Türkler, İslam dinini kabul ettikten sonra,Arap alfabesi Türkler arasında yayılmış ve Türkçe'ye uygulanmıştır. Arap alfabesinin Türkçe'ye uygulanması sırasında, yazım kuralları sürekli değişmiş, ancak Türkçe için kullanışlı bir yazı oluşturulamamıştır. Bu nedenle 19. yüzyılın ikinci yansında, basın ve yayın hayatının gelişmesine paralel olarak alfabe tartışmaları başlamıştır. Yazının kolaylaştırılması ya da alfabenin değiştirilmesi yönünde başlayan tartışmalar, Cumhuriyet dönemine kadar -zaman zaman yoğunlaşarak devam etmiştir.
Cumhuriyetsin ilk yıllarında devam eden tartışmaların sonunda Atatürk, alfabe konusunu inkılapları arasına alarak, 1928 yılında harf inkılabını gerçekleştirmiştir.
Okuma-yazmayı kolaylaştırmak, Türk milletinin eğitim ve kültür düzeyini yükseltmek, milli kültürü oluşturmak ve çağdaş uygarlığa yönelmek amacıyla yapılan harf inkılabı, başarıyla gerçekleştirilmiş ve bu amaçlara ulaşılmıştır
CUMHURİYET'TEN ÖNCEKİ GELİŞMELER
Türkler, tarih boyunca anayurtlarında ve yaptıkları akınlarda çeşitli topluluklarla ilişki kurmuş, bunlardan birçoğunu egemenlikleri altına almış,
Şamanlıktan Müslümanlığa kadar ardarda çeşitli dinleri kabul etmişlerdir. Bunun sonucu olarak da Türkçe'yi yazmak için, dillerinin kuruluşuna uygun olsun olmasın çeşitli etkiler altında birçok yazı sistemleri kullanmışlardır. Bunların ilki,Türklerin kendi buluşu olan Kök-Türk alfabesidir. 500 yıllarında oluşturulduğu sanılan bu alfabe ile yazılı ve tarih taşıyan ilk anıt, Orhun Irmağı çevresindeki Kültigin Anıtı'dır.
Bu yazı, Kök-Türk Devleti yıkıldıktan sonra (745), Yenisey ve Talaş ırmakları çevresinde -bozuk bir biçimde- X. yüzyıla kadar kullanılmıştır.
Batı'da da Hazar Türkleri tarafından XI. yüzyıla kadar kullanıldığı görülmektedir. Şaman dinine mensup Kök-Türkler'den sonra Uygur Türkleri, yeni bir Türk devleti kurduklarında (747-840), Soğdak, Mani ve Brahmi alfabelerinden oluşan Uygur Türkçesi geliştirmişlerdir. Orta Asya'da, Türkler arasında Uygur yazısı XI. yüzyıla kadar kullanılmış, Karahanlı Türklerinin X. yüzyılda İslamiyeti kabul etmeleri sonucu Arap harfleri benimsenerek Türkler arasında XI. yüzyılda yerleşmeye başlamıştır. Türkçe'nin yazıya geçirilmesinde hiç de elverişli olmamakla birlikte, Arap alfabesi Türkler arasında yüzyıllarca kullanılmıştır. Müslüman Türkler arasında Arap alfabesi yanında varlığını birkaç yüzyıl daha koruyabilen yalnızca Uygur Alfabesi olmuştur.
Osmanlı Devleti genişledikçe dilimizde Arapça ve Farsça'nın etkisi giderek artmıştır. İstanbul, hilafet merkezi olunca, Osmanlı Devleti daha çok İslam karakterini almış, bunun sonucunda Arapça'ya daha çok önem verilmiştir. Medreselerde Arapça'nın önemi artarken, Farsça da edebiyat dili olarak tutunmuştur.
Osmanlı Devleti'nde 1727 yılında matbaanın kurulması, Türkçe'nin önem kazanmasında etkili olmuştur. XVIII. yüzyılın ilk yarısında, orduya teknik eleman yetiştirmek amacıyla sivil okullar açılmış ve bu okullarda dersler Türkçe olarak verilmiştir. III.Selim ve II.Mahmut dönemlerinde askeri okullarda, çeşitli Avrupa dilleri arasında Türkçe'ye de yer verilmiştir.
