http://img171.imageshack.us/img171/2596/dunyadinlerimu7ka6.png 1. Uzakdoğu Dinleri * » Budizm * » Janizm - Caynacılık * » Sihizm - Sıkh Dini * » Hinduizm * » Şintoizm * » Konfüçyüsçülük * » Taoizm - Taoculuk 2. Ortadoğu Dinleri

Bu konu 29620 kez görüntülendi 127 yorum aldı ...
Dünya Dinleri - Dünyadaki Dinler 29620 Reviews

    Konuyu değerlendir: Dünya Dinleri - Dünyadaki Dinler

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 29620 kez incelendi.

  1. #11
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1047
    @Dygsuz

    Standart


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]



    Ortadoğu Dinleri

    Nusayriler

    Nusayriler ismini, kurucusu olan Muhammed b. Nusayr en-Nemiri'den (883) aldığı bilinmektedir. Nusayriler, Türkiye'de Adana, Mersin ve Hatay'da yerleşmiş yerli halkın ve Suriye yönetimindeki Esadların da mensup olduğu Aleviliğin bir koludur. Suriye'de nusayriler sayıca azınlık olmalarına rağmen iktidardadırlar.

    Türkiye'de Nusayriler, Hatay il merkezi, Samandağ ve kısmen Adana, Mersin, Tarsus ve İskenderun'da yaşarlar. Nüfusları yaklaşık olarak 350.000'dir.

    Nusayriliğin bir diğer adı da Arap Aleviliğidir. Nusayri halkı, kendisini adlandırma konusunda çeşitlilik gösterir. Türkiye'de yaşayan Nusayri halkı, genelde kendisini Alevi veya Arap Alevisi olarak tanımlar. Okumuş nusayri halkı ise kendisini "Arap Alevisi veya Nusayri" olarak tanımlar. Nusayri isminin, Hatay'ın hemen güneyinde bulunan ve Suriye'nin Akdeniz'e kıyısında dizilmiş sıraağlar olan An Nuşayra dağlarından geldiği mi, yoksa dağların adını bu halktan mı aldığı belli değildir.

    Nusayriliğin kurucusu İbn Nusayr, Şiî-İmamiyyenin onuncu imamı Ali en-Naki'nin hayatında onun tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu iddia ediyor; onun hakkında aşırı görüşler ileri sürerek tenasuhtan söz ediyordu. Onun ilahlığını söylüyor ve haramları helal kılıyordu. Bir rivayete göre de, İbn Nusayr, İmamiyye'nin onbirinci imamı Hasan el-Askeri'nin (873) "bab"ı olduğunu ileri sürmüş ve onun vefatıyla da oğlu Muhammed b. el-Hasan'ın mehdiliğini kabul etmiştir (E.Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhebleri, s. 143, en-Nevbahtî, Fırakuş-Şî'a, nşr. M.Sadık, Necef 1936, s. 193).

    Genellikle Suriye bölgesinde yayılmış bulunan Nusayriler, Karmatilerin 291 (903) yılında Suriye'yi ele geçirmesi üzerine, bir kısmı Suriye'de kalırken bir diğer kısmı ise, Antakya civarına çekildiler. Özellikle Nusayrilik Hamdanilerin Suriye'ye egemen olmasıyla bu dönemde büyük bir güç kazandılar. Zira Hamdani emirleri bu mezhebe girmiş ve yaygınlaşması için uğraşmışlardır. Selçuklular döneminde Malazgirt savaşını (463/1071) takiben de Nusayriler Antakya'yı ele geçirmişlerdi. Frankların 492 (1098) yılında bölgeyi işgal etmeleri üzerine bir süre onların hakimiyetleri altında kaldılar. Haçlı seferleri esnasında Haçlı ordularına yardım etmiş ve müslümanların aleyhinde Hristiyanlara destek olmuşlardı. Bundan dolayı Selahaddin Eyyubi tarafından cezalandırılmışlardır. Aynı şekilde Memluklular aleyhinde Moğollara yardım ettikleri için Memluklu Sultanı Baybars'tan da baskı gönnüşlerdi. Nusayriler, bölgede sırasıyla hüküm süren, Selahaddin Eyyubi, Haçlılar, İsmaililer ve Moğollar'dan sonra Yavuz Sultan Selim'in 1516 yılındaki Mercidabık Zaferi ile Suriye'yi ele geçirmesi ile daha sonraki devirlerde de aynı bölgede varlıklarını sürdürürler. Nusayrilerin hemen hemen her devirde ve özellikle Osmanlı döneminde varlıklarını sürdürmelerindeki en önemli faktör, Osmanlı Devletinin, hükmü altındaki bölgelerde her inanç ve ırktan olan kavimlere gösterdiği müsamaha anlayışı ve tavrı gösterilmektedir. Zira, Osmanlı Devleti, bu tavrını devletin bağlayıcı ve birleştirici bir felsefesi olarak telakki etmekte idi. Zaman zaman Osmanlılara karşı isyan etmelerine rağmen II. Abdülhamid onları resmen bir mezheb olarak kabul etmişti.

    Bugün Suriye'de çeşitli bölgelerde, Hatay, Tarsus, Adana, Fırat boyları ve Lübnan'da yaygın olarak yerleşmiş bulunan Nusayrilerin sayısı bir kısım araştırmacılara göre yaklaşık 325-400 bin kişi civarındadır (L.Massignon, "Nusayriler" Maddesi, İ.A.) Bir kısım araştırmacılara göre ise, yalnız Hatay Bölgesi'nde yaklaşık yüz kırk dokuz bin Nusayri bulunmaktadır (Ahmet Turan, Les Nusayris de Turquie dans la Religion d'Hatay, Doctorat de III e cylcle Paris 1973, s. 21).

    Din


    Nusayriler, alevilerle birçok ortak inanışa sahiptir. Alevi felsefesinin özü aynıdır. Dini ibadetin hangi şekilde olursa olsun, Allah için kılındığında geçerli olduğu genel inanıştır. Bu yüzden genelde sünni camilerine gitmeseler de, gittikleri ve sünni namazı kıldıkları takdirde de ibadetin yerine getirildiği inancı vardır.

    Suriye'de ve Türkiye'nin nadir yerlerinde Alevi camileri bulunmaktadır. Alevi camisi nusayrilere özgü olmasa da, genel olarak Suriye'de bu camilere rastlanması, böyle algılanmasına sebep olmuştur. Alevi camisinin görünüşte en temel farkı, ezanın değişik olmasıdır. Selavat getirilirken, ''Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden resulullah'' sünni selavatına ek olarak ''ve aliyyen veliyullah'' okunur.

    Dinin şekillendiricisi olarak İslam din bilgini Selman-i Farisi görülür. Din, temelinin ne zaman ortaya çıktığı belli olmayan bir ''sır'' üzerine şekillenir. Arap alfabesindeki üç harfle simgelenen sır, genel halk tarafından dahi bilinmez. Bu sırrı bilmek için ermek, ''eve giden yol''a gitmek gerekir. Bu sırrın yanısıra, ibadet de gizlilik içinde yapılır. Bu gizliliğin kaynağı olarak da, Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim'den itibaren başlayan ve günümüze kadar süren katliamlar gösterilir. Bu nedenle -günümüzde bu yasak delinse de- kişi, nusayri olduğunu gizler.

    Nusayriler, namazı gün içinde gerekli duaların okunması suretiyle kılabilir. Namazın en belirgin özelliği hiçbir şekil içermemesidir. Yürünürken dahi kılınabilir. Yeter ki temizlik şartı -hem ortam hem de kişinin temizliği- ve namazın Allah için kılınma şartı yerine getirilsin. Ayrıca nusayriler, önemli günlerinde veya herhangi birinin ''namaz yapması'' durumunda bir ''camii''de toplanırlar. Türkçemizdeki sembolik anlamının aksine, nusayriler için ''camii'' Arapça orjinal anlamını korumaktadır. Cami, ibadet amacıyla toplanılan yerdir. Burası, günümüz anlamıyla bir camii de olabilir, bir türbe de, hatta birinin evi dahi olabilir.

    Önemli günlerde veya birinin namaz yaptığı durumlarda, namaza katılanlar belirlenmiş olan yerde toplanırlar. Namaz, aynı zamanda kurban anlamına gelmektedir. Namazı yapan kişi kurban keser, genellikle namaza katılan ve durumu müsait olan kişiler de namaza kurban keserler. Kesilen kurbanlardan, genellikle, ''hrisi'' adı verilen yemek yapılır. Bu yemek, etin kemikten kendiliğinden ayrılıncaya kadar kaynamasından sonra, dövmeyle beraber kaynatılmasından yapılır. Eksiksiz, namaza gelen veya oradan geçmekte olan herkese bu yemekten dağıtılır. Görüldüğü üzere ''namaz yapmak'', aynı zamanda nusayrilerin toplumsal dayanışmasını sağlar.

    Din, erkek çocuğa, birinci ve ikinci dereceden akrabası dışında biri olan ve çocuğun kendi seçeceği bir ''amca'' tarafından öğretilir. "Amca" karısı bir nevi annesi, çocukları da kardeşi sayılır. Kız çocuklara ise, Yavuz Sultan Selim dönemine rastlayan bir dönemden itibaren namaz öğretilmemiş, sır verilmemiştir.

    Bayramlar


    Nusayrilerin dini bayramları; sünnilerle aynı olan ramazan bayramı, Muhammed'in veda hutbesini okuduğu gün olan ''id-il gadir'' (bayramların en büyüğü) bayramı ve eski takvimde yeni yıl olduğu söylenen, 14 Temmuz'daki ''temmuz-ul evvel'' bayramıdır. Bu bayramlardan sadece Temmuz-ul evvel'de namaz yapılmaz, o gün herkes alanda toplanır, en güzel kıyafetlerini giyer ve eğlenir. Bu bayramlardan biri, Şellale filminde resmedilmiştir.
    Konu Dygsuz tarafından (03.04.2009 Saat 14:56 ) değiş;tirilmiş;tir.

  2. #12
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1047
    @Dygsuz

    Standart


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]


    İslamiyet - Sünnilik


    (1. Bölüm)

    Arapça “selem” kökünden alınmış olan islâm, lügatta, “itaat etmek, boyun eğmek, teslim olmak, kötülüklerden salim bulunmak, selamete ulaşmak” vb. anlamlara gelen bir mastardır. islâm Hz. Muhammed (s.a.v)’e Allah tarafından vahiyle bildirilen son ve kâmil dinin adıdır. Bu dine uyanlara Müslüman denir.

    Ali Bulaç Diyanet İşleri Başkanlığı Edip Yüksel Elmalılı Hamdi Yazır Süleyman Ateş ve Yaşar Nuri Öztürkün Kuran mealleri Online Kuran Dinleme

    Genel manada Müslümanlık Allah‘ın varlığına, birliğine O’ndan başka ilâh olmadığına Hz. Muhammed (s.a.v)’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna, O’nun tebliğleriyle temellendirilen sisteme inanmak ve inandıklarını uygulamak yani amel etmek demektir. Bu durumda olan kimseye Müslüman denir. islâm’a bu ad bizzat islamın Kutsal Kitabı Kuranı Kerim de şöyle yer alır: “Allah katında gerçek din islâm’dır.” (002) “Allah kimi doğru yola eriştirmeyi dilerse onun kalbini islâm’a açar.” (003) “… işte bu gün sizin için dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım, sizin için din olarak islâm’ı beğendim.” (004)

    Kur’an-ı Kerim’in birçok âyetinde islâm ve o kökten türeyen kelimeler geçmektedir. islam anlayışına göre islâm, Hz. Adem’den itibaren gelen bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri dinlerin adıdır. Bir değişikliğe, tahrif ve sapmalara uğramaksızın orjinal şekliyle kıyamete kadar baki kalacak son dinin Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından bildirilen şekli islâm’dır. Bir ayet-i kerimede, “O, peygamberlerini hidâyet ve hak din ile gönderendir. Çünkü O, bunu diğer bütün dinlerden üstün kılacaktır. Müşriklerin hoşuna gitmese de” (005) buyurulmuştur.

    Herhangi bir kişinin Müslüman olabilmesi için Kelime-i şahadet’i kalben tasdik ve dil ile ikrar etmesi gerekir. Müslümanlığın esasları dörttür:

    1-Kitap (Kur’an-ı Kerim),
    2-Sünnet (Hz. Peygamber (s.a.v)’in örnek yaşayışı ve sözleri),
    3-icma-i ümmet (Din alimlerinin toplanarak, kitap ve sünnete uygun şekilde, dinî bir konuda karar vermeleri),
    4- Kıyas-ı fukaha (Din alimlerinin, daha önceki verilen hükümlerden faydalanarak, yeni çıkan durumlar için kaideler koymaları).

    islâm açısından Kelime-i şahadet, kesin kabul ve tasdik ifade eden imanın bir tezahürüdür. Kişi böylece Allah‘ı ve peygamberi kabul etmiş demektir. Kur’an-ı Kerim, iman kelimesini bazı ayetlerinde islâm kelimesiyle aynı anlamda kullanmıştır. Bu bakımdan imanın şartlarından biri veya bir kaçını inkâr eden, imandan da islâm’dan da çıkmış olur. islâm, müntesiplerinin dünya ve ahiret saadetini sağlamak için bir takım temel prensipler koymuştur:

    1-itikadî hükümler (inançlarla ilgili),
    2-Amelî hükümler (ibadet ve yaşayışlarıyla ilgili),
    3-Ahlâkî hükümler (moral değerlerle ilgili).

    Müslümanlık, ilâhî dinlerin sonuncusu olarak Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından tebliğ edilmiştir. islâm VII. yüzyılın başlarında Arabistan’da doğmuştur. Bu sırada gerek Arabistan’da gerek dünyanın diğer yörelerinde birçok din mevcuttu. islâm önce Mekke ve Medine’de yayılmış, sonraları Arap yarımadasının diğer bölgelerine girmiştir. Dünyanın birçok ülkelerinde islâm’ın yayılmasında Türklerin büyük rolü olmuştur.

    islâm’ın doğuşu sırasında Mekke’de putperestlik hâkimdi. Kabe 360 putun (006) merkezileştiği bir panteon idi. Dini hayatta Allah‘tan başka birçok mabutlara Tanrı diye tapıyorlardı. Mabutların başlıcaları, Lat, Menat, Hübel ve Uzza idi. Kabe mukaddes bir ibadethane olmakla beraber Mekke’de ayrıca bir rahip zümresi vardı. Dinî hayat ve ibadetler kabile başkanlarınca idare edilirdi. Kâhinlerin de toplumsal hayatta özel bir yeri vardı. Yine islâm’ın doğuşu sırasında Mekke ve Medine’de az da olsa Yahudi ve Hıristiyan cemaati yaşamakta idi. Bununla beraber o bedevi toplumda Hanif denilen puta tapmayı reddeden Yahudi ve Hıristiyan da olmayan bir zümre yaşamakta idi. O sıralarda dünya genelinde tam bir kargaşa yaşanıyordu. Mevcut dinler insanlara huzur vermek, onları manevi yönden tatmin etmekte yetersiz kalıyordu. işte bu ortamda Arabistan’dan doğan islâm güneşi, karanlıkların giderileceğine dair insanlara ümit vermiştir.

    Mekke, yüzyıllardır hem ticaret, hem de din açısından merkezi bir hüviyete sahipti. Araplar genellikle göçebe olmalarına rağmen, Mekke, Medine, Yemen vb, beldeler şehir yaşayışına buyük ölçüde adapte olmuştu. islâm’ın Hz. Muhammed (s.a.v)’e bildirildiği dönemde, Arap toplumunda putlara tapmanın ötesinde (008) insanlar, hurafe ve batıl inançlarla iç içe yaşıyorlar, adeta bütün hayatlarına sihirbazlar ve falcılar yön veriyordu. Araplar arasında puta tapıcılığın tabii bir sonucu olarak “Tağut” denilen tapınaklar da gelişmişti. Kâbe’ye gösterdikleri saygıya benzer tarzda bu tapınaklara da saygı gösteren Araplar, bazı özel günlerinde bu tapınakların önünde kurban keserler, tavaf ederler ve kur’a okları çekerlerdi. Ayrıca Araplar evlerinde de put bulundururlardı. Bunların putları Allah ile kendi aralarında ortak tutmalarına “müşriklik” denir. Her kişinin bir putu vardır. Kişi ancak kabilesini terk ettiği taktirde putunu değiştirirdi. Bunların dışında Araplar arasında yıldızlara ve atalara tapınma inancı da oldukça yaygındı.

    Müşriklerin baskı ve zulümlerinden dolayı ilk müslümanlar ibadetlerini gizli yapmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in islâm tebliğinin ilk üç yılı sonlarında Hz. Ömer’in de Müslüman olmasıyla sayıları kırka ulaşmıştı. Hz. Ömer’in islâm’ı kabulü Müslüman topluma moral kazandırmıştır. Artık bu andan itibaren Müslümanlar hem inançları, hem de ibadetlerini saklamamışlardır.

    islâm, nazil olduğundan günümüze kadar bir harfi bile değişmeyen ilâhî kitap Kur’an’a ve O’nun tebliğcisi Hz. Muhammed (s.a.v)’in hadislerine dayanmakta, böylece bütün insanlığa hitap etmektedir. islâm evrensel bir dindir, bir milletin, bir zümrenin veya bir bölgenin dinî değildir.

    islâm evrensel olduğu gibi O’nu tebliğ eden peygamber de bütün insanlığa gönderilmiştir: “Habibim seni müjdeci, haberci ve bütün insanların Peygamber‘i olmaktan başka bir sıfatla göndermedik. Fakat insanların çoğu bilmezler”. (009)

    islâm öncelikle fertlerin düzelmesini esas alır. Fertler düzeldiği ölçüde, o toplum da düzelecektir. ideal toplumun teşekkülü de böylece sağlanmış olacaktır. islâm, bütün emir ve yasaklarında dünya-ahiret dengesini en iyi şekilde kurmayı hedef edinmiş bu hedefine de en mükemmel şekilde ulaşmıştır.

    İnanç ve ibadet Sistemi

    Eski dilde iman karşılığında kullanılan inanç “inanmak, itimat etmek” anlamına gelir. Din terminolojisinde inanç, “mutlak tasdik” manasındadır.” (010) Gerçek manada tasdik dil ile kalbin birleşmesidir; buna erişen kişi de mü’mindir. Dil ile tasdiki kalbiyle pekiştirmeyen kişiye münafık denir. Halk deyimiyle iki yüzlülük halidir. iman, amel ile birleştiği zaman daha da önem kazanır. iman amelle olgunluğa kavuşur. Ameli olmayan kişinin imanı bulunabilir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Sizin iman bakımından en kâmil olanınız, ahlâk bakımından en güzel olanınızdır. (011) Hadis-i şerifleri imanın, ancak amel ile yüceleceğine dikkat çekmektedir.

    islâm ilahiyatı ile ilgilenen araştırıcılar, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde geçen iman ve islâm terimlerini ayrı ayrı inceledikleri gibi, iki terimin birbiriyle olan münâsebeti üzerinde de durmuşlardır. Hadd-i zatında iman ile islâm kelimeleri arasında lügat açısından fark bulunmakla beraber, bu daha çok özellik ve genellik yönündedir. iman daha özel, islâm ise daha geneldir. Daha açık bir ifade ile iman tasdik, islâm ise teslimiyet demektir. Bir bakıma tasdikin gerçekleşmesi, teslimiyeti ister istemez akla getirmektedir. Ancak her teslimiyetin tasdik manasında algılanması da mümkün değildir.

    Konu genel hatlarıyla ele alındığında islâm ile insanın bir olduğu görülmektedir. islâm nazarında mümin olsun, müslim olsun aynı dinî hükümler uygulanır. Hz. Peygamber (s.a.v) insanları, mümin, kâfir ve münafık olmak üzere üç kısma ayırmıştır. imam-ı Azam’a göre insan ile islâm arasında lügat açısından fark bulunmakla beraber, din bakımından islâmsız iman, imansız islâm mümkün değildir. islâm kelâmcıları iman esaslarını öncelikle ikiye ayırır:

    1-icmalî iman (toptan inanma, Kelime-i Tevhid, Kelime-i şahadet),
    2-Tafsili iman (Amentü’de ifade edilen hususlara ayrıntılı olarak inanmak),

    islâm Dini’nin iman esaslarını Kur’an-ı Kerim bildirmiştir. Amentü denilen imanın altı esasını bir arada Hz. Peygamber (s.a.v) açıklamıştır.




    1- inanç Sistemi

    1.1. Allah‘a iman

    islâm Dini’nin temeli Allah‘a inanç esasına dayanır. Bütün ilâhî dinler Allah‘a inanmayı temel kabul etmiştir. ilâhî dinler dışındaki diğer bazı dinlerde de Allah‘a inanç meselesi prensip olarak mevcuttur. Tarihin her döneminde Allah‘a inanmayan fertler bulunmuştur; ama bütün bir toplum asla!

    Kur’an-ı Kerim, sayısız âyetinde Allah‘a imanın önemini belirtmiştir. Kur’an-ı Kerim insanı, Allah‘ın zâtını düşünmekten menederken, O’nun varlığı, birliği, yüce sıfatlarıyla güzel isimlerini düşünmeyi tavsiye etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde, “…ancak Allah‘ın zatını düşünmeyin. Çünkü buna kudretiniz yetmez” buyurur. Aynı manayı kuvvetlendiren bir diğer hadis-i şerif şöyledir: “Kalbine ne gelirse, Allah ondan başkadır.”

    islâm’da Allah kavramını en güzel açıklayan âyetlerden bir kısmı ihlâs sûresindedir: “De ki, O, Allah‘tır, bir tektir. O Allah‘tır, sameddir. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır.” (012)

    Allah inancı konusunda ölçülü ve dengeli bir mantık sergileyen islâm, O’nun sıfatlarını, başka varlıklara vermediği gibi, yaratılmışların sıfatları da Allah‘a atfedilemez. islâm’a göre Allah her yerde hâzır ve nazırdır. şekilden zamandan ve mekândan münezzehtir. O, insanlara şah damarından daha yakındır. Din gününün yegâne sahibi O’dur. Kişinin Allah‘a imanı, fıtratının bir gereğidir. Ergenlik çağına gelmiş akıllı kişi, Allah‘ın varlığına imanla yükümlüdür. imam-ı Maturidi’ye (852-944) göre, peygamberler tarafından dinî hükümler tebliğ edilmedikçe bu kişiler ahkâm-ı şeriyye ile mükellef tutulmaz. islâm bilginlerine göre Allah‘ın varlığı, birliği vahyin irşadı ve kalbin tasdiki ile açıklık kazanır, fakat O yüce varlığın mahiyetini kavrayamayız.

    1.2. Meleklere iman

    islam inançlarından biri de meleklere imandır. Kur’an-ı Kerim ye hadis-i şerifler melekleri, onların varlık ve misyonlarını bize açıklamıştır.

    Melekler, erkeklik ve dişiliği olmayan, yeme-içme vb.den uzak ruhanî ve nuranî varlıklardır. Gözle görülmezler. Evlenmek, çoğalmak, doğmak, ölmek vb. insanlara has davranışlardan uzaktırlar. Daima Allah‘ı tesbih ile O’na ibadet ederler; Allah tarafından verilen görevleri yerine getirirler, günah işlemezler, bir imtihana tâbi değildirler. Bu bakımdan günah işlemeye de müsait yaratılmış olan insan, kendini günahlardan koruyabilirse Allah katında meleklerden de üstün olabilir. insanların masumiyet içinde hayat sürebilmeleri, onların melekleşmesini sağlar.

    Ayrı ayrı görevlerle mükellef dört büyük melekten (Cebrail, israfil, Mikail, Azrail) başka insanların yaptığı işleri kaydeden Kiramen Kâtibin ile Münker Nekir melekleri de vardır. Melekler gözle görülmeyen varlıklar olmak itibariyle bu tür bir inanç diğer dinlerde de mevcuttur. Muharref ilâhî dinlerden olan Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta meleklere inanılmakla beraber aralarında fark vardır. Yahudilik ve Hristiyanlık dinlerine nazaran melek, inancını en güzel ve net şekilde açıklayan din islam olmuştur.

    1.3. Kitaplara iman

    Müslümanlığın iman esaslarından biri de kitaplara imandır. (013) islam’da kitaplara imandan kasıt, dört ilâhî kitapla, onlardan önce yine peygamberlere gönderilen sahifeler (suhuf)dir. (014) Bütün bu kitapları Allah peygamberlerine Cebrail aracılığı ile göndermiştir. ilâhî kitaplara Kütüb-i Münzele ve Kütüb-i Semaviyye de denir.

    Kur’an-ı Kerim, ilâhî kitapların muhtevası, hangi peygambere verildiği vb. hususlarda tatminkâr bilgiler vermektedir. Zebur’un ise sadece Hz. Davud’a verildiğini açıklamıştır.


    1.4. Peygamberlere iman

    islâm’da inanç şartlarından biri olan peygamberlere iman, sadece Kur’an-ı Kerim’de isimleri zikredilen peygamberleri değil, gönderildikleri sabit, fakat isimleri bilinmeyen peygamberleri de kapsar. Peygamberler, Allah‘ın emir ve yasaklarını insanlara ulaştıran elçilerdir. Bu bağlamda onlara nebi ve rasul de denir. islâm’a göre peygamberlik Allah‘ın seçkin kullarına verdiği bir imtiyaz ve özel görevdir. insan çalışıp çabalamakla peygamber olamaz.

    Kur’ân-ı Kerim 25 peygamberi ismen açıklamış, peygamber olup-olmadığı tartışılan üç kişi dışında her topluma peygamberler gönderildiğini bildirmiştir. ilk peygamber Hz. Adem, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) arasında kaç peygamber bulunduğu kesin olarak bilinmemektedir.

    Müslümanlar ayırım yapmaksızın bütün peygamberlere inandığı halde, Yahudiler Hz. isa ve Hz. Muhammed (s.a.v)’e, Hristiyanlar ise Hz. Muhammed (s.a.v)’e inanmazlar.

    Hristiyanlar da prensip olarak peygamberlere imanı kabul etmişler, ancak bazı istisnalar koymuşlardır. Bundan ayrı olarak yine Hristiyanlar, Hz. isa’nın Havarilerini ve Pavlus’u da peygamber hatta peygamberlerden de üstün sayarlar. Hristiyanlara göre peygamberlik çalışmakla elde edilmez; o ancak Ruhu’l-Kuds’ün bir görevlendirmesiyle olur. Yine Hristiyanlık’ta Hz. isa, “Tanrı‘nın Oğlu”, diye nitelendirilirken, O’nun havarileri de Hz. isa’nın resulleri sayılmıştır. Hz. isa’ya Mahkeme-i Kübra’nın yöneticisi olarak da inanırlar.



    1.5. Ahiret Gününe iman

    Allah ve O’nun peygamberi’nin bildirdiklerine inanan, kişi için Ahiret Günü’ne iman zorunludur. Ahiret günü, birinci nefhadan ikinci nefhaya, sonra da cennet ehlinin cennete, cehennem ehlinin cehenneme girmesine kadar geçer zamandır. Diğer bir ifade ile ikinci nefhadan sonra başlayan ve sonsuza kadar uzanan zamandır.

    Müslümanların ahirete imanları Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflere dayanmaktadır. Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulur:

    “Onlar san indirilenlere de, senden evvel indirilenlere de inanırlar. Ahirete ise onlar şüphesiz bir bilgi ve iman beslerler.” (016)

    Ahiret Günü’ne tam anlamıyla inanan kişi, dünya hayatını da düzene sokmuş, günahlardan ve sapıklıklardan nefsini büyük ölçüde korumuş olur.

    Kur’an-ı Kerim, Allah‘a imandan sonra çoğu kere Ahiret Günü’ne imanı zikreder. Ahiretin zamanını bilemeden her an o büyük güne hazırlanmak, Müslümanın dünya hayatına bağlanmasını sağladığı gibi, ona sorumluluk da yükler. islâm, Ahiret Günü’nü, ölümü kıyametin vukuunu, sonra neler olacağını, ölümden sonra tekrar dirilmeği, hesaba çekilmeği, ceza ve mükafat görüleceğini vb. ayrıntıları ile açıklamıştır.

    Yahudilik ve Hristiyanlık’ta da ölümden sonra dirilme inancı vardır. Yahudilik’te ahiret konusu islâm ve Hristiyanlığa nisbetle fazla işlenmemiş, onlar daha çok dünya hayatına önem vermişlerdir.

    Hristiyanlar ise Ahiret Günü’nün hemen geleceği korkusu ile ruhbanlığa sarılmışlardır. Bu konuda da en sağlıklı dengeyi islâm kurmuştur. islâm’a göre “Hiç ölmeyecek gibi dünya için çalışılacak, yarın ölecekmiş gibi ahirete hazırlanılacaktır”.

    Ahiret Günü’ne iman konusunun Yahudiliğe ne zaman girdiği kesin olarak bilinmemektedir. Zaten Tevrat’da da kıyamet, mahşer, cennet, cehennem hakkında açık bir bilgiye rastlanmamaktadır. Ayrıca bu konudaki inançları da zaman zaman değişikliklere uğramıştır.

    incillerden elde edilen bilgilere göre Hz. isa’nın ikinci kez dünyaya gelişiyle kıyamet vuku bulacak, ölüler mezarlarından kalkarak dirilecekler, (017) O da insanları hesaba çekmek üzere adalet kürsüsüne oturacaktır. Yine Hıristiyanlar Hz. isa’nın yakın bir gelecekte yeryüzüne ineceğine, ancak O’ndan önce Deccal’in ortaya çıkacağına inanırlar. Hıristiyanlara göre Allah hükmetme yetkisini Hz. isa’ya vermiştir. Ölümden sonra ruh bedenden ayrılarak dünyadaki durumuna göre sevap veya cezaya çarptırılacaktır. (018) Ölülerin son mükâfatlandırılmasından önce berzah denilen yerde kalacaklardır. Hıristiyan inancında ölümden sonra cennette mutluluk, cehennemde azap görecek olan yalnız ruhtur.

    1.6. Kaza ve Kadere iman

    islâm’da iman esaslarından biri de kaza ve kadere imandır: Gerçekte bu ifadenin kader ve kazaya iman şeklinde olması daha uygun ise de, Türkçemiz de böyle yerleşmiştir.

    Kader, ileride meydana gelecek her şeyin önceden bilinerek Allah tarafından takdir ve tesbit edilmesi, kaza da, bilinen ve tesbit edilen her şeyin zamanı geldiğinde yine Allah tarafından yaratılmasıdır. Kader, Allah‘ın ilim sıfatına, kaza da tekvin sıfatına racidir. Ehl-i sünnetin inancı budur.

    islâm’a göre Allah‘ın küllî iradesi yanında kulun cüz’î bir iradesi vardır. Kul bu iradesini hayra da şerre de yönlendirebilir. iyilik-kötülük, hayır-şer belli olduğuna göre kula düşen görev, aklını kullanarak iyi ve hayır olana yönelmektir. insan, iradesiyle yaptıklarından sorumludur. iradesi dışında olan (hangi ana-babadan, nerede, ne zaman doğacağı, boyu ve renginin ne olacağı vb.) hiçbir şeyden sorumlu değildir. Allah, kişinin hür iradesiyle seçtiği şeyleri, onun seçtiğine uygun şekilde yaratır. Kısaca seçen insan, yaratan Allah‘tır. insanın nasıl bir tercihte bulunacağını Allah ezelde bildiği için Levh-i Mahfuz’da bunlar yazılmıştır. “ilim malûma tabidir” cümlesinin anlamı da budur. Bu bakımdan bazı kişilerin sorumluluktan kurtulmak için “ne yapayım, alın yazım bu imiş” tarzındaki itirazlarının geçerliliği yoktur. Kişi, iradesini hayra yönlendirerek çalışacak, iradesi dışındaki sonuçları da tevekkülle karşılayacaktır. insanın hayırlı zannederek bir işi yapmaya yönelmesi, ancak sonucun dileği doğrultusunda olmaması halinde, bu sonucun kendisi için hayırlı olduğuna inanması da onu kalben huzurlu kılar. Bu durumu açıklayan bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur: “Ey müminler, sizin hoşunuza gitmediği halde uhdenize savaş yazıldı. Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken o, sizin için hayırlı olur. Bir şeyi de sevdiğiniz halde o da hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (019)

    islâm dışındaki dinlerde net bir şekilde kader anlayışı bulmak mümkün değildir. Hinduizmdeki “karma” inanışı kader olarak yorumlayanlar vardır.

    Yahudilik’te alın yazısından çok, olaylar, Tanrı‘nın çizdiği belirli bir gayeye göre şekillenir. insanların bu dünyadaki hayatı dine uygun yaşamak ve Tanrı‘nın emirlerinden sapmamak temeline oturtulmuştur. Hayır ve şerri yaratan Allah‘tır. Hayır mükâfat, şer de ceza içindir. Kulların başına gelen felâketler Tanrı‘nın bir çeşit imtihanıdır.

    Hıristiyanlar, insan hürriyetini sınırlandırdığı için kader ve kazaya fazla sıcak bakmamışlardır. Onlara göre Allah ancak hayrın yaratıcısıdır. şahit olduğumuz kötülükler Allah‘tan değildir. Hayır ve şer Allah‘ta birleşemez; çünkü Allah kötülüklerden nefret eder. (020) Bunlardan ayrı olarak Hristiyanlık’ta önemli bir yeri olan “Aslî Suç” (021) ‘la kader arasında kurulan tuhaf ilgiye de bakılmalıdır. Burada tartışılan ana mesele, “asli suç olduğu için mi insanlar kötülüğe meylederler, yoksa kötülüğe meylettikleri için mi asli suç vardır?” cümlesinde özetlenebilir.



    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]


    2- ibadet Sistemi

    ibadet sisteminden kastedilen, islâm’ın şartlarıdır. Hz, Peygamber (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “islâm beş temel üzerine kurulmuştur. Allah‘tan başka ibadet olunacak Tanrı bulunmadığına, Muhammed‘in O’nun kulu ve Rasulü olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, hacca gitmek.” (022)

    Hadis-i şeriften de anlaşılmaktadır ki islâm’ın ilk şartı Allah‘a ve O’nun peygamberine şahadettir. islâm’a girmek bu şartlarla olur ve bunlar yerine getirilmedikçe diğerlerini yapmanın hiçbir kıymeti olmaz. Bu ilk şarttan sonra namaz, oruç, hac ve zekât gelir.

    Hemen bütün dinlerde ibadet vardır ve inançtan sonra gelir. Arapça’da ibadet “boyun eğmek, itaat etmek, kulluk etmek, tapmak, taat ve takva” mânalarını ifade eder. Genel olarak “Allah‘a tapma” olan ibadet terimi, “putlara tapma” (023) için de kullanılır. (024)

    Bir başka açıdan ibadet, sonsuz kudret sahibi Allah‘a karşı gösterilen tevazu, hürmet, itaat ve ta’zimin en yüksek derecesidir. ibadet yalnız Allah‘ın hakkıdır ve yalnız O’nun için yapılır. (025) Kur’an-ı Kerim’de ibadet kavramı genellikle, “Kul olmak, boyun eğerek itaat etmek, ilâh tanımak” vb. manalarda kullanılmıştır; (026) ibadet kalb ve vicdanla hissedilen kulluk şuurunun dıştaki tecellisidir. Bu bakımdan ibadet insanın dinî şuurunu kuvvetlendiren bir cevherdir. şuurla ve hakkına riâyet edilerek yapılan ibadet imanı kuvvetlendirir.

    Hemen bütün dinlerde cemaatle yapılan ibadet, ferdî ibâdetten üstün tutulmuştur. ibadet yapılan yere mabed denir. Bazı araştırıcılara göre ilk mabed, tabiatın kendisidir. Bütün dinlerde îman ile âmel arasında daima ilişki kurulmuş; imanını ameli ile bütünleştiren kişi övülmüştür. ibadetin bir parçası olan “dua”yı ibadetten ayırmak her zaman mümkün değildir.

    Çoğu zaman ibadetle dua içice bulunmuştur. islâm dışındaki bazı dinlerde ibadet, nadir hallerde aletsiz, bazan da aletli olarak müzikle karışık bir merasim şeklinde uygulanmıştır.

    ibadetler bir bütün halinde Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından tek tek uygulanarak müslümanların bu konudaki tereddütleri giderilmiştir. islâm Dini’nde ibadetler üç grupta incelenebilir:


    1-Bedenle yapılan ibadetler (namaz, oruç),
    2-Malla yapılan ibadetler (zekât, fitre, sadaka),
    3-Hem beden hem de malla yapılan ibadet (hac).

    islâm’da ibadetin en yüksek derecesi, Allah‘a hiçbir menfaat beklemeksizin O’nun Allah olduğu şuuru ile inkıyad ve itaat etmektir. Kâinattaki bütün varlıklar kendi hallerine göre kendi dilleriyle ibadetlerini Allah‘a karşı yapmaktadırlar. Allah kullarına güçlerinin yeteceğinden fazlasını yüklememiştir. (027)

    Kur’an-ı Kerim’in birçok ayeti, müminleri Allah‘a itaate çağırmaktadır (028) islâm’da ibadet hayatın bir parçası olarak algılanmış ve kişinin idrakini geliştirmiştir. (029) ibn Teymiye’ye göre islâm bir bütün olarak Allah‘a kulluk etmekten ibarettir. ibadet esnasında ırk ve renk farkı gözetmeyen islâm, bu özelliği ile Allah huzurundaki eşitliği düşünce plânından hayata geçirmiştir.

    2.1- Namaz

    Namaz, belirli vakitlerde yerine getirilen, kendine hâs hareket, okuyuş ve şartları bulunan bir ibadettir. Farz oluşu Kur’an, sünnet ve icma ile sabittir. Bir ayet-i kerimede,”Çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur.” (030) buyurulur. Hz. Peygamber (s.a.v)’de bir hadis-i şeriflerinde, “Allah her Müslüman erkek ve kadına her gün ve gecede beş vakit namazı farz kılmıştır” buyurur.

    Ergenlik çağına gelmiş, aklı başında olan kadın-erkek bütün Müslümanlar üzerine farz kılınmış beş vakit namazın dışında, cuma namazı da yalnız erkeklere farzdır. Yılda iki bayram (ramazan, kurban) namazı vacib, cenaze namazı ise farz-ı kifaye’dir. Beş vakit namaz Miraç Gecesi’nde farz kılınmıştır. Namaz mümini fenalıklardan ve günah işlemekten korur. Bu sayede mümin, dünyadaki borcunu ödemiş ahiret için sevap kazanmış olur.

    Dinin direği, müminin miracı olan namaz, islâm’ın bütün şartlarını toplayan ve kulu aracısız Allah‘a ulaştıran bir ibadettir.

    Namazın altısı daha başlamadan, altısı da namazla birlikte yerine getirilen on iki farzı diğer hiçbir dinde bulunmayan bu en mükemmel ibadetin bir diğer özelliğini teşkil etmektedir. Diğer dinlerdeki ibadetlerin hiçbirinde namazdaki disiplini görmek mümkün değildir. Namazın beş ayrı vakitte farz kılınışı, müminin bütün gün belli aralıklarla kendini kontrol etmesini sağlar. Kulun, günahlarından pişmanlık duyarak af dilemesi, Allah‘ın huzurunda olduğunu idrak etmesinin en güzel vasıtası yine namazdır.


    2.2- Oruç

    islâm’ın beş şartından biri de yılda bir ay ramazanda oruç tutmaktır. Oruç, Medine’de hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur: “Ey iman edenler, sizden evvelkilere yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı. Ta ki korunasınız”. (031)

    Oruç niyet ederek tan yeri ağarmaya başladığı andan ta akşam güneşi batıncaya kadar yeme-içme ve cinsel ilişkiden uzak kalmak, suretiyle eda edilen bir ibadettir. Büyük ölçüde bedenî bir ibadet olan orucun sayılmayacak kadar çok sıhhî faydaları da vardır. Bugün tıbben de sabit olduğu üzere, birçok bedenî hastalıkların tedavisi ancak oruçla yani perhizle mümkün olmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Oruç tutun ki sıhhat bulasınız” hadis-i şerifleri de buna işaret etmektedir. Oruç sayesinde, yeme içme açısından zengin-fakir ayırımı büyük ölçüde giderilmektedir. Dinî bir görevi yerine getirmek gayesiyle tutulan oruç, aynı zamanda iradeyi kuvvetlendirir. Açlığa, susuzluğa dayanma, gücü verir. Oruç sayesinde Müslüman haramları daha fazla terkederek helâlleri arar. Ramazanı takibeden aylarda da daha disiplinli ibadet etme alışkanlığını kazanır.

    islâmın oruç ibadetinde, diğer bazı dinlerin oruca benzer ibadetlerinden mevcut olan perhiz belirli gıdaların dışında bir şey yememe, iki gün geceli-gündüzlü aç kalma vb. haller yoktur. Oruç, tamamen müminin yemek ve ruhî disiplinini sağlamayı hedef almıştır. Yahudilik ve Hristiyanlık’ta Hz. Musa ile Hz, isa’nın uygulamalarından kalma 40 güne kadar varan ve perhizi esas alan bir anlayış islâm’ın orucunda görülmez. Müslümanlıktaki oruçta nefse eziyet yerine onu olgunlaştırmak esastır.
    Konu Dygsuz tarafından (03.04.2009 Saat 15:02 ) değiş;tirilmiş;tir.

  3. #13
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1047
    @Dygsuz

    Standart


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]


    İslamiyet - Sünnilik


    (2. Bölüm)



    2.3-Hac

    Hac, bedenî ve malî gücü yerinde, akıllı, ergenlik çağına gelmiş hür müslümana ömründe bir kere olmak üzere farzdır. Bu şartlan taşıyan müslüman, belirli zamanda, ihramlı vaziyette Arafat’ta vakfe ve Kabe’yi tavaf ederek hac ibadetini yerine getirmiş olur. Bu farzların dışında haccın vacip ve sünnetleri de vardır. Yukarıda sayılan şartlar kendinde bulunan müslüman bir takım bahanelerle haccı geciktirmeyerek ilk fırsatta eda etmeye çalışmalıdır.



    Hac, dünyanın her tarafındaki müslümanları yılın belli günlerinde biraraya toplayan büyük bir ibadettir. içtimaî mevkiî ne olursa olsun, bütün hacı adaylarının kefene benzeyen ihram içinde boyunlarını bükerek “Lebbeyk” (Buyur Rabbim) yakarışlarıyla Allah‘ın huzurunda bulunma gayretleri Hacca ayrı bir manevî hava verir. Hac sayesinde dünyanın dört bir yanındaki müslümanlar aynı makamlarda toplanarak âdeta büyük bir şûra meydana getirmiş olurlar. Birbirleriyle dertleşmek, konuşmak, problemlerine çareler bulmak imkânını elde ederler. islâm kardeşliğinin güzel bir dayanışmasını gerçekleştirmiş olurlar.





    2.4-Zekât

    Malî bir ibadet olan zekât, Kur’an-ı Kerim’de çeşitli isimlerle namazla birlikte 37 ayetle zikredilmiştir. Zekât dinen zengin sayılan müslümanın, bir yıl dolduran 80.18 gr. altın, 561 gr. gümüş, bunların karşılığı para, döviz veya ticarî eşyasının 1/40′ini fakirlere vermesidir. Kur’an-ı Kerim, zekât verilmesi gerekenleri sekiz sınıfta toplamıştır. Zekât, akıllı, ergenlik çağına gelmiş, hür, nisab miktarı servete sahip ve bu malın üzerinden de bir yıl geçmiş olan müslümanlara farzdır.



    Zekât, sosyal dayanışmayı sağlayan, müslümanlar arasındaki birlik ve sevgiyi kuvvetlendiren malî bir ibadettir. Fakirlerin zenginler üzerindeki haklarıdır. Kitap, sünnet ve icma ile sabit olmuş bir farzdır.

    Lügatte “temizlik, büyümek ve çoğalmak” anlamlarına gelen zekât, bu manalara uygun olarak veren kişinin malını temizlemekte ve artarak çoğalmasını sağlamaktadır.



    Zekâtın en büyük fonksiyonlarından biri de cemiyetlerdeki sınıf farklılaşmalarını gidermesi, zenginlerle fakirler arasında bir orta sınıfın oluşmasını sağlayarak, aşırı uçların teşekkülünü önlemesidir.



    islâm’ın zekâtla getirdiği zorunlu ödemenin bir benzerinin, diğer dinlerin hiçbirinde bu derece şümullü görmek mümkün değildir. işte bundan dolayıdır ki, müslüman toplumlarında farklı gelir gruplarındaki insanlar arasında daima sevgi ve saygı ortamı yaşatılabilmiştir.




    2.5- Kelime-i şahadet

    islâm’ın beş temel üzerine bina edildiğini açıklayan hadis-i şeriften anlaşılacağı üzere, bu beşinci esas “şahadet” cümlesini yani “Allah‘tan başka ilâh olmadığını, Hz. Muhammed‘in Allah‘ın kulu ve Rasulü olduğunu” söylemektir. Bu kalb ile tasdik, dil ile ikrar etmek suretiyle gerçekleşir.

    islâm’dan başka bir dinden islâm’a girmek (ihtida) isteyen her kişinin, ilk söylemesi gereken cümle de budur.




    Mukaddes Kitabı

    islâm’ın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’dir. (032) O bir vahiy eseri olduğunu (033) bizzat açıklar. Kur’an Hz. Muhammed (s.a.v)’in kalbine (034 Ruhu’l-Emîn (035) Ruhu’l-Kuds (036) vasıtasıyla ramazan’da nazil olmaya başlamıştır. (037) Kur’an-ı Kerim 114 sûre ve 6000 küsur ayetten meydana gelmiştir. Mekke ve Medine’de nazil olmuştur. (038 Dört unsuru vardır: 1- Lafız olması, 2- Arapça olması, 3- Hz. Muhammed (s.a.v)’e inzal edilmiş olması, 4- Hz. Peygamber (s.a.v)’den bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olması. Bu dört unsurdan biri eksik olunca Kur’an olamaz. (039)



    Dinler Tarihçilerinin de ittifakla belirttikleri üzere mukaddes ve ilâhî kitap olan Kur’ar, Allah‘ın kadîm ve ezelî kelâmıdır. Bunda melek ve peygamber sadece birer vasıtadır.



    Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Allah‘tan vahiy suretiyle nakletmiş olduğu ayetler, o zaman da binlerce sahabe tarafından ezberlenerek vahiy kâtipleri tarafından yazılmış ve böylece tevatür yoluyla nakledilmiştir. Otuz cüzden oluşan Kur’an-ı Kerim’in her cüzü dörder “hizb”e ayrılmıştır. Kur’an-ı Kerim azar azar nazil olarak 22 yıl 2 ay 22 günde tamamlanmıştır. (040)



    Nazil oluşu Hz. Peygamber (s.a.v) daha hayatta iken tamamlanan Kur’an-ı Kerim’in tertibi de yine O’nun tarafından vahye dayanılarak yapılmıştır. Bu tertibe göre Hz. Ebu Bekir Kur’an’ı bir cilt haline getirmiş, Hz. Osman’da o nüshayı çoğaltarak önemli merkezlere göndermiştir. (041) Kur’an’ın muhafazası, “Kur’an’ı biz indirdik, O’nun koruyucuları da şüphesiz ki biziz” (042) ayeti gereğince Allah‘ın garantisindedir.



    Kur’an, kendinden Önceki ilâhî kitapların mahiyetinden bahseden, dinler arasındaki çelişkileri gideren bir ilâhî kitaptır. (043) Hz. Peygamber, (s.a.v)’in en büyük mucizesi olan Kur’an, Kitab-ı Mukaddes’in bazı peygamberlere iftira atmasına karşın, onlara isnad edilen iftiraları kesinlikle reddetmiştir.



    Kur’an-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle en çok âdı geçen ilâhî kitap yine Kur’an’dır. (044) Kur’an, Kur’an’dan başka Furkân, Kitab-ı Mübin, Mushaf kelimeleriyle de anılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm anlaşılması için Arapça olarak gönderilmiş, (045) çelişki ve ihtilâflârdan korunmuştur. (046)



    ilâhî kitaplar içinde üslûbunun akıcılığı ve dile kolay gelişinden dolayı ezberlenmesi de en kolay kitap Kur’an-ı Kerim’dir. (47) O, kesin bilgi için tek kaynaktır. (48) Doğru ile eğriyi ayıran (049) ve doğruluk isteyenler için bir öğüttür. (050) Açıklamaları genellikle özlü olan Kur’an, geçmişte cereyan etmiş hadiselerin, nerede ve nasıl olduğundan çok, niçin vukua geldiğine dikkat çekerek, doğabilecek kötü sonuçlar için insanları tedbir almaya yöneltmiştir.




    Mezhepleri

    Mezhep kelimesi Arapça’da gitmek anlamındaki “zehab” kökünden gelir. Bu kelime ile “gidilecek yol, gidilecek yer” kastedilmiş olur. islâm’ın zuhurundan günümüze kadar birçok mezhep doğmuş, gelişmiş, zamanın geçmesiyle bazıları kaybolup gitmişlerdir. Mecazi olarak mezhep, görüş kanaat, inanç ve doktrin” demektir. Türkçe’de, itikadî, amelî, siyasî ve fıkhi ekollerin hepsi “Mezhep” kelimesiyle karşılanmıştır.



    Dinler ve Mezhepler Tarihi ile ilgili ilk dönem kaynak eserlerde “Fırka” ve “Nıhle” kelimeleri, mezhep kavramını da içine alacak tarzda kullanılmıştır.



    Mezhep kavramının doğmasında en büyük etken, dinin yorumu konusundadır. Bu manada batıl dinlerin bile mezhepleri olmuştur. Mezheplerin çıkış sebeplerini, 1-iç sebepler, 2- Dış sebepler olarak iki ana noktada toplamak mümkündür.



    Mezhep vakıası, dinî yoruma elverişli, aynı konudaki aksi bir yorumla çatıştığı zaman daha belirgin bir hal almıştır.



    islâm Dini’nde mezhepler, 1- itikadî, 2- Fıkhî, 3- Siyasî olmak üzere üçe ayrılmaktadır. şu noktayı da belirtmeliyiz ki, mezhep sahibi olan imam ve müçtehidler hiçbir zaman, “Biz bir mezhep kuruyoruz, bize uyun, bizim mezhebimizi kabul edin” dememişlerdir. Kendilerine bir dinî mesele sorulduğunda cevap vermişler, o cevabı kabul eden topluluk o mezhebi oluşturmuştur.



    ilâhî dinleri tebliğ eden peygamberlerin yaşadıkları devir bir bakıma tam inanç ve bağlılığın sağlandığı devirdir. Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonraki devirlerde zaman geçtikçe din üzerinde birtakım ihtilâflar ortaya çıkmış, çeşitli görüşler tartışılarak, anlaşmazlık ve aykırı görüşler mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. Denebilir ki, islâm’da ilk fikir ayrılığı Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonra birtakım siyasî meseleler bahane edilerek çıkmıştır. islâm Dini, büyük ölçüde Hz. Ömer’den itibaren diğer ülkelerde yayılmağa başlayınca, oralardaki insanların farklı inanç ve adetleriyle karşılaşan müslümanlar birtakım problemlerle ilgilenmek zorunda kalmışlardır.



    Mezhepler arasındaki farklar bilgi, anlayış, zaman ve mekân değişiklikleriyle orantılı bir gelişme göstermiştir. islâm mezheplerinin ortaya çıkmasındaki âmiller şöyle sıralanabilir:



    1-Ölçü ve metod farklılıkları,
    2-Hilâfet konusundaki tartışmalar,
    3-Müslümanların dahili çekişmeleri,
    4-Müslümanların farklı ülke kültürleriyle karşılaşmaları,
    5-Yunan felsefesi, Yahudilik, iran ve Hind dinlerine ait düşünce ve inançların müslümanlar arasında yayılması,
    6-Cahillerin hüküm ve fetva vermeğe kalkışmaları,
    7- ilmin çeşitli branşlarında ihtisas ve derinleşme, elde edilen malzemenin derlenmesi. 8- Ayet ve hadisler ışığında ortaya çıkan durumlara göre yeni hükümler çıkarmak zorunluluğu.
    9- Kadıların ekseriyette hak ve adaletten sapmaları.



    işte ana hatlarıyla özetlenen bu sebebler öncelikle itikadî ve amelî mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. (051)



    itikadî mezhepler de 1- Ehl-i Sünnet, 2- Ehl-i Bid’at şeklinde ikiye ayrılmıştır. Ehl-i Sünnet de kendi içinde, 1- Selefiyye, 2- Maturudiyye, 3-Eş’ariyye diye üçe ayrılır.Ehli Bid’at (Ehli Beyt) mezhebi üyelerinden bazıları farklı inanç ve ibadetlere sahip olduğundan ayrıca ele alınacaktır.



    islâm mezhepleri arasında zuhur eden fikir ihtilâfları islâm’ın iman ve ibadet esaslarını inkâr etmemiştir. islâm Tarihi’nde mezhepler arasındaki farklar anlayış, bilgi, üstad, zaman ve mekân farklarından çıkmış, temele inmemiştir. Bütün ehl-i sünnet imamları Allah‘ın kitabını, Peygamberin’in sünnetini, sahabenin icmaını ittifakla rehber edinmiş, ayrıca yekdiğerine karşı da saygı ve sevgi hisleriyle dopdolu bulunmuş, zaman zaman bunu açıkça ifade etmiş, hiçbiri diğerini sapıklıkla suçlamamıştır. (052) Bu kısa girişten sonra islâm dünyasının her köşesinde müntesipleri bulunan dört fıkıh (amel) mezhebini özet halinde vermeye çalışacağız.



    1-Hanefî Mezhebi

    Hanefî Mezhebi’nin kurucusu Ebu Hanife’dir. imam-ı Azam Ebu Hanife diye şöhret bulmuştur. Ebu Hanife Kufe’de (80/699) doğmuş, Bağdat’ta (150/767) vefat etmiştir. imam-ı Azam aslen Türktür. Sahabe devrine yetişmiş tabiîndendir. Kufe’deki büyük fakihlerden okumuştur. Önceleri ticaretle meşgul olmuş, sonra büyük fakihlerden şa’bi’nin teşviki ile ömrünü ilme vermiştir. Önce “Tevhid” ilmini okumuş ve yüksek bir mertebeye ulaşmıştır. Fıkh-ı Ekber ile el-Alim ve’l-Müteallim adlı eserlerini yazarak islâm inancını savunmuştur. Basra’ya kadar giderek orada islâm inancı konusunda tartışmalara katılmıştır.



    Ebu Hanife, hocası Hammad’ın ölümü üzerine O’nun yerine geçmiştir. imam-ı Azam, geniş ve sağlam karihası, kuvvetli fikir ve mütalâası, kitap, sünnet ve bunlardaki inceliklere derin vukufu ile temayüz etmiştir. Fıkıh ilminde pek yüksek seçkin bir mevkii vardır. Çok fazla Hacca gittiği rivayet edilir. imam-ı Malik O’nun hakkında, “Ebu Hanife’nin mantığı o kadar kuvvetlidir ki, eğer şu direk altındır derse onu isbat edebilir” demiştir. imam-ı Azam’ın kitap ve sünnetten beşyüzbin mesele ortaya çıkardığı, altmışdört bin fetva verdiği rivayet edilir. O, seçme kırk büyük âlim yetiştirmiştir. imam-ı Ebu Yusuf, imam-ı Muhammed ve imam-ı Züfer bunların en meşhurlarındandır.



    Hanefî Mezhebi önce Irak’ta çıkmış, oradan Mısır, Doğu ve Batı’ya yayılmıştır. Irak, şam, Afganistan, Doğu ve Batı Türkistan, Kafkasya, Anadolu, Rumeli Türkleri ve Balkanlardaki Müslümanların hemen tamamı Hanefî’dir.



    Ebu Hanife, islâm Hukuku’nun kurucusudur. O’nun mezhebi en önce takarrür eden, en kuvvetli, en sahih, en açık, kitap, sünnet ve sahabe görüşüne en uygun bir mezheptir.



    imam-ı şafiî, “insanlar fıkıhta Ebu Hanife’nin iyalidir” der. O, fıkhı düşünceye yepyeni bir metod getirmiştir. Metodu içtihadın bütün türlerini içine alır. imam-ı Azam metodunu, “Ben Allah‘ın kitabıyla hüküm veriyorum. Kitapta bulamazsam Rasûlüllahın sünnetine sarılıyorum. Allah‘ın kitabında ve Rasûlü’nün sünnetinde bir hüküm bulamadığım zamanlarda da sahabilerin sözlerine bağlanıyorum” (054) sözleriyle açıklar. Bunlara ilave olarak Ebu Hanife, kıyas, istihsan, icma ve örfe de fetvalarında önem vermiştir. O’nun fıkhında 1- Ticarî bir ruha sahip oluşu, 2- şahsî hürriyeti himaye edişi, belirgin iki vasfı teşkil eder.



    Osmanlı imparatorluğu’nun resmî mezhebi Hanefîlik’tir. Mahkemeler ve fetvalar bu mezhebe göre yürütülmüştür. Nitekim bazı ülkelerde Hanefi Mezhebi için Türklerin Mezhebi sözü gelenek haline gelmiştir. Amelde Hanefî Mezhebi’ne bağlı olanlar, itikad konusunda Ebu Mansur Mâturidi’ye uymuşlardır.



    2- Maliki Mezhebi

    Malikî Mezhebi’nin kurucusu Malik b. Enes’tir. Medine’de (93/711) doğmuş, yine orada (179/765) vefat etmiştir. imam-ı Azam ve imam-ı Yusuf’la görüşmeleri olmuştur. Malikî Mezhebi, Medine’ye gelip gidenler vasıtasıyla Batı’da Endülüs’te yayılmıştır. Bu bölge halkının bedevi mizaçlı olmaları ve Hicazlılara mütemayil bulunmaları Malikî Mezhebi’ni tercihlerinde önemli rol oynamıştır. imam-ı Malik hadis ilminde çok kuvvetli idi. Muvatta adındaki hadis kitabı meşhurdur.



    imam-ı Malik, Medine’de Rebiatü’r-Rey’den ilim tahsil etmiş, mezhebini, kitap, sünnet, icma ve kıyas üzerine kurmuştur. O’nun fıkhi görüşlerini Mısır’a intikal ettiren Abdurrahim b. Halit’tir. En çok yayıldığı yer de Yukarı Mısır’dır. Malikî Mezhebi’nin Endülüs’te yayılmasında halkının bedevi olması büyük rol oynamıştır. Malikî Mezhebi, Yemen, Katar, Bahreyn ve Sudan’da yaygındır. (055)



    imam-Malik ile ilim tahsili yolunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak evini bile satmıştır. O’na göre ilim iki kısma ayrılır:



    1-Bütün insanlara anlatılan mevzularla ilgili olan bilgiler.
    2-Seçkin kişilere özgü olan bilgiler.



    imam Malik, hadis-i şeriflerin yanında sadece sahabi ve tabiîlerin fıkhını öğrenmekle yetinmemiş, aynı zamanda rey’e dayanan fıkha da yönelmiştir. Hocaları genellikle,



    1-Fıkıh ve re’y üstadları,
    2-Hadis ve rivayet üstadlarıdır



    imam Malik, ancak meydana gelmiş meseleler hakkında fetva verir, muhtemel problemler hakkında görüş bildirmekten çekinirdi. Bilmediği bir mesele için “Bilmiyorum” demeyi prensip edinmişti. Fetva konusunda çabuk cevap vermezdi. O’na göre işlerin en hayırlısı sünnet, en kötüsü de uydurma ve bidatlardır. O’na göre birinci kaynak Kur’an, ikinci kaynak sünnettir. O, Kıyas’ı da kabul etmiştir. En meşhur eseri bir hadis ve fıkıh kitabı olan Muvatta’dır. Öğrencisi Abdullah b. Vehb, O’ndan dinlediği ders ve takrirleri toplayarak Mücalesat adında bir kitap meydana getirmiştir.




    3-Şafıî Mezhebi

    şafiî Mezhebini imam-ı Muhammed b. idris eş-şafiî kurmuştur. imam-ı şafiî Gazze (150/767)’de doğmuş, Mısır (204/819)’da ölmüştür. Üstün akıl sahibi, şiir ve lügatte gayet kuvvetli büyük bir müctehid idi. Mekke’ye götürülmüş, oradaki büyük âlimlerden okumuş ve yirmi yaşında iken fetva vermeye başlamıştır. Ayrıca yine burada hadis tahsil etmiştir. imam-ı şafiî, imam-ı Azam’ın öğrencisi olan imam-ı Muhammed‘in meclislerinde bulunmuştur. En meşhur eserleri er-Risale ve el-Üm’dür.



    şafiî Mezhebi ilk olarak Irak’ta yayılamamıştır. Çünkü irak’ta Hanefî bilginleri çoktur. Sonra Irak’tan Mısır’a gidince mezhebi orada yayılmıştır. O zamanlar Mısır’da şafiî çapında büyük fakih yoktur. Bu sayılan ülkeler dışında şafiîlik Horasan, şam ve Yemen’in bazı bölgelerinde yayılmıştır. Fatımîler devrinde Mısır’da sönmeye yüz tutan şafiî Mezhebi’ni Selahaddin-i Eyyûbî yeniden ihya etmiştir. Mısır ve Arabistan halkının çoğu şafiî’dir. imam şafiî, başlangıçta Malikî etbaından sayılırdı. Çünkü O, mezhebini imam-ı Malik’ten almıştır.



    Fakir bir hayat süren şafiî’ye, ömrünün sonuna doğru beytü’l-mâl’dan tahsisat bağlanmıştır. O, imam-ı Muhammed‘ten yalnız rey ve kıyas fıkhını tahsil etmekle yetinmemiş, Iraklılarca meşhur olan rivayetleri de öğrenmiştir. şafiî Mezhebi’nde tahriç de büyük bir yer tutmaktadır. Kuvvetli hafızası yanında şafiî’nin hazır cevaplığı da bilinmektedir. O, hocası imam Malik gibi keskin bir görüş sahibidir.



    şafiî’nin döneminde çeşitli fikirler ve birbirine zıt mezheplerle, temellerini Mu’tezile’nin attğı ilm-i Kelâm’da doğmuştur. imam-ı şafiî tesbit ettiği usul-i fıkıh kaidelerini iki maksatla kullanmıştır:



    1-Bu kaideler sağlam görüşleri tanımak için bir ölçüdür.
    2-Yeni hükümler çıkarılırken bu kaideler küllî bir kanun olarak ele alınacaktır.



    Genellikle kabul edildiğine göre şafiî Mezhebi’nin yayılması; 1- Bağdat, 2-Mısır olmak üzere iki devreye ayrılır.



    4- Hanbelî Mezhebi

    Ahmed b. Hanbel, Bağdat (164/780)’da doğmuş, orada (241/855) vefat etmiş büyük müctehidlerden biridir. (057) O’nun, hadis ve fıkıhta hocası imam Ebu Yusuftur. Bağdat’a geldiğinde Ahmed b. Hanbel ile görüşen imam şafiî O’nun hakkında, “Bağdat’ta bundan efdal, bundan daha fakih ve âlim bir kimse görmedim” demiştir. En meşhur eseri Müsned’tir. O, sözlerinin yazılmasını istememesine rağmen, söz ve fetvalarından otuz ciltlik bir eser meydana getirilmiştir. Kendine has bir ictihad tekniği vardır. O’nun metodu daha çok imam şafiî’ye benzemektedir. Diğerlerine nazaran Hanbelî Mezhebi’nin mensubu o kadar çok değildir. Önceleri Bağdat’ta Hanbeliler çoğunlukta iken Hülâgu’nun istilâsından sonra azalmışlardır. Günümüzde Suriye, Irak ve Necid, az sayıda da olsa Katar ve Bahreyn’de Hanbelî vardır.



    Ahmed b. Hanbel küçük yaşında ilim tahsili için şam, Hicaz ve Yemen’e gitmiş, Bağdat’ta bulunduğu sürece imam şafiî’den ayrılmamıştır. Mezhebini şu temeller üzerine kurmuştur:



    1-Fetva, kitap ve sünnet’e istinat etmelidir.
    2-Sahabenin fetvalarına bakmalıdır.
    3-Bir konu hakkında mürsel ve zayıf hadisi bertaraf eden bir şey olmadığı zaman mürsel ve zayıf hadis alınmalıdır.
    4-Aksi bir söz veya icma bulunmayan sahabi fetvasıyla amel edilmelidir.



    Ahmed b. Hanbel, hakkında nass yahut seleften eser bulunmayan bir meselede fetva vermeği hoş görmeyerek bunu önleme konusunda çok titiz davranmıştır.



    Ahmed b. Hanbel, hadisi muhaddislerden tahsil etmek için Bağdat, Basra, Kufe, Mekke ve Medine ile yetinmeyerek Yemen’e dahi gitmiştir. Rivayet ilmi O’nu fıkha ulaştırmıştır. Verdiği fetvaların yazılarak nakledilmesini yasaklamış, “yazılması gereken din ilmi ancak kitap ve sünnettir” demiştir. Hayatında, daima kıt kanaat geçinen başkasına muhtaç olmamak için daima çalışan Ahmed b. Hanbel, şu hususlara çok özen göstermiştir:



    1-Devlet memuru olmak.
    2-Vali veya halifenin ihsanını kabul etmek.



    Ahmed b. Hanbel’in fıkhı hakkında münakaşaya girişenler, O’na şu noktalarda itiraz etmişlerdir:




    1-Rivayeti fetvaya tercih etmiştir.
    2- Fetvalarının yazılmasını yasaklamıştır.



    3-ihtilâfa düşen sahabilerin görüşlerini ayrı ayrı kabul etmiştir.



    4- Bilginlerden çoğu, bazı fıkhî meseleleri O’na nisbet etmede şüpheye düşmüşlerdir.



    Diğer mezhep imamları gibi Ahmed b. Hanbel de kitap ve sünnetten faydalanarak Müslümanların dinî meselelerini çözmekle uğraşmıştır.
    Konu Dygsuz tarafından (03.04.2009 Saat 15:03 ) değiş;tirilmiş;tir.

  4. #14
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1047
    @Dygsuz

    Standart


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]



    5 renkli Dürzi inanç sembolü




    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]



    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]


    Ortadoğu Dinleri -

    Dürziler ve Dürzilik

    Dürzilik, Fatımi halifesi Hakim Biemrillah’ı tanrı olarak kabul eden ezoterik bir inanç akımıdır. XI. Yüzyılda Suriye’de ortaya çıkan bu akımın adını kurucularından Ebu Abdullah Muhammed bin İsmail Anuştegin ed-Derezi’ den aldığı ileri sürülmektedir. Kimi araştırmacılar Dürziliği İslam’ın Batıni akımları arasında saymalarına karşın, Sünni şeriatıyla olduğu kadar Şii-Batıni anlayışla da çatışan tarafları vardır.

    Dürziler bugün Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün’de dağınık topluluklar biçiminde yaşamaktadırlar. En yoğun olarak yaşadıkları bölge Lübnan’ın dağlık yöreleridir. Dürziler uzun yıllardan beri Lübnan dağının güneyi ile Anti-Lübnan dağlarının batısı arasında kalan; kuzeyde Beyrut’tan güneyde Sur’a ve Akdeniz kıyılarından Şam’a kadar uzanan bölgede oturmaktadırlar. Ayrıca az sayıda da olsa Avrupa, ABD ve hatta Avustralya’da da Dürzi toplulukları bulunmaktadır. Dünya üzerinde toplam sayılarının yaklaşık 350.000 kadar olduğu sanılmaktadır.

    Müslümanlar, Dürzileri Müslüman olarak görmezler. Oysa Dürziler kendilerini Müslüman olarak, hatta Müslümanların en doğru inançlısı biçiminde değerlendirirler. Kendilerini “Muvahhidin” (Tanrı’nın birliğine inananlar) olarak adlandırırlar.

    Dürziliğin Kökeni

    Dürziler’in ırk olarak kökenleri konusu tartışmalıdır ve oldukça farklı köken kuramları ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre Dürziler’in kökeni Hititler’e ya da Galatlar’a kadar geri götürülür. Bazı araştırmacılar, eski İran kavimlerinden Persler’in ve Medlerin inançları olan Mazdeizm ile Dürzilik arasındaki benzerlikleri kanıt sayarak, Dürziler’in bu kavimlerin soyundan geldiklerini ileri sürerler. Kimi etnograflar ise Dürziler’in Asurlular tarafından sürgün edilmiş barbar bir kavmin devamı olduklarını savunurlar.

    Dürziler’in kökeni hakkında bir başka görüş, bunları Fenikeliler ile ve özellikle Eski Ahit’te I. Krallar 5:6’da sözü edilen ve Süleyman Tapınağı’nın yapımı sırasında Lübnan dağlarından kereste sağlayan Sayda'lı işçilere bağlamaktadır. Uzun yıllar boyunca Lübnan’da yaşamış olan Haskett-Smith, “The Druses of Syria” (Suriye Dürzileri) adlı yapıtında: Dürziler, kendilerinin Süleyman Tapınağını yapanların torunları olduklarını ileri sürüyorlar; oysa Eski Ahit ve Yahudi tarihi hakkında bilgileri pek sınırlı” diye belirtmektedir.

    Dürziler, kendilerini Arap ırkından sayarlar. Dürzilerin kökeni konusunda en çok yandaş toplamış olan görüş, Dürziler’in Yemen’deki Süryani kökenli Araplar oldukları biçimindedir. Bu görüşe göre Dürziler, büyük bir sel felaketinden sonra Yemen’den ayrılarak kuzeye göç ettiler. İslam’ın yayılması sırasında bu yeni dini benimseyerek, Lübnan’ın dağlık yörelerini yurt edindiler.

    Dürziler’in kökeni hakkında Batı’da geliştirilmiş olan bir söylenceye göre Dürziler, Haçlı Seferleri sırasında Lübnan dağlarına yerleşmiş olan Dreux Kontu ve adamlarının soyundan gelmektedirler. Bu topluluğun torunları kendi dil ve dinlerini tümüyle yitirmişlerdir. Dürzi sözcüğünün kökeni de Dreux’den türemiştir.

    Söylenceye göre, XII. yüzyılda yörede kalıp, memleketlerine dönemeyen bu Haçlılar, Müslümanların baskısı karşısında Comte de Dreux’nün komutası altında dağlara çekilmişler ve yerliler ile evlenerek ayrı bir topluluk oluşturmayı başarmışlardır. XVII. Yüzyılda bu söylence daha da geliştirilmiş ve Dürziler’in başında bulunan Emir II. Fahreddin’in Lorraine hanedanı ile kan bağı bulunduğu ve bu yolla ilk Kudüs Haçlı Kralına bağlandığı ortaya atılmıştır. Fahreddin’in 1613-1618 yılları arasında Floransa ve Paris’te kaldığı, hem Medici hanedanı hem de Fransa Kralı XIII. Louis ile Osmalılar’a karşı ittifak kurduğu bilinmektedir.

    Dürziliğin inançsal kökeni Mısır’daki Fatımi devletine dayanmaktadır. Araştırmacılar Dürziliğin tarih sahnesine çıkışını, Fatımi halifesi Hakim Biemrillah’ın kendisinin tanrı olduğunu ileri sürdüğü 1017 yılı olarak kabul ederler. Bu yıl Dürzilerce takvim başlangıcı biçimde değerlendirilir.

    Hakim’in veziri olan Hamza bin Ali, Hakim’in tanrılığına dayanan bu yeni inancı yaymak görevini üstlenir ve Hakim’in imamlığını ve tanrılığını savunan iki risale kaleme alır. Bu risalelerde Allah’ın yedi imama hulul ederek insan biçimine büründüğünü, Hakim’in özünde Allah’ı bulunduran son imam olduğunu iddia eder. Hamza, Hakim’in tanrılığının yanısıra, kendisinin de peygamber olduğunu ortaya atar. Hamza bu yeni inançları yayması amacıyla Anuştegin ed-Derezi’yi Suriye’ye gönderir.

    Anuştegin, Suriye ve civarında yaptığı propagandalarda oldukça başarılı olur. Diğer taraftan 1020 yılında Hamza, Kahire’de bir camide inançlarını açıkça duyurur ve bunun üzerine Hamza karşıtı büyük bir ayaklanma başlar. Hamza, bir süre Hakim tarafından korunur ve sonra ortadan yok olur. Halife Hakim ise, giderek genişleyen ayaklanma karşısında özellikle Fustat kentine karşı müthiş bir intikam hareketine girişir. Ne var ki tam bu sırada halife Hakim de 23 Şubat 1021 gecesi esrarengiz biçimde ortadan kaybolur. Hakim ve Hamza’nın yandaşları Mısır’ı terketmek ve Suriye’de Anuştegin ed-Derezi tarafından oluşturulan topluluklara katılmak zorunda kalırlar.

    Zamanla güçlenen Dürziler, Haçlı Seferleri sırasında İsmaililer ile birleşerek İslam ordularına karşı Hıristiyanların yanında yeralırlar. Ancak bu dönemde o yörede yaşayan İsmaililer ile Dürziler arasındaki ilişkiler hakkında açık bir fikir edinmek olanaklı değildir. Bir çok araştırmacı bu iki mezhebi birbirine karıştırmıştır. Kesin olarak bilinen her iki mezhebin de Haçlı Seferlerinin sonuna kadar Hıristiyanların müttefiki olarak kaldıklarıdır.

    Haçlı Seferlerinden sonra yörede varlıklarını sürdüren Dürziler, Kaysiler ve Yemanilerdiye iki kola ayrıldılar. Yemaniler Mercidabık savaşında (1516) Osmanlılar’ın yanında yeraldı. Daha sonraki yıllarda sık sık çıkardıkları ayaklanmalar ve kargaşalıklarla Osmanlı İmparatorluğundaki sorunlu topluluklardan biri olma özelliklerini sürdürdüler. Birinci Dünya Savaşı sırasında diğer Arap kabileleri gibi Osmanlılar’a karşı harekete geçtiler ve Fransız işgali sonucu (1918) Osmanlı yönetiminden ayrıldılar. Fransızlar Dürziler’in yaşadıkları yörede özerk “Cebel-i Dürz Emirliği”ni kurdular (1921). Dürzi Emirliği 1936 yılında kaldırıldı ve Dürziler’in bir kısmı Suriye’ye bir kısmı Lübnan’a bağlandı.

    İnançları

    Dürziliğin inançsal temeli Hamza bin Ali tarafından oluşturulmuştur ve dört temel ilkeye (farz) dayanır.

    1. Hakim’i Allah Bilmek: Hakim, hem Allah hem de insandır (Lahut-Nasut). Bu iki nitelik birbirinden ayrılmayacak ölçüde içiçe geçmiştir. Allah’ın tüm işleri anlamlı ve bilgecedir. İnsan aklı O’nu ve işlerini kavrayıp tanımlayamaz. Allah, bir çok kez insan biçiminde zuhur etmiştir; en son olarak Hakim biçiminde kendisini göstermiştir. Kötülükler ve bozukluklar ortadan kalktığında gizlendiği yerden bir kez daha ortaya çıkacak, Dürzileri ödüllendirip inançsızları cezalandıracaktır.

    2. Emri Bilmek: “Kaim al-Zaman” olarak da adlandırılan emir, Hamza bin Ali’nin kendisidir. Hamza, Allah’ın ilk yarattığı, ilk cevheridir. Evren ve tüm diğer varlıklar ondan yaratılmıştır; bu nedenle Hamza, yaratıkların en onurlusu ve Allah’ın elçisidir. Dünya ve Ahiret işlerini yöneten, ceza ve ödül veren odur. Allah’ın öz nurundan yaratıldığı için, imamların imamı olup, kıyamet gününde sevap ve ikab onun eli ile yapılacaktır. Yer, içer, el ile tutulur. Babası ve anası vardır. Karısı ve çocukları yoktur. O, nedenlerin nedeni ve tümel akıldır(Akl-i Külli).

    3. Hududu Bilmek: Tanrısal emirleri öğreten ve yayanlara “Hudud” denir. Hudud’un başı Hamza’dır ve onunla birlikte sayıları beşe ulaşır. Bunlara “Vezir” de denilir. Hamza’dan sonra gelen dört hudud yaratıkların en onurlularıdır, evlenmedikleri gibi her türlü günahtan uzaktırlar. Bunlar dışında hudud sayılan üç grup daha vardır: “Dai”ler, “Mezun”lar ve “Mukassir”ler.

    Dinin önderleri diye adlandırılan “hudud” aslında beş tanrısal ilkeyi temsil etmektedir. Beş Dürzi önderin de kişiliklendirilen bu beş ilkeden ilki erkek ilke olan Evrensel Akıl’dır ve Tanrı’nın ilk yarattığı varlık olan Hamza bin Ali tarafından temsil edilir. İsmail bin Muhammedtarafından kişiliklendirilen ikincisi Evrensel Ruh’tur (Nefs) ve dişi ilkedir. Bunların ikisinden, Muhammed bin Vehb’te kişiliklenen, Söz (Logos) türemiştir. Söz ve Evrensel Ruh’tan üreyen ve Selame bin Abdullah’da kişilik kazanan dördüncüsü ise Sağ Kanat (el-Cenahu’l-Eymen) ya da Yöntem’dir. Sağ Kanat’tan aynı biçimde üreyen ve Bahaeddin Muktena’da kişiliklenen Sol Kanat (el-Cenahu’l-Yesar) ya da İzleyen beşincileridir. Bunlar, aynı on sefirotun Kabalacılar’ın gizem ağacını oluşturması gibi, Dürziliğin dinsel hiyerarşisini oluştururlar. Büyük olasılıkla Dürziler bu kavramları Kabalacılar’dan almışlardır.

    Dürzilerin kutsal simgesi beş köşeli bir yıldızdır. Bu yıldızın her bir köşesi ayrı renkte olup, beş hududu ve onların niteliklerini temsil eder:

    Yeşil: Gerçeğin anlaşılması ve kavranması için gerekli olan “Akıl” dır. Allah’ın iradesini temsil eder.

    Kırmızı: “Nefs”dir ve varlığın sınırlarını belirler. Akla yardımcıdır.

    Sarı: Gerçeğin en yalın ifadesi olan “Söz”dür. İlk ikisine yardımcı olmaktadır.

    Mavi: “as-Sabik”tir. İradenin düşünsel gücünü temsil eder. Söz’e yardımcı olmak ve onu her türlü kötülükten koruyarak, evreni uyum ve düzen içinde tutmak üzere yaratılmıştır.

    Beyaz: “al-Tali”dir. Mavi’nin gerçekleşmesi ve gücün maddeleşmesidir.

    4. Vasiyetlere Uymak: Bazı ahlak kurallarından oluşan ve “Hasıl” da denilen vasiyetlere uyulması zorunludur. Bu kurallar:

    Doğru sözlü olmak (Sıdk al-Lisan).

    Kardeşlik, mezhep üyelerini koruma (Hıfz al-İhvan).

    Önceki tüm ibadetlerin ve dinsel inançların terk edilmesi.

    İblis’ten ve tüm kötülerden uzak durmak.

    Hakim’in tek tanrı olduğuna inanmak (Tevhid al-Hakim).

    Hakim’in buyruk ve eylemlerine boyun eğmek.

    Hakim’in iradesine teslim olmak.

    Öğretileri şu şekilde özetlenebilir: Yalnızca tek bir Tanrı vardır. O, bilinmez ve bilinemez, tahayyül edilemez. Yalnızca O’nun varlığını, varolduğunu doğrulayabilir ya da bilebiliriz. Tanrı insan biçiminde dokuz kez görünmüştür. Bunlar, bedenlenme (incarnation) biçiminde değildir, zira Tanrı bir bedene gerek duymaz, bu belirmeler daha çok bir insanın elbise giymesi gibi Tanrı’nın beden giymesi tarzında olmuştur.

    Dürziler’de bilgeliğe yalnızca belirli bir dinsel eğitimi tamamlamış olan seçkin kişilerce ulaşılır; bunlara “akıllılar” anlamına gelen “Ukkal” denir. Bunlar başlarına beyaz sarık sararlar ve kendi aralarında özel toplantılar düzenlerler. Dürzilikte “Ukkal”in uygulamakta olduğu dokuz dereceli bir hiyerarşik yapılanma bulunmaktadır. İnisiyasyonun ilk yılında deneme süresini tamamlayan aday asıl üyeliğe kabul edilebilir. Çıraklık devresini tamamlayan Dürzi’nin ancak ikinci yılda inancının simgesi olan beyaz sarık takmasına izin verilir ve mezhebin tüm gizem törenlerine katılmaya hak kazanır.

    Çoğunluğu oluşturan diğerleri Dürzi inançlarının yalnızca sınırlı bir bölümünü bilirler ve bunlara da “cahiller” anlamına gelen “Cuhhal” denilir. Bunlar ancak herkese açık ibadet yerlerinde buluşurlar. Böylelikle iki katlı bir inançsal yapıya sahip olan Dürzilik, kendine özgü bir ezoterik yapı ortaya koymaktadır. Bu tür iki katlı inançsal yapıların özellikle Manicilik, Bogomiller, Paflikyanlar ve Batı’da Katharlar’da bulunduğu bilinmektedir.

    Dürzilerin inançsal ilkelerinin yalnızca bir tür inisiyasyondan geçmiş kendi mezhep üyelerine açıklanan gizler olması nedeniyle, inanç ve öğretileri tam olarak bilinmemekle beraber Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet karışımı bir uzlaşımcı sentez gibi değerlendirilmektedir.

    Tapınmaları gizli olduğundan törenleri hakkında güvenilir bilgilere sahip değiliz. Yüksek ağaçlıklar arasında veya dağların tepelerinde gizlenmiş kutsal yapılarında hemen hiç süsleme yoktur. Belirli bir ritüelleri ve okudukları bir duaları da yoktur, ama törenler sırasında ilahiler söyler ve kutsal kitapları okurlar.

    Son olarak, sanki gizli bir örgüte benzerliklerini tamamlamak için, Dürziler’in birbirlerini tanıyabilmek amacıyla benimsedikleri işaret ve şifreler olduğunu ve bunların karşılıklı olarak alınıp verilmemesi halinde gizemlerine dair tek sözcük etmedikleri bilinmektedir.

    Tampliyeler ve Dürziler

    Haçlılar’ın Kutsal Topraklar’da egemen oldukları dönemde, Tampliyeler’in karşılaştığı Doğu’ya özgü birçok gizemci inanç akımlarından biri de Dürzilik’tir. Dürziler’in inanç sisteminin ve ezoterik uygulamalarının Tampliyeler’i etkilediği sıkça ileri sürülen bir savdır. Bu sava göre Tampliyeler, daha sonra Avrupa’ya aktarılan ve zamanla Masonluk sistemine yerleşen bir takım inanç ve geleneklerinin esinini Dürziler’den almışlardır.

    Tampliyeler’in Dürziler ile bağıntısının hem tarihsel hem de geleneksel bir takım kanıtları olmakla beraber, bunun Masonluk ve Tampliyeler üzerinde ne gibi etkileri olduğu konusunda yalnızca varsayımlarda bulunulabilir.

    Leonard W. King’in Gnostikler ile ilgili yapıtında ileri sürdüğüne göre: “Mısır halifesi Hakim’in mezhebin kurucusu olduğu ileri sürülmesine karşın Dürziler’in, Procopius’un VI. yüzyılda Lübnan ve Suriye’de hızla çoğaldıklarını söylediği Gnostik mezheplerin kalıntıları olmaları daha akla yakındır. Komşuları arasındaki yaygın kanıya göre Dürziler, dana şeklindeki bir puta tapınmakta ve gizli toplantılarında Roma döneminde Ophitler’e (yılanı kutsallaştıran ve ona tapan bir tarikat), Ortaçağda Tampliyeler’e ve çağımızda da Masonlar’a atfedilen törenler yapmaktadırlar.”

    Bu görüşün başka yazarlarca da onaylandığı görülüyor. Ancak King’e göre, önemli ve ilginç olan nokta: “Dürziler’in kendi önderlerinin İskoçya’da gizlendiğine inanmalarıdır”. Kuşkusuz bu, Tampliyelerin o yörede çok güçlü oldukları dönemlerden kalma bir inanıştır.
    Konu Dygsuz tarafından (03.04.2009 Saat 15:10 ) değiş;tirilmiş;tir.

  5. #15
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1047
    @Dygsuz

    Standart


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]



    ZERDÜŞTİLİK (Mazdaizm)



    İran dinleri içerisinde, tek tanrı inanışına yer vermesi bakımından, en dikkat çekicisi Zerdüştilik 'tir. Bu din, adını kurucusundan alır. Bu dine, dayandığı tek tanrı Ahura Mazdah 'a nispeten “Mazdeizm” de denir.


    1. Zerdüşt 'ün Hayatı

    Zerdüşt kelimesi (Zoroaster), Zarathustra 'nın Yunanca karşılığıdır (Zarath: güzel, doğru; üstra: develer demektir. Güzel develere sahip olan anlamını ifade eder. Halk dilinde zerdüşt, yaşayan yıldız olarak nitelendirilir). Zerdüşt 'ün doğumu, M.Ö. 570 olarak tahmin edilmektedir. Zerdüşt, İran dinleri üzerinde önemli bir etki bırakmıştır. Tektanrılı bir inanç telkin ettiği için onu bir peygamber olarak kabul edenler bulunduğu gibi, ona bir hakim veya şaman olarak bakanlar da vardır. Gatha 'lar diye adlandırılan kutsal metinler ona dayandırılır.

    Zerdüşt, Yüce Tanrı olarak telkin ettiği Ahura Mazdah ile yakın irtibatı bulunduğunu ilan etti. Ona göre alemlerde mücadele eden, İyilik ve Kötülük diye adlandırılan iki asli ruh (ilkine “Spenta Mainyu”, ikincisine “Angra Mainyu” denilir) var idi. Ahura Mazdah 'ın bu iki ruhla alakasını bugün pek iyi bilemesek de O, iyilikle beraberdir. İnsanoğlu, bu iki ruh arasından birini seçmeye mecburdur ve seçimi onun kaderini etkileyecektir.

    Zerdüşt 'ün ölümünden sonra insanlar, onun karşı çıktığı Mitra, Anahita gibi tanrılara tekrar tapınmaya başladılar.


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]


    2. Kutsal Kitapları ; Gathalar - Avesta

    Zerdüşt 'ten sonra çoktanrılı inançlar yayılmışsa da ona nispet edilen kutsal Gatha 'lar, İran 'da etkisini sürdürmüştür. Avesta, eski İran 'ın ve bugün Hindistan 'da yaşayan İran asıllı Parsî lerin ve diğer Zerdüşt inancını kabul edenlerin kutsal kitabıdır. Dili Pehlevice (Eski Farsça) ve Kürtce 'dir.. Avesta (Hikmet, bilgi anlamında), şu bölümden oluşur:

    2.1. Yasna: Dini törenlerde okunan ilahiler. Zerdüşt 'ün Gatha 'ları bu bölümdedir. Gatha 'lar, Avesta 'nın eski metinleri ve kısımlarıdır. Gatha 'lar, Zerdüşt 'ün sözleri sayılır ve hususi bir saygı görür. Pehlevi dilinde Gatha 'nın her şiirine “Gas” denir. Gatah 'ların tamamının 17 fasıl, 338 kıta, 896 mısra ve 5560 kelimeden ibaret olduğu belirtilir. Avesta 'daki Gatah 'lar; Eşnut Gat, Eştut Gat, Spentmend Gat, Vonu Hişter Gat ve Vehiştvet Gat olmak üzere beş tanedir.

    2.2. Yast: Çeşitli tanrılara yöneltilen ilahiler.Güneş tanrısı Mitra,Ahura Mazda ile ölmez azizleri ve diğer tanrısal olgular için yapılacak kurban şarkıları olup yirmibir söylevi kapsamaktadır.

    2.3. Videvdat: “Şeytanlara karşı kanun” diye de adlandırılır; şeytanlara karşı tılsımlar ve temizlenme kaideleri bu bölümde yer alır. Toplam yirmi iki söylevi kapsamaktadır.

    2.4. Vispered : Tüm kutsananlar anlamında olup, ibadetlerde anılması gerekli olan kutsallar ve onlara yapılan ibadetleri ve bazı edebi bölümleri içermektedir.

    2.5.Horda (Xorda) Avesta : Genç avesta anlamına gelmekte olan bu bölümde günlük ve yaşam sürecinde yapılması gerekli ibadet zamanlarını gösteren bir zaman takvimi niteliğindedir. Bu da dört bölüm halindedir.

    2.5.1.Nijis : Mitra Tanrısı,umut,aydınlık,su ve ateş hakkındadır
    2.5.2.Kataha : Beş umudu kapsamaktadır.
    2.5.3.Sihroje : Günlük yaşamda iyi ve kötü anların varlığı hakkında bilgileri kapsar
    2.5.4.Aferinkan : İnsanların iyiliklerle mutlu anlarından eğlence ve kutsamalarından bahsetmektedir.

    2.6.Nirangastan : Bu bölümde de ölenlerin ruhlarının göğe çıkışları anlatılmaktadır.


    Bu Avesta bölümlerinden eksik -kayıp- olanlarının tamamlanması amacıyla MS yapılan çalışmalarda halkın ve din adamlarının sözlerini ve eski kaynaklar esas alınarak (zaman zaman değişikliklere uğramış) hazırlanan bölümlerde şu alt bölümlerden meydana gelmektedir.

    a.Bundahişn : Temel veya yaratılış anlamında olup uzay ve dünyanın yaratılışı sürecini ve sonucunu eski kaynaklara bağlı olarak anlatmaktadır.

    b.Denkart : Dini eser anlamına gelmekte olan Avesta 'nın kayıp olan yirmibir bölümü ve onların içerikleri hakkında bilgi verirken, karmaşık bir ansiklopedi durumundadır.

    c. Brahman Yaşt : Sassaniler zamanında yazılmış olduğu belli olan bölüm, Avesta 'nın son kayıp olan bölümleri hakkında bilgi vermektedir.

    d. Ayatkar-i Zamaspik : Zerdüştlüğün ortaya çıktığı bölgenin ilginç mitolojik ve kahramanlık hikayelerini anlatır.

    e. Menok-i Xrat : İyilik ruhu ve bilgelik anlamına gelmekte olup,Menok-i Xrat ile bir Zerdüşt dini bilgini arasında geçen ve Zerdüşt dini inancı konusunda 62 sorulu cevaplı bir bölümdür.

    f. Pank Namak-i Zerdüşt : Zerdüşt 'ün fikir kitabı anlamında olan bu kitap da Sassaniler zamanında Zerdüşt 'ün fikirleri konusunda yazılmıştır.

    g. Ardai Viraz Namak : Bu kitap Arda i Viraz 'ın göğe ve cehenneme seyahatini anlatmaktadır.

    h. Viçitakihai Zatspram : Zatspram 'ın seçilen yazıları anlamında olup, Zerdüşt 'ün var oluş veya dünyanın yaratılışı konusundaki görüşünün Zervanist düşüncesi ile yazılmasıdır.

    ı. Şayast na Şayast : Müsaadeli ve müsaadesiz anlamında olan bu bölüm dini inançları gereği soru ve cevaplı kuralları içeren bir bölümdür.

    i. Pahlavi Rivayat Zu Datesstan-i Denik : Dini kuralları içeren Pehlevi rivayetleridir. Bu bölümde dini, mitolojik ve kahramanlık konularında bilgiler verilmektedir.

    Avesta 'nın büyük bir kısmının dili pek güç anlaşılır. Avesta, Şapur II (309-380) zamanında bir araya getirilmiştir.


    3.Zerdüşt 'ün Getirdiği Dini Prensipler

    Zerdüşt, eski İran 'a tevhid inancını getirmiştir.Onu getirdiği din,tek tanrıya inanmakta idi.Ondan önce İranlılar.bir kısım tanrılara tapınmakta ve rahiplerin hazırladığı uyuşturucu bir kutsal içkiyi içmekle uygulanan Haoma kültürünü devam ettirmekte idiler (Haoma,bütün alemi sıvı şekilde doldurduğuna inanılan hayat tanrısı idi).

    Zerdüşt,daha sonraları Ormazd şekline dönüşmüş ve islam kaynaklarında da “Hürmüz” olarak yer almış Ahura Mazdah (Hakim Rab anlamında), Daryus (tahminen M.Ö. 500 'ler) ve takipçileri tarafından Batı Asya 'ya getirilen ve birkaç yüzyıl içinde Turfan ' dan Habeşistan 'a,İndus nehrinden Ege Denizine kadar yayılan bir yüce Tanrı idi.O,alemin tanrısı idi.Alemin gayesi;yalanın,kötülüğün hakikat tarafından yenilmesidir.Alemdeki maddi ve manevi nizamı yaratan,tabiat kanunlarını koyan, Ahura Mazdah 'dır.Kötülüklerin kaynağı,Ehrimen 'dir.

    Ahura Mazdah önce manevi bir varlık olarak kabul edilirken sonraları, Zerdüşt 'ten önce olduğu gibi,onu nuru ateşin ihtiva ettiği,yaratılmamış bir ışık olarak düşünüldü ve böylece ateş kültürü gelişti (Mecusilik). Ahura Mazdah 'ın yanında altı baş melek bulunur.Bunlara Ameşa Spenta 'lar (Kutsal Ölümsüzler) denilir. Bunlar; İyi Akıl, Adalet (veya Hakikat), İlahi İrade Ülkesi, Tevazu (veya Dindarlık), Mükemmeliyet ve Ölümsüzlük şeklinde, Ahura Mazdah 'ın sıfatları, çeşitli vecheleri ve fonksiyonları olarak telakki edilir.

    Zerdüşt 'e göre bir taraftan sağduyu, iyilik ve aydınlıktan oluşan “Aşa” (alem nizamı), öteki tarafta da suç, kötülük ve karanlığı içinde bulunduran “Drug” (yalan, anarşi, fesat) vardır. İnsanın iyilik tarafını seçmesi gerekir. İnsanın bu seçimi öteki dünyada sonuç verecektir.



    Zerdüşt 'ün ölümden sonraki muhakeme ile ilgili telkinleri vardır. Ahura Mazdah 'a inananların ruhu, ölümden sonra dördüncü gün muhakeme edilir. O, önce Cinvat Köprüsünden geçecektir. Bu köprü, bu alemden ötekine götürür. Dinsiz bu köprüden geçemeyip cehenneme düşer. Dindar kişi ise bu köprüden geçip cennete ulaşır ( ona altı Ameşa Spenta 'ya sonradan katılan “itaat” yol gösterir). Cinvat Köprüsü 'nün ortası kılıç yüzü gibi olur ve dinsiz cehenneme düşer;ancak iyi insanın ruhu geçerken geniş tarafı döner ve oda geçme imkanı bulur.

    Zerdüşt gelecek bir alemşümül muhakemeden de bahsetti. Kendinden 3.000 yıl sonra Ehrimen 'in gücü zeval bulacak ve hakikat-adalet evi kurulacaktır. Böylece itaat ruhu zafere ulaşacaktır.Muhakeme ,ateş ve erimiş maden ile olacaktır. Bütün bu işler; “Saoşyant” denilen kurtarıcının doğmasıyla gerçekleşecektir. O Kansava Gölü 'nde yıkanan bir bakirenin o gölde bulunana Zerdüşt 'ün tohumuyla gebe kalması sonucu doğacaktır. Böylece ölülerin doğması başlayacaktır.(dirilme).İlk insan “Gayomart”ın kemikleri hayat kazanacak,bütün ölüler tekrar vücutlarına kavuşacak ve bir yerde toplanacaktır. İyiler,kötüler ayrılacak; iyiler cennete kötüler cehenneme gidecektir. Üç gün kalınacak, sonra bütün yaratıklar ateş ırmağından geçecek, ateş kötüleri temizleyecek ve şeytanlarla bütünleşenler hariç, herkes AHURA MAZDAH 'ın ülkesine girecektir.

    Zerdüşt 'ten önce “deva” denilen ve Ehrimen 'in avenesi olan şeytanlara, onları yatıştırmak üzere, kurban kesilirdi. Onların kurbanlardan çıkan buğu ile beslendiklerine inanılırdı. Böylece onlara ibadet edilmiş olunurdu. Zerdüşt,ün kurban kesimi ile mücadelesi bu sebebe dayanır. Zerdüşt, sığır eti yemeyi de yasakladı.( Hindistan 'da da bu yasak vardır. İslam ile Yahudilikte ise domuz eti yasaklanmıştır)

    Günah, insanı kötü güçlerin esiri kılar; fazilet iyiliğin nihai galebesine yardım eder. Zerdüştilikte, doğru yaşama,ahlaki emirlere uyma esastır. Ahlaki emirler; iyi düşünce iyi söz, iyi iş diye özetlenir. Fakirlere,cömert davranma,yabancılara misafirperverlik,bütün lekelerden uzak kalma ,toprağı sürme,sığırlara bakma, sıkıcı şeyleri imha da faziletli işlerden sayılır. Temiz hayvanları, özellikle köpekleri öldürme büyük günahtır. Zina yasaktır. Bazı cinsi konular ve ölü bedenine temas, kirlenmeye yol açar; özel ayinler gerektirir.

    Zerdüşt “iyi hayvanların içinde olduğu bir ev ve dişilerin içinde bulunduğu bir sürü ile yayılacağı bir yaylak olduğunda orada mutluluk ve şanslılık doğar.Orada tam güzel bir hayat doğar”diye belirtmektedir.Zerdüşt her alanda tarım ve hayvancılıkla uğraşılıp bol üretimin sağlanmasını ve zararlı bitkilerle hayvanlarında kökünün kesilmesini tavsiye etmektedir. Temiz hayvanlarda sayılan köpek ve kedinin öldürülmesini büyük günah saymaktadır.Döllenmeyi ve çiftleşmeyi önleme kesin olarak yasaklanmıştır.



    Bu dini inançta söz konusu edilen şarap içkisi,dini ibadetle ilgili olup,dini düşüncelerin geliştirilip derinleştirilmesi ve ruh gözünün açılması amacıyla içilmekte olduğu vurgulanır. Avesta 'nın Gatha bölümünde belirtildiğine göre dini inanç alanında şarkı ve şiirlerin önemli bir yeri olduğu görülür. Cenneti şarkılı bir yer olarak değerlendirdiği dikkate alınırsa bunun önemi daha iyi kavranır.

    Zerdüşt intihar etmeyi tanrı Ahura Mazda ‘ya düşmanlık olarak niteler ve çok günahkarca bulur. Kendini ve eşini her alanda korumakla yükümlü olan insanın intihar etmesi veya kendilerini koruyan askerlerine kötülük etmesini büyük günah saymasının yanında, Tanrı Ahura Mazda 'ya düşmanlık olarak belirler.

    Zerdüşt dini inancına göre tanrı kadın ve erkeği bir arada ve birbirine arkadaş yaratmıştır. Arkadaşlar arasında eşitliği temel alan bu inançta kadın ve erkek eşit olarak kabul edilmektedir. Zerdüşt inancını gelişip yayıldığı bölgelerde çok eşliliğin azaldığı ve tek eşliliğin arttığı görülmüştür. Zerdüşt, kadınların evlerinde çocukların anası olması, çocuklarını yetiştirmede ve onlara iyilikler ile yurtseverlikleri aşılamada en etkin kimse olduğunu belirtir.Erkek çocukların anaları olarak, kötü düşmanlara karşı ülkelerini savunmaları ile mal,can ve namuslarını korumalarında kadınların, eğitip yetişmelerinde büyük rol oynayacaklarını belirler.

    Zerdüşt, kim kardeşlerine doğru ve dürüst olur ve fakirlere yardım ederse, tanrı Ahura Mazda yolunda çalıştığı için, tanrı da onu destekler ve korur,derken inananlarına doğru olana yapmayı, buna inanç göstermelerini ve bunu yaymaya çalışmalarını tavsiye eder, zayıf ve fakir olanların da yardım edilerek korunmasını belirtir.



    4.Zerdüşt Dini İnancında Kutsal Ateş

    Ateş Zerdüşt dini inancı tarafından kutsal olarak kabul edilmektedir.Ateş Zerdüştizm 'de çok önemli bir yere sahiptir. Avesta 'ya göre ateş tanrı Ahura Mazda 'nın ruhu ve oğludur.

    Esas olarak ateşe üç anlam veriliyordu veya bu anlamlarda ateş kutsanıyordu. Ateşin başlangıcı olarak ev ateşi yani ocak ateşi kabul ediliyordu. İkincisi kurbat ateşi olup, bu ateş devamlı yanan ve kötülükleri uzaklaştırandır. Üçüncüsü ise halk topluluklarınca meydanlarda yakılan ve etrafında eğlenilen,aynı zamanda ateşle temasa gelerek veya bu ateşin içinden geçerek suç ve günah işlemiş olanlar, kime karşı suç veya günah işlemişse onun yakacağı ateşin içinden yürüyerek kendini temize çıkarması günahını veya suçunu affettirmesi, yani kendisinin suçsuz ve günahsız olduğunu ispatlaması geleneği bakımından önemliydi.



    Bir Part destanında, Kral Muhabad 'ın oğlu Prens Wise, suçsuzluğunu ispat edebilmesi için büyük bir ateş yaktırdığını anlatırken ilgili şiirde,

    “......................................
    Şimdi hak ve askerler
    Benden suçsuzluğumu ispat etmemi isterler
    Bana deki ‘ateşin içinden geç '
    Halka ve dünyaya temiz
    Suçsuz olduğunu ispat et” diye belirlemesinde de ateşin bu gücüne inanıldığını açık ortaya koymaktadır.

    Bu inanca göre ateş,sadece günah ve suçlardan arındırıp temizleyen yetkisinin dışında aynı zamanda ilahi güç, kuvvet ve kudret veren bir kaynak olarak da görülür. Çünkü ateşin tanrı Ahura Mazda 'nın oğlu olduğuna inanılmasının yanında, insanların ruhlarının da ateşten geldiği ve ölümden sonrada ruhun yapılmış olduğu gökteki ateşe çekileceği ve onunla birleşeceğine inanılmaktadır.

    Geçmişte ateşin kutsanması konusunda anlatılanların dışında tapınaklarda devamlı yanmakta olan ateşler : Bölge halkının inançları için yaptıkları tapınakların çok basit yapılar olmalarına rağmen, tüm tapınaklarında devamlı ateşlerin yanması için ateşgahları vardır. Bu ateşlerin devamlı yakılması ve kutsanması ile dini ibadetlerin yapılması için tapınaklarda din adamları sürekli bulunurlar.

    Zerdüştlüğün ilk döneminde Tapınaklarda ki kutsal ateşlerin rahatsız olmamaları için yaklaşan her kim olursa olsun nefesinin kutsal ateşi rahatsız etmemesi için yüzünü örtmek zorunluluğu vardı. Dini törenler açık alanlarda ve ortasında büyük ateşlerin yakılması ile yapılırdı. Zerdüşt 'ün kanlı kurbanları yasaklaması sonrasında kutsal ateşe ekmek ve süt kurban olarak sunulmakta idi.



    Kutsal ateş bazı kaynaklara göre ise üçe ayrılmaktadır.Bunlar ;


    - Farhang Ateşi ; Din adamlarının ateşi
    - Guşnah Ateşi ; Savaşçıların ateşi
    - Burzin Mihr Ateşi ; Köylü ve çiftçilerin, halkın ateşi olarak bir ayrıma tabi tutulur. Bu ateşin konumu toplumun sosyal yaşantısının açık bir yansımasıdır.

    Zerdüştlüğe göre esasta yeryüzündeki her türlü canlı ve cansızda ateş vardır. İnsanda ,hayvanda , bitkilerde gökte ve yerde bu ateşi değişik zaman ve durumlarda açık görmek mümkündür. Bunlarda insanda bulunan ve insanların ilişkilerini sağlayan ve aynı zamanda Tanrı ile ilişkide olan ateşin en kutsal ateş olduğu belirlenir. Bu ateşin 215-216 değişik ateşten meydana geldiği ve her bir ateşin ise çalışan bir meslek grubuna ait olduğu belirtilir. Aynı zamanda insanların değişik şeylerden yaktığı ateşin, insanları kötülükten ve günahlardan arındırdığına inanılır. Ateşin, dünyanın yaratılışında altı unsurda karışık varlığı ile ateşten yaratıldıkları belirtilir. Bu unsurlar gökyüzü,yeryüzü,veya toprak,su,bitkiler,hayvanlar ve insanlardır.Bunların bünyesindeki ateşi değişik şekillerde ve olaylarda gözle dahi görmek mümkündür diye belirlenir. Zerdüştlükte sabah güneşinin öğleye kadar geçen zamanda bereket getirdiğine inanılırdı.



    5.Avesta 'dan Bazı Konularla İlgili Kısa Alıntılarla Zerdüşt İnancı

    5.1.Yaratılış

    Avesta 'da Üçüncü Gatha 'nın Yasna otuz kısmı, uzayın yaratılışını anlatan bir bölümdür. Burada uzayın ve dünyanın yaratılışı anlatılırken, birbirlerine karşıt iki ruhun ilişkileri ile yaratıldığı belirtilmektedir. Bu ruhların her şeyi yaratışları şöyle anlatılır ;

    “V e ondan tüm varlıkları yarattı.Varlıkları yaratınca onları gövdesinde taşıdı. Böylece devamlı olarak çoğalıp büyüdü ve her şey giderek güzelleşti. Ve sonra diğerlerini birbiri arkasına gövdesinden yaratmaya başladı.
    Ve sonra kafasından göğü
    Ve yeri ayaklarından yarattı.
    Ve suları gözyaşlarından
    Ve bitkileri tüylerinden,
    Ve ateşi kendi anlamından yarattı.”(Riv.Dat.Den.XIVI 3-5,11,13-28) Burada esas olarak anlatılmak istenen Tanrının kendisi yani Ahura Mazda olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Böylece uzayda görünen görülemeyen her şey tanrının görünen organları veya görünmeyen parçalarıdır.Böylece uzayın tüm elementleri tanrının bizzat yapısıdır.

    5.2.Ölüm ve Sonrası Hakkında Öğretisi

    Zerdüşt dini inancında ölenlerin ruhları Cinvat köprüsünden geçmeye çalışırlar iyiler geçer kötüler için ise köprü incelir keskinleşir ve kötüler köprüden aşağıya karanlıkların içine düşerler.Aşağıya düşen kötüler 3 'e ayrılır.Tamamen kötü olanlar(sürekli cehennemde kalırlar),Çok günah işlemiş fakat iyiliği de olanlar(onikibin yıl cehennemde kaldıktan sonra cennete girerler),Günahları ve Sevapları eşit olanlar (günahlarından arınıncaya kadar cehennemde kalıp sonra cennete girecekler).Yine Cinvat Köprüsü 'nü geçmiş olan iyi insanların ruhlarının cennete varış seyiri 3 'e ayrılmaktadır.İyi düşüncelerinden dolayı(Hamut) önce yıldızlara,İyiyi konuşmalarından (Huxt) dolayı önce aya, İyiyi yapması (Huvarşt) ile önce güneşe yükseleceği,bu aşamalardan geçtikten sonra cennet kapısına varabileceğini belirler.Burada da sorgulamaya tutulurlar. Avesta 'nın Gatha bölümünde bu şöyle anlatılır;



    “Ona sorma,
    Çünkü sen ona başından geçen kötülükleri,
    Göz yaşları ile bozulmuş yolları,
    Ki onlarda o geldi,
    Üzüntülü gözyaşlarından akıllanmak vardır.

    Nasıl buraya geldin ey haklı?
    Geçmiş olan yaratılışından, iyileşmenden,
    Duran bir yaşam için, günahsız geldin,
    Ölümsüzlüğü tad görüyorsun kal uzun zaman.”
    Köprüyü rahatlıkla geçebilen iyi insanların ruhları ise Ahura Mazda tarafından yapılmış cennete çok güzel bir genç kızla (Huri) ile mutluluk içinde sonsuza kadar yaşarlar.Huriler cennete yaşamayı hak etmiş iyi kadınlardır.Cennette yaşayanların her türlü istekleri sonsuza kadar yerine getirilir.Avesta 'da cennette bulunan bir kadın şöyle tasvir edilmektedir;
    “Bir parlak ve çok güzel kız,
    Beyaz bilekli ve güçlü
    Çok güzel görünüşlü
    Yeni yetişmiş
    Çabuk büyümüş,iri göğüslü,
    Asil yapıda, asil doğmuş,
    Zengin aileden,daha onbeş yaşında,
    Görünüş ve şeklinde öyle güzel ki
    Sanki yaratıkların en güzeli ” (Yasna 43-46 )


    5.3.Kıyamet Öğretisi
    Zerdüşt inancına bağlı olanlar Zerdüşt 'ün dünyanın üçüncü döneminde gelmiş olduğuna inanmaktadırlar.Avesta 'nın Yaşt Bölümünün 13:141 de Zerdüşt 'ten sonra peygamber olarak,yine Zerdüşt 'ün soyundan veya direk Zerdüşt 'ün bir kızla birleşmesinden her bin senede bir peygamberin geleceği belirtilmektedir.En son gelecek olan Asvart-Arta,dünyayı tüm kötülüklerden temizleyip kurtaracağı belirtilmektedir.Bunların zaman ve sırası ile şöyle olacağı belirtilir.
    3000 yılı sonuna kadar Zerdüşt
    2000 yılı sonuna kadar Uxşyat-Arta
    1000 yılı sonuna kadar Uxşyat-Nemah
    0 yılı sonuna kadar Astvart-Arta
    Zerdüşt dini inancına göre Zerdüşt 'ten sonra üç peygamber gelmesi sonrasında,üçüncü peygamber zamanında son mahkeme kurulacaktır.Böylece Ahura Mazda 'nın zamanı gelmiş olacak ve tüm iyi amele sahip olan insanlar,öyle bir dünyada yaşayacaklar ki, hiçbir hükümdarlık,haksızlık olmayacak,karanlık ve üzüntü olmayan bir yaşam başlayacaktır.Tüm kötülükler eriyen metalle Tanrı tarafından yok edilecek..Ölüler canlanacak,yaşam yada ruh geri dönecek dünyada yaşlılık ve ölüm olmayacak ve böylece sonsuza kadar mutluluk içinde bir yaşam başlayacağı belirtilmektedir. Yeniden diriliş konusu Avesta 'da ;
    “Ölüler dirildiğinde
    Yaşayanlar yaşlanmadan gelir
    İsteğe göre yaşantılar düzenlenir” (Yaşt 19:11,89) diye belirtilir.


    5.4.Avesta 'nın yazılışı ve Zerdüşt 'ün Peygamberliği Öğretisi

    Avesta 'nın Brahman Yaşt bölümünde Zerdüşt 'ün zaman zaman Ahura Mazda ile görüştüğü ve Ahura Mazda 'nın isteklerini halka bildirdiği aktarılmaktadır.

    “Zerdüşt ile herşeyi bilen Tanrı Ahura Mazda birleşip yedi gün yedi gece birlikte kaldılar.Zerdüşt Avesta 'yı yazdı.Bizler böylece Zerdüşt 'ün yazdığı Avesta 'ya inanıyoruz ve
    onun çerçevesi dahilinde hareket ediyoruz” denilmektedir. Bu durum Vistaspa hakkındaki bir bölümde ise şöyle anlatılmaktadır.

    “Ve ona söyledi: Şaraba Hanf kat Vistasp 'a ver.
    Sonrasında bilerek yapıyordu,onu içtiğinde hemen olduğu yerde,
    Bayıldı ve ruhu ile beraber cennete gitti”


    Zerdüşt, dini inancı konusunda ve sosyal alanlarda inananları ve öğretileri üzerinde yegane otorite durumundadır ve kendisini Ahura Mazda 'nın aracısı olarak tanıtmaktadır.

    “Onların doğum ve büyümelerine
    Su ve bitkiler seviniyorlardı.
    Onların doğum ve büyümelerinde
    Su ve bitkilerde büyüdüler.
    Onların doğum ve büyümelerinde
    Tüm kutsal yaratıklar
    İsteklerinin gerçekleştiğini gördüler.
    Bizim istediğimiz ise din adamlarının doğuşu
    Kutsal Zerdüşt, kurbanlaştırdığı demetleriyle
    Şereflendirir bizleri kurban sunmalarıyla” ( Avesta / Yaşt : 13.39 94)

    Burada açıkça bir peygamber yada kutsal tanrı yapısı Zerdüşt 'ün kişiliğinde anlatılmaktadır.


    6. Parsîler

    Parsî İranlı anlamına gelir. Özellikle Bombay 'da oturan Kuzeybatı Hindistan 'daki Zerdüşti topluluğa verilen addır. Parsîler, 641 de Müslümanların İran 'ı fethetmelerinden sonra 8. yy dan itibaren Hindistan 'a göç eden İranlılardır. İran 'da kalıp inançlarını devam ettirenlerde olmuştur.,bunlara “Ceberler” (Geber 'ler) denir. Parsîler, önce Kathiavar 'daki Diu, sonra Gucarat 'taki Sencen 'e daha sonrada şimdi kaldıkları diğer yerlerde ikamet ettiler. Onların kaldıkları önemli bir merkez Surat yakınındaki Nausari idi. Surat batılı tüccarlar için önem kazanınca Parsî ler maddi refaha kavuştular.Daha sonra ticaret merkezi Bombay 'a geçince onlardan çoğu Bombay 'a göç etti. 19.yy 'ın ilk yarısında Britanya usulü öğrenim Bombay 'a girdiğinde Parsîler hızla bu kültürü benimsediler.Böylece ticaret ve imalatta önemli bir yer kazandılar.

    Hindistan 'a yerleşen Parsîler, bir Hindu kastı gibi teşkilatlandılar.Parsîler 'in büyük bir kısmı şimdi ileri gelen tüccar,endüstrici ve banker konumundadır. Dolayısıyla Parsîler , Hindistan 'a gelmelerinden bu yana ticaretle uğraşan bir topluluk olarak kendi inançlarını da büyük bir muhafazakarlılıkla devam ettirmişlerdir. Parsîler 15.yüzyılda İran 'da kalan Ceber 'lerle temas kurmuş, Pehlevi literatürünü getirtebilmişlerdir. Böylece Şapur II zamanında düzenlenen “Avesta” eski materyalle genişletilmiş oldu. Ancak bu önce 18 Yüzyılda takvimden kaynaklanan mezhep ayrılığına yol açtı. Sonra 19.yy daki reform hareketi kendini gösterdi. Yeni araştırma ve incelemeler sonucu, rahip sınıfının ayin tarzının Avesta 'ya uygun olmadığının belirlenmesi üzerine bu yola gidilmişti. Bununla beraber bazı yorumlarla eski geleneği savunanlarda vardı. Reform tedrici olarak tuttu. Cemaatte bir yandan dünyevileşme, öte yandan da mecazi açıklama yollarıyla muhafazakarlığı sorgulayan teosofik eğilimler ağırlık kazandı.

    Şimdiki Parsîlik, kuvvetli monoteist karakterlidir. Merkezi ayine dayanan Tanrı sembolü ateştir. Kültün tapınakları vardır. Bu tapınaklara Parsî olmayanlar alınmaz. Günde beş defa ateşin temizliğini korumak için temizleme ayinleri yapılır. Bu ayinler, rahiplerin nezaretinde yürütülür. Ayinlerde Avesta 'dan ilahiler, parçalar okunur. Sunu ve kurbanlara önem verilir.Ölüler şehirden uzak “dakhma” denilen ölü kulelerine (sessizlik kuleleri) bırakılır. Bu kuleler, necis sayılır.Kuleler, 4 - 5 yüksekliğinde ,silindirik yapılardır. Terasında çıplak ölüler sıra halinde yatırılmıştır. Yırtıcı kuşların, akbabaların etlerini gagalaması ve güneşin kemikleri kurutması sonucu bu kemikler, kulenin içinde depolanır. Böylece toprağın kirletilmediğine inanılır. Hindistan 'daki Parsî toplulukları bu geleneği devam ettirirler. Parsîler , oturulmayan, cin, şeytanın top oynadığı yerlere “sessizlik kulesi” derler. Halk dakhmalardan korkar. Dakhmaların özel hizmetçileri vardır.


    Parsîlikte ayrıntılı takdime veya kurbanlar bir sistem içinde yürütülür. Eski İran geleneğindeki Haoma veya benzeri Hint geleneğindeki Vedik Soma 'dan rahiplerce ilk sıkmayla elde edilen acı bir bitkinin suyu olan ve yine “haoma” diye adlandırılan sıvının takdimesi gibi. Hayatını doğru sürdürme,ahlak ve temizlik kurallarına bağlı kalma “aşa” diye adlandırılır. ( Vedik “rta” terimiyle eşanlamlı ). Ahura Mazdah 'ın Ameşa Spentaları denilen altı sıfatı (veya meleği ) arasından biri Ardibeheşt şeklinde Tanrı 'nın kozmik yaratıcı düzenini ifade ederki aşa da bu düzenle ilgilidir. Ahlaki prensipler üç maddede özetlenebilir :

    1- İyi düşünce (humata)
    2- İyi Söz (hukhta)
    3- İyi İş (huvarşta) İyilik ve yardıma önem verilmesi bu topluğun öğretim ve sosyal
    refahını arttırmıştır.


    7.Günümüzde Zerdüştlük

    Günümüzde Zerdüştlük Parsiler ve Ceberler olarak iki ana kola ayrılmış olarak varlıklarını devam ettirmektedirler. Günümüzde Parsilerin büyük bir bölümü Hindistan 'da yaşamaktadırlar. Caynistler gibi Parsîler de kast sisteminin cemaat dışında evlenmeme gibi bazı özelliklerini benimsemişlerdir. Bununla beraber Avrupalı 'larla evlenenler de vardır.

    Zerdüştler günümüzde “Dünya Zerdüştler Birliği” adı altında örgütlenmiş olmakla beraber; Hindistan, ABD,Pakistan,İngiltere, Kanada gibi ülkelerde yerel toplulukları bir arada toplayan örgütlenmelere gitmişlerdir ve bu ülkelerde Tapınakları da mevcuttur.

    Zerdüştlerin sayısı Bugün 40.000 'ni İran 100.000 'i Hindistan 'da olmak üzere yaklaşık 200.000 kadar olup geriye kalan büyük bölümü İngiltere, ABD, Pakistan, Kanada yaşamaktadır.
    Konu Dygsuz tarafından (03.04.2009 Saat 15:16 ) değiş;tirilmiş;tir.

  6. #16
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1047
    @Dygsuz

    Standart

    MANDENLER ( Sabiiler )


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]


    Araplar tarafından “Sâbiî” (Subbi ya da Subbâ) biçiminde adlandırılan bu topluluk, kendilerine “Mandenler” (bilgili olanlar, arifler anlamında; İngilizcede Mandaeans) adını verir. Kendileri için kullandıkları bir diğer ad “Nasuralar”dır (kutsal öğretileri koruyanlar anlamında; İngilizcede Nasoraeans). Manden adı tüm topluluk üyeleri için kullanılırken, Nasura adı yalnızca din adamları, topluluğun ileri gelenleri ve ataları için kullanılır. Mandenler, ayrı bir dil olan Mandence konuşurlar. Sâbiî sözcüğü ise Mandence’de “vaftiz olmak” ya da “suya daldırmak” anlamına gelen “sab” fiilinden türetilmiştir ve Araplar tarafından, Mandenlerin en dikkat çeken ve sık uyguladıkları ibadetlerinden biri olan vaftiz uygulaması nedeniyle, bu topluluğa bir ad olarak verilmiştir.

    Sâbiîler’in, Kur’an’da üç ayrı yerde (Bakara: 62, Maide:69 ve Hac:17) bahsi geçmektedir. Bu üç yerde de onlardan “Allah’a iman edenler” olarak söz edilmesi, erken dönemden başlayarak Mandenler’in kim oldukları ve nerede yaşadıkları konusunda İslam araştırmacıların ilgisini çekmiştir. X. Yüz yıla kadar araştırmacılar, Sâbiîler’in güney Irak’ta yaşadıklarını ve kendine özgü bir dinleri bulunduğunu belirtmişlerdir.

    Bu ilk değerlendirmeler, yüzeysel olmalarına karşın, genellikle doğruydu. Ne var ki, Halife Me’mun döneminde ölüm tehditlerinden kurtulmak isteyen “Harraniler” (Harranlı putperestler) kendilerini Sâbiîler olarak gösterdiler ve bugüne dek gelen bir yanlışın ortaya çıkmasına neden oldular. Oysa, Asur-Babil politeizmini sürdüren ve putperest olan Harraniler’in Sâbiîler ile hiç bir ilgileri yoktu. Sâbiî adını almalarından sonra bir çok Harrani, Bağdat gibi önemli merkezlerde Sâbiî adını kullanarak ünlü oldu ve Sâbiîlik adı altında kendi inançlarını yayma fırsatı buldu. Gerçek Sâbiîler ise, ezoterik ilkelerinin bir gereği olarak inançlarını açıklamamaları nedeniyle unutuldular.

    Daha sonraları el-Bağdadi ve Biruni gibi araştırmacılar, Sâbiîleri “Harran Sâbiîleri” ve “VasıtSâbiîleri” olarak ikiye ayırarak, güney Irak’takileri gerçek Sâbiîler olarak kabul ettiler. Bu araştırmacılar, Harranlıların gerçek Sâbiî olmadıklarını ve bu adı sonradan aldıklarını da açıkladılar.

    Batılı araştırmacılar Mandenler ile XVI. yüz yıldan başlayarak ilişki kurdular. Başta Cizvit misyonerleri ve çeşitli batılı araştımacılar, önceleri “Vaftizci Yahya Hıristiyanları” diye adlandırdıkları Mandenler’in kutsal metinlerini çevirmeye ve bu dinle ilgili bilgi vermeye başladılar. Son yüz yıl içinde oldukça ciddi araştırmalar gerçekleştirildi ve Manden literatürünün tümü çeşitli Batı dillerine çevrildi.



    Tarihçe

    Mandenler, kendi dinlerinin Adem’le birlikte başladığını ileri sürerler. Aslında bu din, İ.Ö. 200 yıllarından başlayarak, Filistin-Ürdün yöresinde yaşayan heterodoks Yahudi akımları içersinde filizlenmiştir. Bu dönemde Kudüs’teki egemen Yahudi anlayışına karşı çıkan bir çok topluluk bulunmaktaydı. Bunlar arasında en önemlileri “Esseneler”, “Vaftizciler” ve “Nasuralar” idi. Mandenler açısından bunların içinde en dikkat çekeni Nasuralar’dır. Zira kendi kutsal metinlerinde Mandenler, Nasuralar’ı Filistin’deki kendi ataları olarak kabul ederler ve Nasuralar’ın Yahudiler ile yaptıkları mücadeleyi dile getirirler. Ortodoks Yahudi anlayışına karşı çıkan akımların içinde Nasuralar en güçlüsüydü. Bu yüzden Yahudiler, o dönemde karşılarına çıkan her aykırı akımı Nasuralar’dan olmakla suçladılar. Nitekim, İsa ve yandaşları da Yahudilerce önceleri Nasura adıyla çağrılmıştı.

    Mandenler tarafından “IşıkPeygamberi” olarak adlandırılan ve büyük önder olarak kabul edilen Vaftizci Yahya, büyük olasılıkla Nasura topluluğu ile ilişki içindeydi. İsa’nın çağdaşı olan Yahya bir Yahudiydi, ancak sonradan resmi Yahudi görüşlerine karşı çıkarak kendi topluluğunu kurmuştu. İsa, Yahya tarafından vaftiz edilmişti. Yahya’nın aykırı inanç ve uygulamaları nedeniyle huzursuz olan Yahudiler, bölgeye Roma adına egemen olan Herod Antipas’a Yahya’yı ihbar ettiler. Bunun üzerine Yahya tutuklandı ve çeşitli işkencelerden sonra başı kesilerek öldürüldü. Yahya’nın yandaşları baskı ve zulum altına alındılar, bir çoğu öldürüldü. Knight & Lomas, “The Hiram Key” adlı kitaplarında Nasuralar’ın İ.S. 37 yılında katliama uğrayarak göç etmek zorunda kaldıklarını söylerler ve bu baskı uygulamasının sorumluluğunu doğrudan Aziz Pavlus’a (Saint Paul) yüklerler.



    İncil’in “Habercilerin İşleri” 19:1-5 bölümlerinde, Aziz Pavlus’un Efes’te Vaftizci Yahya’nın izinden giden topluluklarla karşılaştığı, üstelik bu kişilerin İsa’dan hiç haberlerinin bulunmamasına çok şaşırdığı kayıtlıdır. Kudüs ve Efes arasındaki uzaklık göz önüne alındığında, Vaftizci Yahya’ya bağlı inanç topluluklarının kısa sürede ne ölçüde hızlı bir yayılmayı sağladıkları açıkça anlaşılabilir.

    Göç etmelerine neden olan katliama Mandenler kutsal kitaplarında ayrıntılı biçimde yer verirler. Katliamdan kurtulanlar kuzey Mezopotamya’ya kaçmışlardır. Mandenler’in kutsal metinleri göç edenlerin sayısını 60.000 olarak belirtir. Mandenler, bir süre sonra güney Mezopotamya’ya göç ettiler. VII. Yüz yılda Irak’ın Müslümanlar tarafından fethedilmesi ile Mandenler İslam egemenliği altına girdiler.

    Tüm bu tarihsel süreç boyunca Mandenler, çeşitli inanç ve kültürlerle ilişki içine girdiler ve farklı geleneklerden etkilendiler. Kendi özgün Yahudi kültürleri üzerine İran dinlerinden, Asur-Babil inançlarından ve Hıristiyanlıktan aldıkları çeşitli öğeleri uyarladılar. Filistin’de uğradıkları katliam nedeniyle Yahudiliğe karşı bir polemik geliştirerek, zamanla Yahudilik'ten iyice uzaklaştılar.



    İnanç ve İbadetleri


    Mandenler, dünya üzerinde günümüze kadar varlığını sürdürebilmiş en son gnostik din olarak dikkat çekmektedir. Vaftizci Yahya’yı teolojilerinin en kutsal kişisi olarak kabul etmeleri nedeniyle “Vaftizci Yahya Hıristiyanları” (Christians of Saint John the Baptist) olarak da adlandırılırlar. Oysa İsa hakkındaki değrlendirmeleri oldukça farklıdır. Baigent, Leigh & Lincoln“The Messianic Legacy” adlı kitaplarında Mandenler’in İsa’yı bir sapkın, gizli öğretileri herkese açıklayan bir isyankar olarak gördüklerini belirtirler.

    a)Kutsal Metinler:

    Pek zengin bir dinsel literatüre sahip olan Mandenler’in kutsal metinleri iki ana grupta toplanır: Yazılı metinler ve çanak ve tabletler üzerindeki giz metinleri.

    Mandenler’in kutsal kitapları arasında en önemli yeri üç ayrı kitap tutar: “Ginza”, “Draşia d Yahya” ve “Qolasta”. “Ginza” (Hazine), yaklaşık 600 sayfadır ve “Adem’in Kitabı” diye de adlandırılır. Çeşitli dualar, teoloji, mitoloji, ölüm ve ölüm sonrası gibi konuları içerir.“Draşia d Yahya” (Yahya’nın Öğretileri), büyük ölçüde Yahya’nın yaşamını ve öğretilerini konu alan bir kitaptır. “Qolasta” (Övgü) ise vaftiz, ritüelik yemekler, ibadetlerle ilgili dualar ve çeşitli uygulamaları içeren bir kitaptır.

    Yazılı metinler arasında yalnızca din adamlarınca kullanılmasına izin verilen ezoterik metinler de vardır. “Alf Trisar Şuialia” (Binoniki Soru), “Alma Rişaia Rabba” (Büyük İlkEvren) ve “Alma Rişaia Zuta” (Küçük İlk Evren) bu kitaplara örnek olarak verilebilir. Bunlar genellikle teoloji ve mitoloji anlayışlarını dile getirmektedir. Ayrıca çeşitli konularla ayrı ayrı ilgilenen divan, şerh ve tefsirler de mevcuttur.



    Astroloji ile ilgili yazılı metinler, daha çok kehanet, cin kovma, ebced hesabına benzer yöntemlerle kişisel olayların yorumlanması konusunda bilgiler içermektedirler. Bunların en önemlisi “Sfar Malvaşia”dır (Burçlar Kitabı).

    Yazılı olmayan giz metinleri ise çeşitli durumlarda hastalık, büyü, afet ve benzer kötülüklere karşı çanak, çömlek üzerine ya da metal ve papirüs sayfalara yazılan kısa muskalardır.

    Mandenler, kutsal metinlerinin yaratılışta Tanrı tarafından Adem’e verildiğine inanırlar. Mandenler’in dinsel literatürü üzerine yapılan incelemeler, bu metinlerin genellikle İ.S. II – III. yüz yıllarda derlendiğini ortaya koymuştur.

    Mandenler’in kutsal metinleri Aramice’nin doğu lehçelerinden biri olarak değerlendirilen Mandence ile yazılmıştır. Gündelik yaşamlarında Arapça konuşan Mandenler, bu dili anlamadan sadece ibadet dili olarak kullanırlar. Mandence’yi okuyup yazabilme ayrıcalığı yalnızca din adamlarına aittir.




    b)Tanrı Anlayışı

    Mandenler’in dinsel anlayışları tümüyle gnostik düalizm temeline dayanmaktadır. Bu ikili anlayışta, bir yanda “Işık Evreni”, diğer yanda ise “Karanlık Evreni” bulunmaktadır. Işık Evreni’nin yöneticisi, “Yüce Yaşam”, “Kudretli Ruh” ya da “Yüceliğin Efendisi” gibi niteliklerle de adlandırılan “Malka d Nhura”dır (Işık Kralı). Malka d Nhura’nın, en üstün niteliklere sahip olduğuna ve tüm eksikliklerden uzak bulunduğuna inanılır.

    Malka d Nhura’nın çevresinde sayısız “Işık Varlıkları” vardır. Bu varlıklar “Uthria” (Zenginler) ya da “Malkia” (Krallar) diye adlandırılırlar. Bunlar da her türlü kötülükten uzak varlıklardır. Işık Evreni her türlü yokluk, kötülük, eksiklik, yanlışlık ve ölümlülükten arınmıştır. Düzen ve verimliliği simgeleyen “Hiia” (Yaşam) ilkesinden türeyen Işık Evreni’nin kuzey’de olduğuna inanılır.

    Düalizmin diğer yönünü oluşturan Karanlık Evreni de benzer bir yapılanmaya sahiptir. Bu evrenin başında, bir adı da “Büyük Canavar” olan “Malka d Hşuka” (Karanlık Kralı) bulunur. O, sayısız kötü varlığın yaratıcısı ve kötülüklerin yayıcısıdır; kötü niteliklerin tümüne sahiptir. Aslan başlı, ejder gövdeli, kartal kanatlı ve kaplumbağa sırtlı olarak düşünülen Malka d Hşuka, soluğu ile demiri eritir ve bakışıyla dağları sarsar. Yine de, Malka d Nhura’nın karşıtı olduğu için aptal ve sersem olduğuna inanılır. Karanlık Evreni yokluk, eksiklik ve düzensizliği simgeleyen “Kara Su” (Kaos) ilkesi tarafından yaratılmıştır ve bu evrenin güney’de bulunduğu varsayılır.



    Malka d Hşuka’nın yanında sayısız kötü varlık, devler, canavarlar, şeytanlar ve kötü ruhlar bulunur. Bunlara ek olarak, Karanlık Evreni’ne düşmüş ya da kaderin bir sonucu olarak buraya atılmış bazı Işık Varlıkları da vardır. Bunların önderi olan “Ruha”, özellikle evrenin ve insanın yaratılışında kötülükleri harekete geçiren dişi figür olarak Malka d Hşuka’yı kışkırtan ve bu nedenle Karanlık Evrenine mahkum olan bir Işık Varlığıdır. Ayrıca Işık Evreni ile Karanlık Evreni arasında aracılık görevi gören “Yuşamin”, “Abatur” ve “Ptahil” gibi varlıklar da mevcuttur.

    Hem Malka d Nhura, hem de Malka d Hşuka ezeli ve ebedi varlıklardır. Dünyanın sonu gelince tüm kötü varlıklar yok olacaklar, ancak kaos ilkesi ile Malka d Hşuka kendi evrenlerinde tutsak olarak varlıklarını sonsuza kadar sürdüreceklerdir.




    c) Yaratılış Anlayışı

    Mandenler'e göre, evrenin ve insanın yaratılışı iyilik ile kötülüğün arasındaki kaçınılmaz savaşın bir sonucudur. Evren yaratılmadan önce, Işık Evreni ile Karanlık Evreni birbirinden tümüyle ayrı durumdadırlar. Yapısı gereği Karanlık Evreni düzensizliği simgeleyen Kara Su’dan oluşmuştur; yaşam ve verimlilik öğelerini içermediği için orada hiç bir varlık yoktur. Bu yüzden Malka d Hşuka, kimi Işık Varlıklarını tutsak etmeyi planlamaktadır. Bu durumdan haberdar olan Malka d Nhura kendi elçisi olan “Manda d Hiia”yı (Yaşam Elçisi) özel görevle gizlice Karanlık Evren’e gönderir. Kutsal silahları sayesinde Manda d Hiia, Karanlık Kralı’nın yakalar ve zincire vurur. Ancak bu sırada Işık Evreni’nde yaşayan Yuşamin ve Abatur gibi kimi Işık Varlıkları meraktan iki evrenin arasındaki perdeyi aralarlar ve Kara Su’ya bakarlar. İşte onların bu merakı, Işık Evreni’nden düşmelerine neden olur. Işık Evreni’ne geri dönmek isterler, ancak ilahi kader gereği bu artık olanaklı olmayacaktır.

    “İkinci Yaşam” ve “Üçüncü Yaşam” olarak da adlandırılan Yuşamin ve Abatur’un düşüşleri evrenin ve insanın yaratılması açısından son derece önemlidir. Bunlar Işık ve Karanlık Evrenleri arasında sınırda kalırlar ve kendilerine ait yeni bir evren kurmaya çalışırlarsa da başarılı olamazlar. Abatur, Kara Su’ya bakar ve kendi yansımasını görür. Bu yansımadan “Dördüncü Yaşam” olarak adlandırılan Ptahil oluşur. Kara Su’yun içinde kendini kurtarmaya çabalayan Ptahil’i daha önceden Karanlık Evren’e atılmış olan Ruha görür. Ruha gider ve Malka d Hşuka’nın zincirlerini çözer. İkisi birlikte Ptahil’e dost görünerek, Ptahil’i maddi dünyayı yaratması için kışkırtırlar. Amaçları sonradan Ptahil’in yaratacağı bu maddi dünyaya egemen olmaktır. Bu arada Ruha ile Malka d Hşuka birleşirler ve bu birleşmeden kötü varlıklar olan yedi gezegen ve oniki burç doğar. Ptahil, Işık Kralı Malka d Nhura’ya kurtulmak için yalvarır. Malka d Nhura, Ptahil’e “Yaşam Işığı”nı verir. Böylece Ptahil dünyayı yaratır. Dünyanın maddi yönleri Kara Su’dan, yaşam ve verimlilik taşıyan yönleri Yaşam Işığı’ndan oluşur. Yaratılış tamamlanınca Malka d Hşuka, Yaşam Işığı’nın kaçmaması için dünyanın çevresine kendi kötü çocukları olan yedi gezegen ile on iki burcu dizer; dünyayı Ptahil’in elinden alır ve cinler, şeytanlar gibi kötü varlıklarla doldurur.



    Görüldüğü gibi Mandenler’in inancında dünyanın yaratıcısı Malka d Nhura değil, düşmüş bir Işık Varlığı olan Ptahil’dir ve gnostik yaklaşımda sık görülen “Demiurgos” rolünü üstlenmektedir.

    Yarattığı dünyanın kötü güçlerin eline geçtiğini gören Ptahil, en azından dünyada kendisini simgeleyecek bir varlık bulunmasını arzular ve insanı yaratmayı planlar. Ancak kötü güçler yine işe karışırlar ve onu kandırmayı başarırlar; yaratılan sadece bedendir; yaşam öğesinden yoksun olduğu için cansızdır. Ptahil, bedene can vermek için türlü yolları dener ancak başarısız olur. Bunun üzerine Malka d Nhura’ya kendisine yardım etmesi için yalvarır. Bu yakarışa yanıt olarak Işık Kralı, insanın ruhunu Işık Evreni’nden yeryüzüne indirir ve Manda d Hiia aracılığı ile cansız bedene yerleştirir. Bunun üzerine “Adem” ayağa kalkar.

    Mandenler’e göre Adem ilk inanan kişidir. Işık Kralı insanı kötü varlıkların eline bırakmamış, ruhun bedene konuluşu ile birlikte, insanı eğitmesi için Manda d Hiia’yı görevlendirmiştir. İnsanı korumak üzere “Hibil”, “Şitil” ve “Anuş” adlarında üç muhafız yollamıştır. Böylece yaratılan ilk insan Işık Kralı’na bağlanmıştır. Ayrıca Adem’in yeryüzünde yalnız kalmaması için “Havva” yaratılmıştır. Adem ile Havva’nın evliliklerinden üç kız ve üç erkek kardeş doğmuş ve bunlar vasıtasıyla insanlık çoğalmıştır.



    d) İnsan ve Kurtuluş Anlayışı

    Mandenler’e göre insan madde ve ruhtan oluşan iki farklı öğeden meydana gelmiştir. Beden, madde olarak kötülük ve karanlığı, ruh ise iyilik ve aydınlığı simgeler. Beden, varlık olarak kötülüğe aittir. Oysa ruh, tanrısal Işık Evreni’nden gelerek bedene konulmuştur. Bedene yerleştirilen ruh bu durumdan hiç hoşnut değildir ve Işık Evreni’ne yeniden yükselmek istemektedir. Diğer yandan, yeryüzündeki kötü güçler ellerine düşen bu Işık Varlığı’nı kaçırmamak için çepeçevre kuşatarak, çeşitli dünya nimetleri ile hırs, şehvet, kıskançlık gibi duygularla bu dünyaya bağlamaya çalışmaktadırlar. Ruh, beden içinde bir tutsak yaşamı sürdürmektedir.

    Manden inançlarına göre, kurtuluş yalnuzca ruh için geçerli olabilir, zira beden maddi dünyaya aittir. Ruhun kurtuluşu ise, bedenden ve dünyadan ayrılması ile olanaklıdır. Bu kurtuluş uğruna ruhun, doğru inanç ve ibadetlere bağlanması gereklidir. Ancak bu bile yetersiz kalabilir. Çünkü, Mandenler’e göre tek kurtuluş, “Tanrısal Bilgi”ye sahip olmakla gerçekleşir. Bu bilgi, kazanılan ya da öğrenilen bir bilgi değil, ancak verilen, bahşedilen bir bilgidir. İnsanın kurtuluş için yapması gereken, bu bilgiyi alabileceği uygun ortamı hazırlamaktır. Bu da inanç ve ibadetlerle olabilir. Tanrısal Bilgi’ye sahip olan ruh, maddi dünyadan temizlenerek tanrısal Işık Evreni’ne, yüce Işık Kralı’nın yanına yükselir.

    İlk kurtuluş örneği Adem’in kişiliğinde gerçekleşmiştir. Yaratıldıktan sonra Adem, kötülükten uzak kalmış, Işık Kralı’na itaat etmiş ve kendi kurtuluşu için yakarmıştır. Böylece Adem’e Manda d Hiia aracılığı ile Tanrısal Bilgi iletilmiş, Adem’in ruhu Işık Evreni’ne yükselmiştir.



    e) Kıyamet Anlayışı


    Mandenler, Adem’in yaratılışından kıyamete kadar dünyanın 480.000 yıl süreceğini varsayarlar. Bu süre dörde ayrılır. Adem ile başlayan ilk dönem 216.000 yıl sürmüş ve sonunda insanlık kılıç ve hastalık tarafından yok edilmiştir. Yalnızca bir çift insan hayatta kalmıştır. İkinci dönem 156.000 yıl sürmüş ve insanlık bu kez ateş ile yok olmuş; yine bir çift insan kalmıştır. Bin yıl süren üçüncü dönem sonunda insanlık su ile yok edilmiş; sadece “Nuh” ve ailesi yaşamayı sürdürmüştür. İçinde bulunulan son dönem Nuh ile başlamış olup, kıyamete kadar 8.000 yıl sürecektir.

    Dördüncü dönemin son 2.000 yılı, Kudüs’ün kurulması ile başlayan, kötülük ve savaşların giderek arttığı “Ahir Zaman”dır. Bu dönemde Mandenler’e yönelik şiddet ve baskılar yoğunlaşır; kıtlık, kuraklık, salgınlar ve doğal afetler artar. Kıyamete dair çeşitli işaretler görülür. Bu işaretlerin başlıcaları bir yıldızın okyanusa düşmesi, yedi denizin sularının kızarması; bu sulardan içenlerin kısır olması ve son olarak da büyük bir fırtınanın çıkmasıdır. Bu işaretlerden sonra “Praşai Siva” (Son Savaşçı) çıkacaktır. Bir anlamda “Mehdi” olan Praşai Siva döneminde tüm kötülükler son bulacak, savaşlar ve tüm doğal afetler kaybolacaktır. Bu dönem bir “Altın Çağ” olacaktır. Mehdi’nin egemenliği kıyamete kadar sürecektir.

    Kıyamet günü, önce havanın zehirlenmesi ile tüm canlılar ölecek, sonra gezegenler ve burçlar yok olacaktır. Kıyametten sonra tüm ruhlar için genel hesap yapılacaktır. Ölen insanların ruhları yedi gezegenden geçerek Abatur’un terazisine ve oradan da Işık Evreni’ne yükselir. Ölen kişi eğer iyi ve inançlı bir kişiyse ruhu, gezegenleri hızla geçer ve Işık Evreni’ndeki “Mşunai Kuşta” adlı cennete ulaşır. Ölen kişi günahkarsa, onun ruhu gezegenlerde kalır ve işkencelere uğrar. Kıyamet günü, gezegenlerde tutulan ruhlar da Abatur’un terazisinden geçerek, günahlarının son cezasını çekmek üzere bir tür cehennem olan “Suf” Denizine atılacaklardır. Günahlarının cezasını tamamlayan ruhlar Işık Evreni’ne yükselecektir. Manden olmayanlar ise sonsuza kadar Suf Denizinde kalacaklardır.




    f) İbadetleri

    Mandenler’in yaşantısı dinsel kurallarla sıkı bir disiplin altına alınmıştır. Ruhun kurtuluşu için ibadet şarttır. Manden ibadetleri arasında en önemlisi vaftizdir. “Masbuta”, “Tamaşa” ve “Rişama” biçimlerinde üç çeşit vaftiz vardır. Tam vaftiz olan “Masbuta” bir din adamı gözetiminde akarsuya tümüyle dalıp çıkma biçiminde uygulanır ve haftada bir kez pazar günleri yapılması zorunludur. “Tamaşa” ise bir din adamı yardımı olmadan kişinin kendi başına akarsuya üç kez dalıp çıkması işlemidir ve ancak kavga, küfür etmek, yalan söylemek gibi dinsel bakımdan kirli sayılan eylemler sonrasında uygulanır. “Rişama” ise İslam’daki abdeste benzer biçimde uygulanan bir vaftiz türüdür. Vaftizin kesinlikle bir akarsuda yapılması gerekir. Mandenler, akarsuları Işık Evreni ile ilişkili görürler ve onları “Yaşam Suyu” diye adlandırırlar. Haftada en az bir kere uygulanan vaftizin dışında dinsel bayramlarda, evlilik, doğum, ölüm, yolculuk gibi durumlarda da vaftiz uygulamaktadırlar.

    İbadetler arasında çeşitli nedenlerle düzenlenen törenler ve yemekler de önemli bir yer tutar. Ölüm sonrasında yapılan “Masiqta” adlı tören, ölen kişinin ruhunun Işık Evreni’ne hızla ulaşması için uygulanır. Bu törende din adamları tarafından hazırlanan özel yemekler, belirli ritüeller vasıtasıyla yenilir. Ölüm dışında, rahipliğe giriş töreni (inisiyasyon) ve tapınağın temizlenmesi gibi nedenlerle de ritüelik yemekler düzenlenir. Bu tür ayin yemeklerinden önce din adamları tarafından güvercin ve koç kurban edilmesi de sık görülen uygulamalardandır.

    Üç kez gündüz ve iki kez gece olmak üzere günün belirli saatlerinde Işık Kralına dua ederler. Bu dualar yüzler kuzeye dönülerek gerçekleştirilir.

    Yılın belirli günlerini uğursuz kabul ederler ve böyle günlerde iş yapmamaya, dışarı çıkmamaya özen gösterirler. Yılın belirli günlerinde de bayram yaparlar. En önemli bayramları, bir tür bahar bayramı olan, beş gün boyunca kutlanan “Panja” ya da “Parvania” bayramıdır.

    Diğer gnostik geleneklerin aksine, Mandenler’de dünyadan elini eteğini çekerek bir inziva yaşamı sürmek biçiminde uygulamalara yer yoktur. Her ne kadar dünyanın kötü güçler tarafından yaratıldığına inansalar da evlilik, çocuk sahibi olma ya da iş kurma gibi olaylara çok önem verirler.



    Mandenler tapınaklarına “Mandi” adını verirler. Tapınaklar, genellikle bir akarsu yakınında, kuzeye bakan, güney tarafında küçük bir kapısı olan, penceresiz, basık bir kulübeden ibarettir. Bu yapının akarsuya bağlanan küçük bir vaftiz havuzu vardır. Tapınak içinde herhangi bir döşeme ya da süsleme bulunmaz, burada ibadet de yapılmaz. Mandi aslında Işık Evreni’nin küçük bir modeli, bir simgesi olarak düşünülür. Mandilere yalnızca din adamları girebilir. Onlar da sadece belirli zamanlarda girerler. Bu bakımdan Mandinin bir tapınak olduğunu söylemek bile zordur; zira tapınaktan çok bir kült kulübesi niteliğindedir.

    Toplumsal Yapı

    Mandenler’de birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış toplumsal kastlar mevcut değildir. Bununla birlikte topluluk içinde dini törenleri yöneten bir din adamları grubu bulunur. Kuramsal olarak bedence sağlam, soyunda bir sapkınlık ya da dinden dönme olmayan herkes din adamı olabilir. Ancak uygulamada din adamlığı babadan oğula geçen bir meslek gibidir.

    Din adamı olacak kişiler uzun bir süre bir başka din adamı gözetiminde adaylık ve öğrencilik dönemi geçirirler. Daha sonra düzenlenen bir inisiyasyon töreni ile din adamı olurlar. Din adamlığı dört dereceden oluşan bir hiyerarşik yapıya sahiptir. Yardımcı din adamlarına “Aşganda” adı verilir. Normal din adamlarına “Tarmida” denir. “Ganzibra” derecesi ise yöresel baş rahiplik düzeyidir. En üst dereceye “RişAma” adı verilir ve Manden topluluğunun önderi anlamına gelir.



    Topluluğun tüm üyeleri kutsal elbise olan “Rasta”yı sürekli giymek zorundadır. Rasta, uzun beyaz bir elbisedir. Rasta’sız ölmek, ölüm sonrasında büyük cezalar getirecektir. Bu nedenle Mandenler, dış elbiselerinin altına daima Rasta’larını giyerler.

    Din adamları, Rasta’ya ek olarak, bazı özel eşyalar da kullanırlar. Bunlar arasında en önemlisi sağ el küçük parmağında taşınan altın bir yüzüktür. Ayrıca zeytin dalından yapılmış bir asa, ağzı ve burnu kapatacak biçimde başa sarılan beyaz bir sarık ve saçları bağlamak için başa sarılan bir kurdele vardır. Yalnızca din adamlarının giyebildikleri bu nesneler, din adamının ölümünde kendisi ile birlikte gömülürler.

    Topluluk üyeleri için bir dine kabul töreni yoktur. Manden bir aileden doğan herkes topluluğun doğal üyesi olarak kabul edilir. Manden anne ya da babadan doğmamış bir kimsenin topluluğa kabulu olanaksızdır.

    Her topluluk üyesinin bir dünyalık adı, bir de gizli adı olmak üzere iki adı vardır. Gizli ad, doğumda din adamları tarafından yapılan astrolojik hesaplar sonucunda verilir. Bu gizli ad yalnızca topluluk üyeleri arasında ve dinsel törenlerde kullanılır.

    Her üyenin topluluğun gizlilik ilkesine uyması en önemli görevidir. Manden dininin herhangi bir kuralı ya da öğretisini, Manden olmayanlara aktarmak en büyük günah olarak değerlendirilir.

    Günümüzde Sabiiler


    Günümüzde Sabiiler Dicle ve Fırat kıyıları, Irak’ın güneyindeki eski Kuzistan’ın Karun Nehri Boylarında yaşamalarına rağmen büyük bir bölümü Bağdat ve Basra’da yaşamaktadırlar. Sabiiler kendileri dışında kimseyle evlenmeyen kapalı toplum olup Altın ve Gümüş işçiliğinde oldukça ilerlemişlerdir.Irak'ın dışında İsveç,Avustralya,ABD gibi ülkelerdede yaşayan Mandaistlern Günümüzde Dünya’da sayısı 30.000 kadardır
    Konu Dygsuz tarafından (03.04.2009 Saat 15:21 ) değiş;tirilmiş;tir.

  7. #17
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1047
    @Dygsuz

    Standart


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]



    YEZİDİLİK


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]


    Yezidilerin Kimliği Karma bir dinin mensubu olan Yezidi'lerin Arap, Kürt ve Asur kökenli oldukları ileri sürülmektedir. Çeşitli kültürlerin birbirlerine karıştığı Ortadoğu'da ulusal kimlikleri olmayan İran'daki Bahailer, Lübnan'daki Dürziler ve Maruniler gibi Yezidiler de dini bir cemaattir. Yezidi inancının, Hariciliğin İbadiye kolundan ayrıldığı söylenen Yezid bin Ebi Uneyse'ye dayandığını ileri sürenler olduğu gibi Yezidi adının eski İran inançlarındaki İyilik Tanrısı İzd ya da Yeda'dan geldiğini de savunanlar vardır. Ancak Yezidliğin, Emevi soyundan ünlü mutavassif Şeyh Adiy bin Musafir'le olan ilişkisi ise tartışmasızdır. Son 30 yıl içinde kendilerine geçmişten gelen ulusal bir kimlik arayışına giren Yezidiler, Arap Kimliğinden ziyade Kürt ve Asur Kimliğinden birini seçme konusunda bir tercih yapmaya çalışmaktadırlar

    YEZİDİLİĞİN TARİHİ



    Yezidilerin kökenleri ve tarihleri ile ilgili somut, yeterli bilgi ve belgeler mevcut değildir. Yezidilik inancının öncülü Şeyh Adiy'in Adaviler (Adaviyye) tarikatıdır. Yezidilerce, Yezidi inanç sisteminin kurucusu ve peygamber olarak kabul edilen Şeyh Adiy Bin Musafır, aslında Kadiri tarikatının kurucusu Abdülkadir Geylani ile birlikte İslam alimi İmam Gazeli'den ders almış; Müslüman inançlı bir sufi olarak kabul edilmektedir. 1072 yılında Lübnan'da Baalbek'te dogan Şeyh Adiy, 1116 yılındaki Mekke'ye hac ziyaretinden sonra öldüğü 1162 yılına kadar Laleş Vadisi'ndeki (Kuzey Irak'taki Duhok İli 'nin yaklaşık 29 km. doğusunda, Musul'un da 57 km. kuzeyindedir) eski bir Hıristiyan manastırını dergaha çevirerek mürit yetiştirmiştir. Adiy bin Musafir 1162 yılında öldüğü zaman Laleş'teki dergahına gömülmüş ve türbesi çok geçmeden hac ziyareti için gelinen tapınağa dönüştürülmüştür. Şeyhin vefatından sonra makamına yeğeni Abu'l Bereket bin Sahr seçilmiş; onun önderliğindeki müritleri "Adaviler" adıyla anılmaya başlamıştır. Tarikat ise Adavilik ve bilahare Sehbetilik diye adlandırılmıştır. Adaviliğin antik inançlarla sentezlenmesi ve Hakkari yöresindeki aşiretler arasında yaygınlaşması, tarikatın başına geçen Şeyh Adiy'in torunu Hasan bin Adiy döneminde olmuştur. Moğolların bölgeyi istilasından sonra 13 ve 14. yy.da bölgedeki otorite boşluğundan yararlanan Yezidilik faaliyeti, Musul, Hakkari, Botan çayı yöresi, Cizre, Nusaybin, Mardin, Van ve Urmiye'deki aşiretler arasında kök salmıştır. 1415 yılına kadar unutulan ancak bu tarihten itibaren taraftar kazanmaya başlayan ve bilahare Yezidilik adını alan Şeyh Adiy'in öğretisinin öncülü olduğu bu yeni dinin sembolü, tavus kuşudur. Ama bu sembol, tavus kuşundan ziyade horoza benzemektedir. Dinlerinin çok eski olduğunu, kurulusu üzerine tarihi bilgilerin zaman içinde unutulduğunu, kaynaklarının kaybolduğunu söyleyen Yezidilerle ilişkiye geçerek, dinleri üzerinde bilgi edinmek isteyen gerek Müslümanlar gerek 18 ve 19. yy.larda bölgeye gelen Hıristiyan misyonerler de pek bir şey öğrenememişlerdir. Çünkü Yezidilik bir sır dini olduğu için Yezidiler, kendilerine sorulan soruları, soranların duymak istediklerine göre yanıtlamışlardır



    YEZİDİ İNANÇLARI

    Yezidilik; - Eski putperestliğe, - Zerdüştlüğe (iyilik ve kötülüğün mücadelesi), - Maniliğe (İrfan), - Yahudiliğe (Beslenme ile ilgili hükümler, haram yiyecekler), - Hıristiyanlığa (Vaftiz, nikahta ekmek ve şarap ayini, evlenmelerde kiliseleri ziyaret, şarap içmek), - İslamiyet'te (Sünnet, oruç, kurban, hac, mezar taslarında İslam 'i kitabeler) - Sufi-Rafiziliğe (İnancın gizliliği, vecd, şeyhe saygı), - Sabiiliğe (tenasuh ve ruh göçü), - Samaniliğe (gömme adeti, rüya tabiri ve dans), - Paganizme (Ay ve güneşe tapma) ait Bazı unsurları ihtiva eden ve kökeni yeterince açık olmayan bir inanç sistemidir. Yezidilik inancında Tanrı, dünyanın koruyucusu değil sadece yaratıcısıdır. O, faal değildir ve dünya ile ilgilenmemektedir. Tanrı iradesinin faal ve yürütücü uzvu, Tanrı'nın ikinci şahsiyeti olan "Melek Tavus"tur. Melek Tavus, Tanrı ile bir, çözülmez bir şekilde Tanrı'ya bağlıdır. Bu anlamda Yezidiler, tek tanrılı olarak kabul edilebilirler. Ancak Yezidi inancında, Tanrı ile insan arasında vasıta olarak hizmet gören yari ilahlar bulunmaktadır. Yezidilere göre; Melek Tavus, bir iyilik tanrısıdır. Yezidiler şeytana, tövbe etmesi sebebiyle Tanrı tarafından bağışlanan gözden düşmüş bir melek olarak bakarlar. Şeytanın adının, Tanrı olarak söylenmesi yasaktır. Yezidiler,dışarıdan anlaşıldığı manada ne cehenneme, ne cehennem azabına ne de şeytana inanırlar. Yezidi inancına göre; ruh, ölümden sonra başka gövdelere geçerek varlığını sürdürmektedir. Güneş, ay ve yıldızlar ışık saçtıklarından dolayı kutsaldır. Çünkü Melek Tavus da bir ışık kaynağıdır. Yezidi topluluğu, Adem ile Havva soyundan değil Cebbar bin Sehid adlı başka bir yüce varlıktan türemiştir. Yezidiler her çağda yeni bir peygamber gönderileceğine, her yerde bulunan Melek Tavus'un bütün Yezidileri koruyacağına ve kurtaracağına inanmaktadırlar. Mashaf-i Res'te, "Tanrımız şeytanın adını ya da onu anımsatan sözcükleri zikretmek yanlıştır" diye buyrulduğundan Yezidiler, Tanrı-melek mertebesine koydukları "Şeytan"in adını anmadan, onun için "İsmi güzel melek" derler. Ayrıca "kaytan, ser, melun, lanet" gibi kelimeleri de kullanmazlar. Yezidiler için ateş, nur yani ışık saçan bir kaynak olduğu için kutsanır ve ona asla tükürülmez. Yezidiler, bazı besin maddelerini yemez, bazı renkleri tercih ederler. Beyaz, kahverengi, kırmızı, yeşil ve siyah kutsal sayılmakta mavi renge ise itibar edilmemektedir. Beyaz giysi, temizliği simgelemekte; kadınlar mutlaka beyaz iç çamaşırı giymekte; erkekler öldüklerinde yüce makama temiz çıksınlar diye beyaz giysiyle gömülmektedirler. Yezidilerde temel haram yiyecek, maruldur. Buna börülce, salatalık, lahana gibi sebzeler ile balık, geyik ve horoz eti de eklenebilir



    YEZİDİLERDE İBADET


    Yezidilerin yerine getirmeleri şart olan dini vecibeleri şahadet, namaz (ibadet), oruç, zekat ve hacdır. Onlara göre tanrının birçok ismi vardır. Bunların en güzeli ve en çok kullanılanı "Hüda" olanıdır.

    Şahadet
    Yezidilerde şahadet, tanrının sonsuz kudret sahibi, Şeyh Adiy bin Musafir'in tanrının meleği ve Yezidilerin mürşidi, Sultan Yezid'in tanrının meleği, yerin nuru ve insanlığın sevinci, Melek Tavus'un da Tanrı'nın meleği ve elçisi olduğuna inanmaktan oluşur. Bunu aksam yatarken, sabah kalkarken de tekrarlarlar.

    Namaz

    Namaz (İbadet) Yezidilerde yılda bir kez Laleş'te Şeyh Adiy'in türbesine yapılan hac esnasında gerçekleştirilen toplu ibadetin haricinde toplu ibadet etme yoktur.Namaz, sabah ve aksam kılınır. Namazdan önce eller ve yüz yıkanır. Sabah namazı için dışarıya çıkılarak güneşin sarılığı belirgin olduğunda güneşe karşı ayakta durulup üç defa eğilmek (rükua varmak) suretiyle dua okunur. Aksam namazında da yine dışarıda güneşe karşı durularak dua okunur. Yezidiler ibadetlerini kimsenin görmesini istemezler. Bir yezidi ibadet ederken başka dinden biri görürse rükua varmaz ve sadece acunun içini güneş ışığına tuttuktan sonra elini ağzına götürüp öper.

    Oruç
    Yezidilerde Oruç Yezidilerde genel ve özel olmak üzere iki tür oruç vardır:

    1. Genel Oruç


    Eylül ayinin 3 ile 5 inci günleri arasında tutulan bu oruca Yezit orucu da denilmektedir. Ayrıca Hızır İlyas için üç gün oruç tutmak da Yezidi geleneklerindendir. Yezidi inancına göre, Allah üç gün oruç tutulmasını emretmiştir. Bu inanca göre kutsal kitaplarında oruçla ilgili yazılan üç gün kelimesini yabancılar yanlış olarak yani otuz seklinde anlamışlardır. Yezidiler tutulan üç günlük orucun otuz olarak kabul olunacağına inanırlar.Sabahleyin güneşin sarılığı ile başlayan ve aksam gün battıktan sonra sona eren oruçta yemek içmek yasaktır.



    2. Özel Oruç

    Yalnızca din adamlarına özgü olan özel oruç, Aralık ayında 20, Temmuz ayında 20 ve 15-20 Eylül tarihleri arasında Şeyh Adiy'in türbesine yapılan ziyaretin ardından da 40 gün olmak üzere toplam 80 gün tutulur.Yezidiler iftar sofrasında şarap bulundururlar.

    Zekat


    Yezidilerde zekat müritlerin gelirlerinin % 10'u şeyhlere, % 5 pîre ve % 2.5'ini fakire vermekten oluşur

    Hac

    15-20 Eylül tarihleri arasında Irak'ta bulunan Şeyh Adiy'in mabedine yapılan hac, Yezidiler için yapılması şart olan dini ve milli bir vazifedir. Şeyh Adiy'in sandukasını üç kez tavaf edip kaideye yüz süren her Yezidi, hacı olmuş sayılır.Şeyh Adiy'in sandukasını üç kez tavaf edip kaideye yüz süren her Yezidi, hacı olmuş sayılır. Şeyh Adiy'in Laleş Vadisi'ndeki dağın eteğinde olan mabedine Sırat Köprüsü denilen bir köprüden geçerek giden Yezidiler, kaynağı mabette bulunan zemzem adını verdikleri su ile çocuklarını vaftiz ederler. Bu hac merasimi; nehirlerde yıkanma, sancakların yıkanıp vaftiz edilmesi, rahiplerin dansları, mukaddes kabul edilen mezarlara kandil yakılması, kurban edilen bir öküzün etinin dağıtılması, özel yapılmış yemeklerin yenmesiyle kutlanır. Ayrıca bu hac sırasında saygı gösterilen ve şahıs isimleri verilen dut ağaçları ziyaret edilir. Çevreden tek ağaç dalı kesmek bile günahtır. Kutsal vadinin hiçbir yerinde ayakkabıyla dolaşılmaz; kadınla cinsel ilişki kurulmaz ve içki içilmez



    Duaları

    Yezidilerin güneş doğarken ve batarken ona doğru yönelerek dua okuma adetleri, güneşe ve aya taptıklarına dair yanlış bir telakkiye sebep olmuştur. Gerçekte bu duanın nedeni Yezidilerce Tanrı (Melek Tavus)'nın, "Ay ve karanlığın", ve "Güneş ve aydınlığın" efendisi olarak kabul edilmesidir. Yezidi duaları dört tanedir.Bunlar ;
    1. Sabah duası,
    2. Evger duası: Bu da sabahları okunur,
    3. Güneş batisi duası: Buna güneş duası da denir.
    4. Aksam duası: Buna şahadet duası da denir. Yatağa yatınca okunur. Bu dua Melek Tavus'a yapılıp yedi meleğe hitap edilir.

    Tatil ve Bayramlar
    Bayramlar Yezidi kutsal kitabına göre, Cumartesi dinlenme günüdür. Yezidilerin önem verdikleri dört dini bayramları vardı

    1. Sar-i Sal (Yeni yıl) Bayramı

    Sarsali, Sarsaliya da dedikleri bu bayram Nisan ayinin ilk Çarşamba günü kutlanır. Bugün meleklerin gece boyunca bereket dağıttıklarına inanılır. Yezidilerin yaşadıkları her köyde ve yerleşim birimlerinde kutlanan bu bayramın ön hazırlığı olarak aile mezarları ziyaret edilerek mezar taslarının üzerine yolu oradan geçenlerin yemesi için, içinde kuru üzüm, yumurta, kuru incir ve çeşitli çöreklerin bulunduğu tepsiler konur.




    2. Yaz Bayramı (Çesna Havini)

    Temmuz'un 18 ile 21'i arasında Irak 'ın Lalis bölgesinde kutlanan bu bayrama Şeyh Adiy bayramı, kırk gün bayramı da denir. Yaz orucunun tamamlandığı günün ertesinde baslar.

    3. Cemaat Bayramı

    Şeyh Adiy'in bir araya getirdiği ilk cemaatin anısına 6-13 Ekim tarihleri arasında kutlanan bu bayrama katılmak Yezidi inancına göre hac farizası sayılır ve her Yezidi için bir borçtur.

    4. Doğum Bayramı

    Yezidilerin dördüncü bayramı herkesin üç gün oruç tutarak karşıladığı 1 Aralık sabahı başlayıp aksamı biten Halife Yezid'in doğum günü olarak anılan bayramdır. Yezidiler Ayrıca Müslüman ve Hıristiyan komşularıyla birlikte onların Hıdırellez ve Aziz Sergius Yortusu gibi bayram ve yortulara da katılırlar. Yezidilerde geleneksel bir biçimde 21 Mart'ta kutlanan Nevruz Bayramı dini olmaktan çok folklorik bir nitelik taşır.

    Ahret Kardeşliği
    Her Yezidi'nin bir ahiren kardeşi ile bir ahiren bacısı olması mecburidir. Ahiren kardeşliği her defasında el öpmeyi ve ölümde yardım etmeyi emreder.



    Vaftiz
    Yezidi çocukları doğduktan 40 gün sonra bazı yerlerde de doğumun ilk haftasında Pirler tarafından Şeyh Adiy'in mabedindeki zemzem suyuna üç defa daldırılmak suretiyle vaftiz edilirler. Laleş'in dışında yasayan Yezidiler için kavvallar tarafından getirilen vaftiz suyu kullanılır.
    Sünnet ve Kirvelik

    Çocuk vaftiz edildikten bir hafta sonra vaftizi yapan Şeyh veya Pir tarafından sünnet edilir. Bu adete, Kuzey Irak'ta "karif" denilmekte ve Yezidi çocuğu komşu veya dost bir Müslüman kirvenin dizine yatırılarak sünnet işlemi gerçekleştirilmektedir. Kirveliğin Yezidilerde çok önemli bir yeri vardır. Başka dinden olanların kirve yapılması ile o dinin mensuplarıyla dostluk köprüsü oluşturulmakta, muhtemel düşmanlıklar önlenmektedir.

    .
    Ölüm ve Cenaze

    Töreni Yezidiler birinin vefatında ölünün kıymetli elbiselerini bir ağaç parçasına giydirip, kokular sürüp süsledikten sonra etrafında dönerler. Bu arada ölünün iyiliklerinden bahsedip ağlayarak dövünürler. Bu tören, üç gün devam eder.

    Ölen Yezidi, yüksek sesle salavat getirilerek ahiren kardeşinin huzurunda Yezidi şeyhi tarafından yıkanır. Ölünün ağzına, kulaklarına, gözlerine ve kalbinin üzerine Şeyh Adiy'in türbesinin toprağından yapılmış çamur sürülerek kolları çapraz vaziyette, bası doğu istikametinde gömülür. Ölümün 3, 7 ve 40. günleri ile yıl dönümlerinde anma törenleri düzenlenir, Yezidi yoksullarına yiyecekler ve sadaka verilir. Ölümünden sonra bir din adamı veya bir koçak tarafından görülen rüyanın yorumu yapılarak ölenin ruhunun yeniden doğması meselesi çözülmeye çalışılır.

    Yezidilerin ölü gömüldükten sonra mezar başında ölüye hitaben yaptıkları telkin duası çok ilginçtir. Yezidilerin telkin duası su şekildedir: "Ey ölü kişi! Gelecektir üzerine Münker ve Nekir melekleri! Sana soracaklar: hangi dindensin? Sen, de ki ben Ezidiyim (Yezidiyim). Şeyhim, Şeyh Adiy'dir."




    RUHANİ YAPI


    Yezidiler, müritler ve ruhaniler olmak üzere iki toplumdan oluşmuştur.

    1. Müritler


    Yezidi toplumunun en büyük kastini oluştururlar. Her Yezidi, her gün elini öpmek, yanında şarapla orucunu bozmak, hacla ilgili her türlü hizmetini yerine getirmek mecburiyetinde olduğu bir şeyh ya da pirin mürididir. Köylerde çiftçilik ve hayvancılıkla uğrasan müritlerin görevleri kendi üstlerindeki sınıflara hizmet etmek ve vergi vermektir.

    2. Ruhaniler (Ruhan, Kahane, Rahip)

    Bunlara olağanüstü saygı gösterilir. bazı hallerde ruhanilik irsi olarak kadınlara da geçebilmektedir. Ruhaniler (Rahip) aşağıdaki altı sınıfa ayrılmışlardır:

    a. Şeyhler


    Şeyh Adiy'in müritlerinden veya kardeşlerinin soyundan olmaları gerekir. Beyaz bir elbise giyip, siyah bir sarık sararlar; evleri Yezidiler için mabet olarak kabul edilir. Okuma-yazma isleriyle uğraşırlar, cenaze törenlerini yönetirler. Oruçta, bayramlarda, evlenmelerde ve sünnet merasimlerinde de görev yaparlar.

    b Pirler

    Şeyhlerden sonra Yezidilere yol gösteren yaslı ruhanilerdir. Elbiseleri siyah olup baslarına siyah veya kırmızı tüylü sarık takarlar. Hacca gelenlerin yiyecek, içecek ve diğer ihtiyaçlarının karşılanması bunların görevi olup dini törenlerin düzenlenmesinde şeyhlere yardım ederler. Şeyhler ve pirler, dokunulmazlık haklarına sahip ruhani reislerdir. Vazifeleri, müritlerini ve cemaatlerini kötülükten uzak tutmaktır. Bayram günlerinde, oruçlarda, evlenme ve ölümlerde, vaftiz, sünnet ve hastalıkların tedavisindeki dini görevleri yerine getirirler.



    c. Fakirler veya Karabaşlar

    Sadaka ile dünyevi zevklerden kaçınan Fakirler, aileler arasında arabulucu ve barışı sağlayıcı olarak Yezidi toplumunda görev yaparlar.

    d. Kavvallar

    Bunlar Şeyh Adiy bin Musafir'in türbesi civarında oturan görevlilerdir.Dini bayramlarda ve dinsel törenlerde ilahiler söyleyip çalgı çalarak ruhanilere hizmet ederler. Kavvallar, Yezidiler arasında birliği sağlamak, imanı kuvvetlendirmek ve köy halkının verdiği zekatı toplamak amacıyla Yezidi sancakları (Melek Tavus'un heykeli) ile yılda bir defa köyleri dolaşırlar.




    e. Kuçekler

    Irak 'ın Laleş bölgesinde oturan Kuçeklerin sayıları azdır. Şeyh Adiy'in türbesinde hizmet ederler. Kavvallara yardımcı olarak köylere gezilerde, sancakları (Melek Tavus heykeli) taşırlar.

    f. Çömezler (Avhan veya Avanlar)


    Ruhanilerin en alt tabakasını oluşturur. Şeyh Adiy'in türbesinin bakim ve temizliğinden sorumludurlar. Dini yapının hiyerarşik zirvesinde biri Sayh Nasir olarak adlandırılan dini, diğeri de Mirza-Beg veya Amir al-Umara denilen dünyevi islere bakan iki reis bulunur. Sayh Nasir en üstün (Mir-i Sayhan) şeyh olup en yüksek manevi makamı temsil eder. Mukaddes yazıları en iyi onun bildiğine, tefsirlerinde hiç yanılmayacağına inanılan Sayh Nasir'in evi, Şeyh Adiy'den sonra Yezidilerce en kutsal yer sayılır. Yezidilere, Yezidilikten çıkarma cezası yalnızca Sayh Nasir tarafından verilir. Mirza-Beg, Yezidilerin emiri olup en yüksek siyasi makamı temsil eder. Bütün dünyevi islerde verdiği kararlar kesindir. Yezidi halkını, dışarıda temsil etme yetkisine sahiptir. Yezidilerde emirlik, babadan oğla geçmektedir




    Sancak
    Sancak (Sincak , Sencik, Cem-i Sanacık) Yezidilik en açık ifadesini, horoz seklinde pirinç, bakir veya tunçtan yapılmış "sancak"ta bulur. Yezidilerin elinde sancak adıyla anılan yedi adet tavus heykeli bulunmaktadır. Bu sancaklar, Yezidilerin yeryüzündeki dağılım bölgelerini simgelemektedir. Dini makamda oturan şeyhe ilahi bir kudret bahsettiğine inanılan sancaklar, Tavushane denilen özel ve güvenli bir yerde muhafaza edilir. Kavval ve Kuçek adı verilen Yezidi din adamları tarafından her yıl Yezidi köylerinde dolaştırılan bu sancakların kutsama töreni sırasında alttan başlamak üzere sırayla önce heykelin boğumları, sonra zemzem suyunun bulunduğu bakır ibrik öpülmektedir.
    Yezidilerin Yedi Meleği ve Melek Tavus

    Yezidilerin kutsal kitabi Mushaf-i Res'te evrenin yaratılısının anlatıldığı bölümde, önce bir inci tanesi olarak evrenin bilahare de yedi günde yedi meleklerin yaratıldığı ifade edilmektedir. Buna göre, ilk yaratılan Azrail isimli Melek-Tanrı 'ydı; diğer adı Melek Tavus yani ateşten olma Şeytan'dı. Yedi meleğin en ulusu Oydu. Ve Pazartesi Derdail yaratıldı. (Bu meleğin ruhunu Yezidi ulularından Şeyh Hasal-al Basri temsil eder.) Salı, İsrafil oldu ve vekaletini Yezidi ulularından Şeyh Şemseddin'e verdi. Çarşamba, melek Mikail yaratıldı ve Sucedettin kılığında göründü. Perşembe, Semail oluştu ve Şerafettin oldu. Cuma, Cebrail yaratıldı ve Nusreddin olarak görüldü. Cumartesi yaratılan Nurail (Turail) ise Fahrettin evliya kılığında insanlar arasında dolaştı. Yezidilerde kötülük tanrısı (şeytan) yerine ikame edilen melaikeler kralı Melek Tavus'un apayrı bir yeri vardır. Yezidiler, şeytan'ın yerine ikame ettikleri Melek Tavus'a tanrısal nitelikler atfettikleri için "Şeytana tapanlar" olarak nitelendirilmişlerdir. Oysa onların inancına göre, dünyayı yaratan Tanrı'nın cezalandırdığı şeytan, cehennemde kaldığı 7 bin yıl boyunca tövbe göz yaslarıyla doldurduğu 7 testi ile cehennem ateşini söndürmüş; Tanrı tarafından bağışlanmış ve meleklerin önderi olmuştur. Artık Melek Tavus, Tanrı 'nın yarattığı dünyanın koruyucusu, yöneticisi ve Tanrı iradesinin yürütücüsü niteliklerini kazanmıştır.
    Zemzem Suyu Laleş vadisinde bir kayadan çıkan su, Şeyh Adiy'in türbesinin eşiğinin altından geçer geçmez kutsallaşarak havuzumsu taç çukurda birikip zemzem adını alır. Zemzem suyunun akıp gittiği yere çıplak ayakla yaklaşan Yezidiler, el ve yüzlerini yıkamak suretiyle kendilerini vaftiz edilip kutsanmış saymaktadırlar.


    MUKADDES KİTAPLARI


    Yezidilerin Kitab-al Cilva (Kitab-i Celve) ve Mashâf-i Res (Mushâf-i Res- Kara Kitap) olmak üzere iki mukaddes kitabı vardır.Kitapların yazım dili kürtçedir.

    Kitab-al Cilva (Kitab-i Celve)


    Melek Tavus tarafından Yezidilerin kurtuluşu için "Tecelli Vahiy kitabi" olup beş bölümden ibarettir. Bu bölümlerden, 1 incisinde, Melek Tavus'un vazifesinin insanları ıslah ve onlara yardımcı olduğu, 2 incisinde, Melek Tavus'un insanları istediği şekilde cezalandırıp, mükafatlandırdığı, arzın altına ve üstüne hükmettiği ifade edilmektedir. 3 üncüsünde, Kainattaki bütün mahlukatların, Melek Tavus'un hakimiyeti altında olduğu, 4 üncüsünde, Melek Tavus'un haklarını başka ilahlara vermeyeceğini, Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların onun inançlarından kendilerine uygun düşenleri alıp, diğerlerini bozduğu, 5 incisinde ise, şahsına ve resmine saygıda bulunulmasını ve inançları ile eşyasının olduğu gibi korunması emredilmektedir. Şimdi her bölümün orijinal metinlerinden kısa örnekler sunalım.
    Birinci Bölüm

    Ben ki vardım, varım, sonsuza dek var olacağım; tüm yaratılmışlara hükmüm geçer, tüm olaylar ve benim erkim altındaki varlıklarla ilgili her şey, benim buyruğumla olur. Kim bana inanır da gereksindiğinde beni çağırırsa, ben hemen onun yanındayım, benim var olmadığım hiçbir yer düşünülemez. Beni benimsemeyen kimselerin, kendi isteklerine uygun olmadığı için kötülük diye nitelendirdikleri tüm olaylar, benim istediğimle olur. Her çağın bir Yönetici Vekili vardır, onu ben seçerim. Her kuşakla birlikte, bu Dünya' nin Başkanı da değişir; Başkanlar sırayla gelirler, kendi dönemleriyle ilgili görevlerini yerine getirirler. Yaratılıştan kazanılan özelliklerin değerleriyle orantılı olarak, suçları bağışlarım. Kim ki bana karşı çıkar, acılar ondan eksik edilmeyecektir. Başka hiçbir Tanrı, benim islerime ve yaptıklarıma karışamaz : Ben neye karar verirsem, o olur; Yabancıların ellerinde bulunan kutsal kitaplar, peygamberler ve havariler tarafından yazılmış olsalar bile, artık geçersizdirler, isyancı bir nitelik kazanmışlardır, bozulmuşlardır; bunlar birbirlerini yalanlamakta ve geçersiz kılmaktadırlar. Doğru olanla yanlış olan arasındaki ayırım, yaşanılan çağın koşullarına göre yapılacaktır. Bana inananlara verdiğim sözleri yerine getireceğim; belirli dönemler için yetkilerimi devrettiğim akilli ve sevgili Vekillerimin yargılarına göre, kullarımla aramdaki sözleşmeye uyacağım ya da uymayacağım. Olayların gelişimini dikkate alırım; içinde bulunulan zamanda yararlı olan neyse, onu uygularım. Benim eğitmenliğimi kabul edenleri yönlendirir, eğitirim ; onlar, bana uymakla, ruhun duyacağı sevinç ve zevklerin en büyüğüne kavuşurlar.




    İkinci Bölüm

    Çok iyi bildiğim tüm yöntemlerle, ademoğullarını ödüllendirir ve cezalandırırım. Yeryüzünde, üstünde ve altında ne varsa, benim denetimimdedir. Öbür ırklara yardım etmeyi üstlenmem, onlara iyilik yapmaktan uzak da durmam, hele benim seçilmiş topluluğumdan ve bana uysallıkla hizmet edenlerden bunu hiç esirgemem. Sınadığım insanlara etkin denetim yetkisi veririm; bu insanlar, benim irademe uygun olarak, belirli durumlarda, bana inanıp öğütlerimi tutanlara yardım ederler. Alan da benim, veren de; zengin eden, fakir eden de; mutlu kılan, mutsuz kılan da; bütün bunlar, çevre koşullarına ve zamana uygun biçimde gerçekleşir benim islerime karışmak ve herhangi bir insani denetimimden çıkarmak hakkına ve yetkisine sahip hiçbir güç yoktur. Bana engel olmaya çalışanların üzerine acılarla hastalıklar yağdırırım. Kim benim buyruklarıma uyarsa, öbür insanlar gibi ölmez. Bu düşük dünyada hiç kimsenin, kendisi için belirlediğim süreden fazla kalmasına dayanamam; ama istersem, onu bu dünyaya iki kez, üç kez ya da daha fazla geri gönderirim, ruhunu başka bir bedenin içine sokarak; bu, evrensel bir yasadır.

    Üçüncü Bölüm

    Ben, kitap göndermeksizin yönlendiririm, dostlarıma ve benim öğrettiklerimi benimseyenlere, doğru yolu, gizli araçlarla gösteririm, uyulmasını istediğim kurallar, bunaltıcı değildir, zamana ve koşullara göre saptanmıştır. Yasalarıma karşı çıkanları öbür dünyalarda cezalandırırım. Ademoğulları, yapılması istenen şeyleri bilmezler, bu yüzden sık sık yanlışlığa düşerler. Yeryüzündeki ve gökteki hayvanlar, denizdeki balıklar, hepsi benim yönetim ve denetimim altındadırlar. Dünyanın bağrındaki gizli hazineler ve başka şeyler, benim bilgimin içindedir. Onların tek tek bulunup alınmasına olanak sağlarım. Bunlara sahip olacak kimselere ve benden zamanında dilekte bulunanlara gizli işaretlerimi, mucizelerimi gösteririm. Bana ve izleyicilerime karşı yabancıların göstereceği düşmanlık ve direnme, ancak kendilerine zarar verir, çünkü bilmezler ki güç ve zenginlik benim ellerimdedir ve bunları ben, âdemoğullarından hak edenlere veririm. Dünyaların yönetimi, çağların arka arkaya gidisi, vekillerimin her çağda değişmesi, sonsuza dek benim yetkimdedir. Her kim oraya dürüstçe yürümezse, ben, kendim belirleyeceğim bir zamanda onu cezalandıracağım ve başladığı yere geri göndereceğim.


    Dördüncü Bölüm

    Mevsimler dört tanedir, unsurları da (Dört unsur = Adem' in bedenini oluşturan toprak, hava, ateş, su) dört tanedir; bunları ben, yarattıklarımın, gereksinimlerini gidermeleri için bağışladım. Yabancıların kutsal kitapları, ancak benim yasalarıma uygun oldukları, karşı çıkmadıkları ölçüde tarafımdan kabul görürler; yine de bunlar, çoğunlukla saptırılmışlardır. Üç tanesi bana karşıdır ve ben, üç addan nefret ederim. Benim gizlerimi açığa vurmayanlar için, ödüllendirme konusundaki sözümü tutacağım. Benim uğruma acı çekmeye katlananları, kuşku duyulmasın ki, dünyalardan birinde ödüllendireceğim. Benim yolumdan gidenler, kendilerine düşman olanlara ve yabancılara karşı, cemaat hâlinde yaşasınlar. Ey siz, benim yasalarıma uyanlar, benim tarafımdan iletilmeyen düşünceleri kafanıza sokmayın. Yabancıların yaptığı gibi sakin adimi ya da bana yakıştırılan adları ağzınıza almayın, yoksa günaha girersiniz; çünkü bu konular, sizin kavrayışınızın,üzerindedir.

    Beşinci Bölüm

    Beni simgeleyen şeylere ve resimlere saygılarınızı sunun; çünkü onlar size, benim yasalarıma aykırı olan davranışlarınızı anımsatacaktır. Yardımcılarımın buyruklarına uyun, sözlerine kulak verin ki benden aldıkları öte dünya bilgisini size iletsinler.



    Mashaf-i Reş (Mushaf-i Res-Kara Kitap)



    Yaratılış nazariyelerinin anlatıldığı yeryüzüne ait bir kitap olup Yezidilere dair geçmişteki olaylar ile Yezidilik adabını içerir. Ayrıca Kara Kitap'ta renkler ve yiyeceklerle ilgili bazı yasaklar da yer almıştır.

    Şimdi Mashaf-i Reş 'ten bir bölüm sunalım; Başlangıçta Tanrı, kendi yüce özünden Beyaz İnci' yi yarattı ve bir kus yarattı ki adi Anfar' di. Ve inci' yi onun sırtına koydu, ve orada kırk bin yıl oturdu. İlk gün, yani pazar günü, Azazil adlı meleği yarattı; işte o, hepsinin başkanı olanı Ta'us Melek (Tavus kuşsu Melek)' tir. Pazartesi günü Tanrı, Darda' il adlı meleği yarattı ki o, Şeyh Hasan' dir. Salı günü, Israfil' i yarattı ki, Şeyh Şams' dır. Çarşamba günü, Cebra' il adlı meleği yarattı; o da Abu Bekr' dir. Perşembe günü, Azrail' i yarattı ki, Saacadin' dir. Cuma günü, Semna' il aldı meleği yarattı; o da Nasir' ud - Dindir. Cumartesi günü, Nura' il adlı meleği yarattı, ki o [. .] Melek Ta' us (Melek Tavus)' u onların başkanı yaptı. Ondan sonra Tanrı, yedi göğü, Yeryüzünü, ve güneşi ve ayı yarattı [...] İnsani, kuşları ve tüm hayvanları yarattı, ve onları pelerininin boşluğuna yerleştirdi, ve Inci' nin üzerinden indi, melekler de yanındaydı. Sonra yüksek sesle Inci' ye doğru haykırdı, o da düşüp dört parçaya ayrıldı. içinden su fışkırdı ve deniz oldu. Dünya yuvarlaktı, üzerinde çatlak yoktu. Sonra Tanrı, bir kus biçiminde Cebrail' i yarattı, ve dört bucağın yönetimini ona emanet etti. Sonra bir gemi yarattı ve onun içinde otuz bin yıl kaldı, ondan sonra Laleis' e geldi ve konakladı. Dünyanın içinde haykırdı, ve yoğunlaşmayla deniz oluştu, ve dünya yeryüzüne dönüştü ve titremeye devam ettiler. Sonra Cebrail' e, Beyaz Inci' nin iki parçasını getirmesini buyurdu, parçalardan birini yeryüzünün altına yerleştirdi öbürünü de Göğün Girişi' ne (cennetin girişi) kapı olarak koydu. Sonra onların içine güneşi ve ayı yerleştirdi, onların kırpıntılarından da yıldızları yarattı, ve onları göğe süs olarak astı. Ayrıca yeryüzünü süslemek üzere meyve ağaçlarını, bitkileri ve dağları yarattı. Hali' nin üzerine Taht' i yarattı. Sonra, dedi ki Ulu Tanrı : «Ey Melekler, Adem' le Havva' yi yaratacağım, onları insan yapacağım, ve ikisinden, Adem' in belinden gelmek üzere, Sehr ibn Cebr doğacak; ve ondan tek bir halk türeyecek yeryüzünde; Azazil' in, yani Ta'us Melek' in toplumu olan Yezidi halkıdır bu. Sonra Şeyh Adi b. Musafir' i Suriye' den göndereceğim ve o gelip Lales' te kalacak.» Sonra Tanrı, kutsal ülkeye indi ve Cebrail' e, dünyanın dört bucağından toprak getirmesini buyurdu; Toprak, hava, ateş ve su. Onlarla bir adam yaptı ve kendinden ona bir ruh bağışladı. Sonra Cebrail' e. Adem' i Cennet' e yerleştirmesini buyurdu, orada meyveyle bütün yeşil bitkileri yiyebilsin diye : ancak buğday yemesi yasaktı. Yüz yıl sonra Ta' us Melek, Tanrıya dedi ki: «Adem nerede ve nasıl üreyip çoğalacak? » Tanrı ona «Yetki ve yönetimi sana bırakıyorum bu konuda» dedi. O zaman Melek Tavus, gidip Adem' e sordu : «Hiç buğday yedin mi ? » O da yanıtladı : «Hayır, çünkü Tanrı bunu bana yasakladı, 'Ondan yememelisin' dedi» Melek Ta' us söyle dedi ona : «Yesen, senin için çok daha iyi olur.» Ama Adem' in, yedikten sonra karni sisti, ve Ta' us Melek onu Cennet' ten çıkardı, ve bıraktı, ve göğe çıktı. O zaman Adem, karninin miskinliği yüzünden acıyla kıvrandı, çünkü bedeninde çıkış deliği yoktu. Ama Tanrı bir kuş gönderdi, o da Adem' in bedeninde bir çıkış deliği açtı, böylece Adem rahatladı. Ve Cebrail yüz yıl ona görünmedi, ve o mutsuz oldu, ağladı. O zaman Tanrı, Cebrail' e buyurdu, ve o gelerek Adem' in sol koltuk altından Havva' yi yarattı. Sonra Melek Tavus, halkımıza demek istiyorum ki, çok acı çeken Yezidîlere yardım etmek üzere yeryüzüne indi ve eski Asurluların yanında, bizim de basımıza krallar dikti; bu krallar Nesrukh (ki o, Nasir' ud - Din' dir) ve Kamush (o da, Sultan Fakhru' d - Din' dir) ve Artımus (ki. Sultan Samsu'd - Din' dir) adini taşıyorlardı. Bundan sonra iki kral tarafından yönetildik; birinci ve ikinci Şapur adlı bu kralların yönetimi yüz elli yıl sürdü ve onların soyundan gelen Amir' lerimiz bizi bugüne dek yönetmişlerdir,ve biz dört kabileye bölündük. Bize khass (marul) haram kılınmıştır, çünkü kadın peygamberimiz olan Khassa' nin adını anımsatmaktadır; kuru fasulye de haramdır, koyu mavi boya kullanmamız yasaktır; Yunus peygambere saygısızlık etmiş olmamak için, balık yememiz haramdır; Ceylanları da yemeyiniz, çünkü onlar peygamberlerimizden birinin sürüsü olmuşlardır. Ayrıca, Şeyh ve müritleri, tavus kuşuna saygısızlık etmemek için, horoz da yemeyiniz; çünkü tavus kuşu, daha önce sözü edilen yedi tanrıdan biridir ve biçimi horozu andırır. Yine, Şeyh ve müritleri sayın, helvacıkabağı yemekten sakininiz. Bundan başka, ayakta işemek, ya da oturmuş haldeyken giyinmek, ya da Müslümanların yaptığı gibi helada taharetlenmek, ya da onların banyolarında gusül etmek, bize yasaklanmıştır. Ayrıca, tanrımız olan Şeytan' in adini ya da onu anımsatan Kitan, Sar, Sat gibi adları ya da Mal' un , [...] na' l gibi sözcükleri ağza almak yasaktır. Önce [ ...] bizim dinimize, puta taparlık dediler ve Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve İranlılar dinimizden uzak durdular. Kral Ahab ile Amran, bizdendi; öyle ki, bizim Pirbub diye adlandırdığımız Ahah Beelzebub' un Tanrısından yardım dilerlerdi. Bizim Babil' de Bakti-Nossor (Nebukadnezzar) adlı bir krallımız vardı; Iran' da Ahasuerus, İstanbul' da Ağrıkalus da bizdendi. Gök ve yer var olmadan önce Tanrı, suların üzerinde bir teknenin içindeydi. Sonra, yaratmış olduğu inciye kızdı, onu başından attı; incinin karılmasından dağlar, çınlamasından kum tepeleri, dumanından da gökler meydana geldi. Sonra Tanrı, göğe çıktı ve gökleri yoğunlaştırdı; ve onları, altlarına destek koymadan yerleştirdi, ve yeryüzünü her yanından çevirdi. Sonra ellerine kalemi aldı, ve tüm yaratıklarının adlarının listesini çıkardı. Kendi özünden ve nurundan altı tanrı yarattı ki bunların yaratılması, bir lambanın başka bir yanan lambadan yakılması gibiydi. Sonra Birinci Tanrı, İkinci Tanrı' ya dedi ki : «Ben göğü yarattım; sen oraya çık, ve bir şeyler yarat.» Ve o, göğe çıktığı zaman, Güneş var oldu. Kendisinden sonraki Tanrıyla, 'Çık' dedi ve ay yaratıldı. Ve ondan sonraki Tanrı, gökler' i harekete geçirdi; ve ondan sonraki Tanrı, yıldızları yarattı; ve ondan sonra gelen Tanrı, el - Kuragh' i, yani Sabah Yıldızı' nı (venüs) yarattı; ve her şey böyle yarattı.



