TARİHTE TÜRK MİLLETİ Türk sözcüğünün anlamı; "Güçlü, kuvvetli, miğfer, türemiş, şekil kazanmış" demektir. Türkler; Türkçe ve bu dilin lehçelerini konuşurlar. Türk kelimesinin geçtigi ilk devlet, Göktürk (Kök-Türk) imparatorluğudur. Orhun Kitabelerinde Türk kelimesi, bazen Türk, bazen de Türük olarak yazilmiştir. 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud; "Türk adının Türkler'e , Tanrı tarafından verildiğini belirterek, Türk adının "Gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı" demek olduğunu belirtir.

Bu konu 15959 kez görüntülendi 37 yorum aldı ...
BÜYÜK TÜRK TARİHİ 15959 Reviews

    Konuyu değerlendir: BÜYÜK TÜRK TARİHİ

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 15959 kez incelendi.

Sayfa 1 Toplam 4 Sayfadan 123 ... Sonuncu
  1. #1
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart BÜYÜK TÜRK TARİHİ

    TARİHTE TÜRK MİLLETİ



    Türk sözcüğünün anlamı; "Güçlü, kuvvetli, miğfer, türemiş, şekil kazanmış" demektir. Türkler; Türkçe ve bu dilin lehçelerini konuşurlar. Türk kelimesinin geçtigi ilk devlet, Göktürk (Kök-Türk) imparatorluğudur. Orhun Kitabelerinde Türk kelimesi, bazen Türk, bazen de Türük olarak yazilmiştir.

    11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud; "Türk adının Türkler'e , Tanrı tarafından verildiğini belirterek, Türk adının "Gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı" demek olduğunu belirtir. Türk kelimesi, gerek İslâm, gerek İran ve gerekse Tevrat'ta geçmektedir. Tevrat'ta Türkler'in Hz. Nuh'un oğlu Yafes'in soyundan geldiği kabul edilir.Türkler, üç beyaz ırk grubundan "Europid" grubunun "Turanid" tipinden gelir.

    Türkler'in anavatanı Orta Asya'dır. 9. yüzyıldan itibaren, Orta Asya'da yaşayan Türkler; nüfus fazlalığı, mer'a yetersizliği, su kıtlığı gibi nedenlerle göç etmeye başlamışlardır. Orta Asya'dan dört bir yana gerçekleşen bu göçlerin en önemlisi batı yönünde olmuştur. Batı yönde gerçekleşen göçler sonucu, 11. yüzyılda Anadolu Türkleşmiş ve daha sonra Avrupa içlerine kadar yayılmışlardır. 20. yüzyılda ise dünyanin bütün kıtalarına dağılmışlardır. Avustralya'dan Brezilya'ya kadar, dünyanın her tarafında, bugün Türk vardır.

    Yine bu göçün Altay çevresinde göçebe halinde yaşayan Türk kavimlerinin hayvan sürülerini otlatmak için Aral Gölü istikametinde olduğu kaydedilir.Tarihin geçmiş dönemlerinde, değişik ve uzun zaman dilimleri içinde, birlik ve beraberlik içinde yaşayan Türk Dünyası, kurmuş olduğu medeniyetlerle, tarihe altın harflerle adını yazdırmıştır. Göktürkler, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar, bu devletlerin en bilinenleridir. Özellikle bugüne göre en son Büyük Türk Devleti olan Osmanlı Devleti, kendine has özellikleriyle, dünya hakimiyetini tam 600 yıl elinde tutmuştur. Ne yazık ki, Osmanlı Devleti'nin çöküşüyle birlikte, Türk Dünyası paramparça olmuş ve 20.yüzyıla esaret altında girmiştir. 20.yüzyılın esaretini, Türk Dünyası içinde ilk kez, yine Osmanlı Devleti'nin çekirdeğini oluşturan Türkiye kırmış ve Anadolu'nun şahlanışı ile bağımsızlığını kazanmıştır. Bu devletlerin sayısı, mevcut bazı tarihi kaynaklara göre 113 olduğu, bazı kaynaklara göre 125'i geçtiği ve bazı kaynaklara göre de 180'i bulduğu kabul edilir.



    1. Hun İmparatorluğu: İlk büyük Türk Devletidir. M.Ö.220'den M.S.216'ya kadar hüküm sürmüştür. Türklük dünyasının öncüleri olarak bilinir. Mete Han döneminde imparatorluğun sınırları Japon Denizi'nden Hazar Denizi'ne kadar geniş bir bölgeyi kapsar.


    2. Batı Hun İmparatorluğu: M.Ö. 53'de, Büyük Hun İmparatorluğunun ikiye bölünmesiyle, Batı Türkistan'da Cici Han tarafından kurulan devlet. Coğrafi mekan olarak sınırları Batı Türkistan'ı içine alır.


    3. Han yada Ön Chao Kuzey Çin Hun Devleti: M.S. 304 ile 329 yılları arasında Kuzey Çin'de kurulmuş bir devlet.


    4. Arka Chao Kuzey Çin Hun Devleti: M.S.319 ile 351 yılları arasında Kuzeydoğu Çin'de kurulmuş bir Türk devleti.


    5. Kuzey Liang Hun Devleti: M.S. 401 ile 439 yılları arasında Kansu ve çevresinde kurulmuştur.


    6. Hsia Hun Devleti: M.S.407 ile 431 yılları arasında , Kuzey Çin'de ordu platformu çevresinde kurulmuş bir Türk devletidir.


    7. Avrupa Hunları(Bati Hunları) : M.S. 434'de Atilla'nın başa geçmesiyle Avrupa Hunları, büyük bir imparatorluk haline geldiler. Atilla'nın oğulları devleti iyi yönetemeyince, imparatorluk 470'de çökmüştür.


    8. Tabgaç Devleti : Batı Hun imparatorluğu yıkıldığı yıllarda , Orta Asya'da kurulmuştur. 520'de Budizmin etkisinde kalarak yıkılmıştır.


    9. Akhunlar : Tabgaç Devleti'nin çağdaşıdır. 5.yüzyılın ortalarında, Amuderya nehrinin akaçlama alanı içinde kurulmuş ve gelişme göstermiş bir Türk devletidir. Coğrafi sınırları; Horasan, Afganistan ve İran topraklarına kadar uzanır. 557'de Akhunlar tarihe karıştı.


    10. Göktürk Devleti : 530'larda kurulan ve adında ilk defa Türk geçen bir devlettir. 745'de Uygurlar tarafından yıkılmıştır.


    11. Doğu Göktürk Hakanlığı: 582 yılında, Göktürk Hakanlığı'nın ikiye ayrılmasından sonra ortaya çıkmıştır. 630 yılına kadar devam eden Doğu Göktürk Hakanlığı'nın coğrafi sınırları; Aral gölü ve çevresi, Ötüken, kuzeybatı Moğolistan ve Kaşgar'a kadar uzanan geniş bir mekanı içine almıştır.


    12. Batı Göktürk Hakanlığı: 630 yılına kadar devam eden Batı Göktürk hakanlığının sınırları Aral Gölü - Kafkaslar arasındakı geniş toprakları içine almaktadır.


    13. Türgeş Devleti: Batı Göktürk Hakanlığı'nın 630'da yıkılışından sonra On Boy'dan biri olan Türgeşlerin kurmuş olduğu bu devlet, 750 yılına kadar devam etmiştir. Türklere, şehir hayatını benimseten bir devlettir. Başkenti Talas'dır.


    14. Uygur Hakanlığı : Büyük Hunların torunları olan Uygurlar, çok sayıda devlet kurmuşlardır. Uygur Hakanlığı bunlardan birisidir. 744-840 yılları arasında hüküm sürmüştür. Selenga, Orhun ve Tola ırmakları havzalarından Baykal gölünün güneyindeki bozkırlara kadar uzanan geniş sahada yaşamışlardır.


    15. Kao-Ch'ang (Turfan) Uygur Devleti: Ötüken Uygurları da denilen Uygur hakanlığının 840 yılında Kırgızlara yenilgisinden sonra, güneye göç eden Uygurların Turfan havzası ve çevresinde kurmuş oldukları bir devlet. 847 yılında Çin ve Kırgız kıskacı altında dağılmışlardır.


    16. Kan-Chou (Sarı Uygur) Uygur Devleti: 840 tarihinde Uygur Hakanlığının yıkılışından sonra kurulmuş bir devlet. Orta Asya İpek yolu ticaretine hakim oldular.


    17. Karluklar : İslâm dinini ilk kabul eden bir Türk devleti. Çungarya havzası ve Tarım bölgesinde hüküm sürdüler.


    18. Kimek Hakanlığı: İrtiş boylarında yaşayan İmek, İmi, Tatar, Balandur, Kıpçak, Lankaz ve Ecdad gibi Türk boylarının bir araya gelerek kurmuş oldukları federasyon bir devlettir.


    19. Kırgızlar : 840'dan itibaren Uygur başkenti Ötüken'de devleti kurdular. 1207'de Cengiz Han'ın egemenliğini kabul ettiler.


    20. Avar İmparatorluğu : Macaristan'da büyük bir devlet kuran Avarlar, zaman zaman İstanbul'u kuşattılar. 630'dan sonra zayıflamaya başladılar. 9. yüzyılda da parçalandılar.


    21. Hazar Devleti : 7. yüzyıldan itibaren iyice güçlenen ve bütün Dogu Avrupa'yı eline geçiren Hazarlar, 3 yüzyıl hüküm sürdüler.


    22. Peçenekler : Bir süre Hazarlar'ın egemenliğinde yaşayan Peçenekler, 10. yüzyıl ortalarına doğru güçlendiler ve 11. yüzyılda dağıldılar.


    23. Uzlar : Karadenizin kuzeyinde ve Doğu Avrupa'da hüküm sürdüler. Genelde Özi Irmağı çevresinde yaşayan Uzların Selanik'e kadar ilerledikleri bilinir. Peçenekler ile çağdaştırlar.


    24. Kumanlar : 11. yüzyılda Balkaş gölünden Batı Karadeniz kıyılarına kadar uzanan geniş topraklarda hüküm sürdüler. 12. yüzyılda dağıldılar.


    25. İtil (Volga) Bulgar Devleti : Karadeniz'in kuzeyinde 630'larda devlet oldular. 864'den sonra Hırıstiyanlığı kabul ettiler. 1236 yılında Batu han tarafından yıkılmıştır. Coğrafi sınırları; İtil (Volga) nehrinin akaçlama alanına tekabül eder.


    26. Tuna Bulgar-Türk Devleti: Hazarların tazyiki ile birlikte Bulgarlar 660 tarihinden itibaren tuna boylarına yerleşmeye başladılar. 893-927 yıllarında en parlak dönemini yaşayan Bulgar Devleti, 1393 yılından itibaren 500 yıllık Osmanlı hakimiyetine girmişlerdir.


    27. Toharistan Türk Devleti: Altıncı yüzyılın sonlarında kurulmuş bir Türk devleti. Coğrafi sınırları; bugünkü Afganistan Türkistanı topraklarını içine alır.


    28. Türk-şahi yada Tigin-şah Devleti: Kabil, Gazne çevresinde, Sind ırmağı ve Mahaban dağları çevresinde kurulmuş bir devlet.


    29. Şûl (Çöl) Türkleri Devleti: Hazar denizinin güneydoğusunda kurulmuş bir Türk devleti. 716 tarihinde Emevi ordularına yenilince, İslâmiyeti kabul ettiler.