Arap harflerinin değiştirilmesiyle ilgili ilk ciddi tartışmalar ve girişimler, 1860 yılından sonra başlamıştır. Çünkü Tanzimat döneminde yetişen ilk Türk aydın kuşağı, bilgilerini birikimlerini, fikirlerini halka yaymak amacıyla basın-yayın konusuna büyük önem vermiş ve ilk sivil gazetecilik girişimleri de bu dönemde başlamıştır. Basın-yayın hayatının doğmasıyla birlikte, ülkedeki okuma-yazma, dil, eğitim ve kültür sorunları gündeme gelmiş, dolayısıyla bu konulardaki en önemli araç olan alfabe ve dil aydınlar arasında tartışılmıştır.
Arap alfabesinin iyileştirilmesi konusunda ilk ciddi girişim, Münif Paşa tarafından başlatılmıştır. Münif Paşa, üyesi olduğu Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'de 1862'de verdiği konferansta; hareke kullanılmadığı için bir kelimenin çeşitli biçimlerde okunabildiğini, anlamları bilinmeyen bazı kelime ve özel isimlerin okunmasının mümkün olmadığını, dilimizdeki Arapça-Farsça kelimelerin terkiplerinin çokluğunun, okuma-yazmayı büsbütün zorlaştırdığını, büyük harf olmadığı için özel isimlerin diğerlerinden ayırdedilmediğini, Avrupalıların ise yazılarında böyle zorluklar olmadığı için, 6-7 yaşından başlayarak her insanın okuyup yazabildiğini, bizde ise yazımızı öğrenmenin zorluğu yüzünden halkın fikren terbiyesinin mümkün olmadığını belirtmiştir. Ayrıca, Arap harflerinin kitap basımı için de uygun olmadığını, diğer milletlerin 30-40 harfle istedikleri kitabı basabildiklerini, bizde düzyazı ile kitap basabilmek için bile, yüzlerce işarete ihtiyaç bulunduğunu savunmuş, aynı konferansta, Latin harflerinin kolayca okunup yazılmasındaki yararları belirtmekle birlikte, bu konuya fazla değinmeyip, yazı sistemindeki zorlukları gidermek için şu önerilerde bulunmuştur: Alfabenin kolay okunabilmesi için harflere işaretler konulmalı, yeni sesli harfler bulunmalı, harfler ayrık yazılmalı. Bu şekilde birkaç basit kitap yazılır ve bunların faydaları görülürse, yaygınlaştırılabilir.
Konferanstan 14 ay sonra Azerbaycanlı şair Ahunzade Feth Ali, Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'ye bir tasarı sunmuştur. Bu tasarıda; Arap harflerinin zorluğu, Arap harflerinin kullanılması için dini bir zorunluluk olmadığı ve yeni bir yazı sisteminin alınabileceği belirtilmiş, ancak Cemiyet bir rapor hazırlayarak, yüzyıllardır kullanılan bir yazının değiştirilmesinin zor bir iş olduğu sonucuna varmıştır. Bu konu üzerinde çalışan Encümen-i Daniş, 1763-1864 yılında Namık Kemal ile İran elçisi Melkum Han, bu konuyu Hürriyet gazetesinde tartışmışlardır. Melkum Han, ülkede eğitimin çok geri bir düzeyde olduğundan sözederek, Arap harflerinin sakıncalarını belirtmiş ve düzeltilmesi gerektiğini savunmuştur. Namık Kemal ise verdiği cevapta; alfabedeki değişikliğin zor olacağını, birçok kötülüklerin alfabeden değil, bilgi eksikliğinden kaynaklandığını, İngiliz, Amerikalı gibi milletlerin alfabeleri zor olmasına rağmen eğitimlerinin yüksek olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, harflerin biçimlerini bütünüyle bozmadan, iyileştirmeye karşı olmadığını, ama devletin, böyle birşeye yanaşmak istemediğini kaydetmiştir.
Harflerin sadeleştirilmesi ve kolaylaştırılmasını savunanların arasına, Terakki gazetesi yazarı Hayrettin Bey, Ebüzziya Tevfik ve Ali Suavi de katılır. İbrahim Şinasi 1869'da Avrupa'dan döndükten sonra bu konuyu ele almış, Arap harfleriyle nesih ve kûfi denilen yazı çeşitleri karması bir tür geliştirerek matbaada kullanılan 500'den çok harf kasasını 112'ye indirmiş ve kendi matbaasında eserlerini bu şekilde bastırmıştır.
Arap alfabesinin iyileştirilmesi konusunda, 1862-1876 yılları arasında yapılan tartışmalar ve girişimler incelendiğinde, harflerin değiştirilmesini savunanlara göre, iyileştirme yanlılarının çoğunlukta olduğu görülmektedir.
Tanzimat dönemi aydınları Arap yazısının yetersizliğini ve düzeltilmesi gerektiği konusunu tartışılabilir bir duruma getirmekten öte bir şey yapamamışlardır. Yapılan birşey daha varsa o da; Tasvir-i Efkâr'da birtakım yeni işaretlerin kullanılmış olmasıdır. Böylece kalıplaşan yazım kuralları ilk yarayı almıştır. Alfabe ile ilgili birşeyler yapmak gerektiği ortaya çıkmış, kullanılan yazıya karşı bir kuşku doğmuş ve bundan sonraki alfabe çalışmalarına zemin hazırlamıştır.
II. Abdülhamit döneminde, 1878 yılında Sivas Mebusu Mehmet Ali Bey'in Eğitimle ilgili tasarıyı Meclis'e sunması tartışmaları yeniden başlatmıştır.
Namık Kemal, basın hayatına atıldığı yıllardan başlayarak, gazetelerde, yazdığı makalelerde ve mektuplarında Arap harflerinin iyileştirilmesini savunurken, yazı değişikliğinin, özellikle Latin harfleri kullanılmasının şiddetle karşısında olmuştur. Bu dönemde tartışmalara katılanlar arasında Ebüzziya Tevfik, Hüseyin Cahit, Şemseddin Sami, Halit Ziya ve Mahmut Esat Efendi de yer alır.
Alfabe tartışmalarının sürdürülmesi sonucunda, bu dönemde yazım kuralları değişmeye başlamış, Türkçe sözcüklerde ünlülerin yazılması yoluna gidilmiş, her yazar kendine göre bir yazı sistemi geliştirmeye çalışmıştır. Bunların sonucunda, Edebiyat-ı Cedide dönemine (1896-1901) geçiş yıllarına rastlayan bir karışıklık ortaya çıkmıştır ki; artık işin özü genel ilkeler bir yana bırakılarak, tek tek sözcükler tartışılır hale gelmiştir.
1876-1908 yılları arasında, alfabe konusundaki tartışmaların ve görüşlerin geliştirilememesinin nedeni, siyasi koşulların elverişsizliği olmuştur. II. Abdülhamit'in istibdat yıllarında Arap harflerinde değişiklik ve yenilikler yapılması engellenmiştir.
II. Meşrutiyet döneminin başlamasıyla alfabe ve harf tartışmalarının yeniden şiddetlendiği görülmektedir. II. Meşrutiyet'in ilanından bir süre sonra, harf ve yazım kurallarını düzeltmek ve düzenlemek için, Maarif Bakanlığı tarafından komisyonlar oluşturulmuş, bunların yanısıra Islah-ı Huruf Cemiyeti gibi özel dernekler de kurulmuştur. Zamanla alfabe konusu, ülkedeki bütün aydınları ilgilendiren bir sorun haline gelmiştir. Bu alandaki görüşler; Arap harflerinin iyileştirilmesi ya da Arap harfleri bırakılarak Latin harflerinin kabul edilmesi olarak iki gruba ayrılmaktadır.
Huruf-ı Munfasıla denilen harflerin ayrıklığı sistemini, Dr. Milaslı Hakkı Bey, Cihangirli M. Şinasi, İsmail Hakkı, Edebiyatçı Ali Nusret, Ahmet Hikmet ve Celal Esad yazdıkları kitap ve makalelerle desteklemişlerdir.
Enver Paşa, 1913 yılında Harbiye Bakanı olunca, özellikle Ordu'da uyguladığı yazı reformu, Paşa'nın tehditlerine rağmen yürütülememiştir. Ayrık harflerle yazılan bu yazıya "Ordu Elifbası", "Hatt-ı Cedit", "Enver Paşa Yazısı" gibi adlar da verilmiştir. Harbiye Bakanlığı tarafından, bazı resmi genelgeler bu yazı ile yazılıp orduya gönderilmiş ve askerliğe ait birtakım küçük kitaplar basılıp yayınlanmıştır. Ordu'da bir süre uygulanan bu yazı sisteminden, savaş yıllarında eski alışkanlığı bozduğu ve bu yüzden işleri geciktirdiği şikayetleri üzerine vazgeçilmiştir.
Huruf-ı Munfasıla girişimlerinin başarısız olmasının nedenleri; bu konudaki önerilerin mantıklı bir temele dayanmaması, farklı bir nitelik taşımaması ve öğrenimde kolaylığı sağlayamamasıdır.
Bu dönemde, harflerin ayrık yazılması ya da iyileştirilmesi çabalarının yanısıra Arap harflerinin bırakılarak, yerine Latin harflerinin kabul edilmesi görüşü de ortaya atılmıştır. Bu konuda; Hüseyin Cahit, Abdullah Cevdet, Celal Nuri İleri, Kılıçzade Hakkı gibi yazarlar, Latin harfleri ve buna dayanan yeni bir alfabe sistemi konusunda hayli cesur yayınlar yapmışlardır. O dönemde bunları yazmak, büyük bir medeni cesarettir. Bir yandan; Arap harflerinin sanki Allah tarafından gönderilmiş olduğu, onunla okuyup yazmanın bir din gereği bulunduğu gibi boş bir inanç, öte yandan; Latin harfleri kabul edilirse, eski bilim ve kültürümüzün mahvolacağı, eski ile olan bağlarımızın büsbütün kopacağı fikri yaygındır.Bu sıralarda, Musullu Dr. Davut Bey, Mebusan Meclisi'ne bir tasarı sunmuş ve Latin harflerinin kabulünü önermiştir.
1910 yılında Tiranlı Arnavutlar, Latin harflerini kullanmak için sadrazamlığa başvurup izin isterler. Başvuru Şeyhülislamlığa gönderilerek fikri sorulur. Verilen cevapta; Kuran'ın Arap yazısından başka bir yazı ile yazılamayacağı ve okullarda okutulamayacağı bildirilir. Hüseyin Cahit, aynı yıl Tanin gazetesinde yazdığı "Arnavut Hurûfatı" başlıklı yazıda özetle; kullanmakta olduğumuz harflerin Türklük ve Müslümanlık'la ilgisi olmadığını, Türklerin kendi yazılarını bırakıp bunları sonradan kabul ettiğini, şimdiki Arap harflerinin Peygamber zamanında bile kullanılmadığını, Arnavutların Latin yazısını kullanmalarına izin verilmesini, ona engel olmak bir yana, mümkünse bizimde bu yazıyı kullanmamızın yerinde bir hareket olacağını yazmıştır."
Yine devlet baskısı olmakla birlikte, 1910-191 i yıllarında Latin yazısı iyice savunulabilir duruma gelmiş, II. Meşrutiyet döneminin ilk beş yılında (1908-1913) bu konudaki tartışmalar ve fikirler daha da genişlemiştir. Bunda; "Maarifin terakkisi", "Halkın cehaletten kurtarılması" konularının bir devlet politikası olarak kabul edilmesinin rolü büyüktür.
Kılıçzade Hakkı ve arkadaşlarının çıkardığı Hürriyet-i Fikriye dergisinde, "Latin Harfleri" başlığı altında bütünüyle Latin harflerinin kabulünü destekleyip öneren bir seri makale yayınlanmıştır. Bu makalelerdeki bazı örnekler şöyledir: " madem ki, esaslı bir inkılâp yapılacaktır, gayri mükemmel ve uydurma harflerle Araplıktan çıkmış bir elifba yerine, her cihetçe mükemmel ve hususiyle el yazısında daima sadeliğini ve ittisalini muhafaza edebilen Latin harflerinin kabulü hem kestirme bir yol olur, hem de bunu takip edecek makalelerimde sırası geldikçe söyleyeceğim çeşitli faideleri temin eder "
" Şeyhülislâm yahut Fetva Emini hazretlerinden şu sualime bir cevap almayı pek arzu ederdim. Fransızlar, İslamiyet'in esaslarını pek makul bularak milletçe ihtida etmek istiyorlar. Acaba onları Müslüman edebilmek için o pek zarif dillerinin Arap harfleriyle yazılması şart-ı esasi mi ittihaz edilecek? "Evet" cevabını beklemediğim halde alırsam kemal-i cesaretle, "Siz bu zihniyetle dünyayı Müslüman edemezsiniz" mukabelesinde bulunurum. Hayır, "beis yok" cevabını alırsam, biz Türklerin de Latin harflerini kullanmamıza müsaade bahşeder bir fetva veriniz, ricasını serd edeceğim. Hayır, Fransızlar ne kadar az Arap iseler, biz de o kadar az Arabız."