    Şeyh Adî’nin İlahisi

    Benim bilgim tüm varlıkları kuşatır
    Benim varlığım benden gelir.
    Benim gelişimin nedeni yine benim;
    Zamanını da bilen benim.
    Evrende var olan her şey benim buyruğumdadır
    Her yer insanlar otursun oturmasın
    Ve tüm yaratılmışlar benim buyruğumdadır.
    Benim egemenliğim başka egemenliklerden üstündür.
    Sözlerim her zaman doğrudur.
    Yeryüzünün yargıcı ve yöneteniyim
    Benim yüceliğime tapınır insanlar
    Bana gelirler öperler ayaklarımı.
    Benim gökleri kat kat yayan.
    Başlangıçta haykıran benim.
    Şeyh’im ben benden başka yoktur tapacak.
    Benim kendimi mucizelerle gösteren.
    Bana indirildi mutluluklar kitabı
    Dağları eriten efendimden.
    Tüm yaratılmış insanlar bana gelirler
    Saygıyla öpmek için ayaklarımı.
    Meyveler üretirim gençliğin ilk özsuyundan,
    Kendi gücümle, ve bana yönelirler öğrencilerim.
    lşığımın önünde sabahın karanlığı dağılır.
    Yol ,gösteririm, isteyenlere.
    Benim, Adem'in cennet'te yaşamasına neden olan,
    Nemrud'un kızgın ateşte kalmasına da.
    Ahmed'e adaletl davranmasında önderlik ettim
    Benim yolumda ilerlettim onu.
    Bana gelir tüm yaratıklar
    Sevgimi, armağanlarımı kazanmak için.
    En yüksek yerlere bile uğrarım ben
    İyilikler benim acımamdan kaynaklanır.
    Benim, tüm yüreklere korku salan
    Bana uysunlar diye; ve yüceltirler gücünü ve, görkemini kötülüğümün
    Karşıma çıktı o öldürücü arslan
    Öfkeyle ve ben haykırdım ve taşa çevirdim onu,
    Karşıma çıktı yılan
    Ve ben irademle kuma çevirdim onu.
    Benim, vurup titreten kayayı
    Ve yanından fışkırtan suların en tatlısını.
    Benim bildiren, kesin gerçeği.
    Benden gelir, acı çekenleri avutan kitap.
    Benim biricik yargıç,
    Yargılamak benim hakkımdır.
    İlkyazları yarattım su versinler diye,
    Suların en tatlısını ve güzelini.
    Eli açıklığımla ben neden oldum belirmesine
    Ve gücümle saflaştırdım onu.
    Bana dedi ki cennetin Efendisi,
    «Sensin tek yargıcı ve yöneticisi yeryüzünün.»
    Bazı mucizelerimi kendim sergilerim,
    Bazılarıysa, varlıkların kendilerimde açığa vurulmuştur.
    Benim, dağlara boyun eğdiren,
    Benim altımda, benim irademe göre.
    Ürkünç görkemimin karşısında haykırır canavarlar
    Gelir tapınırlar bana öperler, ayaklarımı.
    ŞamIı Adi'yim ben, Musafir’in oğlu.
    Yüce Bağışlayıcı, çeşitli adlar verdi bana,
    Göksel tacı, makamı, ve yeri göğü ve yüryüzünü.
    Gizlerime erenlerin gözünde, benden başka Tanrı yoktur
    Her şey benim buyruğumun altındadır.
    Onun için, benim önderliğimi yadsımayın.
    Ey insanlar! Bana karşı çıkacağınıza, boyun eğin,
    Yargılama Günü’nde, karşıma geldiğinizde , mutlu kılınırsınız.
    Her kim, bana bağlı olarak ölürse
    Cennet'e göndereceğim onu,
    Ama kim ki, beni tanımadan ölür
    Acı içinde kıvrandıracağım onu.
    Diyorum ki, yücelikte yoktur dengim.
    Yaratırım ve istediğimi zengin yaparım,
    Övgüler bana, her şey benim irademle olur.
    Işığı ben bağışlarım evrene.
    Ben o hükümdarım ki, büyüklüğüm kendimden gelir;
    Yaratılmış tüm zenginlikler benim buyruğumdadır.
    İzlemeniz gereken bazı yolları gösterdim size, ey insanlar
    Bana yakın. olmak isteyenler dünyayı unutmalıdır.
    Sözlerim her zaman doğrudur.
    Yükseklerdeki bahçe beni hoşnut edenler içindir.
    Ben gerçeği aradım ve onaylayıcısı oldum onun
    Aynı gerçeği kavrayanlar en yüksek yere ulaşacaklar benim gibi

    GÜNÜMÜZDE YEZIDILER


    Osmanlıların son zamanlarında 1912'de yapılan nüfus sayımında 37.000, 1923'teki sayımda 18.000 olarak tespit edilen Yezidilerin sayısı ülkemizdeki bazı çevrelerin baskılarından kaynaklanan göçlerden dolayı azalmış olup; günümüzde Türkiye'deki sayılarının 3.000-4000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde küçük topluluklar halinde yaşayan Yezidilerin büyük bölümü Güneydoğu Anadolu'da bir kısmı da metropol kentlerinde yaşamaktadırlar. Dünya genelinde nüfuslarının 700.000 olduğu tahmin edilen Yezidilerin, Irak'ta 300.000, Rusya'da 100.000, Gürcistan'da 60.000, Ermenistan'da 40.000, Suriye'de 10.000, Almanya'da 50.000, İran 'da 1.000-2.000 civarında nüfusa sahip olduğu; kalanının da Hindistan, Lübnan, İsviçre, Belçika, Estonya ve Ukrayna'da yasadığı bilinmektedir.
    Konu Dygsuz tarafından (03.04.2009 Saat 15:25 ) değiş;tirilmiş;tir.

  8. #18
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1047
    @Dygsuz

    Standart


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]


    HIRISTIYANLIK

    Hz. İsa'nın tebliğ ettiği fakat daha sonraları tahrif edilen din.

    Günümüzde dünyanın her tarafından mensubu bulunan ve dünya nüfusunun l/5'inin dini olan Hrıstiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuş evrensel bir dindir. Bir milyar civarında mensubu vardır. Menşei itibariyle vahye dayanan ve kutsal kitabı olan, özde tek tanrılı olmakla beraber, sonradan teslis inancına dönüştürülmüş bir dindir. Bu dinde ayrıca peygamber, melek, âhiret kader gibi dini kavramlar bulunsa da, bu kavramları anlayış ve açıklayış şekli İslâm'dakinden farklıdır. Hristiyanlıkta Hz. İsa merkezi bir öneme sahiptir. Bugünkü Hristiyanlık, Yahudilikteki inanç ve ibadet gelenekleriyle, Yunan-Roma (Greko-Romen) âleminin kültürlerini birleştiren bir kurtarıcı tanrı dinidir. Nâsıralı İsa'yı merkeze alan bir Yahudi Mesihi hareketidir. İsa, İsrâil'i, gelecek tanrı'nın krallığı'na hazırlamak istemiştir. Ancak bugünkü Hristiyanlık, İsa'nın havârîlerinin arasına sonradan giren Pavlus'un yorumları ile değişik bir hüviyet kazanmıştır (Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 117 VD. A. Abdullah Masdûsi, Yaşayan Dünya Dinleri (trc. Mesud Sadak), İstanbul 1981, s. 170-201; Ekrim Sarıkcıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, s. 200 vd.; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s. 136 vd.)

    Hristiyan, Mesih'e bağlı demektir. Bu kelime, Yunanca "Hristos"tan gelir. İbranîcesi "Maşiah"dir, yağlanmış anlamını ifade eder. İncillerde "Hristiyan", "Hristiyanlık" gibi terimler yer almaz. Bu terimler, ilk defa Hz. İsa'dan 20-30 sene sonra Antakya'da kullanılmıştır (Resullerin işleri, XI, 26). İnciller daha çok, Hz. İsa'ya ağırlık vermektedirler ve onun bir tür hayat hikayesi durumundadırlar.

    Hristiyanlık aslında tek tanrı anlayışını esas alan bir dindir. İncillerde ve diğer yazılarda bu hükmü doğrulayacak ifadeler vardır. Allah'ın birliğinden söz edilmektedir (Yuhanna, V, 44). Fakat yine aynı metinlerde bir kısım ifadeler, mecâzî deyimler, daha sonraları bir üçleme (teslis) anlayışına yol açmıştır. Bunda, İncil yazarları ile Hz. İsa arasındaki zaman aralığının rolü vardır. Öte yandan, Hristiyan Kutsal Kitabı'nda teslis, hiç bir yerde açıkça zikredilmemiştir. Ancak "ben ve baba biriz", "baba'nızın ruhu", "Allah'ın ruhu" gibi ifadeler, zamanla Allah'ın yanında İsa ve kutsal rûhun da tanrı sayılmasına kadar varan yorumlara yol açmıştır. Bu yorumları ilk başlatan, havârîlere sonradan katılan Pavlus olmuştur. "Hz. İsâ zamanındaki en büyük ilâhiyatçısı" olarak tanımlanan Pavlus, bugünkü Hristiyanlığın kurucusu olarak bilinmektedir. Modern bilginlere göre günümüz hristiyanlığı, Hz. İsa'nın getirdiği nizamdan çok, Pavlus'un yorumlarından ibarettir. Hatta denilebilir ki, sonraki yüzyıllar, dini inançlarını İncillerden çok, onun yorumlarına dayandırdılar. Pavlus'un telkinleri, Allah'ı değil, İsa Mesih'i ağırlık merkezi olarak almıştır. Ona göre İsa, sâdece bir insan değil, Tanrı'nın kudretiyle diriltilen bir kimse idi.

    Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş olması ve tekrar dirilmesi, insanların Hz. Âdem'in Cennet'te, yasak meyveden yemiş olması sebebiyle doğuştan günahkâr oldukları inançları da Pavlus tarafından Hristiyanlığa sokulmuştur.

    Görüldüğü gibi bugünkü Hristiyanlık, Pavlus'un yorumlarına dayanır. Gerek dinin aslî şekli, gerekse kutsal kitabları olan İncil, tahrifata uğramıştır. Artık Hristiyanlık muharref bir dindir. Bunun içindir ki, günümüz hristiyanlarının benimsediği Hristiyanlık ile, Kur'ân-ı Kerîm'in bize bildirdiği Hristiyanlık, birbirinden tamamen farklıdır.

    Kur'ân-ı Kerîm'de Hristiyan için "Nasrânî", Hristiyanlar için de "Nasârâ" kelimeleri kullanılmıştır (Âli İmran, 3/67; el-Bakara, 2/62, 111, 113, 135, 140; el-Mâide, 5/14, 18, 51, 69, 82; et-Tevbe, 9/30; el-Hacc, 22/17). Ayrıca, "Ehl-i Kitap" ifadesinin yer aldığı âyetlerde, Hristiyanlar da muhatap alınmıştır. Meselâ "De ki; ey Ehl-i kitap! Aramızda eşit olan bir kelimeye gelin. Yalnız Allah'a kulluk (ibadet) edelim ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım" (Âli İmrân, 3/64) âyetinde olduğu gibi.

    Kur'ân-ı Kerim'e göre, Yahudiler gibi Hristiyanlar da verdikleri sözde durmadıkları için, kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin salınmıştır. Hz. Muhammed onlara da gönderilmiş bir elçidir. O, Ehl-i Kitab'ın gizledikleri ve sakladıkları şeylerin çoğunu onlara açıklamıştır. Ancak Yahudi ve Hristiyanlar, kendilerinin "Allah'ın oğulları ve sevgilileri" olduklarını söyleyerek, Hz. Muhammed'e karşı çıkmışlardır. Yahudiler Uzeyr'i, Hristiyanlar da İsa'yı Allah'ın oğlu saymışlardır. İnsanları tanrılaştırdıkları için de küfre girmişlerdir. (el-Mâide, 5/12-18; et-Tevbe, 9/20) Allah'a çocuk isnad etmekle Tevhid'in özüne ve rûhuna aykırı hareket etmişlerdir. Halbuki "Allah, bu tektir. Her şeyden müstağnî ve her şey O 'na muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç bir şey O'na denk değildir." (İhlâs, 112/1-4) .

    Kur'ân-ı Kerim, Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu, O'nun da tevhid'i tebliğ ettiğini açıklar. (el-Mâide, 5/46-47, 62-69, 72-77). Bu durumda Meryem oğlu İsa'yı ilah edinen Hristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsüdür" (el-Mâide, 5/72-75) diyerek doğru yoldan sapmışlar, tevhid çizgisinden uzaklaşmışlardır. Tevhid esasından uzaklaşan Hristiyanların yüce Allah, dinlerinin aslına, tevhid ve İslâm yoluna çağırmaktadır. (el-Mâide 5/46).

    Yukarıda da belirtildiği gibi hristiyanlık, aslı itibariyle hak dinlerderdendir. Peygamberi Hz. İsa, kitabı da İncil'dir. Bugünkü Hristiyanlığın odak noktasını oluşturan ve Pavlus teolojisinin temelini teşkil eden Hz. İsa, yalnız Allah'ın kulu ve Rasûlü'dür. Bunu bizzat kendisi şöyle ikrar etmiştir: ''Hz. İsa: Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve annene iyi davranmamı emrelti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selam olsun" dedi (Meryem, 19/30-33). Ayrıca Hz. İsa'yı ve annesini tanrılaştırıp "teslis" akidesini oluşturan Hristiyanlarla Hz. İsa, kıyamet gününde yüzleştirilecekler ve böylece Hristiyanların uydurdukları yalanlar bir kere daha ortaya çıkmış olacaktır. Bu husus, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle belirtilir: "Allah Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah'tan başka iki tanrı olarak benimseyin," dedin?" demişti de; ''Hâşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen benim içimde olanı bilirsin, ben Senin içinde olanı bilemem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak Sensin" demişti, ''Ben onları sadece, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahiddim, beni aralarından aldığında onları sen gözlüyorsun. Sen her şeye şâhidsin" (elMâide, 5/117).

    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]


    Şu halde bugünkü Hristiyanlık, Hz. İsa'nın tebliğ ettiği Hristiyanlık değildir; ''Mesih, Allah'ın oğludur" gibi sözleri kendi ağızlarıyla uydurmuşlar (et- Tevbe, 9/30) ve "Meryem oğlu Mesih'i'de, kendilerine Allah'tan başka Rab edinmişlerdir" (et-Tevbe, 9/31). Aynı şekilde, mevcut Hristiyanların, Hz. İsa'nın getirdiği İncil'le hiç bir ilgileri yoktur (el-Mâide, 5/68). Çünkü Yahudi bilginleri gibi, Hristiyan râhipleri de birtakım menfaat temini için, Allah'tan kendilerine indirilmiş olan Kitab'ın hükümlerini değiştirmişlerdir (et-Tevbe, 9/34).

    Özetle söylemek gerekirse; İslâmiyet ile bugünkü Hristiyanlık arasındaki belli başlı ayrılıklar şunlardır:

    1. Hristiyanlık'ta teslis akidesi olduğu halde İslâm'da tevhid akidesi vardır. 2. İslâm bütün semâvî dinleri ve peygamberleri içine alır; Hristiyanlık ise, yalnız Kitab-ı mukaddes'i hak bilir ve Kur'an-ı Kerim'i vahye dayalı bir kitap olarak kabul etmez. 3. Hristiyanlık, insanın doğuştan günahkâr olduğunu ve bu sebeple temizlenmesi için vaftiz edilmesi gerektiğini savunur; İslâm ise, bütün insanların günahsız doğduğunu ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini belirtir. 4. Hristiyanlıkta papaz ve rahiplerin günah çıkarmak ve affetmek yetkisi vardır; İslâmiyet'te ise, günahlar yalnız Allah tarafından bağışlanır. 5. Hristiyanlık'ta Hz. İsa'nın sözleri Allah kelâmı olarak telakki edilir; İslâmiyet'te ise, ilâhi emirler vahiy yoluyla, Cebrâil vasıtasıyla bildirilir. 6. Hristiyanlar'a göre İsa (a.s) çarmıha gerilmiştir. İslam'a göre ise, Allah onu kendi katına yükseltmiştir. 7. Her ne kadar bugünkü Hristiyanlar, kendi dinlerinin son din olduğunu iddia ediyorlarsa da, bu iddiânın İslâm nazarında hiç bir geçerliliği yoktur. Çünkü "Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet'tir..." (Âli İmrân, 3/19) Ye artık "Kim İslâm'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir ve o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır" (Âli İmran, 3/85).
    Konu Dygsuz tarafından (03.04.2009 Saat 15:28 ) değiş;tirilmiş;tir.

  9. #19
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1047
    @Dygsuz

    Standart

    Musevilik

    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]



    Allah müslümanlar tarafından Tanrıya verilen isim, Arapça'dır. Allah müslümanların yanısıra Hırıstiyanlar ve Yahudiler tarafından ve katolik Maltalılar tarafından da kullanılır.


    İsrailoğulları, BENİ İSRAİL olarak da bilinir, Yabbok Irmağı yakınlarında Penuel'de (Tann'nın Yüzü) bir gece boyunca süren dövüşten sonra adı Tanrı tarafından İsrail olarak değiştirilen Yakub'un soyundan gelenler (Tekvin 32:28). Yahudi tarihinin ilk dönemlerinde İsrail'in On İki Kabilesi için kullanılan İsrailoğullan adı, Filistin'de bağımsız iki Yahudi krallığı kurulduktan sonra israil Krallığı'nı oluşturan kuzeydeki On Kabile'yi güneydeki Yahuda Krallığı'nda yaşayan Yahudilerden ayıran Hz. Musa aracılığıyla bildirdiği din kurallarının bütünü. Tektanrıcı büyük dinlerin en eskisi Musevîliktir. Bu dine inanlara
    # Allah Teâlâ'nin, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat'i verdigi ve yeryüzünde dinini teblig edip, hakim kilmasi için gönderdigi Ulu'l-Azm peygamberlerden biri. Hz. ibrahim (a.s)'in soyundan olup, israilogullarinin akidelerini islah etmek ve onlari Allah Teâlâ'nin diledigi nizama kavusturmakla görevlendirilmisti. Küfürle mücadelesi Kur'ân-i Kerim'de uzun uzun anlatilmaktadir.



    İsrailoğulları Milattan 2 bin yıl önce Filistin'e yerleşmişlerdi. Birkaç kabileye ayrıldılar. Bunlardan Yahuda kabilesi sonradan ülkenin bütününü egemenliği altına aldı. Bu kabilenin adından türeyen Yahudilik ve Yahudi sözcükleri, sonradan Musevîlik ve Musevi sözcükleriyle karşılandı.

    Musevîliğin kuralları Musa'nın ilkelerinden doğdu, ama İsrail halkıyla birlikte gelişti. Bu imanın temeli tek Tanrı'dır. Bu Tanrı (Yahova var olan) gözle görülmez, elle tutulmaz, her şeyden üstün, doğru ve güçlüdür. Yeri ve göğü yaratan odur. Musevîlik ahlâkı ve kuralları «On Emir»de özetlenmiştir.

    Musevîliğin bütün ilkeleri iki eserde yer alır: Tora ve Talmud. Tora, Kutsal Kitap'ın ilk beş kitabını (Pentatök) ve Sina Dağı'nda Musa'ya açıklanan «On Emir»i (Dekalogos) içerir; bunların tamamı, Tanrı'nın kullarıyla anlaşmasını içeren ve kutlayan bir dinsel yasa meydana getirir. Her sinagog'da, yani Musevi tapınağında, Tora'nın iki sırığa sarılmış bir parşömen üzerine el ile kopya edilmiş bir nüshası bulunur; her ayinde haham (Musevi din adamı), sinagogdakilere bundan bölümler okur.

    Miladın III. ve IV. yy.larında kaleme alınan Talmud, Tora'nın, Musevî topluluklarının hayat koşullarını belirlemeyi amaçlayan yorumlarının ve açıklamalarının derlemesidir. Sözgelimi şabbat ilkesi Talmud'da geçer: madem ki Tanrı dünyayı yarattıktan sonraki yedinci gün dinlenmiştir, o halde İsrailliler de cumartesi günü hiç bir iş yapmamalıdır. Bunun gibi, bazı beslenme kurallarına uymaları da gerekir: et, kaşer olmalı, yani dinsel törelere göre hazırlanmalıdır (hayvanlar hahamın huzurunda kesilir). Ve ekmek hamursuz olmalıdır, yani maya katılmadan yapılmalıdır; domuz eti ve pulsuz balıkların eti yasaktır.
    Hıristiyanlığın kökeni
    Musevîlik, Hıristiyanlığın doğmasına yol açmış ve Hıristiyanlık, kutsal kitaplarının büyük bölümünü (Eski Ahit) Musevîlikten almıştır. Ancak, Hıristiyanların tersine, Museviler, İsa'yı Mesih (kurtarıcı) olarak tanımazlar.

    İbranî takvimi

    Hıristiyan takviminin 1975 yılı İbranî takviminde 5735 yılıdır. Musevilikte büyük bayramların tarihi İsrail takvimine göre hesaplanır. En önemli bayram Yılbaşı Bayramı'dır (Roş Aşana), ardından on günlük oruç gelir, Büyük Bağışlanma (Yom Kipur) günüyle son bulur. Paskalya, Mısır'dan ayrılan ve Musa'nın yönetiminde Filistin'e ulaşan İbranilerin kurtuluşunu kutlar.

    Sinagog: Genellikle Kudüs'e doğru yön verilmiş sinagog, ibadet için kurulmuş bir yapıdır. Adı Yunanca «toplantı» anlamına gelen bir sözcükten alınmıştır. Başlıca öğeleri Tora'nın saklandığı Kudas dolabı ve Bima denen bir düzlükte bulunan masa veya kürsüdür. Haham, ayini bu masadan yönetir.
    Konu Dygsuz tarafından (03.04.2009 Saat 15:33 ) değiş;tirilmiş;tir.

  10. #20
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1047
    @Dygsuz

    Standart


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]



    Samirilik
    "Şomronim", İbranice "S-M-R" fiil kökünden türemiş "görüp gözeten,bir şeyi dikkatle izleyen" anlamına gelmektedir. Samirîler Yahudiliğe benzer bir dine inanmakla birlikte Yahudiler tarafından Yahudi kabul edilmeyen bir topluluktur.

    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]


    Samirîlerin tarihi oldukça eskidir. M.Ö. 722 yılında Kuzey İsrail Krallığı yıkılınca,Asur İmparatoru Sargon, bura halkından 30.000 kadarını alıp Asur 'a ve Medlerin şehirlerine sürmüş ( II.Krallar XVIII/11);Babil, Kuta ve Avar 'dan adamlar getirerek İsrailoğullarının yerine yerleştirmiştir. (II.Krallar XVII / 24 ). Böylece Şomron şehrinin sakinleri ortaya çıkmış ve bunlara "Şomronim" denmiştir.
    Tanah 'ın II.Krallar Kitabında Samirîlerin nasıl Yahudileştiği anlatılır. Yahudiler,Yahudiliğe ihtida eden Samirîleri Yahudi olarak kabul etmez. Yahudiliğe ihtidanın mümkün olmasına rağmen, Samirîlerin samimi olmadıkları bahanesiyle onları Yahudi Cemaatinden saymazlar. Yahudiler, Samirîleri sürekli dışlamışlardır. Hatta Samirîler kullanıyor diye İbrani harfleriyle yazılan Aramca 'yı terk etmişlerdir.

    Yahudiler ile Samirîler arasında bir çok fark vardır. Yahudilerin Tevrat 'ı ile Samirîlerin Tevrat 'ı arasında altıbine yakın fark bulunmaktadır. Samirîler, Kudüs 'ün yerine Gerizim 'i kutsal mekan olarak kabul ederler ve kendilerini gerçek Yahudi olarak görürler

    Samirîlerin İnanç Esasları İnançlarının temel dayanağı Tevrat 'tır. Tevrat ise Musa 'ya vahyedilen beş kitaptan ibarettir. İnanç esasları da buna uygun olarak beştir:

    1- Eşi ve yardımcısı olmayan Allah tektir. Sıfatları insan sıfatına benzemez.
    2- Musa ; Allah 'ın yegane resulü ve bütün devirler için de peygamberdir. Vahy onunla son bulmuştur.Onun gibi peygamber bir daha gelmeyecektir.
    3- Tevrat, mükemmel ve tamdır. Hiçbir zaman değişmeyecek ve neshedilmeyecektir.
    4- Gerizim dağı ebedi hayat yurdu, bereket dağı ve Allah 'ın yeryüzündeki tek makamıdır.
    5- Yeniden dirilme günü olacaktır. İyiler cennetle, kötüler cehennemle mükafatlandırılacaklardır.

    Samirîlerin ibadet şekilleri Müslümanlarınkine çok benzer. Müslüman gibi abdest alırlar. Abdestte, sırasıyla elleri, ağzı, burnu, yüzü, kulakları, sağ ayak ve sol ayağı yıkarlar.Abdest esnasında Tevrat 'tan parçalar okurlar. İbadet dili Aramca 'dır.

    İbadet yerleri, Müslümanların mescidi gibidir. Yahudilerin Sinegogları gibi içeride masa veya sıra bulunmaz. İbadetlerinde rüku ve secde vardır. İslami namaza benzer namaz kılarlar. Bazı araştırmacılara göre Samirîlerin bu tür ibadet etmelerinin sebebi; uzun süre İslam egemenliği altında yaşamalarından kaynaklanan etkileşimdir.Fakat Yahudilerinde uzun süre İslam egemenliğinde kaldıkları ve etkilenmedikleri göz önüne alındığında bu iddianın gerçeği yansıtmadığı görülür.

    Günümüzde Samirîler Yahudiler tarih boyunca hiçbir zaman Samirîleri gerçek Yahudi olarak görmemişlerdir. Samirîler buna rağmen varlıklarını günümüzde de sürdürmektedirler. Samirilerin sayısı günümüzde yaklaşık 1.000 kişi kadardır. Bunların tamamına yakını İsrail ve Filistin'de yaşamaktadırlar.

    Günümüz Yahudileriyle oldukça farklı olmalarından dolayı; Samirîleri Yahudilerden ayrı bir dini topluluk olarak kabul etmek ve Samirîlerin kendilerini gerçek Yahudi olarak görmelerine rağmen Yahudi dininden farklı bir dini inanca sahip olmalarından dolayı Samirîliği farklı bir din olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.
    Konu Dygsuz tarafından (03.04.2009 Saat 15:36 ) değiş;tirilmiş;tir.

Giriş

Giriş