    30. Tolunoğulları : 868'de Mısır - Irak arasında kurulan bir Müslüman Türk devletidir. 905'de yıkıldılar.


    31. İhşidiler : Tolunoğullarından sonra yaklaşık aynı topraklarda 968'e kadar hüküm sürdüler.


    32. Karahanlılar : 10. yüzyılın ortalarında Orta Aysa'da kurulan ilk Müslüman Türk devletidir.


    33. Gazneliler : Karahanlılarla çağdaştır. İlk Müslüman Türk devletlerindendir. Sınırları Afganistan ve Hindistan'ı içine alır.


    34. Kutbiler: 1191-1211 arasında, Hindistan'da hüküm sürmüş bir Türk devletidir. Kurucusu bir Memluk olan Aybeg'dir.


    35. Şemsiler: 1211-1266 arasında Hindistan'da hüküm sürmüştür. Kurucusu Iltutmuş (ünvanı Şemseddin) Memluk asıllıdır.


    36. Balabanlılar: 1266-1290 yılları arasında Hindistan'da hüküm sürmüş bir Türk devleti.


    37. Kalaçlar: 1290-1320 yılları arasinda hüküm sürmüştür. Kutbiler, Şemsiler ve Balabanlardan sonra gelen Delhi Türk Sultanlığıdır.


    38. Tuğluklar: Kalaçlardan sonra, Delhi Türk Sultanlığı'nın son halkasını teşkil ederler. 1320-1414 yılları arasında hüküm sürmüşlerdir.


    39. Büyük Selçuklu İmparatorluğu : Ön Asya'da kurulan ilk ve en büyük Müslüman Türk devletlerinden biridir. 1040-1157 yılları arasında hüküm sürmüştür.


    40. Hısn-ı Keyfâ Artukluları: 1101 yılında Artuk'un oğlu Sokman tarafından Hısn-ı Keyfâ (Hasankeyf) ve yakın çevresinde kurulmuştur. 1231 yılında Eyyubiler tarafından yıkılmıştır.


    41. Mardin Artukluları: 1108 yılında Artuk'un oğlu İlgazi tarafından Mardin ve çevresinde kurulmuştur. Artuklu devletlerinin en uzun ömürlüsüdür. 1408 yılına kadar hüküm sürmüşlerdir.


    42. Harput Artukluları: En kısa ömürlü olan Artuklu devletlerinden biridir. 1185-1233 tarihleri arasında bugünkü Elazığ ve çevresinde hüküm sürmüşlerdir.


    43. Saltuklular: 1071 Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'da kurulmuş olan 4 Türk devletinden biridir. Erzurum ve çevresinde 1072-1202 yılları arasinda hüküm sürmüştür.


    44. Mengücekler: Anadolu Selçuklu devletlerinden biridir. Erzincan ve çevresinde 1072-1228 yılları arasında hüküm sürmüşlerdir.


    45. Danişmendliler: Sivas ve Divriği çevresinde hüküm sürmüş, Anadolu Selçuklu devletlerinden biridir.


    46. Sökmenler (Ahlatşahlar) Devleti: 1110-1207 yılları arasında Van gölü havzasında hüküm sürmüş bir Türk devleti.


    47. Dilmaç Oğulları Beyliği: 1084-1394 tarihleri arasında Erzen ve Bitlis çevresinde hüküm sürmüş bir Türk devleti.


    48. Yinal Oğulları Beyliği: 1098-1183 yılları arasında, Diyarbakır ve çevresinde hüküm sürmüşlerdir.


    49. İzmir Türk Beyliği (Çaka Beyliüi): 1081-1097 yılları arasında, İzmir, Foça, Midilli adası ve çevresinde hüküm sürmüş bir Türk beyliğidir.


    50. Türkiye Selçukluları Devleti: 1071 Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'da kurulmuş olan ve Bizans'a en yakın olan Türk devletlerinden biridir. 1075-1308 tarihleri arasında hüküm sürmüştür. Konya ve çevresi merkez olmuştur.


    51. Suriye Selçukluları Devleti: 1069-1118 yılları arasında, bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün ve İsrail toprakları üzerinde kurulmuş bir Türk devletidir.


    52. Dımaşk Atabegliği: 1104-1154 yılları arasında güney Suriye'de varlığını sürdüren bir Türk devletidir.


    53. Irak Selçukluları Devleti: 1118-1194 arasında Irak ve güneybatı İran toprakları üzerinde kurulmuş bir Türk devletidir.


    54. Zengiler : Büyük Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra, Suriye ve Yukarı Mezopotamya'da kurulan bir Türk devletidir. Musul Atabegliği adı da verilir. 1127-1233 yılları arasında hüküm sürmüştür.


    55. Kirman Selçukluları: 1040 Dandanakan zaferinden sonra Tabes vilayeti ile Kirman çevresinde kurulmuştur. Sınırları Umman'a kadar uzanır. 1187 yılında yıkıldı.


    56. İldenizler : Zengilerle çağdaş, Azerbaycan çevresinde kurulan bir Türk devletidir.


    57. Salgurlar : Zengiler ve İldenizlerle çağdaş (1148 - 1286) İran'da kurulmuş bir Türk devletidir.


    58. Hârizmşahlar Devleti: Büyük Selçuklu Devletiyle çağdaş, Aral gölünün güneyinde 1097-1231 yılları arasında yaşamışlardır.


    59. İlhanlı Devleti: 1256- 1343 yılları arasında, Doğu Anadolu, İran ve Afganistan'a kadar uzanan geniş topraklar üzerinde hakimiyet kurmuştur.


    60. Eyyubiler : Ön Asya'da kurulan bir Müslüman Türk devleti (1171-1250).


    61. Mısır Türk Sultanlığı (Memluklar) : Mısır ve Suriye'de 250 yıldan fazla (1250-1517) hüküm sürmüştür. Osmanlılar'ın Mısır'ı fethettikleri tarihe kadar varlıklarını korumuşlardır. Mısır, bir Arap ülkesi olmasına rağmen, ortaçağ haritalarında, Memluk hakimiyetinden ötürü, "Türkiye" olarak adlandırılmıştır.


    62. Timurlar Devleti: 1370-1507 yılları arasında, Adalar Denizi (Ege) kıyılarından Orta Asya'ya ve Hint Okyanusuna kadar uzanan geniş topraklar üzerinde hüküm sürmüş büyük bir Türk imparatorluğu.


    63. Bâbur Devleti: 1494-1858 yılları arasında Hindistan'da hüküm sürmüştür.


    64. Şeybaniler : Aynı zamanda Özbek devleti olarak da bilinir. Orta Asya'da kurulmuştur.


    65. Kazan Hanlığı : Dogu Avrupa'da Karadeniz'den Moskova'ya kadar uzanan geniş bölgede, 1437 - 1552 yılları arasında hüküm süren bir devlet.


    66. Kasim Hanlığı: 1445-1681 arasında, Kazan hanlığının güneybatısında yaşamış olan bir Türk hanlığı.


    67. Astrahan Hanlığı: 1466-1556 yılları arasında, Idil nehrinin Hazar denizine döküldüğü delta bölgesinde kurulmuş olan bir Türk devletidir.


    68. Kırım Hanlığı : 1441 - 1783 arasında Kırım ve çevresinde kurulmuştur. Osmanlı devletine bağlı yaşamışlardır.


    69. Sibir Hanlığı: Altınordu devletinin parçalanmasından sonra Moğolistan bölgesinde kurulmuş ve 1480-1598 yılları arasında hüküm sürmüştür.


    70. Buhara (Özbek) Hanlığı: 1500-1920 yılları arasında, Orta Asya'da, Buhara ve çevresinde, hüküm sürmüş bir Türk devleti.


    71. Hive Hanlığı: 1512-1920 yılları arasında, Orta Asya'da Hive ve çevresinde hakimiyet kurmuşlardır.


    72. Hokand Hanlığı: 1700-1876 yılları arasında, Fergana havzasında kurulmuş bir hanlık.


    73. Safeviler : 1502-1732 yılları arasında Ön Asya'da yaşamışlardır.


    74. Afşarlar : Safaviler'in yıkılmasından sonra, aynı bölgede 1736-1795 yılları arasında hüküm sürmüşlerdir.


    75. Kaçarlar : 1779-1925 yılları arasında, Hazar Denizi'nin güney kıyılarında yaşamışlardır.


    76. Altınordu Hanlığı: 1227-1502 yılları arasında, Karadeniz ile Hazar denizi arasında yaşamış bir Türk devleti.


    77. Akkoyunlular Devleti: Diyarbakır-Malatya çevresinde kurulan bu devlet, Karakoyunlularla halef-seleftir. 1403-1514 yılları arasında, 111 yıl süren bir ömrü vardır.


    78. Karakoyunlular Devleti : Erbil-Nahçıvan arasında yani Azerbaycan, Irak ve Doğu Anadolu'da 1390'de kurulmuş ve 1468'e kadar devam eden 78 yıllık bir ömre sahiptir.


    79. Karaman Oğulları Beyliği: 1256 - 1483 arasında, Konya-Karaman çevresinde hüküm sürmüştür.


    80. Alaiye Beyliği : Alanya ve çevresinde 1300-1463 yılları arasında hüküm sürmüş bir beyliktir.


    81. Eşref Oğulları Beyliği: Beyşehir ve Eğridir yörelerinde, 1280-1326 yılları arasında hüküm sürmüş bir beyliktir.


    82. Germiyan Oğulları Beyliği: 1303-1429 yılları arasında, Kütahya ve çevresinde kurulan bir Türk beyliğidir.


    83. Hamid Oğulları Beyliği: Uluborlu ve Eğridir çevresindeki bir beylik.


    84. Teke Oğulları Beyliği: Antalya yöresinde hüküm sürmüş, bir Anadolu beyliğidir.


    85. Menteşe Oğulları Beyliği : Menteşe (Anadolu'nun güneybatısı) yöresinde, 1282 - 1389 arasında hüküm sürmüştür.


    86. İnanç Oğulları Beyliği : Buna Lâdik Beyliği de denilir. 1276-1400 yılları arasında, Denizli - Honaz - Dalaman çevresinde kurulan bir Anadolu beyliğidir.


    87. Sahip Ata Oğulları Beyliği: 13.yüzyıl sonları ile 14.yüzyıl başlarında yaklaşık 90 yıllık bir devrede, Afyon Karahisarı ile yakın çevresinde hüküm sürmüş olan bir beyliktir.


    [89. Karesi Oğulları Beyliği: Balıkesir yöresinde 1297'de kurulan bir beylik, 1360'da Osmanlı idaresine girmiştir.


    90. Candar Oğulları Beyliği: Kastamonu ve Sinop yöresindeki Anadolu Türk beyliği. Beyliğin ömrü, 1292-1461 yılları arasında, yaklaşık 170 yıl sürmüştür.


    91. Eretna Oğulları Beyliği: Sivas ve Kayseri'deki Anadolu beyliğidir. Anadolu'daki Uygur sülalesinin kurmuş olduğu bir beyliktir. 1344-1381 yılları arasında, 37 yıllık bir ömür sürmüştür.


    92. Kadı Burhaneddin Beyliği: 1381-1400 yılları arasında, Sivas, Amasya ve Kayseri havalisinde kurulmuş bir beylik. Anadolu Selçuklu Beylikleri arasında, 19 yıllık ömrü ile en kısa ömürlü bir beyliktir.


    93. Saruhan Oğulları Beyliği : 1310-1410 yılları arasında, 100 yıllık bir ömür süren beylik, Manisa yöresinde hüküm sürmüştür.


    94. Tacettin Oğulları Beyliği: Ordu ve Bafra yörelerinde kurulmuş Anadolu beyliği. 1378-1428 tarihleri arasında, yaklaşık 50 yıl ömrü olan bir beyliktir.


    95. Pervane Oğulları Beyliği: 1276-1322 yılları arasında 46 yıllık bir süre içinde, Sinop'ta kurulmuş bir beyliktir.


    96. Ramazan Oğulları Beyliği: Çukurova'da kurulmuş Anadolu beyliği. 1378-1608 yılları arasında varlığını sürdürmüştür. Anadolu Selçuklu Beyliklerinden, Osmanlı Beyliği'nden sonra ömrü en uzun olan beyliktir. Yaklaşık 245 yıl hüküm sürmüştür.


    97. Dulkadir Oğulları Beyliği: Maraş ve Elbistan'da hüküm sürmüş bir beylik. Beylik, 1337-1521 yılları arasında varlığını göstermiştir.


    98. Osmanlı İmparatorluğu : 1299'da Söğüt civarında kurulmuş ve 1923 yılına kadar devam etmiş ve üç kıtada at sürmüş Cihan İmparatorluğudur. Bu cihan imparatorluğu, geçmişten gelen Türk devlet geleneğinin kemâle ermiş biçimini dünya sahnesinde, 600 yıl sergilemiştir. 1606 tarihinde imzalanan Zigvatorok Antlaşmasi ile İmparatorluk, toprak bakımından en geniş noktasına ulaşmıştır. Bu tarihlerde, Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları; Anadolu, Kafkasya, Kırım, Güney Ukrayna, bugünkü Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Macaristan, Suriye, Ürdün, Lübnan, Israil, Irak, Suudi Arabistan, Yemen, Mısır, Tunus, Libya, Cezayir ve Akdeniz adalarını içine almaktaydı. İmparatorluğun etkisi altına almış olduğu toprakların yüzölçümü ise, 22 milyon km².yi aşmıştır.


    99. Türkiye Cumhuriyeti: Osmanlı Devleti'nin yıkılışından sonra, Anadolu yarımadası ve doğu Trakya toprakları üzerinde, 1923 tarihinde kurulmuştur.


    100. Hatay Türk Cumhuriyeti: 2 Eylül 1938 - 23 Haziran 1939 tarihleri arasında, Antakya ve İskenderun çevresinde kurulmuş bir devlet.


    101. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti: 15 kasim 1983'de Kıbrıs adasının kuzey yarısında Türk Cumhuriyeti ilan edilmiştir.


    102. Aras Türk Hükümeti: 3 Kasım 1918'de Iğdır ve Nahcıvan çevrelerini kapsayan topraklar üzerinde kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile birlikte, Iğdır Türkiye'de, Nahcıvan bölgesi Sovyet Rusya'da kalmıştır.


    103. Cenubi Garbi Kafkas Türk Hükümeti: 9 Ocak 1919 Ardahan Kongresi'nin ardından Batum'dan Nahcıvan'a kadar uzanan topraklar üzerinde kurulmuştur.


    104. Türkmen Devleti: 1855-1885 tarihleri arasinda Türkmenistan 'da kurulmuş bir devlet.


    105. Garbi Trakya Devleti: 22 mayis 1920'de Gümülcine'nin Hemitli nahiyesinde kuruldu.


    106. Doğu Türkistan (Uygur) Devleti: 1864-1877 tarihleri arasında Doğu Türkistan'da varlığını koruyabilmiş bir Türk devleti.


    107. Doğu Türkistan Türk Cumhuriyeti: 12 Kasım 1933 tarihinde Doğu Türkistan'da kuruldu. 1937 yılına kadar varlığını korudu.


    108. Azerbaycan Türk Cumhuriyeti: 1918-1920 tarihleri arasında, Azerbaycan topraklarında hüküm sürmüştür. Daha sonra Sovyet Rusya'nın hakimiyetine giren bu devlet,30 Ağustos 1991 yılında yeniden bağımsızlığına kavuşmuştur.


    109. Özbekistan Türk Cumhuriyeti: 31 Ağustos 1991 tarihinde bağımsızlığına kavuşmuştur.


    110. Türkmenistan Türk Cumhuriyeti: 27 Ekim 1991'de bağımsızlığını ilan etmiştir.


    111. Kazakistan Türk Cumhuriyeti: 16 Aralık 1991 tarihinde bağımsızlığına kavuşmuştur.


    112. Kırgızistan Türk Cumhuriyeti: 31 Ağustos 1991 tarihinde bağımsızlığına kavuşmuştur.


    113. Tacikistan Türk Cumhuriyeti: 9 Eylül 1991 tarihinde bağımsızlığına kavuşmuştur.




    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: BÜYÜK TÜRK TARİHİ

          Kategori: Türk Tarihi

          Konuyu Baslatan: Aybalam76

          Cevaplar: 37

          Görüntüleme: 15959

    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

  2. #2
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart Selçuklu ve Osmanlı Dönemine Ait Madeni Paralar...

    Selçuklu ve Osmanlı Dönemine Ait Madeni Paralar...






    -----



    -----



    -----



    -----


    -----

    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

  3. #3
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart Büyük osmanlı imparatorluğu

    OSMANLI KUDRETİNİN DOĞUŞU


    Anadolu Türklüğünü yeniden birliğe kavuşturan, yayılmasını ve güçlenmesini sağlayan Osmanlı hânedânının ortaya çıkışı meselesi, Batı Anadolu’nun Uç bölgesinde yeni bir Türkiye’nin doğuşu ile sıkı sıkıya bağlıdır. Osmanlı hânedânının mensup bulunduğu Oğuzların sağ kolu olan Günhan kolunun Kayı boyu, dokuzuncu milâdî asırdan îtibâren Selçuklularla beraber Ceyhun Nehrini geçerek İran’a geldi. Rivâyetlere göre Horasan’da Merv ve Mahan tarafına yerleşen Kayılar Moğolların tecâvüzleri üzerine yerlerini bırakarak Âzerbaycan’a ve Doğu Anadolu’ya göç ettiler.




    Bir rivâyete göre Ahlat’a yerleşen Kayılar oradan Erzurum ve Erzincan’a daha sonra Amasya’ya gelerek oradan Haleb taraflarına göç ettiler. Bir kısmı Caber Kalesi civarında kalırken diğer bir kısmı Çukurova’ya gitti. Çukurova’ya gelenler, daha sonra Erzurum civarında Sürmeliçukur’a vardılar. Aralarında çıkan ihtilaf üzerine bir kısmı asıl yurtlarına dönerken, Ertuğrul ile kardeşi Dündar’ın emrindekiler, bir müddet Sürmeliçukur’da kaldıktan sonra, Moğolların batıya akınları üzerine Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykubad’a mürâcaat ederek Karacadağ taraflarındaki Rum hududuna yerleştirildikleri söylenirse de bu, târihî hakikatlere pek uygun düşmemektedir. Gündüz Alp’i Ertuğrul Gâzinin babası olarak gösteren ve bugün ilim âleminde kabul edilen diğer bir rivâyete göre ise Gündüz Alp’in Ahlat’ta vefâtından sonra oymağın başına geçen oğlu Ertuğrul Gâzi buradan hareketle Erzincan’a ve oradan da Bizans sınırına yakın olmak gâyesiyle Karacadağ mıntıkasına gelmiştir. Muhakkak olan bir şey varsa o da Ertuğrul Gâzi liderliğindeki Kayıların on üçüncü yüzyıl ortalarında Ankara’nın batısında bulunmalarıdır. Sonraları, tahminen 1231 yıllarında, Sultan Alâaddîn’in kendilerine ıkta olarak verdiği Söğüt ve Domaniç’e gelip yerleşmişlerdir. Diğer taraftan Moğollar, Orta Asya Türklüğünü ve medeniyetini imhâ ederken, istilânın dehşeti karşısında, onların kılıcından kurtulan büyük göçebe kitleleri, şehirli âlim, tâcir, edebiyatçı ve sanatkârlar da Anadolu’ya sığınıyordu. Muhâceret dalgaları Selçuklu hududunda eskiden beri mevcut göçebeler üzerine yeni Türk boylarını birbirine karıştırıyor ve uçlardaki yoğunluğu süratli bir şekilde artırıyordu. Kaynakların kayıt ve tasvirine göre Âzerbaycan ve Arran (Karadağ) ovaları ile vâdileri karıncalar gibi kaynaşıyor ve göç dalgaları buradan Türkiye’ye akıyordu. Böylece Moğollardan kaçan Türkmenler, Anadolu’ya nüfus ve hayâtiyet getiriyor ve siyâsî parçalanmaya rağmen bu memleket, yeni bir kudret kazanıyordu. 1261’den îtibâren Moğol kontrolünün nispeten zayıf bulunduğu ve Türkmen nüfûsunun gittikçe kuvvetlendiği Kızılırmak’ın batısındaki bölgede (Kastamonu-Ankara-Akşehir-Antalya hattının batısında) uç beylikleri ortaya çıktı. Eskişehir, Kütahya, Afyon ve Denizli, Selçuklu-İslâm kültürünün yerleştiği uç merkezleri olarak yükselip Gâzi Türkmenlerin faaliyette bulunduğu en ileri uc bölgesiyle Selçuklu iç bölgesi arasında bir ara bölge haline geldiler. Uc bölgelerinde ortaya çıkan Türkmen beylikleri arasında Konya’ya hâkim olan Karamanoğulları en kuvvetlisi görünüyor ve Selçukluların vârisi olduğunu iddia ediyordu. Batı Anadolu’da Aydınoğulları devrin şartlarına göre mükemmel bir donanma kudretine sâhip bulunuyordu. Göçebe bir kavmin süratle denizci olması ve Adalar (Ege) Denizini alt üst eden gazâlarıyla hayranlık uyandırması şaşılacak bir gelişmeydi. Bu devir Anadolu’sunda yine mühim sayılabilecek bir güce sâhip bulunan Germiyanoğulları, Karesioğulları, Menteşeoğulları, Saruhanoğulları, Hamidoğulları ve Candaroğulları beyliklerinden her biri kendi hesabına yayılma mücâdelesine girişti. Bunlar arasında Söğüt’te kurulan Osmanlı beyliği en mütevazi bir durumda bulunuyordu.

    Ertuğrul Bey, tahminen 90 yaşında olduğu halde, 1288’de vefât ettiğinde Osmanlı Beyliği; Karacadağ, Söğüt, Domaniç ve çevresinde 4800 kilometrekarelik mütevâzî bir toprak parçasına sâhipti. Ertuğrul Beyin vefâtından sonra uçtaki Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla Kayı boyundan olduğu için Osman Bey hepsine baş seçildi. Diğer Anadolu beyleri birbirleriyle uğraşırken Osman Bey, Bizansla mücâdele etti. Bu sâyede 1288’de Selçuklu sultanının gönderdiği hâkimiyet alâmetlerini alan Osman Gâzi böylece kendi nüfuz mıntıkasını ve oradaki reayayı Bizans’a ve komşu beylere karşı koruma mesuliyetini yüklenmiş oldu. Çevresine aldığı Samsa Çavuş, Konuralp, Akçakoca, Aykutalp, Gâzi Abdurrahmân gibi aşiret beyleriyle birlikte fetih hareketini başlatan Osman Gâzi kısa sürede İnönü, Eskişehir, Karacahisar, Yarhisar, İnegöl ve Bilecik’i zaptetti. Bilecik’in fehti ve Osman Beyin beylik merkezini buraya nakletmesiyle; Anadolu Selçuklularında Moğollara karşı girişilen başarısız Sülemiş isyânı neticesinde Sultan Üçüncü Alâaddîn Keykubad’ın kaçması hemen hemen aynı târihlere rastladı. Bu sebeple Selçuklu Devletinin başsız kalması neticesinde daha serbest hareket etmeye başlayan Osman Gâzi, istiklâlini îlân etti.

    (27 Ocak 1300). Bölgenin ve Bizans’ın içinde bulunduğu durumdan istifâde eden Osman Beyin kuvvetleri Bursa önüne kadar akınlarda bulunuyordu. Lefke, Mekece, Akhisar, Geyve ve Leblebici kalelerinin fethinden sonra Osman Gâzi askerî harekâtın başına oğlu Orhan Gâziyi getirdi (1320). Osman Gâzi bundan sonra ölümüne kadar teşkilât meseleleriyle meşgul oldu (Bkz. Osman Gazi). 1324 veya 1326’da öldüğü tahmin edilen Osman Bey vefât ettiği sırada Bursa Osmanlıların eline geçti. Bursa’nın zaptından sonra beylik merkezi buraya nakledildi ve şehir yeni binâlarla süslendi. Gerçekte Selçuklunun târihten çekilmesiyle Anadolu bir virâne görünümünde idi. Çünkü Moğolların Anadolu’daki tesiri hâlâ hissediliyordu. Ancak Selçukludan kalan kıymetli hazineler vardı. Bunlar din, dil ve alfabe birliğiydi. Bunun rûhu da gazâ aşkı idi. Osmanlı bunların hepsini kendisinde toplamıştı. Dil, din ve alfabe birliği sâyesinde halk sınır tanımıyordu. Gazâ aşkı ve şehit olma isteği her an Hıristiyanlarla gazâ eden Osmanlı Beyliğine büyük fırsatlar verdi. İşte bu aşk ve şevkle diğer beylerin tebası Osman eline göç etti veya en azından onların muvaffakiyeti için gönülden duâ etti. Âlimler de aynı yolu tâkip ederek, Edebali, Dâvûd-ı Kayseri, Dursun Fâkih gibi büyükler Karaman ülkesinden kalkıp, Osmanlı toprağına kondular ve kültür faaliyetlerini başlattılar. Orhan Gâzi devrinde Bizans’a karşı kazanılan Pelekanon Muhârebesinden sonra İznik fethedildi (1330). Orhan Gâzinin 1361’e kadar olan hükümdarlığı devresinde Osmanlı Devleti kardeş beyliklerin üzerinde hâkim bir güç hâline geldi. Daha önce Ege ve Rumeli’de Karesi, Saruhan ve Aydınoğulları gazâ hareketinin öncüleri durumunda idiler. Ancak Karesi beyliğinin ilhâkı ve Aydınoğlu Gâzi Umur Beyin Haçlı saldırıları karşısında İzmir Limanını kaybetmesi üzerine bu bölgedeki gazâ liderliği Orhan Gâziye geçti. Bu sırada Bizans’ta başgösteren iç savaş ve Kantakuzen’in Gâzi Beylerle ittifakı Türklerin Rumeli’ye geçişini kolaylaştırdı. Orhan Gâzinin oğlu Süleyman Paşanın destanlara konu olacak mâhiyette gerçekleştirdiği Rumeli’ne geçiş, Türk târihinin en büyük hâdiselerinden biri oldu. Evvela Çimbe Hisarını ele geçiren Süleyman Paşa burayı bir üs olarak kullanmaya başladı. Daha sonra Biga’da topladığı orduyu Güney Marmara kıyısında Kemer limanından gemilerle karşıya naklederek Bolayır’ı zaptetti. Ardından kuvvetlerini iki kola ayırarak bir taraftan Gelibolu’ya öbür yandan da Trakya’ya karşı iki uç kurdu ve muntazam gazâ akınlarına başladı. 1354 yılında Gelibolu’nun zaptı ile bu ilk Rumeli fâtihleri yarımadanın fethini tamamladılar.

    1357’de veliaht Süleyman’ın ve ardından Sultan Orhan Gâzinin vefâtları (Bkz. Orhan Gazi). Rumeli’deki fetihlerin bir müddet durmasına sebep oldu ise de Sultan Birinci Murâd (1361-1389) Anadolu’da birliği sağladıktan sonra tekrar Rumeli cihetine yönelerek Osmanlıların Avrupa’da sağlam bir şekilde yerleşmesini sağladı. 1362’de Edirne fethedildi. Haçlı kuvvetlerine karşı 1364’de Sırpsındığı, 1371’de Çirmen zaferleri kazanıldı. Bu fetih ve zaferlerin sonunda Osmanlılar katî olarak Avrupa’da yerleştiler ve tesir sâhaları bütün Balkanları içine alan bir genişliğe erişti. Bulgaristan ve Sırbistan Osmanlıları metbu olarak tanıdı. Osmanlı kuvvetleri, üç koldan harekâta devamla Kuzey Makedonya, Niş, Manastır, Sofya ve Ohri’yi aldılar. Diğer taraftan Anadolu’da Türk birliğinin sağlanması için mücâdele veriliyordu. Hamidoğulları Beyliğinden Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç, Şarkikaraağaç ve Germiyanoğullarından da Kütahya, Tavşanlı, Emet, Simav ve çevresinin Osmanlılara geçmesi, Karaman-Osmanlı münâsebetlerini gerginleştirdi. Çok geçmeden de iki devlet arasında harp çıktı. Ancak Karaman kuvvetlerini bozguna uğratan Osmanlılar bir müddet için bu beyliğin saldırılarından emin oldular. Öte yandan Osmanlıları Balkanlardan atmak üzere, Sırp, Bosna, Macar, Ulah, Arnavut, Leh ve Çek kuvvetlerinden oluşturulan büyük Haçlı kuvvetlerinin, 20 Haziran 1389’da Kosova’da yok edilmesi târihe, örnek imhâ hareketlerinden biri olarak geçti. Türk târihinin mühim hâdiselerinden biri olan Kosova Meydan Muhârebesi, Doğu Avrupa’nın mukadderâtını da tâyin etti. Balkan Yarımadasını asırlar boyunca Türk hâkimiyeti altına koyan bu zafer sonunda, Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr bir Sırplı tarafından şehit edildi. (Bkz.Murâd Hân-I) Ertuğrul Gâzinin oğlu Osman Gâziye bıraktığı 4800 kilometrekarelik beylik 43 yıl içinde 3 mislinden daha fazla büyüyerek 16.000 kilometrekareye ulaştı. Orhan Gâzi ise babasından devraldığı devletini 6 kat daha büyüterek 95 bin kilometrekareye çıkardı. Nihâyet Murâd-ı Hüdâvendigâr 1361-1389 yılları arasında devletini beş misli daha büyüterek 500 bin kilometrekareye yükseltti. Artık aşiretten beyliğe geçen Osmanlı Devleti imparatorluğa hazırlanıyordu ve gâyesini de çizmişti.


    Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim
    Muhammeddir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdetten
    Biz ol âlî-himem erbâb-ı cidd-ü ictihâdız kim
    Cihângîrâne bir devlet çıkardık bir aşiretten.

    Gerçekten de bir aşiretten cihangir bir imparatorluğa giden yolda Osmanlı hânedan mensuplarınınkudret kaynakları incelenecek olursa devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır.
    Nitekim, Fransız târihçisi Grengur da “Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve hayrete
    değer vakalarından biridir” demektedir.

    Osman Gâzî ve haleflerinin gerçekleştirdiği fetihler Anadolu halkı için yeni bir gazâ ve yerleşme sâhaları açmakta idi. Osmanlıların dâimî olarak cihadla meşgul olduğunu gören Anadolu’da yiğit ve savaşçı gâziler gittikçe artan bir sayıda Rumeli uclarına intikal ediyordu.

    Samsa Çavuş, Konur Alp, Akçakoca, Aykut Alp, Gâzi Abdurrahman, Hacı İlbeyi ve Evranos Gâzi gibi hareket serbestisi olan, emirlerin idâresinde toplanan kuvvetler, devamlı taarruz ve ilerlemeyle yeni hatlara yerleşiyorlar ve akınlar devam ediyordu.

    Fethedilen bölgelere, Anadolu’dan göçen yörük ve köylü kitleleri, alp-erenler, dervişler, ahîler öncülük etmekteydiler. Onlar gâzîlerin yanında hattâ bazan ilerisinde zâviyeler kurarak sonradan gelen köylüler için tutunma ve toplanma merkezleri meydana getiriyorlardı.

    Anadolu’dan gelen fakir köylülerle ırgatlar, zâviye etrâfında ekseriyâ derviş adı altında, bâzı yükümlülüklerden muaf olarak toprağı işlemekte ve bir Türk köyünün doğmasına yol açmakta idiler. Nitekim Trakya’da köy adlarının büyük çoğunluğu bu gibi derviş, şeyh veya fakihlerin isimlerini bugün bile taşımaktadır.

    Osmanlı fetihleri yalnız kılıçla değil, daha çok istimâlet denilen uzlaştırıcı ve sevdirici bir politika netîcesinde gerçekleşmekteydi. Osmanlı idâresinin İslâm şerîat hükümleri çerçevesinde gayr-i müslimlere can ve mal güvenliğiyle dinlerinde serbestlik tanıması, onların gitgide İslâmiyetle şereflenmelerine yol açıyordu. Yine bu durumun neticesi olarak çok defâ, geniş bölgeler, şehir ve kasabalar kendiliğinden Osmanlı hâkimiyetini tanımakta idiler.

    Osmanlılar Anadolu’da Hıristiyan varlıklarını ve idâre tarzlarını bozmayarak onları kendi nüfuzları altına aldılar. Bu müsâdeyi Rumeli’de daha geniş sûrette ve onların eski varlıklarını muhâfaza etmek üzere tatbik ettiler. Baştan başa Hıristiyanlarla meskûn olan Balkan Yarımadası halkı kısa zaman içinde bu tarzdaki âdilâne hareket ve idârî siyâsetteki incelik sâyesinde İslâmiyeti seçti.

    Balkanlarda Bizans İmparatorluğunun bozulmuş olan idâre tarzı neticesinde, ağır ve keyfî vergiler, soygunlar ve asâyişsizlik yayılmıştı. Buna mukâbil Türklerin disiplinli hareketleri, feth edilen yerlerin halkına karşı adaletli, şefkatli ve taassuptan uzak bir siyâset tâkip etmeleri, vergilerin tebaanın ödeyebileceği şekilde tertip edilmiş olması ve bilhassa mutaassıp Ortodoks olan Balkan halkını Katolik mezhebine girmek için ölümle tehdit edenlere karşı Türklerin buralardaki unsurların dînî ve vicdânî hislerine hürmet göstermeleri, Balkanlıların Katolik tazyikine karşı Osmanlı idâresini bir kurtarıcı olarak karşılamalarına sebep oldu.

    Osmanlı fetihlerinin en bâriz vasfı gelişigüzel, sergüzeşt ve çapul şeklinde değil, bir program altında şuurlu bir yerleşme hâlinde tecelli etmiş olmasındandır. Bu da fethedilen yerlerdeki halkın hoşnutluğuna ve yeni idâreden memnun olmalarına yol açtı. Fetih programının esaslarından biri de yeni elde edilen stratejik yerlere, büyük ve mühim şehir ve kasabalara Anadolu’dan göçmenler getirilerek yerleştirmek sûretiyle muhtelif kısımlara ayrılıp şehir ve kasabalarda derhal ilmî ve ictimâî müesseseler vücûda getirilmiştir.

    Nihâyet Balkan fetihlerinin gelişmesinde ve istikrarında, asırlarca evvel Balkanlara gelerek yerleşen ve daha sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan fakat Türklüğünü unutmayan Peçenek, Kuman, Gagavuzlar ile Vardarların da etkili olmaları ihtimâl dâhilindedir.

    Osmanlı Beyliği daha kurulduğu andan îtibâren askerî, adlî ve mâlî teşkilâtla işe başladı. Bilhassa askerî işlere fazla ehemmiyet verilerek muvaffakiyetin sebepleri hazırlandı. Fakat bu zâhirî kudret tamâmen ayrı dinde olan yabancı bir bölgede yâni Balkanlarda yayılma ve yerleşme için kâfi değildi. Ancak bu iş daha çok mânevî ve rûhî sebeplere öylesine göz kamaştırıcı bir hızla ve şuurlu bir biçimde oldu ki, bugün dahi düşünenleri hayretler içinde bırakmakta ve 20. asırda dahi misli görülmemiş bu hareket, dün olduğu gibi bugün de yerli yabancı nesillerin hayranlığını çekmektedir. Nitekim zamânın târihçi, düşünür ve ilim adamları bu hususta şunları söylemektedirler:

    “.... Osmanlıların hoşgörüleri, ister siyâset, ister hâlis insaniyet neticesiyle meydana gelmiş olsun, Osmanlıların yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken dîni, hürriyet ilkesinin siyâsetinin temel taşı olarak kabul eden ilk millet olduğu îtiraz kabul etmez bir durumdur. Hıristiyan dünyâsındaki arası kesilmeyen Yahûdi ta’zibâtı ve engizisyona rağmen, muâvenet mesuliyeti lekesini taşıyan asırlar esnâsında Hıristiyan ve Müslümanlar, Osmanlıların idâresi altında ahenk ve vifak, uygunluk, içerisinde
    yaşıyorlardı...” (Gibbons)

    “.... Kur’ân-ı kerîmi tanıyanların zihnine ve hâfızasına nakşedilmiş olan prensipler, onları yeryüzündeki insanların en insâniyetlisi en hayırseveri hâline getirmiştir. Bütün bu faziletlere rağmen Ecnebilerin (Avrupalıların) barbar demesi, yırtıcı bulması, savaşlarına göre hüküm vermesinden ileri gelir. Gerçekten Müslümanlar canlarını esirgemeden savaşırlar, düşmanları aynı zamanda dinlerinin de düşmanıdır. Bu şecâat Türklere sâdece dinlerinden değil, aynı zamanda millî karakterlerinden gelir. Ama bir milletin gerçek karakteri savaş alanının silah gürültüleri arasında tâyin edilemez. Türkleri gerçekten tanımak isteyenler, onların faziletlerini değerlendirmeli, törelerin karakter ve fiillerindeki tesirlerini muhâkeme etmeli, onları barış zamânındaki örf ve âdetleri içinde incelemelidir. Filhakika Türkler, savaşta ne kadar sert, ne kadar mağrûr ve yırtıcı iseler, barışta da o kadar sâkindirler. En büyük kahramanlıkları gösteren, gözlerini kırpmadan ateşe atılan bu insanlar, günlük hayatlarına döndükleri zaman gerçek karakterlerini alırlar. O zaman onların beşerî duygularla dolu hayırsever kimseler olduğu anlaşılır. Bu duygu bütün Türklere şâmildir. Hepsinin de rûhuna öylesine derin bir şekilde işlemiştir ki, savaşta birer cesâret timsali olan bu kimseler, barışta fakir babası, düşkünün dostu olurlar. İçlerinde en kötüsü en hasisi bile yine de bir vazife olarak iyilik etmekten çekinmez....” (D’ohsson)

    Netice olarak Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir ahenk, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezada müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletler arası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkil etti. Osmanlı Devleti ve sultanlarının dâvâları da kendi tâbirleri ile “Nizâm-ı âlem” üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hakimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm târihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. Bu büyük siyâsî varlık, eski ve yeni devletlerden farklı olarak, ne dışta istilâ tehdîdlerine ve ne de içeride çeşitli ırk, din, mezhep mensupları ve grupların huzursuzluk endişelerine mâruz bulunuyordu. Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuur ve uyanış yanında asıl kaynağını İslâm dîni ve onun cihâd rûhundan alıyordu. Şeyh ve evliyânın himmetleri ile yükselen gazâ rûhu, küçük Söğüt kasabasından Bursa’ya ve bu medeniyet merkezinden de Rumeli’ne yayılıyordu. Bu arada Osmanlı Devletinin kuruluş ve cihâd rûhunun yükselişinde tasavvuf da büyük kudret kaynağı idi. Gerçekten de Osmanlı Devletinin kuruluş ve yükselişinde tasavvuf tarîkatleri, şeyhler, velîler ve dervişler birinci derecede rol oynamıştır. Osman Gâzi ve haleflerinin etrâfı din adamları ve evliyâ ile dolmuş ve daha ilk günden Osmanlı akınları gazâ mâhiyetini almıştır. Nitekim Osman Gâzi, dâmâdı olduğu büyük tasavvuf âlimi Şeyh Edebâlî’ye intisâb ederek her hususta onunla istişârede bulunurdu . Kendisinden sonra gelecek Osmanlı sultanlarına da İslâm âlimlerine hürmet edilmesini, onlara her türlü kolaylığın gösterilmesini ve her işte kendilerine danışılmasını tasviye etti. Osman Gâzinin bütün Osmanlı sultanlarının bir anayasa olarak kabul ettikleri ve uyguladıkları, vasiyetnâmesinin özü şu şekildedir.

    “Allahü tâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini şerî’at ulemâsından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana, itâat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya ri’âyet eyle ki, şerî’at işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurûr getirip, şerî’at ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yoludur. Ve maksâdımız Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum!”

    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

  4. #4
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart Imparatorluğa doğru (1389 - 1451)

    İMPARATORLUĞA DOĞRU (1389-1451


    Sultan Murâd Hüdâvendigâr’ın şehit olması üzerine cesâreti ve savaş ânında fevkalâde süratli hareketi yüzünden “Yıldırım” lakabıyla anılan oğlu Bâyezîd Han tahta çıktı.(Bkz.Yıldırım Bâyezîd) 1390 ve 91’de iki defâ Anadolu Seferine çıkan Yıldırım Bâyezîd, Saruhan, Germiyan, Menteşe, Aydın, Teke ve Hamidoğullarının topraklarını sınırlarına kattı. Karamanoğulları arâzisinin büyük bölümünü alırken beyliğe dokunmadı. 1391’de Eflak Seferine çıktı. Eflak ordusunu mağlup ettikten sonra Osmanlı ordusu Tuna’nın öbür yakasına geçti. Selanik alındı. Mora üzerine giden akıncı kolları sınırı hızla genişletirlerken Macar Kralı Sigismund emrindeki Haçlılar Niğbolu önlerine geldiler. Haçlıların gâyesi Osmanlı Türkünü Avrupa’dan hatta Anadolu’dan atarak Kudüs Krallığını yeniden kurmaktı. Ancak Avrupa’nın irili ufaklı bütün milletlerinin Kudüs’e kadar uzanan yolda daha ilk ciddî imtihanı vermek üzere Niğbolu’ya saldırdıkları sırada Bâyezîd Han harekete geçti. Niğbolu muhârebesi sonunda Haçlıların zâyiatı 100 bin ölü ve 10 bin esir oldu. Niğbolu Muhârebesinde Türkleri ilk defâ tanıyan ve Yıldırım’ın kumandanlığına ve kahramanlığına hayran olan Korkusuz Jean, esâretten kurtulursa bir daha Türklere karşı kılıç çekmeyeceğine yemin etmişti. Buna karşılık Yıldırım Bâyezîd Han;

    “Bir daha benim aleyhimde silah kullanmamak için yaptığınız yemini size iâde ediyor, sizi silahlarınızı elinize almaya ve bütün Hıristiyanları bize karşı toplamağa dâvet ediyorum. Bu sûretle bana yeni zaferlerle şan ve şeref kazandıracaksınız.”

    diyerek kendi kudret ve cihâd düşüncesini ortaya koyuyordu. Niğbolu Zaferinin en önemli sonucu Bizans için bütün ümit kapılarının kapanmış olmasıydı. Artık Avrupa’dan hiçbir yardımın gelmesi beklenemezdi. Bundan sonra Yunanistan’a sefer düzenleyen Yıldırım Bâyezîd, Atina ve Mora’yı aldı. Hazret-i Peygamberin müjdesine kavuşmak üzere İstanbul’u iki defâ sıkı bir kuşatma altına aldı ise de bunlardan birincisine Niğbolu Seferi, ikincisine ise Tîmûr Han mâni oldu. Fakat Hıristiyan batıya gâlip gelen Osmanlılar kendileri gibi Türk ve İslâm olan doğuya mağlup oldular. Kendisini Cengiz’in mîrasçısı olarak gören ve Cengiz İmparatorluğu topraklarının tamâmına hâkim bir İslâm devleti kurmak isteyen Tîmûr, Altınordu Hanlığı gibi Ankara civârında 20 Temmuz 1402’ de Osmanlı Devletine de büyük bir darbe vurdu ve Anadolu’yu tekrar parçaladı. Bu yenilginin sebepleri arasında karşı tarafın da askerlik fenni ve yiğitlik bakımından bu taraftaki Türk’e eşit olması yanında Osmanlıların o sırada henüz Anadolu’da birliği sağlayamamış olmalarının rolü büyüktü. Anadolu beyliklerine son verilmişse de beylik yapısı tam olarak ortadan kaldırılamamıştı. Bununla beraber Tîmûr’un devleti onun ölümüyle dağılacak fakat Osmanlıların kurduğu devlet aradan on yıl geçtikten sonra bütün şevket ve azametiyle devam edecektir. Yıldırım Bâyezîd’in Ankara Muhârebesinde esir düşmesi ve çok geçmeden de esaret hayâtına dayanamayarak kederinden vefât etmesi üzerine (Mart 1403) şehzâdeleri arasında taht kavgaları başladı. 1403’ten 1413 yılına kadar devam eden ve fetret devri denilen bu süre sonunda kardeşleri Îsâ, Mûsâ ve Süleyman çelebilere gâlip gelen Mehmed Çelebi, Osmanlıları tekrar bir idâre altında toplamaya muvaffak oldu. 1413-1421 yılları arasında tek başına Osmanlı tahtını temsil eden Sultan Çelebi Mehmed, giriştiği muhârebelere bizzat katılmakla meşhur oldu. Bu muhârebelerde yara alan Pâdişâh, azimli, cesâretli, dirâyetli ve kadirşinâstı. Zamânında affetmesini ve kalp kazanmasını bilirdi. Aydınoğulları; Candaroğulları ve Karamanoğullarını itâat altına aldı. Fetret devrinde elden çıkan Rumeli’deki toprakların büyük bölümüne yeniden sâhip oldu. Şeyh Bedreddin ve Mustafa Çelebi isyanlarını bastırdı. 35 yaş gibi devletine en verimli olabileceği çağda kalp krizinden vefât etti (1421).

    Sultan Çelebi Mehmed, oğlu İkinci Murâd’a âdetâ yeniden kurarak sağlam temellere oturttuğu bir devlet bıraktı. Bu sebeple kendisi, devletin ikinci kurucusu olarak bilindi. Kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan Murâd Han, 1430’da Selanik ve Yanya’yı fethetti. Varna ve Kosova’da Haçlılara karşı giriştiği mücâdelede Türk târihine altın harflerle geçen iki büyük zafer kazandırdı. Sırp despotluğunu ortadan kaldırdı. Kazandığı zaferler ve fetihler neticesinde devleti her zamankinden daha kuvvetli bir hâle getirdiği gibi İstanbul’un fethini de yakın bir imkân hâline soktu. Bu hükümdâr devrinde Osmanlı merkezi ilmin ve kültürün de merkezi oldu. Beyliklerdeki kültür faaliyetleri Osmanlı payitahtına taşındı ve her sâhada pekçok eser yazıldı. Bilindiği kadarı ile Osmanlı hükümdarları içinde adına en çok eser yazılan, Türkçecilik cereyânını destekleyen, âlimlere ve tarîkat ehline hürmet gösteren bu pâdişâh, tezkirelerdeki kayıtlara göre şâir pâdişâhların da ilkidir. Ayrıca gâzi ve âdil Sultan Murâd Han geride her yönüyle sağlam temellere oturmuş kudretli bir devlet bıraktı. 1451 yılında vefât etti.

    1402-1413 yılları arasında şehzâdeler arası saltanat mücâdelelerinin hüküm sürdüğü fetret devri bir yana, Sultan Yıldırım Bâyezîd’in tahta çıkmasından Sultan İkinci Murâd Hanın vefâtına kadar geçen zaman (1389-1451), Osmanlı İmparatorluk temellerinin atıldığı bir devir olarak göze çarpar. Osmanlı Devletinin Tîmûr darbesine mâruz kalmasına ve bölünüp parçalanmasına rağmen 50 yıl içerisinde bir imparatorluk hâline gelmesinin sebepleri şunlardır:

    Daha önce Osman, Orhan ve Murâd-ı Hüdâvendigâr gâzilerde görüldüğü gibi devleti idâre edecek olan şehzâdelerin yetiştirilmesine fevkalâde dikkat gösterilmesi. Ayrıca devrin en yüksek âlimlerinden din ve fen derslerini alan şehzâdelerin, aynı zamanda savaşlara katılıp askerlik ve kumandanlık vasıflarını geliştirerek, babalarının yerini tutacak değere ulaşmaları. Nitekim babasıyla birlikte Rumeli ve Anadolu’daki bütün savaşlara katılan Yıldırım Bâyezîd’in hükümdâr olduktan sonra da ömrü İslâmiyeti yaymak için geçti. Batılı târihçiler onun için;

    “Yıldırım Bâyezîd bütün târihin en büyük kumandanlarından biridir”(Benoist)

    “Yıldırım’ın dünyâ hâkimiyetine doğru gittiğini görüyoruz. Ülkesinde demir bir disiplin, mükemmel bir nizam ve âsâyiş mevcuttur.” (Lorga)

    demektedirler. Gerçekten Yıldırım’ın 13 yıl gibi kısa bir zamanda babasından devraldığı 500.000 kilometrekarelik ülkeyi 942.000 kilometrekareye ulaştırması onun büyük bir kumandan olduğunu göstermektedir.

    Yıldırım Bayezîd Hanın Ankara Muhârebesi sırasında vaziyetin kötüye gittiği bir sırada Tîmûr kuvvetleri üzerine kasırga gibi atılan bir birliğe gözü takılır ve yanındaki kumandanlara; “Kimdir bu gelenler?” diye sorar. Yanındakiler; “Pâdişâhım, bunlar oğlunuz Şehzâde Mehmed’in kuvvetleridir.” derler. Bunun üzerine Yıldırım; “Berhudâr olsun. Kader hükmünü nasıl olsa icrâ edecek. Benim tahtım ona yâdigâr olsun. Onda, parçalanacak Osmanlı ülkesini birleştirecek cevheri görüyorum.” demiştir. Gerçekten de Bâyezîd’in 14 yaşındaki en küçük oğlu Şehzâde Çelebi Mehmed, Amasya’da saltanatını îlân edecek ve ağabeylerine karşı giriştiği mücâdeleyi kazanıp Osmanlı birliğini sağlayacak ve oğluna güçlü bir devlet bırakacaktır. Memleketi ve milleti bunca belâdan, fitneden, düşman tehlikesinden ancak parlak bir zekâ, yüksek bir kâbiliyet ve karakter kurtarabilirdi. İşte bütün bunlar Şehzâde Mehmed’de henüz daha 14 yaşındayken toplanmıştı. Târihçiler onu; “Birinci Mehmed, kerîm, halîm ve fevkalâde kuvvete mâlikti.” yine; “Çelebi Mehmed, cömert, dostlarına dost, din ve devlet düşmanlarına karşı gâyet şedid idi.” cümleleriyle tavsif etmektedirler.

    Sultan Çelebi Mehmed’in ölümü ile, henüz 18 yaşında Osmanlı tahtına çıkan oğlu Şehzâde Murâd saltanatın başında devleti parçalayabilecek gâileler (amcası Çelebi Mustafa ve kardeşi Küçük Mustafa Çelebi hâdiseleri) ile karşı karşıya kaldı. Ancak o, devlet üzerinden bu tehlikeleri bertaraf ettiği gibi gerçekleştirdiği fetihlerle imparatorluğun temellerini atmaya muvaffak oldu. Yetişmesine fevkalâde dikkat ve ihtimam gösterdiği ve Hacı Bayram-ı Velî’den İstanbul’u fethedeceği müjdesini aldığı oğlu Şehzâde Mehmed’i idâresini görmek için 13 yaşında tahta çıkardı. Osmanlı tahtında çocuk bir pâdişâhın bulunmasını fırsat bilerek bütün kuvvetlerini birleştiren Avrupa, Türkler üzerine yürürken baba ile oğul sultan arasındaki şu yazışmalar târihe geçti. Oğlu Mehmed’in ordunun başına geçmesi çağrısını, Murâd Han reddetti ve devleti, milleti korumanın onun görevi olduğunu söyledi. Bunun üzerine Şehzâde Mehmed, babasına;

    “Eğer pâdişâh biz isek size emrediyoruz, gelip ordunun başına geçin! Yok siz iseniz gelip devletinizi müdâfaa edin!”

    şeklinde hitâb ederek ordunun başına geçmesini sağladı. Varna’da düşmanı bozguna uğrattıktan sonra; kendisini tebrik edenlere;

    “Zafer oğlumuz Mehmed Hanındır. Biz onun emrinde bir kumandanız.”

    şeklinde verdiği cevap pek mânidardır. Görüldüğü üzere Osmanlı şehzâdeleri 13-14 yaşlarına geldiklerinde bir imparatorluğu idâre edecek her türlü bilgi ve kâbiliyete sâhip bulunuyorlardı.

    Tîmûr fırtınasına uğrayan Osmanlı-Türk Devleti târihte Fetret devri diye anılan ve 12 sene devam eden şehzâdeler kavgasına sahne olduktan sonra daha sağlam bir şekilde yayılmaya ve yükselmeye başladı. Bu durum Osmanlı Devletinin bir cihan hâkimiyetine doğru sağlam temeller üzerinde kurulduğunu ve teşkilâtlandığını göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğunun kudret kaynaklarından en önemlisi hiç şüphesiz merkeziyetçi bir devlet oluşu idi. Osmanlılardan önceki Türk kağan ve sultanları devleti hânedânın müşterek malı kabul ettikleri için hânedâna mensup şehzâde ve beyler arasında saltanat mücâdeleleri eksik olmuyordu. Her ne kadar âilenin en büyüğü ulu bey ünvanıyla merkezde oturuyor ve devletin diğer bölgelerinde hüküm sürenler ona bağlı bulunuyorlar ise de, bu gibi durumlarda devletin birliği ancak kudretli şahsiyetler sâyesinde devam edebiliyordu. Devlet merkezinde en küçük bir zaafın vukû bulması durumunda eyâletlerdeki şehzâdeler veya kudretli beyler derhal istiklal mücâdelesine girişiyorlardı. Türk târihinde ilk defâ olarak, Osmanlıların merkeziyetçi bir devlet sistemiyle meydana çıkması büyük bir siyâsî inkılâb oldu. Osmanlı hânedanı, diğer Anadolu beyleri gibi, menşeî göçebe olduğu ve millî ananeleri muhâfaza ettiği halde, devletin taksim edilmez mukaddes bir varlık olduğunu kavramış, sağlam ve istikrarlı bir devlet cihazı vücûda getirmeğe muvaffak olmuştu. Rivâyete göre Osman Gâzi ölünce Orhan Gâzi hükümdarlığı kardeşi Alâaddin Paşaya teklif eder. Fakat Alâaddin Paşa “Gel kardaş ataların duâsı ve himmeti senünledür. Anunçün kendü zamânunda seni askere koşdılar... ve hem bu azîzler dahi bunu kabul itdiler.” cevâbıyla hâkimiyeti daha layık olan Orhan Gâziye bıraktı. Böylece Osmanlı Beyliği daha kuruluşunda bir saltanat mücâdelesinden, taksim ve sarsıntıdan kurtulmuş oldu. Ancak Birinci Murâd Anadolu’da meşgulken Rumeli kuvvetlerinin başında bulunan Şehzâde Savcı, babasına karşı tehlikeli bir harekete girişti. Onun Bizans Prensi Andronikos’la birleşmesi bir ibret dersi oldu. “Fitne kıtalden daha şiddetlidir.” düşüncesiyle hareket eden Murâd Han oğlunu öldürttü ve böylece Osmanlı târihinde ilk şehzâde katli hâdisesi meydana geldi. Mücâhid ve âdil pâdişâh Murâd-ı Hüdâvendigâr şehit olunca yerine geçen Yıldırım Bâyezîd de, aynı düşüncenin mahsulü olarak kardeşi Yâkub Çelebi’yi bertaraf etti. Fâtih Sultan Mehmed ise, bir saltanat endişesi ve rakibi bulunmadığı halde, kendi adını taşıyan kânunnâmeye;

    “Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdür. Ekseri ulemâ dahi tecviz itmişdür; anunla âmil olalar.”

    maddesini koyarken, âlemin nizâmı ve devletin kudsiyeti gâyesini düşünmüş ve Osmanlılara âit bir zarûreti ve örfü kânunlaştırmıştır. Pâdişâh olmak düşüncesiyle hareket eden şehzâdeler kendilerini en iyi şekilde hazırlıyorlardı. On altıncı yüzyılın başlarından îtibâren bu düşünce terk edilince, şehzâdeler vezirlerdeki fikir ayrılıklarına göre yönlendirildiler. Sultan Birinci Mustafa tahtı istemediği halde pâdişâh oldu. Sultan İkinci Osman bu ayrılıklar sebebiyle öldürüldü. Bu durum Sultan Abdülaziz’in ölümüne kadar gidecek ve Osmanlı Devletinde vezirler hâkimiyeti ortaya çıkacaktır. Gerçekte şehzâdenin şehzâde ile değil de vezirlerle mücâdelesi de devlet için bir bahtsızlık olmuştur. Pâdişâhlar ve âlimler gibi halk da, nizâm-ı âlem düşüncesi, din ve devletin bekâsı kaygısı ile zarûret hâlinde kardeş katlini tasvip ediyordu. Kânûnî devrinde Türkiye’ye gelen İmparator Ferdinand’ın elçisi Busbecq;

    “Müslümanlar, Osmanlı hânedânı sâyesinde ayakta duruyorlar. Hânedân yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hânedânın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlâttan daha mühimdir.”

    kanâatının yaygın bulunduğunu bildirmektedir. Tîmûr’un oğlu Şahruh’un Çelebi Sultan Mehmed’e yazdığı bir mektupta;

    “Süleymân Bey ve Îsâ Bey ile mücâdele ettiğinizi ve Osmanlı töresince onları bu fâni dünyâdan uzaklaştırdığınız haberini aldık. Ama birâderler arasında bu usul İlhânî töresine münâsip değildir.”

    sözüne karşılık Çelebi Mehmed;

    “Osmanlı Pâdişâhları başlangıçtan beri tecrübeyi kendilerine rehber yapmışlar ve saltanatta ortaklığı kabul etmemişlerdir. On derviş bir kilim üzerinde uyur. Lâkin iki pâdişâh bir iklime sığmaz. Zîrâ etrafta din ve devlet düşmanları fırsat beklemektedir. Nitekim mâlum-ı alîleridir ki, pederinizin arkasından (Ankara Savaşı) kafirler fırsat buldu. Selanik ve başka beldeler Müslümanların elinden çıktı.”

    diyerek cevap vermiştir. Yine Cem Sultanın ülkeyi paylaşma teklifine karşı İkinci Bâyezîd’in

    “Bu kişver-i Rûm bir Ser-i Pûşîde-i arus-i pür nâmustur ki, iki dâmâd hutbesinde tâb götürmez” (Osmanlı Devleti öyle bir başı örtülü nâmuslu bir gelindir ki, iki dâmâdın talebine tahammül edemez)

    cevâbı Osmanlıların nizâm-ı âlem mefkûresine bağlılıklarını göstermektedir. Bâyezîd Han bu cevâbıyla saltanatı nâmusun timsali olan geline benzetmiş, taksim edilemeyeceğine dâir nâmus ve kudsiyet duygularını belirtmiştir. Bu ifâde sonraları “Arus-ı saltanat taksim kabul etmez” şeklini alarak ata sözü şeklini almıştır.

    Osmanlı merkeziyetçi devlet sisteminde ikinci önemli husus timar sistemidir. Büyük Selçuklular geniş askerî iktaları kendilerine bağlı Türkmen beylerine veya sarayda yetişen köle kumandanlara veriyorlardı. Ancak bu Türk kumandanları, devletin zayıflamasıyla birlikte, kudretleri artan Selçuklu İmparatorluğu içinde yeni devletler ve atabeylikler meydana çıkarıyor böylece devlet kısa bir süre sonra üç beş parçaya bölünebiliyordu. Osmanlılar ise, Selçuklulardan mîras aldıkları bu mîri toprak rejimini çok daha ileri ve mâhirâne metodlarla kemâle erdirdiler. Bunun üzerine kurulan timar (ikta) usûlü Osmanlı ordusunun temeli olurken, Türk askerleri (Sipâhiler) sancak beylerinin emrinde fakat pâdişâha bağlı bir durumda idiler. Zîrâ askerlerin mâişetlerini sağlayan timarları ve sancak beylerinin zeametleri de pâdişâh tarafından veriliyordu . İşte büyük Osmanlı ordusunun esasını bu timarlı askerler teşkil ediyor ve merkezdeki yeniçeriler ancak 10.000-20.000 arasında değişiyordu. Diğer taraftan köylüler arasında timar sisteminin meydana çıkardığı huzur ve ahengi, şehirde sanâyi, ticârî ve iktisâdî faaliyetleri tanzim eden esnaf teşekkülleri sağlıyordu. Ahilik adı verilen teşkilatlar sâyesinde şehir esnafı ve halkı devletin hiç bir tesiri olmadan kendi kendisini idâre ediyor, en küçük bir meslekî suistimal, yolsuzluk ve ananeye aykırı bir harekete fırsat verilmiyordu. (Bkz. Ahilik)

    Cihan hâkimiyeti ve dünyâ nizamı dâvâsını gâye edinen Osmanlılar hukuk sahasında da yüksek bir seviyeye ulaşmışlardı. İslâm dîni ve şerîate bağlılıkta hiçbir kusur işlemeyen Osmanlılar, hudutsuz İmparatorluk ülkesinde yaşayan çeşitli kavim, din, kültür ve örflere sâhip toplulukları idârede aslâ İslâm hukûkuna aykırı hareket etmiyor, çıkardıkları kânun ve fetvâlarla imparatorluk nizamını sağlıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğuna kudret, istikrar ve uzun bir ömür veren unsurlardan biri hukukî anlayış ve nizâm idi. Bu sebeple Osmanlılarda çok kuvvetli olan kânun ve nizam şuuru, devlet gibi mukaddesti. Bu hususta yabancı seyyah ve elçilerin müşâhedeleri ve eserleri hayranlık verici misallerle doludur. Osmanlı hukuk ve kânun nizamına bağlılıkta birinci vazife, pâdişâhlara âit olup, bunlar şerîate aykırı en küçük bir tasarrufta bulunamazlardı. Neticede bu gâzi ve muhteşem pâdişâhlar, millî ve İslâmî mefkûreleri, yüksek zekâ ve enerjileri, din ve devlet mülk ve millet uğrunda sonsuz fedâkarlıkları, adâletleri, tevâzuları, basîretli siyâsetleri, büyük din ve devlet adamlarını, büyük dâvâ istikâmetinde toplamaları sâyesinde sağlam bir devlet kurdular. Bu durumda normal veya zayıf pâdişâhlar zamânında bile bu yüksek devlet makinası asırlarca hayâtiyetini devam etttirmiştir.


    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

  5. #5
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart Cihan hakimiyeti devresi (1451-1574)

    CİHAN HAKİMİYETİ DEVRESİ (1451-1574)





    “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ve ordu ne mükemmel insanlardır.”


    Peygamber efendimizin 800 küsur sene önce verdiği ilahî müjde, 29 Mayıs 1453 günü tahakkuk etti. Bu durumda 1000 yıllık Şarkî Roma (Bizans) târihe karışıyordu. Fâtih Sultan Mehmed’e kadar Bizans, İstanbul olarak Osmanlı Devletinin toprakları arasında bir fitne çıbanı durumunda idi. Nihâyet Fâtih Sultan Mehmed bu duruma son verdi ve ülke toprakları birleşerek İmparatorluk vücuda geldi. Fetihten üç gün sonra beyaz at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı’dan şehre giren Fâtih Sultan Mehmed, doğruca İslâm mefkuresinin kalbi olan Ayasofya’ya gitti ve şükür secdesine kapandı. Tasvirlerden temizlediği bu büyük mâbedde ilk cumâ namazını kıldı. Daha sonra Ayasofya’yı yeriyle birlikte satın alan Fâtih burayı vakıf yaparak kıyâmete kadar câmi kalması için evlatlarına vasiyet etti.

    "Dünyâda tek bir din, tek bir devlet, tek bir pâdişâh ve İstanbul’da cihanın payitahtı olmalıdır.”

    diyen Fâtih Sultan Mehmed, bundan sonra cihan hakimiyeti projesini gerçekleştirmek üzere sistemli bir teşebbüse girişti. Kısa zamanda Anadolu’da İsfendiyar, Trabzon, Akkoyunlu memleketleriyle Karaman Beyliğini topraklarına kattı. Dulkadir beyliği ile Kırım Hanlığını tabiiyeti altına aldı. Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Eflak-Boğdan ve sâir ülkeleri fethetti. Böylece bir çok imparatorluk, hanlık ve beylik ortadan kaldırılmış oldu ve Osmanlı İmparatorluğu Tuna’dan Fırat’a kadar yayıldı.

    6 Mayıs 1481’de bütün Hıristiyan ve İslâm dünyâlarını birleştirmek üzere başladığı İtalya Seferi sırasında, Gebze civârında 57 yaşında ölümü Türk-İslâm dünyâsını mateme, Hıristiyan dünyâsını ise büyük bir sevince boğdu.

    Fâtih Sultan Mehmed’in yerine geçen oğlu İkinci Bâyezîd’in 31 yıllık hükümdarlık dönemi (1481-1512) iki bölümde incelenebilir. Sultan Bâyezîd, saltanatının ilk 14 yıllık devresinde Şehzâde Cem meselesiyle uğraştı ve devletin parçalanması ihtimâlini göz önünde tutarak Avrupa’ya karşı büyük seferlere girişemedi. Bâyezîd Han, niyetlerini ancak Cem’in ölümünden sonra gerçekleştirmeye çalıştı. Bu düşünce ile Macaristan, Arnavutluk ve Venedik seferleri sonunda Akkerman, Modon, Koron, Navarin ve İnebahtı kalelerini devletine kazandırdı. Denizciliğe çok ehemmiyet verdi. Oğlu Korkut denizlerin hâmisiydi. Bâyezîd Hanın son dönemlerinde, Akkoyunlu Devletini eline geçiren Safevîler Anadolu için de pek büyük tehlike arzetmeye başladılar. Bu arada pâdişâhın oğulları arasında başlayan taht mücâdeleleri, Şah İsmâil’i cesâretlendirdi ve Osmanlı ülkesine gönderdiği adamları vâsıtasıyla câhiller arasında kendisine pekçok taraftar topladı. Taraftarları vâsıtasıyla, Antalya’dan Bursa’ya kadar büyük bir bölümde isyanlar çıkarttırdı. Şiî ayaklanmalarının büyümesi ve önlenememesi, Yeniçerilerin de oğlu Selim’i tahta çıkarması için pâdişâha baskı yapmaları neticesinde Bâyezîd Han oğlu lehine tahttan feragat etti.

    Henüz beş yaşındayken dedesi Fâtih Sultan Mehmed’in huzûruna çıkarılan istikbâlin Yavuz’u büyük bir edep ve hürmet içinde pâdişâhın elini öpmüştü. Torununu dikkatle süzen Fâtih, oğlu Bâyezîd’e dönerek;

    “Bâyezîd! Bu çocuğa mukayyed ol, umarım ki, bu büyük bir cihangir olacak.” Bu emirle yetişen Selim kudreti, cesâreti, îmân ve mefkuresiyle cihangir Osmanlı Pâdişâhları arasında müstesnâ bir mevkie sâhip oldu.

    Yavuz Sultan Selim, Osmanlı tahtına geçince (1512) ilk seferini Anadolu’yu ve hattâ devleti tehdit eden Şah İsmâil üzerine yaptı. Sahâbeden hazret-i Ebû Eyyüb el-Ensârî, babası Bâyezîd ve dedesi Fâtih’in türbelerini ziyâret ederek zafer duâları eden Yavuz, uzun bir yolculuk sonunda Çaldıran Ovasında karşılaştığı Şah İsmâil’in ordusunu kısa bir sürede imhâ etti (1514).