Bu dönemde hız kazanan Türk milliyetçiliği düşüncesinin bir sonucu olarak dönemin aydınları arasında, kültürün en önemli ifade ve anlaşma aracı olan dilin ve yazının millileştirilmesi eğilimine açıkça rastlanmaktadır. Dönemin önemli düşünürlerinden olan Ziya Gökalp özellikle dil konusunda, Arapça'ya karşı Türkçe'yi savunanların başında yer almış ve " farzımuhal olarak birtakım müstebitçe kanunlarla İstanbul ahalisi bu acayip yazı diliyle konuşmaya başlamış olsaydı bile bu yazı dili gerçekten milli dil olmazdı." Diyerek bütün Türkiye'ye bu dilin zorla kabul ettirilemeyeceğini savunmuştur.
Arap harflerinin iyileştirilmesi ve Latin harflerinin kabulü gibi iki grupta yoğunlaşan görüşlerden birincisi, sonunda pek bir başarı sağlayamamıştır. Çünkü bu konudaki fikir ve öneriler, alfabe ve eğitim sorunun büyüklüğü yanında kısır ve zayıf kalmıştır. Harflerin iyileştirilmesi çabalarının sonuç vermediğini ve vermeyeceğini, aydınların çoğu anlamıştır. Latin harflerinin kabulü yönündeki görüş ise aydınlar arasında daha çok benimsenmiş, gazete ve dergilerde yıllarca savunulmuş, Cumhuriyet döneminde gelişecek olan alfabe konusuna önemli ölçüde zemin hazırlanmıştır.
Milli Mücadele döneminde, 7-8 Ağustos 1919 gecesi Mustafa Kemal, Mazhar Müfit (Kansu)'i hatıra defteri ile birlikte yanına çağırarak ileride, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra ülkede yapılacak olan yenilikleri yazdırırken, Latin harflerinin kabul edileceğine dair notu da yazdırmıştır.
Alfabe konusu, Azerbaycan Hükümeti'nin Latin kökenli bir yazıyı 22 Temmuz 1922 tarihinde kabul etmesi üzerine, ülkede canlanıp yeniden ön plana geçmiştir. Azerbaycan Hükümeti'nin bu konudaki karan ile ilgili yazı, 31 Temmuz 1922'de Ankara'ya ulaşmıştır. Bu yazının gelmesinden bir ay kadar önce (Haziran 1922) Gazi Mustafa Kemal Paşa Halide Edip'e, batılılaşmaktan ve Latin harflerini kabul etme olanaklarından söz etmiştir.
12 Eylül 1922'de, aralarında Hüseyin Cahit ve Yakup Kadri'nin de bulunduğu İstanbul gazetecileri temsilcileri, İzmir'e giderek Gazi ile görüşmüşler ve Hüseyin Cahit'in "Niçin Latin yazısını almıyoruz?" sorusuna Gazi, "Zamanı daha gelmemiştir." cevabını vermiş, bu konuda düşünerek ve acele etmeden adım adım ilerlemek gerçeğini hatırlatmış,1922 Ekiminde Bursa öğretmenleri ile yaptığı bir görüşmede ise Türkçe'yi Arapça kalıplarından kurtarmak gerektiği fikrini savunmuştur.
Milli Mücadele dönemi, I. Dünya Savaşı'nın getirdiği olağanüstü koşullar sonucu, ülkede topyekün bir kurtuluş savaşının verildiği dönem olduğu için savaş dışındaki konular arka planda kalmış, dolayısıyla alfabe konusu, bu dönemde bir canlılık gösterememiştir.