gelen nisbi rahatlıktan yararlanarak İmam Cafer Sadık'ın Şia'nın inançları ve fıkhı meselelerini beyan etmesinden dolayıdır.
    Söz fazla uzamasın diye şimdilik bu kadar yeter.

  2. #32
    NeCeSeN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    03.11.2011
    Mesajlar
    500
    Konular
    258
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    477
    @NeCeSeN

    Post Ehl-i Beyt Ve Yöneltilen Sorular..

    10- Takiyye nedir?

    Takiyye ve takva aynı kökten olup Arapça itteka ve veka kökünden alınmışlardır ve korunmak ve sakınmak anlamınadırlar. Şu farkla ki takiyye genelde insanlardan korkmak, sakınmak anlamında kullanılır.
    Takiyyenin fikhi anlamına gelince, Ehlibeyt mektebinin büyük fıkıh alimlerinden olan Şeyh Ansari Takkiye adli risalesinde Takiyye'yi söyle tarif etmiştir: "Takiyye başkasından gelebilecek zarardan korunmak için, ona hakka uygun olmayan bir söz veya davranışla uyum sağlamaktır." Başka bir ifadeyle takiyye bir kafir veya zalimin korkusundan kendi inancını gizleyip zahirde onunla uyum sağlamaya denir.
    Takiyye'nin meşru olduğunun delilleri:
    1. Kur'an:
    Allah Teala şöyle buyuruyor:
    "Firavun ailesinden olup imanını gizleyen bir adam şöyle dedi: Siz bir adam 'Rabbim Allah'tır diyor,' diye öldürecek misiniz..."(Gafir Suresi: 28)
    İmanı gizlemek takiyye ile mümkün olur ve bu ayette bu tavır övgü ile anılmıştır.
    Yine buyurmuştur ki:
    "Müminler müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur; ancak kafirlerden gelebilecek zarardan korunarak yaptığınız dostluk başkadır." (Ali İmran: 28) Yine buyurmuştur ki:
    "Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkar ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkara) zorlanan başka- fakat kim kalbini inkara açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır..." Nahl 106
    Bu ayetlerde takiyyenin meşru olduğu açıkça beyan edilmiştir.
    Gerçi bu ayetler kafirlere karşı takiyye konusunda nazil olmuştur, ancak hiç şüphesiz zalimlere karşı takiyyenin de meşruluğunu ispatlamaktadır. Çünkü her ikisinde de zalimden gelebilecek bir zarardan korunmak için kendi inancını gizlemek ölçüsü mevcuttur. Küfürle zulmün bu hükümde değişecek bir yönü yoktur.
    2. Hadis:
    Resulullah (s.a.a)'den nakledilen ve "Ümmetten iztirar (çaresizlik) durumlarının günahı kaldırılmıştır" diye nakledilen sahih hadis yine takiyye'nin meşruluğunu hiçbir kuşkuya yer bırakmadan ispatlamaktadır.
    İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
    "Takiyye müminin siperidir. Takiyyesi olmayanın imanı yoktur."
    Ehlibeyt imamlarından takiyyenin meşru olduğu hatta yerine göre (canı korumak vb. durumlarda) asla terk edilmemesi gereken bir farz olduğuna dair bir çok sahih hadis mevcuttur. İsteyen Kafi kitabını 2. cildine ve Vesailuşşia kitabının 16. cildine müracaat edebilir.
    Ehlibeyt mektebinin uleması arasında takiyyenin meşruluğu hakkında görüş birliği vardır.
    Şunu da hatırlatmak gerekir ki Şeyh Ensari'nin de takiyye adlı risalesinde açıkladığı üzere takiyye hüküm olarak beş kısama ayrılır:
    1. Farz takiyye (Korunması farz olan bir canı korumak için yapılan takiyye)
    2. Haram takiyye (Kendi canını korumak için başka birinin kanını dökmek durumundaki takiyye.)
    3. Müsatehap takiyye (riayet edilmediği taktirde fiili bir zarar söz konusu olmayan ama ileride zarara maruz kalmaya zemin hazırlayan takiyye)
    4. Mekruh takiyye
    5. Mubah Takiyye
    Takiyyenin hükümleri teferruatıyla Ehlibeyt mektebinin fıkıh kitaplarında yazılmıştır. İsteyenler bu fıkhi kaynaklara müracaat edebilirler.

  3. #33
    Kader - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.08.2008
    Mesajlar
    1.653
    Konular
    1155
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    1169
    @Kader

    Standart

    Güncelleme...

Sayfa 4 Toplam 4 Sayfadan Birinci ... 234

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş