Ulduz ile kargalar Selam çocuklar; benim adım Ulduz. Farsçası "Sitâre". Bu yıl on yaşımı doldurdum. Okuyacağınız öykü, benim serüvenimin bir bölümü. Behreng Bey bir zamanlar köyümüzde öğretmendi. Bizim evde kalıyordu. Bir gün serüvenimi anlattım ona. Behreng Bey'in hoşuna gitmiş olacak ki "Senin kargalarla serüvenini öykü yapıp kitap haline getirmek istiyorum" dedi. Ben de birkaç şartla kabul ettim. Birinci şart, öykümü sadece çocuklar için yazmasıydı. Çünkü büyükler öykümü anlamayacak ve

Bu konu 55239 kez görüntülendi 26 yorum aldı ...
Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları-Azeri Nağıllar-Azeri Hikayeler 5,00 55239 Reviews

    Konuyu değerlendir: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları-Azeri Nağıllar-Azeri Hikayeler

    5 üzerinden 5,00 | Toplam: 2 kişi oyladı ve 55239 kez incelendi.

  1. #1
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1048
    @Dygsuz

    Standart Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları-Azeri Nağıllar-Azeri Hikayeler



    Ulduz ile kargalar

    Selam çocuklar; benim adım Ulduz. Farsçası "Sitâre". Bu yıl on yaşımı doldurdum. Okuyacağınız öykü, benim serüvenimin bir bölümü. Behreng Bey bir zamanlar köyümüzde öğretmendi. Bizim evde kalıyordu. Bir gün serüvenimi anlattım ona. Behreng Bey'in hoşuna gitmiş olacak ki "Senin kargalarla serüvenini öykü yapıp kitap haline getirmek istiyorum" dedi. Ben de birkaç şartla kabul ettim. Birinci şart, öykümü sadece çocuklar için yazmasıydı. Çünkü büyükler öykümü anlamayacak ve zevk almayacak kadar dalgındı. İkincisi, öykümü yoksul olan ya da çok nazlı yetişmemiş çocuklar için yazmalıydı. Uşaklarla, lüks arabalarla okula giden çocukların öykülerimi okuma hakları yoktu. Behreng Bey "Büyük kentlerdeki zengin çocukları böyle yapıyorlar, üstelik de çalımlarından geçilmiyor" derdi.
    Şunu da söylemeliyim ki, ben yedi yaşıma kadar analığımın yanındaydım. Bu öykü de o döneme ait. Kendi annem köydeydi. Babam onu boşayıp köye babasının yanına göndermiş ve bir başka kadınla evlenmişti. Babam bir devlet dairesinde çalışıyordu. O zamanlar kentte yaşıyorduk. Küçük bir kentti. Örneğin yalnız bir caddesi vardı. Birkaç yıl sonra ben de köye gittim.
    Her neyse, Behreng Bey, bundan sonra "Tombul Bebek" adlı öykümü yazacağına söz verdi. Umarım benim serüvenimden çok şey öğrenirsiniz.

    Ulduz odada yapayalnız oturmuş dışarı bakıyordu. Analığı hamama gitmiş, giderken de kapıyı üstünden kilitlemiş ve Ulduz'a yerinden kımıldamamasını, yoksa gelince canına okuyacağını söylemişti. İşte Ulduz odada oturmuş, dışarı bakıyor ve düşünüyordu tıpkı büyük insanlar gibi. Analığından çok korktuğu için de yerinden kımıldamıyordu. Tombul bebeğini de düşünüyordu. Geçenlerde kaybetmişti bebeğini. Bir bilseniz, ne kadar sıkılmıştı canı.
    Birkaç kez parmaklarını saydıktan sonra usul usul pencere kenarına geldi. Canı sıkılmıştı. Ansızın havuz kenarına konmuş, su içen bir karga gördü. Unuttu yalnızlığını, içi ferahladı. Karga başını kaldırıp da Ulduz'a gözü ilişince uçmak istedi. Ulduz'un kötü niyetli olmadığını anlayınca uçmadı. Gagasını biraz açtı. Ulduz karganın güldüğünü düşünerek sevindi.
    - Karga Bey, havuzun kirli suyunu içersen, hasta olursun.
    Karga yine güldü. Sonra sekerek yaklaştı:
    - Hayır canım, biz kargalar için farketmez. Bundan kötüsünü de içiyoruz ve bir şey olmuyor. Üstelik bana "Karga Bey" deme. Ben kadınım. Dört tane de çocuğum var. Bana "Anne Karga" de.
    Ulduz karganın nasıl kadın olabileceğini anlamadı. O kadar cana yakındı ki tutup öpmek geliyordu içinden. Doğrusunu isterseniz, güzel değildi, çirkin de değildi, ama sevgi dolu bir yüreği vardı. Biraz daha yaklaşsa tutup öpecekti onu Ulduz.
    Anne Karga biraz daha yaklaştı:
    - Adın ne?
    Adını söyledi Ulduz. Anne Karga sordu yine:
    - Ne yapıyorsun içerde?
    - Hiç... Analığım beni burada bırakıp hamama gitti. Yerimden kımıldamamamı tembih etti.
    - Sen büyük insanlar gibi düşünüyorsun hep. Neden oyun oynamıyorsun?
    Ulduz tombul bebeğini anımsayıp iç geçirdi. Sonra sesini duyurmak için pencerenin kanadını araladı.
    - Ama Anne Karga, oynayacak hiçbir şeyim yok. Bir tombul bebeğim vardı; kayboldu. Konuşan bebekti.
    Anne karga kanadının ucuyla gözyaşlarını sildi, zıplayıp pencerenin pervazına kondu. Ulduz önce korkup yana kaçtı, ama sonra çok sevindi, pencereye yaklaştı.
    Anne Karga:
    - Oyun arkadaşın da mı yok?
    - Yaşar var. Ama onu da çok az görüyorum. Çok az. Okula gidiyor.
    - Haydi oynayalım.
    Ulduz Anne Karga'yı tutup kucakladı. Başını öptü, yüzünü öptü. Kanatları kalındı. Ulduz'un giysisi kirlenmesin diye Anne Karga ayaklarını topladı. Gagasını da öptü Ulduz. Sabun kokuyordu gagası.
    - Anne Karga, sabunu çok mu seviyorsun?
    - Bayılırım sabuna.
    - Analığımdan korkmasam, bir tane getirirdim sana.
    - Gizlice getir. Analığın farketmez.
    - Ona söylemezsin değil mi?
    - Ben mi? Ben kimseyi ispiyonlamam.
    - Ama analığım "Ne yaparsan yap, karga gelir, haber verir bana" der.
    Anne Karga içinden güldü.
    - Yalan söylüyor canım. Şu kara başıma yeminle; kimseyi ispiyonlamam ben. Su içmem bahane; havuz kenarına gelir, sonra sabun ve balık kapıp kaçarım.
    - Anne Karga, hırsızlık da neden? Günahtır!
    - Çocuk olma canım. Ne demek günah? Çalmasam, ben ve çocuklarım açlıktan ölürüz. Günah değil mi? Canım, işte bu günah. Karnımı doyuramazsam, günah; ayaklar altında sabun olur da ben aç kalırsam, günah. Ben böyle şeyleri bilecek kadar yaşadım. Şunu da iyi bil ki, böyle kuru öğütlerle hırsızlığın önü alınamaz. Herkes kendisi için çalıştıkça hırsızlık da olacak.
    Ulduz Anne Karga için bir kalıp sabun aşırıp getirmek istedi. Analık yiyecekleri dolaba koyup kilitlerdi. Ama sabunu saklamazdı. Anne Karga'yı pencere kenarına bırakıp mutfağa gitti. Bir kalıp Merâga sabunu alıp getirdi.
    Allah sizi inandırsın çocuklar, Ulduz Anne Karga'nın gittiğini, analığının koltuğunun altında bohçayla pencereye doğru geldiğini görünce yüzü pancar gibi kızardı. Kapana sıkışmıştı. Analığı pencereden başını sokup bağırdı:
    - Ulduz, yine evin altını üstüne mi getiriyorsun? Sana demedim mi yerinden kımıldama diye ha?
    Ulduz bir şey diyemedi. Analık kilidi açıp içeri girmek üzere kapıya yöneldi. Ulduz hemen sabunu gömleğinin altına saklayıp bir köşeye büzüldü. Analığı içeri girdi:
    - Ne aradığını söylemedin?
    Ulduz korkuyla:
    - Ana .. dövme beni! Tombul bebeğimi arıyordum.
    Analık nefret ediyordu Ulduz'un bebeğinden. Ulduz'un kulağını tutup büktü.
    - Yüz defa dedim sana unut şu uğursuz bebeği diye! Anlıyor musun?
    Sonra analık mutfağa çay koymaya gitti. Ulduz çişini bahane edip avluya çıktı. Oraya buraya bakındı, Anne Karga'yı gördü. Çatıya konmuş, meraklı gözlerle bakıyordu. Ulduz sabunu çalıların altına koydu. Gel, sabunu al, dercesine kargaya göz kırptı. Anne Karga yavaşça gelip çalılara saklandı.
    Ulduz:
    - Anne Karga, oyun oynamak için çocuklarından birini getirir misin?
    Anne Karga fısıldayarak:
    - Bekle, öğleden sonra. Kocam da razı olursa, getiririm.
    Sonra sabunu aldı, uçup gitti.
    Ulduz gözlerini gökyüzüne dikmişti. Karga uzaklaşınca sevincinden zıplamaya başladı. Konuşan bebeğini bulmuş gibiydi. Birden analığı bağırdı:
    - Kız, niye dansediyorsun öyle? Gir içeri. Sıcak geçecek başına. Sana bakacak halim yok!
    Öğle yemeği vaktiydi. Ulduz gidip oturdu odaya. Birkaç dakika sonra babası daireden geldi. Suratı asılmıştı. Ulduz'un selamına bile yanıt vermedi. Ellerini yıkadı, sofraya oturup yemeğine başladı. Galiba yine müdüründen azar işitmişti.
    Patates kızartmasının kokusundan az daha bayılacaktı Ulduz. Babasının yemek yiyişine bakıp yutkunuyordu. Bir şey alıp yiyemezdi. Analığı hep söylerdi: "Çocuk kendisi için yemek alamaz. Büyükler çocuğun tabağına yemek koyar; o zaman çocuklar yemek yer."

    Eylül ayıydı. Öğle yemeğinden sonra babasının ve analığın uykusu gelince yatarlardı. Ulduz da uyumak zorundaydı. Yoksa babası "Çocuk dediğin, öğle yemeğini yedi mi, uyur" diye bağırırdı. Ulduz bir türlü anlamıyordu neden mutlaka uyuması gerektiğini. "Artık bugün uyuyamam. Uyursam, Anne Karga gelir ve beni göremeyince çocuğunu götürür." diye geçirdi içinden.
    Odada yere uzanıp uyur gibi yaptı. Babası ile analığı uyuyunca ayaklarının ucuna basa basa avluya çıktı, dut ağacının gölgesine oturdu. Parmaklarını üç kez saymıştı ki karga çıkageldi. Önce dama konup Ulduz'a baktı. Ulduz aşağıya gelebileceğini işaret edince Anne Karga gelip yanına kondu. Minik, sevimli bir karga da getirmişti yanında.
    - Uyumuş olmandan korkuyordum.
    - Her gün uyuyordum. Bugün babamla analığı uyuttum, ama ben uyumadım.
    - Aferin iyi etmişsin. Uyku vaktine çok var daha. Gündüzleri uyursan, geceleri ne yapacaksın peki?
    - Gel de analığa anlat bunu... Minik kargayı benim için mi getirdin? Ne sevimli!
    Anne Karga yavrusunu Ulduz'un eline verdi. Çok sevimliydi. Birden iç geçirdi Ulduz.
    - Neden iç geçirdin?
    - Bebeğim geldi aklıma. Yanımda olsaydı keşke! Üçümüz birlikte oynardık.
    - Üzülme. Torunlarımdan birinin büyük kızı birkaç güne kadar yumurtlayıp yavru sahibi olacak. Onlardan birini getiririm sana; üç kişi olursunuz.
    - Senin başka çocuğun yok mu?
    - Neden olmasın, var. Üç tane daha var.
    - Öyleyse onları da getir.
    - O zaman ben yalnız kalırım. Baba Karga da var. İzin vermez. Sana getirdiğim yavru henüz konuşmuyor. Yürüyor ama uçmayı bilmiyor. Bir haftaya kadar konuşur. İki haftaya kadar da uçabilir. İki hafta sonra uçması gerek, dikkat et. Yoksa hiçbir zaman uçamaz. Aklında olsun.
    - Uçamazsa ne olur?
    - Ne olacağı belli; ölür. Ona ne yedireceğini biliyor musun?
    - Hayır, bilmiyorum.
    - Günde bir parça sabun, biraz et, falan filan. Mümkün olursa, arada sırada küçük bir balık. Sizin havuzda çok balık var. Kurtçuk da yer... Peynir de yer.
    - Tamam.
    - Analığın ona bakmana izin verir mi?
    - Hayır, analığım böyle şeyleri görmeye tahammül edemez. Saklamam gerek.
    Minik Karga Ulduz'un eteğinde çırpınıyordu. Gagasını açıyor, yavaşça ellerini tutup bırakıyordu. Küçücük gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Ayakları inceydi, tıpkı Ulduz'un küçük parmağı gibi. Tüyleri yumuşaktı; annesininki gibi kalın değildi. Annesinden daha güzeldi de.
    Anne Karga:
    - Peki nereye saklayacaksın?
    Ulduz hiç düşünmemişti bunu. Düşünmeye başladı. Neresi vardı? Hiçbir yer.
    - Çalıların çiçeklerin arasına saklarım.
    - Olmaz. Analığın görür. Üstelik, çiçekleri sularken yavrum ıslanır ve üşütür.
    - Nereye saklayım öyleyse?
    Anne Karga oraya buraya bakındı:
    - Merdiven altı daha iyi.
    Çatı merdiveni uygundur. Küçük kentlerde ve köylerde bu merdivenlerden çok olur. Merdiven altı kuş yuvası olmuştu.. Minik kargayı oraya bıraktılar. Kedi gelip kapmasın ve analık farketmesin diye kapısını sıkıca kapadılar. Kapının altında küçük bir delik vardı ve minik karga buradan nefes alabilirdi.
    Ulduz Anne Karga'ya:
    - Anne Karga, adı ne?
    - Bay Karga de ona.
    - Erkek mi?
    - Evet.
    - Erkek olduğu neresinden anlaşılıyor? Bütün kargalar birbirine benziyor.
    - Siz böyle düşünüyorsunuz. Biraz dikkat edersen erkeğin dişiden farklı olduğunu anlarsın. Başlarından, yüzlerinden belli olur.
    Bir süre daha dereden tepeden konuşup ayrıldılar. Ulduz odaya girdi, uzanıp gözlerini kapadı. Analığı uyandığında Ulduz hâlâ uykuda olduğunu gördü. Ama aslında Ulduz uyumamıştı. Uykusu gelmiyordu. Bay Karga'yı düşünüyordu. Göz ucuyla analığına bakıyor ve için için gülüyordu.

    Aradan birkaç gün geçti. Ulduz'un keyfine diyecek yoktu. Babası ve analığı şaşırıyorlardı bu duruma. Bir gece analığı babasına "Bu çocuğun nesi var bilmem. Hep gülüyor, hep dansediyor, havalarda uçuyor. İşin aslını anlamam gerek" dedi.
    Ulduz bu sözleri duyunca "Daha dikkatli olmalıyım" diye geçirdi içinden.
    Günde iki üç kez Bay Karga'nın yanına uğruyordu. Bazen evde kimse olmayınca Bay Karga'yı yuvadan çıkarıyor, oyun oynuyordu. Ulduz dil öğretiyordu ona. Zaman zaman Anne Karga da geliyor, çocuğuna bir şeyler getiriyordu: Bir parça et, sabun ve benzeri şeyler. Birkaç kez de örümcek getirmişti. Anne Karga'nın gagasına sıkışan örümcekler çırpınıyorlar ama kurtulamıyorlardı. Ne kadar da uzun bacakları vardı! Ulduz korktu onlardan. Anne Karga:
    - Korkma canım, bak, yavrum nasıl yiyor onları.
    Gerçekten de Bay Karga iştahla yuttu onları. Sonra gagasını birkaç kez sağdan soldan yere sürttü :
    - Anneciğim, yine getir bunlardan. Çok lezzetliydi.
    - Peki.
    Ulduz:
    - Bizim mutfakta bunlardan çok var. Getiririm sana.
    Bay Karga yutkunup teşekkür etti.
    O günden sonra Ulduz orada burada dolaşıyor, örümcek avlıyor, gömleğinin cebine koyup, örümcekler kaçmasın diye düğmesini ilikliyor, bir fırsatını bulunca da götürüp Bay Karga'ya veriyordu. Elbette bunlar onun için yemekten sayılmazdı. Şeker horozu, kuruyemiş, pasta gibi şeylerin yerine geçiyordu. Anne Karga, yaşayan bir varlığın yemek yemezse mutlaka öleceğini söylemişti. Hiçbir şey onu canlı tutamazdı. Yemekten başka hiçbir şey.
    Bir gün öğle yemeğinde analık, eli ayağı kırılmış birkaç örümceğin sofrada yürüdüklerini gördü. Ulduz cebinden kaçdıklarını anladı. Yüreği küt küt atmaya başladı. Önce onları toplayıp cebine koymak istedi ama belli etmemenin daha doğru olacağını düşündü. Analığı örümcekleri ayaklarından tutttuğu gibi dışarı attı ve tehlike geçmiş oldu.
    Yemekten sonra Ulduz kalan örümcekleri vermek üzere Bay Karga'nın yanına gitti. Önceki örümceklerden bir ikisini de yine avlu kenarında bulmuştu. Bay Karga'nın ağzına vermek için örümceklerden birini iki parmağıyla tuttu. Bunu Anne Karga'dan öğrenmişti. Nasıl da gagasının ucuyla yemeği yavrusunun ağzının koyuyordu.
    Bay Karga örümceği tam yiyecekken birden irkildi ve başını çekerek "Ulduzcuğum, yemeyeceğim." dedi.
    - Ne oldu, minik kargam?
    - Tırnaklarına bak, ne halde!
    - Nesi var tırnaklarımın?
    - Uzun, kirli ve siyah. Çok özür dilerim Ulduz Hanım, ama ben böyle yemek yiyemem? Anlıyor musun Ulduz Hanım?
    - Anladım. Kusurumu yüzüme karşı söylediğin için çok teşekkür ederim. Bundan böyle ben de kirli tırnaklarla yemek yemeyeceğim. İnan bana.


    Samet Behrengi


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: Azerbaycan Masalları-Azerbaycan Nağılları-Azeri Nağıllar-Azeri Hikayeler

          Kategori: Azerbaycan Edebiyatı

          Konuyu Baslatan: Dygsuz

          Cevaplar: 26

          Görüntüleme: 55239


  2. #2
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1048
    @Dygsuz

    Standart






    Bir şeftali, bin şeftali


    Fakir ve susuz köyün bitişiğinde çok büyük bir bağ vardı, güzel mi güzel, içinden suyu akan, meyva ağaçlarıyla dolu bir bağ. Bağ o kadar büyük ve ağaçlıktı ki bir ucundan dürbünle baksan, öbür ucunu göremezdin.
    Köy ağası birkaç yıl önce araziyi parselleyip köylülere satmış, ama bağı kendine ayırmıştı. Tabii köylülerin arazisi düz ve ağaçlık değildi. Su da yoktu üstelik. Vadinin ortasında bir düzlük vardı. İşte ağanın bağı orasıydı. Köylüler ağadan satın aldıkları tepelerdeki engebeli arazilerde ve vadideki yamaçlarda arpa, buğday ekiyorlardı.
    Her neyse, geçelim bunları; belki de öykümüzle ilgisi yok.
    Bağda iki şeftali ağacı yetişmişti. Biri daha küçük ve gençti. Bu iki ağacın yaprağı, çiçeği tıpatıp birbirine benzerdi. Her gören daha ilk bakışta ikisinin de aynı cins ağaç olduğunu anlardı.
    Büyük ağaç aşılıydı. Her yıl iri iri, pembe pembe, güzel şeftaliler verirdi. Avuca zor sığan bu şeftalileri insan ısırıp yemeye kıyamazdı.
    Bahçıvan büyük ağacı bir yabancı mühendisin aşıladığını, aşıyı da memleketinden getirdiğini söylerdi. Bu kadar çok para harcanan bir ağacın şeftalileri de elbette kıymetli olur.
    Nazar değmesin diye birer tahtaya Kur'ân'dan "Ve in yekâd" âyeti yazılıp ağaçların gövdesine tutturmuşlardı.
    Küçük şeftali ağacı hemen hemen her yıl bin çiçek açar ama bir şeftali bile vermezdi. Ya çiçeklerini döker, ya da şeftaliler olgunlaşmadan sararıp dökülürdü. Bahçıvan elinden geleni yapıyordu yapmasına ama küçük şeftali ağacında hiç değişiklik olmuyordu. Her yıl dallanıp budaklanıyor, yine de ilaç niyetine bir şeftali bile büyütmüyordu.
    Küçük ağacı da aşılamak geldi bahçıvanın aklına; ama ağaç yine değişmedi. İnat ediyordu sanki. İyice bunalan bahçıvan bir hileyle ağacı korkutmak istedi. Gidip bir testere getirdi; karısına da seslendi. Küçük şeftali ağacının önünde testere bilemeye koyuldu. Testere bir güzel bilendikten sonra geri geri gitti; "Şimdi gelip seni kökünden keseceğim. Hele şeftalilerini dök de göreyüm bakayım!" der gibi ağacın üzerine yürüdü.
    Daha bahçıvan ağaca yaklaşmadan karısı elinden tuttu:
    - Ölümü gör, n'olur hakim ol kendine. Sana söz veriyorum, önümüzdeki yıldan itibaren şeftalilerini dökmeyip büyütecek. Yine tembellik ederse o zaman ikimiz birden keser, odununu tandırda yakarız.
    Bu oyun da ağaçta bir değişiklik yapmadı.
    Şimdi bilmek istiyorsunuz küçük şeftali ağacının sözlerini ve neden meyvalarını olgunlaştırmadığını, değil mi? Pekala. Dinleyin öyleyse.

    ***


    Kulaklarınızı iyi açın. Küçük şeftali ağacı konuşmak istiyor. Artık çıt çıkarmayın; bakalım küçük şeftali ağacı ne diyor. Serüvenini anlatacak galiba:
    "Biz yüz, yüzelli şeftali bir sepette duruyorduk. Güneş zarif kabuklarımızı kurutmasın, al yanaklarımıza toz konmasın diye bahçıvan üstümüze asma yaprağı örtmüştü. İncecik asma yaprağından hafif bir yeşil ışık giriyordu içeri. Bu renk yanaklarımızın allığıyla karışıp çok hoş bir manzara oluşturuyordu.
    Daha güneş doğmadan koparmıştı bahçıvan bizi. Bu yüzden bedenlerimiz serin ve nemliydi. Sonbahar gecelerinin soğuğu hâlâ üstümüzdeydi. Yeşil yaprakların arasından hafif bir ışık geçip sıcağı içimize işliyordu.
    Tabii, biz bir ağacın çocuklarıydık. Bahçıvan her yıl aynı zamanda annemin şeftalilerini toplayıp sepete koyuyor ve şehre götürüyordu. Orada ağanın evinin kapısını çalıyor, sepeti verip köye dönüyordu. Şimdi de öyle ya.
    Dediğim gibi biz yüz, yüzelli olgun ve sulu şeftaliydik. Benim de tatlı ve leziz suyum vardı. Yumuşak, incecik kabuğum çatlayacak gibiydi. Yanaklarımın kırmızılığını görsen mutlaka çıplak olduğum için utandığımı sanırdın. Hele hele, yıkanmış gibi üstümde başımda sonbahar çiyleri vardı.
    İri, çetin çekirdeğim yeni bir yaşamı düşlüyordu. Daha iyisini söyleyim, ben yeni bir hayatı düşünüyordum. Çekirdeğim ayrı değildi benden.
    İlk bakışta görülmek için bahçıvan beni sepetin üstüne koymuştu; belki de daha iri ve sulu olduğum için. Kendimi övmüyorum burada. Fırsatını bulan her şeftali gelişir, büyür ve olgunlaşır, bol sulu olur. Ama tembellik edip de kurtlara aldanan, onlara derilerine, etlerine, hatta çekirdeklerine kadar girme izni veren şeftaliler gelişemez.
    Sepette durduğumuz gibi ağanın evine gitmiş olsaydık, ben ağanın sevgili kızına nasip olacaktım. Ağanın kızı da benden bir ısırık alacak, fırlatıp atacaktı. Ağanın evi tabii ki evinden içeri bir tane şeftali, salatalık, zerdali girmeyen Sahibali ile Pulad'ın evi gibi değildi. Oysa bahçıvan, ağanın kızı için yabancı ülkelerden meyva getirttiğini söylüyor. Kızına uçakla portakal, muz, üzüm, hatta çiçek getirtiyor. Bunun için de su gibi para harcaması gerek. Şimdi hesap et bakalım ağanın kızının giysi, okul, yiyecek, doktor, bakıcı, uşak, oyuncak, seyahat ve gezme tozma parasını. Sen de, her ay onbin Tümen, ben diyeyim onbeş bin Tümen; yine az olur.
    Gelelim konumuza.
    Bahçıvan elinde sepet, bağın ortasındanki bahçeden geçerken birden ayağının altındaki sıçan yuvası çöktü; nerdeyse yere kapaklanacaktı. Ama ayakta durmayı başardı. O sırada sepet şiddetle sarsıldığından ben kayıp yere düştüm. Bahçıvan beni görmedi; çekti gitti.
    Güneş, ışınlarını tüm bağa göndermeye başlamıştı. Toprak biraz ılıktı ama güneş çok sıcaktı. Belki de benim vücudum gibi serindi.
    Sıcak yavaş yavaş kabuğumdan geçip etime kadar ulaştı. Vücut suyum da ısındı. Sonra sıcaklık çekirdeğime geldi. Bir süre sonra susamakta olduğumu hissettim.
    Annemin yanındayken ne zaman susasam ondan suyumu alırdım; daha çok üstüme vurup beni ısıtsın diye güneşe bakardım. Güneş ışınları üstüme gelir ve yanaklarım sımsıcak olurdu. Annemden su emer, gıdamı alır ve vücut suyum kaynamaya başlardı. Yüzümdeki damarlar daha bir al al olur, ağırlaşırdım; annemin kolunu eğer, kıvrılırdım.
    Annem "Güzel kızım, güneşten kaçma. Güneş bizim dostumuz. Toprak bize gıda verir, güneş de onu pişirir. Üstelik sen güneş sayesinde güzelsin. Bak, güneşten kaçınanlar nasıl da sarı benizli ve kemikliler. Güzel kızım, bir gün güneş yere darılır da parlamayacak olursa, yeryüzünde canlı diye bir şey kalmaz; ne bitkiler, ne hayvanlar." derdi.
    Bu yüzden gücüm yettikçe kendimi güneşe teslim eder, güneşin sıcaklığını emer ve içimde toplardım. Günden güne güçlendiğimi görürdüm. Hep sorardım kendime:
    "Günün birinde birisi güneşi gücendirirse ve güneş de bize küserse ne olurdu halimiz o zaman?"
    Nihayet bir gün anneme sordum:
    - Anneciğim, günün birinde güneş hanım darılır da bize küserse, ne yaparız?
    Annem yapraklarıyla yüzümdeki tozları sildi:
    - Neler düşünüyorsun böyle! Sen akıllı bir kızsın. Biliyor musun kızım, güneş hanım birkaç kendini beğenmiş yüzünden küsmez bize. Ama yavaş yavaş ışığını ve sıcaklığını yitirip ölebilir. İşte o zaman başka bir güneş bulmamız gerekir. Yoksa karanlıkta kalır, soğuktan donar ve kururuz.
    Sahi, nerde kalmıştık?
    Evet, evet, sıcağın çekirdeğime kadar gelip beni susattığından söz ediyordum. Bir süre sonra vücut suyum kaynamaya, kabuğum kurumaya ve çatlamaya yüz tuttu. Bir karınca koşa koşa geldi, etrafımda dönenmeye başladı.
    Sepetten düştüğümde kabuğum bir yerden çatlamış ve vücut suyumun bir kısmı dışarı dökülmüş, güneşte katılaşmıştı. Karınca başındaki hortumu özsuyuma sokup içti. Sonra bıraktı beni. Hortumuna baktı, baktı, sonra yine daldırdı hortumunu, kaldırdı duyargalarını. Öyle hızlı çekiyordu ki hortumu kökünden sökülecek sandım birden. Karınca biraz daha zorladı. Sonunda katılaşmış özsuyumu yerinden söküp, sevinerek koşa koşa yanımdan uzaklaştı.
    Tam bu sırada bir ses duydum. İki kişi duvar bahçesinden içeri atladı ve koşa koşa bana doğru geldi. Sahibali ile Pulad'dı bunlar. Meyva ile karınlarını doyurmaya gelmişlerdi. Ötekileri gibi bahçıvanın tüfeğinden korkmazlardı. Diğer köylüler adımlarını atmazlardı bağa ama Pulad ile Sahibali ayakları çıplak, yırtık pırtık yamalı bir pantolonla hep dolaşırlardı bağda. Bahçıvan birkaç kez arkalarından ateş etmiş, yine kaçmayı başarmışlardı. O zamanlar ikisi de yedi sekiz yaşlarındaydı.
    Uzun sözün kısası, o gün koşa koşa geldiler, üstümden atlayıp anneme gittiler. Baktım biraz sonra geri dönüyorlar; hem de canları çok sıkılmış bir halde. Konuşmalarından bahçıvana kızdıklarını anladım.
    Pulad:
    - Gördün mü? Bu da bahçenin son meyvası. Bir tanesi bile kısmet olmadı.
    Sahibali:
    - Ne yapabilirdik ki? Adam bir ay boyunca elinde tüfek ağacın dibinden kımıldamadı.
    Pulad:
    - Lanet olası köpek herif! Bir tane bile bırakmamış bize. O sulu olanlarından bir tanesini ağzıma tıkıştırmayı ne isterdim, bilemezsin!.. Hatırlıyor musun, geçen yıl ne kadar çok şeftali yemiştik?
    Sahibali:
    - Biz insan değil miyiz yani. Hepsini birer birer koparıp zıkkımlansın diye o köpek herife veriyor. Suç bizde zaten. Miskin miskin oturup köyü talan etmesine izin veriyoruz.
    Pulad:
    - Biliyor musun Sahibali, ya bu bağ köyün malı olur ya da bütün ağaçları yakarım.
    Sahibali:
    - Birlikte yakalım.
    Pulad:
    - Yakmazsak ********iz.
    Çocuklar öylen sinirlenmişti, öyle tepiniyorlardı ki tekme yemekten korktum birden. Ama, yapmadılar. Ben tam karşılarındayken Pulad'ın ayağına diken battı. Pulad eğilip dikeni çıkarırken gözü bana ilişti, ayağındaki dikeni unuttu. Beni yerden alıp Sahibali'ye "Bak Sahibali!" dedi.
    Çocuklar beni elden ele dolaştırıp sevindiler. Beni öyle yemek istemediler. Çok sıcaktım. Serinletip yemelerini istiyordum; o zaman daha çok tad verirdim. Kırış kırış kirli elleri kabuğumu tahriş ediyordu. Ama memnundum halimden. Son zerreme kadar beni lezzetle yiyeceklerini, sonra yalanıp parmaklarını emeceklerini biliyordum. Tadım günlerce, haftalarca damaklarında kalacaktı.
    Sahibali:
    - Pulad, yemin ederim hiç böyle iri şeftali görmemiştim.
    Pulad:
    - Hayır, görmemiştik.
    Sahibali:
    - Havuz kenarına gidelim. Serinletip yersek daha lezzetli olur.
    Beni öyle dikkatle götürdüler ki sanki vücudum incecik bir camdan yapılmıştı da bir sarsıntıda düşüp kılacak gibiydim.
    Havuz kenarı serin ve gölgeliydi. Kavak ve söğütler öyle serin bir gölge salmışlardı ki daha ilk nefeste serinliği çekirdeğime kadar hissettim. Dikkatle beni suya bıraktılar. Dört küçük ve kirli el sımsıkı suda tuttu beni. Su buz gibiydi. Biraz bekledikten sonra Pulad:
    - Sahibali!
    - Ha, söyle.
    - Diyorum ki bu şeftali çok kıymetlidir değil mi?
    - Evet.
    - Evet demekle olmaz. Sence ne kadar eder?
    Sahibali biraz düşündü:
    - Ben de çok değerli olduğunu söylüyorum.
    - Mesela kaç?
    Sahibali yine düşündü:
    - Bir güzel soğutursak...hımmm.. bin Tümen.
    - Senin de hiç paradan anladığın yok.
    - İyi, maşallah, sen hazinenin başına oturmuşsun; sen söyle bakalım kaç edermiş?
    - Yüz Tümen.
    - Bin yüzden daha çok ama.
    - Valla uydurmuyorum; babamdan duydum.
    - Madem öyle, belki ikisi de birdir ha? Ben de uydurmuyorum; babamdan duydum.
    Pulad yavşaça dokundu bana:
    - Ellerim dondu. Bence yeme zamanı geldi.
    Sahibali de dikkatle dokundu bana:
    - Evet, buz gibi olmuş.
    Sonra sudan çıkardı beni. Dışarı çıkınca dışarıyı sıcacık hissettim. Sandıklarından daha leziz olduğumu göstermek için beni hemen yemelerini istiyordum. Güneşten ve annemden aldığım tüm gıda ve sıcaklığı bu iki köylü çocuğunun bedenine ulaştırmaktı arzum.
    Pulad ile Sahibali beni yemeye karar verdiklerinde, ömrümde kaç defa halden hale girdiğimi, daha da kaç defa gireceğimi düşünüyordum. Kendi kendime düşündüm: "Bir zamanlar vücudumun zerreleri toprak ve su idi, bazıları da güneş ışığı. Annem bunları az az topraktan emdi, emdi, dallarının uçlarına kadar ulaştırdı. Sonra annem tomurcuklandı, çiçek açtı ve yavaş yavaş ben ortaya çıktım. Vücudumdaki tüm zerreleri az az annemin bedeninden aldım, güneş ışınlarıyla karıştırdım. Çekirdeğim, kabuğum ve etim oluştu ve nihayet olgun, sulu bir şeftali oldum. Şimdi Pulad ile Sahibali beni yiyorlar. Bir süre sonra zerrelerim onların vücutlarında et, saç, kemik olacak. Elbette bir gün onlar da ölecek.O zaman benim vücudumun zerreleri ne olacak?"
    Çocuklar beni yemeye karar verdiler. Sahibali beni Pulad'a verdi:
    -Isır bir kere.
    Pulad bir ısırık aldı ve Sahibali'ye verdi beni. Sonra başladı yalanmaya. Sahibali de bir ısırık aldı ve beni verdi Pulad'a.
    Dediğim gibi tadım damaklarında kaldı.
    Şimdi etlerim ortadan kayboluyordu ama çekirdeğim yeni bir yaşam düşüncesindeydi. Bir dakika sonra şeftali olarak benden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Oysa çekirdeğim ne zaman ve nasıl yeşermeye başlayacağını planlıyordu. Ben belirli zamanlarda ölüyor ve tekrar diriliyordum.
    Son kez Pulad beni ağzına aldı ve son zerresine kadar etlerimi emdi. Beni ağzından çıkardığında artık şeftali değildim. Sert kabuklu, içinde yeni bir yaşamın tohumunu gizleyen canlı bir çekirdektim. Sadece kabuğumu çatlatıp yeşerecek kadar dinlenmeye ve nemli toprağa ihtiyacım vardı.
    Çocuklar parmaklarını son defa emip yalandıktan sonra Pulad:
    - Şimdi ne yapalım?
    Sahibali:
    - Suya girelim.
    Pulad:
    - Çekirdeğini yemeyelim mi?
    Sahibali:
    - Bir planım var. Bırak, kalsın.
    Pulad beni söğüt ağacının dibine bıraktı. Gerisin geri gitti gitti; sonra koşa koşa sırtüstü suya atladı. Atlarken dizlerini karnına kadar çekmiş, elleriyle dizlerini sarmıştı. Bir an suda kayboldu, çırpındı ve ayağa kalktı. Çevresindeki çamurlar da bu arada suya karıştı. Su çenesinin altına kadar geliyordu. Başından, kulağından, yüzünden yosunlar sarkıyordu.
    Sahibali:
    - Pulad, yüzünü o yana çevir.
    Pulad:
    - Pantolonunu mu çıkaracaksın?
    Sahibali:
    - Evet. Babamın yüzdüğümüzü anlamasını istemiyorum. Döver yoksa beni.
    Pulad:
    - Öğleyin döneceğiz eve. Daha vaktimiz var.
    Sahibali:
    - Tependeki güneşi görmüyor musun yoksa?
    Pulad bir şey demeyip yüzünü öbür tarafa çevirdi. Sahibali'nin suya düşüş sesini duyunca yüzünü çevirdi, sonra yüzmeye, suya dalmaya ve birbirlerine su atmaya başladılar. "Geç oldu" deyip sudan çıktılar. Pulad pantolonunu birkaç defa silkeledi. Sonra beni de söğütün dibinden alıp yola koyuldular. Bağın sonundaki duvara tırmanıp öbür tarafa atladılar. Köy evleri ağanın bağından daha uzaktı.
    Pulad:
    - Eee, onun için bir planın vardı hani.
    Sahibali:
    - Gölge gelsin iyice, sana seslenirim. Tepeye çıkar otururuz, orada sana planlarımı söylerim.
    Köyün sokakları tenhaydı ama her taraf sinek ve gübre doluydu. İri bir köpek duvarın üstünden atlayıp ayağımızın önünde durdu. Pulad köpeği okşadı sonra kalkıp evine gitti. Köpek de onun peşinden eve girdi.
    Sokak yokuş yukarıydı. Yokuş öylesine dikti ki yol ile Pulad'ın evinin damı aynı seviyedeydi. Sahibali damlardan geçerek evine gitti. Birkaç ev yukarıda kendi evleri vardı. Beni avucunda sımsıkı tutup bahçelerine atladı. Ayakları dizlerine kadar annesinin bir saat önce döktüğü hayvan dışkısına battı. Sahibali'nin bundan haberi yoktu. Annesi ses duyunca evden başını uzattı:
    - Sahibali, çabuk babana bir lokma ekmekle su götür.
    Sahibali beni tavlaya götürdü ve bir köşede, gübrelerin arasında bir delik açıp beni oraya gömdü. Artık karanlık ve gübre kokusu dışında hiçbir şey anlamadım. Orada kaç saat kaldığımı hatırlamıyorum. Keskin gübre kokusundan neredeyse boğulacaktım. Nihayet üstümden gübrenin kaldırıldığını hissettim. Sahibali'ydi. Beni çıkardı, bir iki kez elleri arasında ovuşturdu, temizlemek için pantolonuna sürdü. Geldiğimiz yoldan gittik; Pulad'ın evinin damına geldik. Annesiyle kızkardeşi damda tezek yaparken kuru tezekleri duvardan alıp istifleyen komşu kadınla konuşuyorlardı.
    Sahibali Pulad'ın annesine sordu:
    - Pulad nerde?
    - Pulad keçiyi kıra çıkardı; evde yok.
    Pulad'ı tepede bulduk. Kara keçiyi salıvermiş, otlatıyordu. Kendisi de köpeğiyle birlikte bizi bekliyordu. Pulad ile Sahibali'nin ciltlerinin kabuğumun rengiyle aynı olduğunu farkettim birden. İkisi de güneşte o kadar çıplak kalmışlardı ki tenleri bronzlaşmıştı.
    Pulad sabırsızlıkla:
    - Eee, planını anlat bakalım.
    - Bir şeftali ağacının olmasını ister misin?
    - Deli misin, istemezmiyim hiç.
    - Gidelim öyleyse.
    - Keçiyi ne yapacağız?
    - Eve bırakalım.
    - Güneş batmadan getirmememi söyledi annem.
    - Köpeği başında bırakırız öyleyse.
    Pulad köpeğin başını, kulağını okşadı:
    - Ben dönene kadar keçiye göz kulak ol, tamam mı?
    Koşa koşa gittik bir bağın duvar dibine. Sahibali:
    - Atla haydi.
    - Artık planını gizlemen gerekmez. Anladım ben. Şeftali çekirdeğini ekeceğiz.
    - Doğru. Çekirdeğimizi bağın ucundaki sırta dikeriz. Birkaç yıl sonra biz de şeftali ağacı sahibi oluruz. Neden başka bir yere değil de buraya diktiğimizi anlayacaksın.
    Tepede, taşların arasında şeftali ağacı büyümez. Ağaç su ister, yumuşak su ister.
    - Tamam tamam, nutuk çekmeye kalkma. Yukarı çıkıp bakayım bir, bahçıvan gelmiş mi?
    Bahçıvan henüz şehirden dönmemişti. Pulad ile Sahibali bağın bir köşesinde toprağı kazdılar. Beni açtıkları çukura yerleştirdiler, üstümü kapatıp gittiler.
    Karanlık ve nemli toprak beni sardı, sıkıştırıp vücuduma yapıştı. Tabii o zaman yeşeremezdim. Yeşerme gücü kazanmam için bir süre geçmeliydi.
    Toprağa işleyen soğuktan kış geldiğini, toprağın karla kaplandığını anladım. Yarım karış mesafeye kadar toprak donmuştu ama toprağın altı beni üşütmeyecek, dondurmayacak kadar sıcaktı.
    Böylece geçici bir süre için hareketsiz kaldım, toprağın altında tatlı bir uykuya yattım. Bahar gelince güçlenerek uyanmak, yeşermek, topraktan çıkmak ve Sahibali ile Pulad için bol meyvalı bir ağaç olmak için uyudum. İri, sulu ve utangaç güzel kızların yanakları gibi şeftalileri olan bir ağaç olmak için.
    Kışın gördüğüm rüyalardan pek fazla bir şey hatırlamıyorum. Ama sadece bir düşümde büyük bir ağaç olduğumu, Pulad ile Sahibali'nin üstüme çıkıp dallarımı salladıklarını, köyün tüm çıplak çocuklarının yanıma toplandığını, şeftalilerimi havada kapıştıklarını, lezzetle yediklerini, ağızlarından akan suların göbeklerine kadar süzüldüğünü gördüm. Kel bir çocuk durmadan Pulad'a sesleniyordu: "Pulad. Yediklerimizin adı neydi, söylemedin. Eve dönünce büyükanneme ne yediğimi söylemek istiyorum. Çok yedim, ama o kadar lezzetliydi ki hâlâ doymadım. Yine yiyebilirim, yine yiyebilirim."
    Üstlerinde hiçbir şey olmayan iki çocuk daha vardı. Ağızlarına, burunlarına, bülülerine sinek üşüşmüştü. Çocuklar ellerine kocaman kocaman şeftali almış, zevkle ısırıp "ıh ıh" diyorlardı.
    Bu düşlerimden biriydi.
    Son olarak badem çiçeğini gördüm düşümde.
    Hasta ve baygın yatarken yumuşak bir ses geldi birden. Sesle birlikte tanıdık kokuların toprağa girmekte olduklarını hissettim. Şöyle diyordu bir ses: "Badem çiçeği, gel kokunu güzel şeftalinin yüzüne sür. Yine uyanmazsa yüzüne, vücuduna sür ellerini. Güzel kokuyu iyi alır. Her ne ise işte, en kısa zamanda uyandır. Filizlenip yeşerme zamanı. Bütün çekirdekler uyanıyor."
    Üstümde ve yüzümde hareket eden badem çiçeğinin elleriyle kokusu öyle hoştu ki hep uyumak istiyordum. Ama olmadı. Uyandım. Tekrar uyur gibi yapmak istediğimde badem çiçeği: "Artık nazlanma canım. Karnında yaşam tohumu var, yeşermeye, büyümeye, meyva vermeye karar verdin, öyle değil mi?" dedi.
    Badem çiçeği güzel bir gelin gibiydi. Beyaz ve tertemiz kardan bir elbise giymişti ve dudakları tomurcuklanmıştı. Ben tabii kar görmemiştim. Şeftaliyken annemden öğrenmiştim karın nasıl bir şey olduğunu.
    Badem çiçeğinin önce kimle konuştuğunu, kimin onu başıma gönderdiğini bilmek istiyordum. Badem çiçeği kollarını boynuma attı, beni öptü ve gülerek "Ne kadar iri cüsselisin! Kucağıma sığmıyorsun!" dedi.
    Sonra baharın buraya geldiğini, yeşerip filizlenme zamanının yaklaştığını söyledi.
    Bahar ismini duyunca uyuyordum da uyanıverdim sanki. Baharın gelip gittiğini ve henüz kabuğumu yaramadığımı sanıyordum. Bu düşünceler içinde uykumdan sıçradım. Baktım, karanlık ve ıslak toprak beni kucaklamış naz yapıyor. Kabuğum dışardan ıslaktı ve içerisi terlemişti. Yüzümden su zerreleri dökülüyor, her yanımı sarıyor, bedenime işleyip toprağa gidiyordu. Etrafımda birkaç bitki tohumu vardı ve köklerini yayıyorlardı. Biri basbayağı boy atmış, sanırım topraktan dışarı çıkmıştı. İncecik kökleri başlarını o yana bu yana çeviriyor, gıda ve su zerreciklerini emiyor, bir yerde toplayıp yukarı gönderiyorlardı. Tanımadığım bir başka bitki tohumu da küçük küçük kök salmış, başını eğmiş, sabırla usul usul toprağı deliyor, yukarılara çıkıyordu. İki gün sonra güneşin doğuşunu izlemeye karar vermişti.
    Vücudumun tam altından başka bir kök geçiyor; ilerlerken hep gıdıklıyordu beni. Su kenarındaki badem ağacına ait olduğunu söylüyordu. Badem kökleri de var gücüyle toprağın nemini ve gıda taneciklerini emip içine alıyordu.
    Üstüme akan su, toprağın üstündeki kara aitti ve birkaç gün sonra kesildi.
    Bir gün bir hışırtı duydum. Bir grup kara ve akıllı karınca yanıma gelip beni ısırmaya başladılar. Karıncalar güneşin sıcaklığını, bahar kokusunu toprağa getirmişlerdi. Isırmalarından tünel açtıklarını anladım. Bir süre daha beni ısırmaya devam ettiler ama beni delemeyeceklerini anlayınca yollarını değiştirip başka yöne doğru tünel açmaya koyuldular. Toprağım üstüne çıkıp ağaç olacağım zamana kadar bir daha görmedim onları.
    O kadar su içmiştim ki şiştiş şiştim ve sonunda kabuğum parçalandı. Sonra minicik beyaz kökümü kabuğumdaki aralıktan dışarı gönderip toprağa sapladım. Böylece gelişip kök salacak ve dik durup boy atabilecektim. Sonra minik gövdemi gönderdim dışarı. Başını eğip yukarıya doğru toprağı delmesini, boy atmasını ve güneşi bulmasını öğrettim ona. Minik gövdemin ucunda küçücük bir filizim vardı. Topraktan çıktığımda ondan yapraklı bir gövde oluşturacaktım. İyice kök salıp yiyecek toplayacak hale gelene kadar depoladığım besinleri yiyor, minik köklerimi ve küçücük gövdemi bunlarla besliyordum.
    Toprakta boğulmayacağım kadar hava vardı. Dışarının sıcağı yine giriyordu toprağa.
    Bu sıralarda artık yorgun değildim. Önceleri kendi içimde gelişmiştim. Kendimi yok edip yeni bir şey olmuştum. Tabii çekirdek olduğum zamanlar her şeyi tam olan bir çekirdektim; serpilip hareket edemiyordum. Ama ağaç olmak istiyordum artık. Çok eksiği olan bir ağaçtım ve gelişip serpilecek çok yerim vardı. Düşünüyordum kendime kendime: Tam bir çekirdekle eksik bir ağaç arasındaki fark, tam çekirdeğin çıkmaza girdiği ve değişmediği takdirde çürüyeceği, eksik ağacın ise önünde çok parlak bir geleceği olduğuydu. Her şey saniye saniye değişiyordu. Bu değişimler üstüste gelince ve belirli bir aşamaya varınca artık bunun o eski şey olmadığını, bambaşka bir şey olduğunu hissederiz. Örneğin ben artık bir çekirdek değil, bir ağaç şeklini almıştım. Minik köklerim ve gövdem vardı; filizlerim, sarı sarı yaprakçıklarım vardı. İki çeneğim arasına, başımın üstüne toplamıştım bunları ve sürekli boy atıyordum. Topraktan çıktığım vakit yaprakçıklarımı güneşe tutmak istiyordum. Böylece güneş yapraklarıma yeşil renkler verecekti. Bol tomurcuklu, sulu şeftalileri olan, çiçekli dalları olan bir şeftali ağacı düşü kuruyordum. Küçücük bir ağaçtım; yine de önümde ne parlak bir gelecek vardı!..
    Ceviz iriliğinde bir taş yolumu kesmişti ve yukarı çıkmama izin vermiyordu. Onu delemeyeceğimi anlayınca ister istemez çevresinden dolanıp yukarı çıktım.
    Yukarı çıktıkça güneşin sıcaklığını hissediyor, daha da güneşe doğru uzanıyordum. Şimdi artık toprak üstündeki otlar arasında hareket ediyordum. Sonunda güneşin ışığının az çok toprağı aydınlattığı bir yere geldim. Üstümde incecik bir kabuktan başka bir şey kalmadığını anladım. Birkaç saat sonra bir baş darbesiyle toprağı yardım ve beni karşılamaya gelen ışığı ve sıcaklığı gördüm.
    Şimdi toprağın üstündeyim. Bu toprak annemin annesi, benim annem, tüm canlı varlıkların annesiydi.
    Oradaki toprak yığınında beyazlara bürünmüş badem ağacı güneşin altında parlıyordu. O kadar mutluydu ki beni de yürekten mutlu etti. Selam verdim. Badem ağacı: "Selam ay kadar güzel yüzüne, canım. Toprak üstüne hoş geldin. Yer altından ne haber?"
    Çalılar boy atıp gölge salarken benim hâlâ iki açık yeşil yaprağım vardı ve yeni yeni başımı dik tutabiliyordum.
    Bir gün Pulad ile Sahibali yanıma geldiler. On, on iki yeşil yaprağım vardı. Boyum kimi bitkilerden daha uzundu ve çalı da benden uzundu. O kadar hızlı boy atıyorlardı ki şaşırıp kalıyordum. İlkin, birkaç güne kadar badem ağacını da geçeceklerini sandım. Ama toprakta sağlam köklerinin olmadığını anladığım zaman "Bunlar kısa zamanda solup yok olacaklar" dedim kendi kendime.
    Pulad ile Sahibali beni görünce sevindiler. "Bu ağaç artık bizim malımız." dediler. Çaydan birkaç avuç su getirdiler ve dibime doğru döküp gittiler. Galiba bahçıvan o yakınlardaki tarhları suluyordu. Bel sesi duyuluyordu çünkü.
    Bahar sonlarına doğru çalıların artık büyüyemeyeceklerini gördüm. Çiçek açıp tanelerini saçıyor ve yavaş yavaş sararıyorlardı. Yaz geldiğinde ben de onların boyundaydım ama henüz dalım yoktu. Biraz daha boy atıp dal vermek istiyordum.
    Pulad ile Sahibali sık sık yanıma geliyor ve bazen bir süre oturup benim geleceğim ve kendi planları hakkında konuşuyorlardı. Bir gün de kocaman, pırıl pırıl parlayan kızıl bir yılan getirmişlerdi. Sopa ile yılanın beynini dağıtmışlardı anlaşılan. Toprağı yarım metre kazıp yılanı oraya gömdüler.
    Pulad ellerini çırparak "Çok keyifli olacak!" dedi.
    Tabii, maksadı bendim.
    Sahibali "Bir yılan birkaç misli gübreye bedeldir" dedi.
    Pulad:
    - Sanırım seneye ilk meyvasını yeriz.
    Sahibali:
    - Bilmem. Şimdiye kadar ağacımız olmadı ki.
    Pulad:
    - Olsun. Duyduğuma göre şeftali ağaçları çabuk meyva verirmiş.
    Ben de biliyordum bunu. Annem iki yaşındayken iki şeftali vermiş.
    Şeftalilerim büyüyüp olgunlaştığında ne şekil alacaklarını merak ediyordum. Şeftalilerin vücudumdaki özsuyunu nasıl emeceklerini görmek için en kısa zamanda meyva vermek istiyordum. Şeftalilerimin ağırlık etmesini ve yere değecekmiş gibi dallarımı eğmelerini istiyordum.
    Vücudumda incecik borular oluşturmuştum. Köklerimin yerden aldığını bu borular yukarılara gönderiyordu. Sonbahar ortalarına doğru bu boruları birkaç yerden düğümledim ve köklerim artık yukarıya özsuyu göndermez oldu. Böyle olunca besinini alamayan yapraklarım sararmaya başladı. Ben de kuyruklarını kestim. Rüzgar esince yapraklarım yere düştü ve çırılçıplak kaldım.
    Her yaprağın kuyruğunun köküne küçücük bir düğüm atmıştım. Gelecek baharda bu düğümlerin her birinden bir filiz ve dal vermeyi planlıyordum. İlk meyvamı da düşünmüştüm. Annem gibi iki yaşında meyva vermek istiyordum. Tam anımsamıyorum, bedenimde dört beş düğüm vardı. Bunlardan tomurcuk ve çiçek vermeyi düşünüyordum. Hep çiçeklerimi düşünmeyi seviyordum.
    Hava soğudukça beni bir uykudur alıyordu. Yere kar düşüp de toprak donunca derin bir uykuya daldım.
    Pulad ile Sahibali etrafıma çuval parçaları koymuşlardı. Hâlâ ince ve yumuşak bir kabuğum vardı ve kışın her taraf don tuttuğunda tavşanlar için leziz bir yiyecek sayılırdım. Üstelik soğuk almam da mümkündü. O zaman bahar gelince yeniden kökten yeşerip büyümem gerekirdi.
    Bahar gelince her şeyden önce köklerim uyandı, sonra özsuyu gelince gövdem uyandı. Filizlenip kımıldanıp şiştiler. Topraktan vücuduma gelen su vücudumun her organını uyandırıyor ve harekete zorluyordu. Filizlerimde minik minik yapraklar oluşturuyordum. Filizlerim baş verdiğinde bunları büyütüp genişletecektim. Şimdi goncalarım arpa büyüklüğünde, hatta biraz daha büyük olmuştu. Bana kala kala üç gonca kalmış, diğerlerini obur bir serçe gagalayıp yemişti.
    Üç çiçek açtım. Ama işin ortasına gelince üçünü de büyütemeyeceğimi anladım. Çiçeklerimden biri solup düştü. İkincisi badem haline gelmişti. Ona da besin gönderemedim. İkinci çağlam da soldu ve rüzgar esip yere düşürdü. Bunun üzerine tüm gücümü toplayıp eşi benzeri olmayan bir tanecik şeftalime göndermeye başladım. Herkesin bunu görüp gözlerinin fal taşı gibi açılmasını, bu şeftaliyi yiyenin bir daha ağzına başka meyva almamasını istiyordum.
    Çiçek açtıktan birkaç gün sonra çiçek yapraklarımı döktüm ve çiçeğimin çanağı içindeki meyvamı beslemeye, büyütmeye başladım. Sonunda çiçek çanağım çatladı ve çağlam ortaya çıktı.
    Şeftalim tepeme yakın bir yerdeydi. Daha çağlayken bile beni birazcık eğdi. İstediğim gibi bir şeftali yaptığımda belimin eğileceğini, belki de kırılacağını düşünüp kaygılanıyordum. İster istemez katlanacağım bu zorluklara rağmen şeftalimin solup dökülmesine asla razı değildim. Doğrusunu isterseniz, gelecek yıllarda şeftalilerimin sayısını bine çıkarmayı planlıyordum. Bu nedenle daha ilk şeftalide kendimi denemeliydim. Çocukların yakınımda toprağa gömdükleri yılan parçalanmış ve toprağı güçlendirmişti. Bu yılan yüzünden bayağı bayağı dallanıp budaklanmıştım.
    Pulad ile Sahibali bu günlerde pek az yanıma geliyorlardı. Sanırım babalarının yanında tarlaya veya hasat ve harman yapmaya gidiyorlardı. Ama bir gün beni görmeye geldiler ve ellerindeki sopayı yanımda toprağa gömdüler ve beni ona bağladılar. Galiba o gün Pulad birdenbire "Sahibali!" demişti:
    Sahibali:
    - Ne var, söyle!
    Pulad:
    - Bahçıvan olacak bu köpoğlu bizim ağacı bulmasın sakın!..
    Sahibali:
    - Bulsa ne olacak sanki?
    Pulad bir şey demedi. Sahibali:
    - Hiçbir halt edemez. Ağacı biz dikip yetiştirdik. Meyvası da bizimdir.
    Pulad düşünceye dalmıştı. Sonra:
    - Yer bizim değil ama.
    Sahibali:
    - Yine de bir halt edemez. Yer, onu ekenin malıdır. Ağaç diktiğimiz şu ufacık yer bizim malımızdır.
    Pulad cesaretlendi:
    - Evet ya, bizim malımız. Bir halt ederse, yakarız bütün bahçeyi.
    Sahibali çıplak ve güneşten yanmış göğsünü yumruklayarak:
    - Ölürüm de yaşatmam onu. Bahçesini yakar, kaçarız.
    O gün Pulad ile Sahibali o sopayı bana bağlamasalardı, geceleyin mutlaka kırılırdım. Çünkü gece fırtına çıkmış, bütün dalları, yaprakları birbirine katmıştı. Sabahleyin bademin birkaç dalının kırıldığını gördüm çünkü.
    Günler günleri kovalıyor ve ben var gücümle şeftalimi irileştiriyor, irileştiriyor, yanakları kızarsın ve sıcak etine işlesin diye güneşte tutuyordum. Kızım vücuduma sımsıkı yapışmış, öyle emiyordu ki bazen vücudum sızlıyordu. Ama hiç kızmıyordum ona. Şimdi anne olmuştum artık ve güzel mi güzel bir kızım vardı.
    Sahibali ile Pulad benimle öyle ilgilenir olmuşlardı ki bahçedeki diğer ağaçları unutmuşlardı adeta. Geçen yıllarda olduğu gibi annemin şeftalileri için pusuya yatmıyorlardı. Ben kendimi onların biliyor, vaktiyle beni yedikleri gibi şeftalim olgunlaştığı zaman onu da koparıp afiyetle yemelerine hak veriyordum.
    Bahar başlarıydı. Bir gün Pulad tek başına yanıma geldi; çok üzgündü. İlk kez onlardan birini tek başına görüyordum. Pulad önce suladı beni; sonra otlara oturup yavaş yavaş bana ve şeftalime "Şeftali ağacım, güzel şeftalim. Neler oldu biliyor musun? Neden bugün yalnızım, biliyor musun? Evet, bilmiyorsun. Sahibali öldü. Yılan soktu onu.... "Yaşlı Boncuk Nine" sabaha kadar başında durdu. Sanırım elinden bir şey gelmiyordu. Söylediği bütün ilaçları Sahibali'nin babası ile birlikte kırlardan, dağlardan topladık ama Sahibali yine iyileşmedi. Zavallı Sahibali!..Niye beni yalnız bıraktın bilmem ki?..."
    Pulad ağlamaya başladı. Sonra tekrar konuştu:
    "Birkaç gün önce, öğleyin kırdan dönerken tepede rastlaştık. Yılan yakalayıp getirmeye karar verdik, hani geçen yıl da toprağını güçlendirsin diye buraya gömmüştük ya... Yılanlar Vadisi'ne gittik. Yılanlar Vadisi'nde istemediğin kadar yılan vardır. Vadinin bir tarafında dağ var. Dağ bir parça kayadan oluşmuş. Hayır; irili ufaklı binlerce taşın gökten yağıp biriktiğini düşün. Yılanların yuvası var taşların arasında. Sıcaktan vücutları ısınınca dışarı çıkarlar. Bizim tarla, komşumuzun tarlası, Sahibali'nin dayıoğlunun tarlası ve birkaç kişinin daha tarlası Yılanlar Vadisi'nde. Her taraftan yılan ıslıkları duyulur.
    "Sahibali'yle dağın aşağılarında taşların arkalarına bakıyor ve sana semiz bir yılan bulmak için sopalarımızı yılan deliklerine sokuyorduk. Yine böyle çıplaktık. Üstümüzde sadece bir pantolon vardı. Sırtımız o kadar ısınmıştı ki yumurta koysan pişerdi. Bir taştan öbür taşa atlarken birden Sahibali'nin ayağı kayıp sırtüstü yere düştü ve yere düşmesiyle vadide bir çığlığın yankılanması bir oldu. Sahibali sırtüstü yatarken bir yılan üstüne çıkıp çöreklenmişti. Sahibali bir çığlık daha attı ve oradan vadinin dibine, toprak üstüne düştü. Artık yılana göz açtırmadım. Önce kafasına indirdim sopayı, sonra karnına; bir kere daha vurdum başına. Karnında iki fare ile bir serçe vardı.
    "Sahibali baygın yatıyor ve sesi soluğu çıkmıyordu. Sopası bir yerlere düşmüştü. Yılanın soktuğu yer kızarmıştı. Yılan ayağını veya elini soksaydı, ne yapacağımı biliyordum. Ama sırtının ortasına ne yapabilirdim? Çaresiz, Sahibali'yi omuzuma alıp köye getirdim. "Yaşlı Boncuk Nine" sabahleyin mezar başındayken anneme, Sahibali'yi hemen ona getirseymişim ölmeyeceğini söylüyordu. Ama Sahibali'yi nasıl daha erken yetiştirebilirdim ki? Şeftali ağacı, sen de bilirsin, Sahibali benden ağırdı. Bir eşeğim olsaydı ve geç kalsaydım, o zaman "Boncuk Nine" geciktiğimi söylemekte haklı olabilirdi. Ne gelirdi elimden?..."
    Pulad yine ağlamaya başladı. Sahibali ile Pulad'ı çok ama çok sevdiğimi hissediyordum şimdi. Bundan böyle Sahibali'yi bir daha göremeyeceğimi düşündüğümde neredeyse üzüntümden tüm yapraklarımı döküp sonsuza dek kuruyacak ve tomurcuk vermeyecektim.
    Pulad ağlamasını bıraktı:
    - Artık köyde kalamam ben. Nereye gitsem Sahibali karşımda canlanıyor ve üzülüyorum. Dağa giderken, keçiyi kırda otlatmaya götürürken, taşlara elimi sürerken, hayvan dışkıları üstünde yürürken, ot yolarken, damlara çıkarken hep Sahibali gözümde canlanıyor. Sanki hep beni çağırıyor: Pulad!... Pulad!... Evet şeftali ağacı; bu sesi duyacak gücüm kalmadı. Şehre gidip dayımın yanında bakkal çırağı olacağım. Sahibali'nin yaşaması için ne yapmalıydım, bilmiyorum. Onun gibi düşüp ölmemek için ne yapmam gerek, onu da bilmiyorum. Ben küçüğüm, aklım hiçbir şeye ermiyor. Tek bildiğim, artık köyde kalamayacağım. Ben gidiyorum şeftali ağacı. Şeftalini sana bırakıyorum.
    Pulad kalkıp gideceği sırada şeftalimi ayağının önüne düşürdüm. Pulad şeftaliyi aldı, kokladı, sonra tozlarını sildi. Tepeden aşağı eliyle okşadı beni ve çekip gitti.
    Ertesi yıl boy atmış, dallanıp budaklanmış, iyice serpilmiştim. Yirmi otuz çiçeğim vardı. Başımı dik tutabiliyor, öteye beriye uzanıp bahçenin diğer taraflarını seyredebiliyordum.
    Bir gün böyle bakınıp dururken bahçıvan farkedip yanıma geldi. Sevinçten ne yapacağını bilmiyordu. Yaprak ve çiçeklerimin şeklinde kimin çocuğu olduğumu anladı. Hiç zahmet çekmediği halde bahçesinde güzel bir şeftali ağacı bitmişti. Para uğruna köylüleri kendine düşman eden zengin bir adamın uşaklığını yapan bahçıvan eline düşmüştüm ya; buna çok üzülüyordum.
    On onbeş şeftali vermiştim. Ama şeftalilerimin kime nasip olacağını düşündükçe kendimden nefret ediyordum. Beni Pulad ile Sahibali dikip büyütmüştü. Şeftalilerim de onların hakkıydı.
    Bir gün bir fikir geldi aklıma. O gün şeftalilerimi dökmeye başladım. Bahçıvan durumu farkettiğinde dalımda hiç şeftali kalmamıştı. Yerimin kötü olduğunu düşündü ve yüksek sesle "Seneye yerini değiştiririm. Böylece hem iyi su alırsın hem iri ve güzel şeftaliler verirsin." dedi.
    Ertesi bahar köklerimi uyandırdığımda tüm düzenimin bozulduğunu, bazılarının kuruduğunu, bazılarının da yolunduğunu gördüm. Tabii sağlam kalan köklerim az değildi. İlkin sağlam olan köklerimi nemli toprağa daldırdım, sonra yeni yeni kökler çıkartıp çevreye gönderdim. Sonra filizlenme, yaprak ve tomurcuk verme düşüncesine kapıldım. Derken annemi tanıdım.
    O günden beri ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bahçıvan bir türlü benden meyva alamadı. Bundan sonra da alamayacak. Ben ona itaat etmiyorum. Şimdi aklı sıra beni korkutmaya, testereyle kesmeye, yıldırmaya çalışıyor.
    Samet Behrengi

  3. #3
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1048
    @Dygsuz

    Standart






    Tülkü ve Keklik



    Bir keklik dağ başında oxuyurdu. Tülkü onun sesini eşidib yanına geldi ve dedi:
    - Ay keklik, sen ki, beyle gözel quşsan ve beyle gözel sesin var, eyle her zaman oxuyursan? Sen heç yuxulayıb yatmırsan?
    Keklik dedi:
    - Niye yatmıram, elbette ki, yatıram. Tülkü dedi:
    - İndi ki, beyledir, bir mene göster görüm nece yatırsan?

    Keklik yatmağını tülküye göstermek üçün gözlerini yumdu. Tülkü celd atılıb onu dutdu.
    Keklik gördü ki, tülkü onu aldadırmış. Ax-maqlık edib onun hiylesine inanıpdır. Başını tül-künin ağzından çıxarıb dedi:
    - Ay tülkü baba, sen ki, bele bacarıqlı ve bele qolaylıqla ovunu dutursan, sen heç yeyende Allah'a şükür edirsen?
    Tülkü cavab verdi:
    - Nece etmirem, elbette ki, edirem. Keklik dedi:
    - İndi dutax ki, sen meni yemisen, bir Allah'a şükür et, görüm nece edirsen?
    Tülkü ağzını açdı ki, şükür etsin, keklik bir anda uçub qondu bir qayanın üstüne. Tülkü veziyeti beyle görüb dedi:
    - Keklik qardaş, sen ki, menim ağzımdan qur- tuldun, get, ama lenet olsun o adama ki, ovunu ye memiş Allah'a şükür edir.
    Keklik cavabmda dedi:
    - Yaxşı deyirsen tülkü baba, o adama da lenet olsun ki, yuxusu gelmemiş gözlerini yumub yatmaq isteyir.

  4. #4
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1048
    @Dygsuz

    Standart










    Şengülüm, Süngülüm, Mengülüm

    Biri var imiş, biri yox imiş, Allah'dan başqa heç kim yox imiş.
    Bir keçi var imiş, bu keçinin de üç balası.
    Birinin adı Şengülüm,birinin adı Süngülüm, birinin de adı Mengülüm.
    Bu keçi her gün gedib meşede ve çölde otlarmış.
    Balaları da qapıları bağlayıb evde oturarmışlar.
    Keçi otlamaqdan dönende qapının arxasından çağırarmış:
    Şengülüm, Süngülüm, Mengülüm! Açın qapıyı, men gelim!
    Ağzımda su getirmişem, döşümde süd getirmişem, buynuzumda ot getirmişem.
    Bunu eşiden kimi balaları sevinib tez qapıyı açırmışlar
    ve anaları onları doyuzdurub yene gedermiş çöle otlamağa.

    Bir gün keçi gedince qurd gelib durur qapının dalında ve başlayır çağırmağa:
    Şengülüm, Süngülüm, Mengülüm! Açın qapını, men gelim!
    Ağzımda su getirmişem, döşümde süd getirmişem, buynuzumda ot getirmişem.
    Balaları eyle bildi ki, bunları çağıran analarıdır. Tez qapını açdılar.
    Qurd içeri girib Şengülümü, Süngülümü tutub yedi.
    Ama Mengülüm qaçıb evin bir bucağında gizlendi.
    Qurt onu görmedi.

    Keçi düzü, çimeni otlayıb döndü evine
    ve hemin sözler ile başladı balalarını çağırmağa.
    Ama içeriden bir kes ona cavab vermedi.
    Nece defe Şengülüm, Süngülüm deyib çağırdısa da,
    ona cavab veren olmadı ve qapı açılmadı.

    Âxirda özü qaranlıq bir bucaqda Mengülümü gördü.
    Başlarına geleni Mengülüm anasına söyledi.
    O zaman keçi çıxtı dovşanın damının üstüne ve ayaqları ile damı döydü.
    Tovşan içeriden seslendi:
    O kimdir?
    Keçi cavab verdi,
    menem, balalarımı sen mi yemisen?
    Tovşan cavab verdi ki,
    yox men yemedim, get tülküden xeber al.
    Keçi getdi, çıxdı tülkünün damının üstüne ve başladı ayaqları ile döymeye.
    Tülkü içeriden seslendi:
    O kimdir, menim damımın üstüne çıxıb?
    Keçi dedi,
    menim balalarımı sen mi yedin?
    Tülkü cavab verdi,
    yox men yemedim, get qurddan xeber al.
    Keçi getdi çıxdı qurdun damının üstüne.
    Bu vaxıt qurdda bir qazan aşı ocağın üstünde bişirirdi.
    Keçi damını döyende bunun aşının içine torpak döküldü.
    Qurt bağırdı:
    O kimdir damım üste toz töker samım üste?
    Aşımı şor eyledi, gözümü kör eyledi.
    Keçi cavab verdi:
    Menem, menem, men paşa, boynuzum qoşa-qoşa.
    Çıx dışarı, savaşa!
    Qurd dışarı çıxdı ki, görsün ne var.
    Keçi dedi:
    Sen menim balalarımı yemisen, gelmişem seninle savaşam.
    Qurt istedi boynundan atsın, ama atabilmedi ve keçi ile sert qoydular ki,
    her ikisi bir yerde qazıya şikayet etsinler.
    Keçi getdi evine, bir kasa qatıq çaldı
    ve bir desterxan yağlı çörek bişirdi ki, qazıya pay aparsın.
    Qurd da bir torbanın içine üç-dört noxut denesi saldı, üfürüb içini yel ile doldurdu.
    Ağzını möhkem bağlayıb özü ile getirdi.
    Geldiler qazının huzuruna.
    Qazı keçinin payına baxdı ve çok beyendi.
    Sonra qurdun getirdiyine baxdı.
    Açıb baxınca noxudun biri atılıb qazının bir gözünü çıxardı.
    Qazı işi bele kesdi ki keçi ile qurd savaşsınlar ve qurda da bir buynuz hazırlansın.
    Qazı keçinin buynuzunu daha da keskin etdi.
    Ama qurda da çürük bir ağaçdan bir buynuz düzeltdi.
    Keçi ile qurd başladı savaşmağa.
    Bir iki defe vuraşandan sonra qurdun buynuzu qırıldı ve keçi vurub onun qarnını yırtdı.
    Qurd bağırdı:
    Vay bağırsağım, vay!
    Keçi cavabında dedi:
    Şengülümü, Süngülümü yemeyeydin! Vay bağırsağım demeyeydin!

  5. #5
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1048
    @Dygsuz

    Standart





    Bebek ve küçük çocuklara söylenen bir ninni.


    Laylay


    Laylay dedim yatasan
    Qızıl güle batasan
    Gül yastığın içinde
    Şirin yuxu tapasan

    Laylay gözüm ağlama
    Üreyimi dağlama
    Yat yuxun şirin olsun
    Yuxuma taş bağlama

    Laylay dedim hemişe
    Karvan geder yenişe
    Yastığında gül bitsin
    Döşeğinde menövşe

    Laylaya gelin bala
    Yuxusu derin bala
    Tandıdan ehtim budu
    Toyunu görüm bala

    Laylay dedim günde men
    Qölgedesen günde men
    İlde bir kurban olar
    sene kurban günde men

    Laylay ekmeğim bala
    Tuzum çöreyim bala
    Gezlerem yekelesen
    Görüm kömeyin bala


    Üzeyir Hacıbeyov

  6. #6
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1048
    @Dygsuz

    Standart







    Pıspısa Xanım



    Biri var imiş, biri yox imiş. Bir Pıspısa xanım var imiş.Bir gün bu Pıspısa xanım, bezendi-düzendi, öz evinin qapısına çıxıb dedi:

    - Ere gedirem, ere gedirem,
    Er olmasa, gora gedirem.

    Bir odunçu gelib keçende Pıspısa xanımı görüb dedi:
    - Mene gelersenmi?

    Pıspısa xanım dedi:
    -Meni ne ile döyersen?

    Odunçu dedi:
    -Balta ile vuraram, ezilersen!

    Pıspısa xanım dedi:
    -Yeri, yeri, men senin tayın deyilem!

    Odunçu getdi. Pıspısa xanım yene başladı:


    -Ere gedirem, ere gedirem,
    Er olmasa, gora gedirem.

    Bir de gördü ki, bir kürekçi gelir. Kürekçi dedi:
    -Pıspısa xanım, mene ere gelersenmi?

    Pıspısa xanım dedi:
    -Meni döyende ne ile döyersen?

    Kürekçi dedi:
    -Bir kürek çalaram, xıncın-xıncın olarsan!

    Pıspısa xanım dedi:
    - Yeri, yeri men senin tayın deyilem!

    Kürekçide getdi.

    Yene Pıspısa xanım dedi:

    -Ere gedirem, ere gedirem,
    Er olmasa, gora gedirem.

    Bu halda bir sıçan oradan keçirdi. Gördü ki, Pıspısa xanım bezenib-düzenib, özüne zinet verib, evinin qapısına çıxıb.

    Al xaradan don geyib eynine,
    Ucunu qatlayıb salıb çiynine.
    Tökübdür üzüne qara tellerin,
    Yuyub tertemiz, aparı ellerin.
    Çekib gözlerine qara sürmeler,
    Salıb başına erbeler, tirmeler.
    Xuraman-xuraman ki, reftar edir.
    O reftara servi giriftar edir.
    Soluna baxır, gah baxır sağına.
    Baxır gah qolundaki qolbağına,
    Durub her yanı sürür naz ile,
    Deyir bu sözü xoş bir avaz ile:
    -Ere gedirem, ere gedirem,
    Er olmasa, gora gedirem.

    Siçan Solub bey geldi Pıspısa xanımın yanına, dedi:


    - Salam-eleyküm, Dozanqurdu Düzxatun, Pıspısa xanım, sevqili canım, ruhi-revanım, canu-cananım, tabu-tevanım!
    Kefin halın? Hemişe belece kefde, gezmakde, seyri-sefada olasan!


    Dozanqurdu Düzxatun gözünün altından Siçan Solub beye baxıb gördü, amma ne Siçan Solub bey!

    Geyib eynin cübbe sencabdan,
    Bezenim düzenibdi her babdan,
    Atıb dalına quyruğun şir kimi,
    Qulaqların dik tutub, tir kimi.
    Gelir eda ile, bilmirsen kimdi bu.
    Yuvadan çıxıb naz ile yol gedir,
    Gah sağ gedir yolda, gah sol gedir,
    Döş ağ, gözü qara, arxası boz.
    Dişi incitek, ağzına yoxdur soz.
    Qara gözlerin süzdürür her yana,
    Çekir burnun ki, iy-miy qana.

    Dozanqurdu Düzxatun dedi:


    -Ay eleykessalam, Sıçan Solub bey, top qarabirçek, dişleri mixek, qıçları direk, hamıdan göyçek, dexi ne demek?
    Halın, kefin kökdürmü? Damağın çağdımı, canın- başın sağdımı?


    Siçan Solub bey dedi:

    -Sağ ol, Pıspısa xanım, ezizim-canım,mene gelersenmi?

    Pıspısa xanım dedi:
    -Meni döyende ne ile döyersen?

    Siçan Solub bey dedi:


    -Seni döymerem, döysem de quyruğumu qelem eylerem, batıraram xanımların sürmedanına, gözüne sürme çekerem.

    Dozanqurdu Düzxatun Siçan Solub beye ere getmeye razılıq verdi. Toy elediler.



    Siçan Solub bey Pıspısa xanımı alıb apardı öz evine. Bir müddet yaxşıca yeyib-içib kef elediler.

    Bir gün Siçan Solub bey Pıspısa xanıma dedi:

    -Sen otur evde, men gedim şah evine, sene noğul-nabat, havla ve her cür şirniyyat getirim. Yığ yanına, könlün istedikce at azgına, ye.



    Dozaqurdu Düzxatun dedi:

    -Get, amma tez gel. Sensiz damın altında tek otura bilmirem, qorxuram.

    Siçan Solub bey dedi:

    -Qorxma, tez gelerem.

    Pıspısa xanım oturdu, oturdu, qerarı tutmadı. Fikirleşdi ki, Siçan Solub bey gelince durum onun paltarını aparıb Deveizi gölünde yuyum, serib qurudum, gelende verim, geysin eynine ki, üst-başı temiz olsun.

    Siçan Solub beyin paltarını götürüb apardı yumağa.



    Amma yuyanda ayağı sürüşüb düşdü Deveizi gölüne.
    Sağa dolandı, şap düşdü, sola dolandı, şup düşdü, ne qeder elleşdise, çıxa bilmedi. Her ne qeder çapaladısa, qurtara bilmedi. Deveizi gölünde az qaldı, çox qaldı, gördü ki, bir neçe atlı gedir. Başladi çağırmağa:

    Tapir-tuppur atlılar,
    Qolları bazbatlılar,
    Şah evine gedersiz,
    Siçan beye deyersiz:
    Pıspısa püste xanım,
    Dabanı xeste xanım,
    Düşüb Deve gölüne,
    Boğulur beste xanım.

    Atlılar o yana, bu yana baxdılar, heç kesi görmediler. İstediler getsinler, Pıspısa xanım yene hemin sözleri ile onları çağırmaya başladı. Atlılar baxıb gördüler ki, onları çağıran bir dozanqurdudur, Deveizi gölünde boğulur.


    Dozanqurdu Düzxatun dedi:

    Gedin deyin Siçan beye,
    Börkü delik Solub beye:
    Saçı uzun saray xanım,
    Donu uzun daray xanım,
    Dozanqurdu Düzxatun
    Paltar yuduğu yerde
    Düşüb Deve Gölüne,
    Özünü tez yetirsin,
    Meni buradan qurtarsın!



    Atlılar çox teeccüb edib getdiler şah evine, orada gördüklerini nağıl elediler. Bu vaxt Siçan Solub bey sirni sandığının içinde gezirdi, bu xeberi eşidib qaçtı, özünü tez Pıspısa xanıma yetirdi.



    Gelib gördü ki , Pıspısa xanım Deveizi gölünde boğulur. Az qalıb ki, telef olsun.



    Celd elini uzadıb dedi:
    -Elini mene,cigerecik!

    Dozanqurdu dedi:
    -Yeri, menciyez senden küserecik!

    Siçan Solub bey yene dedi:
    -Elini mene, cigerecik!

    Pıspısa xanım cavab verdi:
    -Yeri, menciyez senden küserecik!

    Siçan üçüncü defe dedi:
    -Elini mene, cigerecik!

    Dozanqurdu dedi:
    -Yeri menciyez senden küserecik!

    Axırda Siçanın acığı tutdu, yerden bir ovuc palçıq götürüb çırpdı Dozanqurdun başına ve dedi:

    -Küsereciksen, küserecik,
    Men de senden üz dönderecik!

    Dozanqurdu elleşib birteher gölmeçeden çıxdı.
    Amma ne fayda, şıltaqlığının ucbatından yene tek qaldı!

  7. #7
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1048
    @Dygsuz

    Standart






    Hiyləgər keçi


    Günlərin bir gününündə el dağdan köçürdü. Bir keçi, bir dana, bir qoyunun bundan xəbəri yox idi. Özlərini xəlvət bir yerə verib otlayırdılar. Heyvanlar bir vaxt başlarını qaldırıb gördülər ki, ləl köçüb, yurdu qalıb; bir-birilərinin üzünə baxdılar. Dana ağlayıb dedi:
    -Keçi qardaş, qurd gəlib bizi yeyəcək. Tez bir çarə elə.
    Keçi dedi:
    - Gedək bir daxma tapıb içində yaşayaq.
    Hər üçü buna razı oldu. çox gəzdilər, az gəzdilər, dana bir ayı dərisi, keçi bir qurd dərisi, qoyun da bir tülkü dərisi tapıb büründü. Bir xeyli gəzəndən sonra bir daxma tapdılar. Sevinə-sevinə içəri girib gördülər ki: bir ayı, bir qurd, bir də bir tülkü oturub söhbət eləyir.
    Ayı sevinib dedi:
    -Tülkü baba, qalx bir odun gətir.
    Tülkü gedib odun gətirdi. Ayı onu döşünə basıb dedi:
    -Dınqır sazım, dınqır sazım, bir dana yemişəm, biri də bacadan düşdü.
    Qurd odunu ayıdan alıb dedi:
    -Dınqır sazım, dınqır sazım, bir keçi yemişəm, biri də öz ayağı ilə gəldi.
    Sonra odunu tülkü aldı:
    -Dınqır sazım, dınqır sazım, bır qoyun yemişəm, birini də yeyəcəm.
    Bu sözü eşiden keçi qoyuna dedi:
    -Qalx mənə bir odun gətir.
    Qoyun keçiyə bir odun verdi. Keçi odunu döşünə basıb beyirdi:
    -Dınqır sazım, dınqır sazım, bir qurd yemişəm, dərisinə bürünmüşəm, birini də yeyəcəyəm.
    Odunu danaya verdi. Dana bir şıllag atıb dilə gəldi:
    -Dınqır sazım, dınqır sazım, bir ayı yemişəm, dərisinə bürünmüşəm, birini də yeyəcəyəm.
    Dana da odunu qoyuna verdi, qoyun söylədi:
    -Dınqır sazım, dınqır sazım, bir tülkü yemişəm, dərisinə bürünmüşəm, birini də yeyəcəyəm.
    Tülkü bu sözü eşidən kimi götürüldü. Onun dalınca qurd daban aldı, ayı da onlara baxıb qaçdı.
    Keçi yoldaşlarına baxıb dedi:
    -Bu kələklə ölümdən qurtardıq. Gəlin qaçıb bir yana gedək. Onlar yolda fikirləşəcək, geri qayıdıb bizi yeyəcəklər.
    Keçinin fikrini beyənib yola düşdülər. Bir az getdilər. Qabaqlarına bir qaya çıxdı. Dırmaşıb qayanın başına çıxdılar, orada uzandılar.
    Ayı, qurd və tülkü də bir xeyli qaçdılar. Sonra bir ağacın dibində durdular. O biri tərəfdən qurd dedi:
    -Ədə, qoyun, keçi, dana bizi yeyə bilməz. Onlar bizi aldatdılar. Qayıdın gedək, onları yeyək.
    Qayıdıb daxmaya girdilər, gördülər ki, lələ köçüb yurdu qalıb. Onların izi ilə gedib qayaya çatdılar. Gördülər ki, keçi, qoyun, dana qayanın başındadı. Ayı gözlərini aşağıdan yuxarı bərəldəndə dana bərk qorxdu, ayağı sürüşüb tappıltı ilə qayadan düşdü. Dananı görən keçi səsi gəldikcə bağırdı:
    -Dana qardaş, sən ayını bərk tut qaçmasın, biz də qurdla tülkünü tutaq.
    Tülkü keçinin bu sözlərini eşidən kimi qaçdı, onun dalınca qurd, qurdun dalınca ayı götürüldü.Keçi, dana, qoyun o ki var güldülər, sonra hər üçü bir-birinə qoşulub arana gəldilər.

  8. #8
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1048
    @Dygsuz

    Standart






    Xoruz ve Padişah

    Biri var imiş, biri yox imiş, Allah'dan başqa heç kes yox imiş. Bir de bir xoruz var imiş.

    Bir gün xoruz peyinlikde eşelenib özüne yem arayanda bir qara pul tapdı,şad olub başladı oxumağa:
    - Quqquluqu! Birce şahı tapmışam!
    Padişah xoruzun sesini eşidib buyurdu ki
    gedib onun pulunu elinden alsınlar.

    Şahmı xoruzun elinden alandan sonra xoruz başladı oxumağa:
    -Quqquluqu! Padşah mene möhtaç imiş!
    -Padşah buyurdu ki, xoruzun şahısını aparıb özüne versinler.

    - Quqquluqu! Padşah da menden qorxar imiş!
    Padşah bunu eşidende xoruza hirslenib buyurdu ki, onu tutub öldürsünler.

    Xoruzun başını kesende oxudu:
    -Quqquluqu! Ne iti bıçaq imiş!

    Xoruzun başını kesince onu soxdular qaynar suya ki, tükünü yolsunlar. Gaynar qazanın içinde xoruz oxudu:
    -Quqquluqu! Ne isti hamam imiş!

    Xoruzu qazanın içinden çıxarıb tükünü yoldular ve bişirib qoydular pilovun başına.
    Burada xoruz oxudu:
    - Quqquluqu! Ne ağca tepe imiş!

    Pilovu getirdiler padşahın qarşısına. Padşah pilovu yeyende xoruz onun boğazında yene oxudu:
    - Quqquluqu! Ne darca küçe imiş!

    Ondan sonra xoruz getdi qaranlıq yere, orada oxudusa da kimse sesini eşitmedi.

  9. #9
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1048
    @Dygsuz

    Standart






    Dovşanın Gulağı Niye Uzundu


    Bir defe Dovşanla Goyun rast olurlar. Gerara aldılar ki, ömürleri boyu bir-birinden ayrılmasınlar. Goyun Dovşana dedi:
    - Gel, özümüze koma tikek.
    - Tikek de. Ne deyirem?
    Ertesi günü Dovşanla Goyun meşeye taxta-şalban dalınca getdiler. Enli, gövdeli bir ağaca yaxınlaşdılar. Goyun dedi:
    - Men bu ağacı kökünden gırıb, yere yıxaram.
    - Gıra bilmezsen?
    - İndice gıraram, görersen.
    Goyun dal-dalı gaçıb ağaca bir kelle vurdu. Ağac tappıltı ile yere yıxıldı.
    Dovşan fikirleşdi, ağac gırmag ne asanmış? Bunu men de bacararam. Onlar başga ağaca yaxınlaşdılar. Dovşan dedi:
    - Bu ağacı men de gıracağam.
    Goyun gülü-güle dedi:
    - Bacarmazsan.
    - Men gırım, sen de tamaşa ele.
    Dovşan dal-dalı gaçıb alnını zerble ağaca vurdu. Ağac terpenmedi. Dovşanın başı ise çiyinleri arasına keçdi. Goyun dostuna kömek etmek üçün yaxına geldi.
    - Möhkem dur, gulaglarından tutub başını çiyinlerinden çekib çıxardacağam.
    Goyun Dovşanın gulaglarını buraxmadı. Dovşanın başını çiyinlerinden dartıb çıxartdı. Gulaglarını ise az gala yerinden goparacagdı. O, vaxtdan beri Dovşanın gulagları uzundur.

  10. #10
    Dygsuz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    10.793
    Konular
    3263
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    3
    Tecrübe Puanı
    1048
    @Dygsuz

    Standart






    Ayı ve Garışga


    Ayı bulagdan doyunca su içib kenarda oturdu. Donguldanıb dedi:
    -Ay canım, ne yeyim.
    Birden balaca bir Garışga görüb sevindi.
    -He, ceni yeyeceyem.
    Garışga gorxdu, tez yarpağın arasında gizlendi. Ayı yarpağı galdırıb Garışganı götürdü.
    Garışga soruşdu:
    -Meni neyçün yemek isteyirsen?
    -Seni de, bütün aileni de yeyeceyem. Siz gedib bulagdan su içirsiniz. Bele getse, bulağın suyu guruyar, mene galmaz. Sizin neslinizi kesmek lazımdır.
    Garışga yalvardı.
    -Dayan, dayan, gör ne deyirem? Meni burax, axırıncı defe gardaşlarıma su aparım, sonra gayıdaram, yeyersen.
    Sen gedib gayıdana geder döze bilmerem. Ele indi yeyeceyem.
    -Yeme, yeme. Bunun evezinde sene deyerli meslehet vererem.
    -He, yaxşı de, görek.
    -Bir parasını ye, ikinci parasını gış üçün saxla.
    -Hi, yaxşı meslehetdir.
    Ayı Garışganı ağzına goyub uddu.
    Garışgalar çox gözlediler. Su ardınca geden Gara Garışga gayıtmadı. Balaca cığırla tepeye galxıb yola baxdılar.
    -Bes, bizim gardaşımız niye gelib çıxmadı. Belke batıb?
    -Yox? Onu Ayı yeyib, deye Garğa Garışgalara xeber verdi.
    Bütün garışgalar Ayının mağarası terefe getdiler. Mağaranın ağzında yeri altdan gazmağa başladılar. Köstebek böyürden çıxıb dedi:
    -Siz ne edirsiz?
    -Ayı üçün guyu gazırıg.
    -Men de size kömek ederem. Keçen il iki balamı yeyib, ondan intigam almag üçün fürset axtarırdım.
    Garışgalar ve Köstebek üç gün, üç gece yeri gazmağa başladılar. Ayının ise bundan xeberi yox idi.
    Bir gün Ayı kefi kök, öz mağarasına gayıdırdı. Gece idi. Ayı ay işığında oynamağa başladı. O geder atılıb-düşdü ki, guyunun üstündeki torpag davam getirmeyib dağıldı. Ayı guppultu ile guyuya düşdü. Garışgalar Ayıdan bele intigam aldılar.

Giriş

Giriş