    Târihin en büyük meydan muhârebelerinden birini kazanan Osmanlı-Türk hakanı Yavuz, bu seferinde rakîbi Şah İsmâil’i bertaraf etmekle kalmadı, Adana, Gaziantep, Hatay, Urfa, Diyarbakır, Mardin, Siirt, Muş, Bingöl, Bitlis, Tunceli, Musul, Kerkük ve Erbil vilayetleriyle Dulkadiroğulları topraklarını içine alan 220.000 kilometrekarelik bir toprağı da devletine kattı. İslâmiyetin ve devletin tecâvüze uğraması sebebiyle İstanbul, Haleb, Şam ve Kahire’deki din adamlarının fetvâsı üzerine İran Seferine çıkan Yavuz Sultan Selim, yine mülhid Safevîlerle işbirliği yapmaları dolayısıyla bu defâ da Mısır Seferine çıktı. Yıldırım süratiyle Mısır ordularını, 24 Ağustos 1516’da Merc-i Dâbık’ta ve 26 Mart 1517’de Ridaniye’de kazandığı zaferlerle ortadan kaldırdı. İki meydan muhârebesi sonunda Memlûk Devleti târihe karışırken bütün Arap ülkeleri Yavuz’un hâkimiyetine girdi. Bu durum üzerine Mekke ve Medîne emiri mukaddes şehirlerin anahtarlarını Sâhibü’l-haremeyn ünvânı ile Yavuz Sultan Selim’e teslim etti. Fakat dindar pâdişâh bu ünvânı yüce makamlara bir saygısızlık sayarak onu Hadîmü’l-haremeyn şekline çevirerek aldı ve evlâdı ve torunlarına böylece mîras bıraktı. Çıktığı iki seferden birinde Safevîleri felç eden diğerinde ise Mısır Memlûklerini ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim’in iki hedefi daha vardı. Bunlardan birincisi efrenciye yâni Avrupa’nın, diğeri de Hindistan’ın fethiydi. Bilhassa Portekizlilerin Hind Denizine hâkim olmaya ve İslâmın mukaddes şehirlerini tehdide başlamaları Yavuz’u endişeye sevketmişti. Bu îtibarla öncelikle tersanenin sayı kapasitesini arttırmak için faaliyetlere girişti. 1520 yılı Temmuzunda Avrupa Seferine çıkan cihangir pâdişâh, yakalanmış olduğu şirnepçe hastalığından kurtulamıyarak Çorlu civârında vefât etti. Zamanın şeyhülislamı ve büyük İslâm âlimi Ahmed ibni Kemâl Paşa onun için yazdığı mersiyede şöyle demektedir:

    Şems-i asr idi, asrda şemsin
    Zıllı memdûd olur, ömrü kasîr

    O pâdişah ikindi güneşi idi, bu vakitte güneşin gölgesi uzun ömrü de kısa olur. Gerçekten o bir ikindi güneşi gibi çabuk, sekiz sene içinde bu dünyâdan göçüp gitti, ama muazzam gölgesi Kırım’dan Hicaz’a, Tebriz’den Dalmaçya sâhillerine kadar uzanıyordu.

    Yavuz Sultan Selim’in vefâtı üzerine hayattaki tek oğu Süleyman Han Osmanlı tahtına oturdu (1520). Henüz yirmi altı yaşında bulunan Sultan, iyi bir eğitim görmüş kılıçta ve kalemde de usta olarak yetişmişti. Gerek yaptığı kânunlar, gerekse kânun ve nizamlara gösterdiği fevkalâde riâyet yüzünden “Kânûnî” ünvânıyla yâdedilmiş bu ünvan âdeta ona isim olmuştur. Kânûnî Sultan Süleyman bizzat ordusunun başında çıktığı on üç büyük sefer sonunda babasından devraldığı 6.557.000 kilometrekarelik Osmanlı toprağını 14.893.000 kilometrekareye ulaştırdı. Yaşadığı asır, dünyâ târihine Türk asrı olarak geçti. 45 yıl 11 ay 7 gün Türk-Osmanlı tahtında oturan Kânûnî, târihçilerin itifakı ile “Cihan Pâdişâhı” dır. O, pekçok bakımdan eşine ender rastlanan bir devlet reisiydi. Bütün dünyânın servetleri ayak ucuna hediye diye getirilen, bir savaşla bir devleti ortadan kaldıran, dünyânın bütün devlet reislerine emirlerini dikte ettiren bir pâdişâhtı. Kırk altı yıllık saltanatını, sarayların zevk ve sefâsıyla değil, Allahü teâlânın rızâsı yolunda savaş meydanlarının cevr ve cefâsıyla geçirdi. Bütün saltanat müddetinin en az on yılını kar, kış, yağmur, tehlike altında çadırlarda harcadı. Batılılar ona “Muhteşem Süleyman” adını veriyorlardı. Ama o, kendinden çok devletine ve milletine ihtişam verdi. Zigetvar Kalesinin Fethi sırasında 6-7 Eylül 1566’da bu büyük cihan pâdişâhının ölümüyle Osmanlı-Türk târihinde bir devir kapanıyordu. Türk milletinin binlerce yıllık hayâtında erişebildiği en yüksek noktayı temsil eden Kânûnî Sultan Süleyman Han, birbiri ardına dâhiler çıkaran Osmanoğlu âilesinin de zirvesini teşkil ediyordu. Ondan sonra da zaman zaman kudretli pâdişâhlar çıkacak fakat kuruluştan bu yana devam edip gelen dehâ zinciri artık gevşemiş olacaktı.

    Kânûnî devrinin parlaklığı yalnız fetihlerinin azametine münhasır değildir. Türk-İslâm medeniyeti de her alanda en yüksek seviyesine bu devirde çıkmıştır. İlimde Zenbilli Ali Efendi, Kemal Paşazâde, Ebüsü’ûd Efendi, kendisi başta olmak üzere edebiyatta; Bâki, Fuzûlî, sanatta; Mîmar Sinân, târihte; Mustafa Selânikî, Celalzâde, Nişancı Mehmed Paşa, coğrafyada; Pîrî Reis, kaptan-ı deryâlıkta; Barbaros Hayreddîn Paşa, Seydi Ali Reis, Pîrî Reis ve Turgut Reis, devlet adamlığında; Lütfi Paşa ve Sokullu Mehmed Paşa asrın dev simalarıdır. Kültür hareketleri bu devirde ziyâdesiyle canlıydı. Osmanlı Türk edebiyâtında ilk defâ görülecek olan tezkere vâdisi bu pâdişâh zamânında ortaya çıktı. Sehî ve Latifi gibi tezkireciler eserlerini ona takdim ettiler. Bu, imparatorluğun dört bir yanındaki ses veren şâirleri bir arada görmek demekti. Bizzât kendisi de şâir olup Muhibbî mahlası ile şiirler yazdı ve divanı devrinde 2800’ü aşkın gazeli ile, Zâtî’den sonra ikinci büyük divan olarak ortaya çıktı.

    Osmanlı Devletinin bir cihan imparatorluğu durumuna ve yüzyıllarca dünyâ siyâsetinde baş rolü oynamasına sebep olan maddî ve mânevî kaynaklar nelerdi? Kuruluş ve yükselme devrinde görülen dâhî pâdişâhlar, cihan hâkimiyeti devresinde de devam etti. İtalyan Langosto, Fâtih hakkında; “İnce yüzlü, uzunca boylu, hürmetten fazla korku telkin eder, seyrek güler, şiddetli bir öğrenme arzusuna sâhip ve âlicenaptır. Dâimâ kendinden emîndir. Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca, Slavca, İtalyanca ve İbrânice konuşur, harp sanatından çok hoşlanırdı. Herşeyi öğrenmek isteyen zekî bir araştırıcı idi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa mütehammil idi.” demektedir. Ömrü Allahü teâlâ yolunda cihâd etmekle geçen Fâtih, Trabzon Seferine giderken Zigana Dağlarını yaya geçmek zorunda kalmış ve bu sırada büyük güçlük ve sıkıntılarla karşılaşmıştı. Sefer sırasında yanında bulunan Uzun Hasan’ın annesi onun çektiği bu eziyetleri gördükten sonra kendisini seferden alıkoymak kasdıyla;

    “Ey Oğul! Bir Trabzon için bunca zahmet değer mi?” deyince yüce Hakan;

    “Hey ana, bu zahmet din yolunadır. Zahmeti ihtiyar etmezsek bize gâzi demek yalan olur.” diye cevap vermiştir.

    Fâtih Sultan Mehmed’in sâdece dünyânın incisi olan İstanbul’u Türk milletine hediye etmesi, bu milletin ebediyyen ona minnettâr olması için yeter. Nitekim şâir Abdülhak Hamid bütün bir milleti Fâtih’in türbedârı göstermekle fethin azametine işâret etmiştir.

    Şâyestedir denilse âlem, senin mezârın
    Durmuş başında bekler, bir kavm türbedârın.

    Sultan İkinci Bâyezîd ise, şâir, âlim ve aynı zamanda hattattı. Fâtih gibi bir baba ve Yavuz gibi bir oğul arasında saltanat sürmesi ve onlarla kıyaslanması sebebiyle saltanat devresi sönük görünmektedir. Halbuki o kendinden önce ve sonra gelenlerle her bakımdan karşılaştırılabilecek bir pâdişâhtı. İkinci Bâyezîd döneminde Osmanlı İmparatorluğu, türlü isyanlara, iç karışıklıklara, batı devletleriyle güney ve doğu komşularının Türklere karşı daha tehditkâr bir tavır takınmalarına, deprem ve sel gibi âfetlere kıran ve salgın hastalıklar gibi felâketlere rağmen dünyânın en kuvvetli devletlerinden birisi olarak teessüs etti. “Velî” tabiatlı olan Pâdişâh, Bâyezîd Meydanında kendi külliyesiyle birlikte câmiinin inşâsı bitince;

    “Her kim ömrü boyunca ikindi ve akşam namazlarının sünnetlerini terk etmemişse ilk Cumâ namazında o imâm olsun.” buyurmuştu.

    Bu hususta kendisinden başka kimse çıkmamış, hazerde ve seferde hiçbir sünneti bırakmadığı için namazı kendisi kıldırmıştır.

    “Biz Allah tarafından memur olmadıkça bir sefere gitmeyiz.” diyen Yavuz Sultan Selim Han ise, Cihan hâkimiyeti dâvâsında çok kudretli bir sîmâdır. Kendisini Rodos Seferine teşvik edenlere:

    “Ben cihangirliğe alışmışken, siz himmetimi küçük bir adanın fethine hasretmek istiyorsunuz.” cevabı kendisini en iyi şekilde anlatmaktadır. İki büyük meydan muhârebesiyle Memlûk Devletini ortadan kaldıran, mübârek makamlara hizmetle şereflenen ve Müslümanların halîfesi ünvânını alan Yavuz Sultan Selim, 25 Temmuz 1518 günü İstanbul’a ulaşmıştı. Ancak İstanbul’da halkın büyük bir karşılama hazırlığı yaptığını işitince gece vakti yanında birkaç kişiyle kayığa binerek gizlice Topkapı Sarayına çıktı. Ertesi gün pâdişâhın sarayda olduğu öğrenilince hiçbir merâsim yapılamadı. “Biz ne yaptık ki bu kadar rağbet edilir!” diyen cihan pâdişâhı gâyet sâde giyinir, devlet işleri dışında gösterişe rağbet etmezdi. Vefâtı sırasında yanında bulunan Hasan Can’la arasında şöyle bir konuşma geçti: “Hasan Can, bu ne haldir?” “Sultanım Cenâb-ı Hakk’a teveccüh idüb Allahü teâlâ ile olacak zamandır.” “Bizi bunca zamandan beri kiminle biliyordun; Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bir kusur mu fehm eyledin?” Bu konuşmadan sonra Hasan Can’dan Yâsin okumasını istedi ve dileği yerine getirildi. Kaynaklar nâşı yıkanırken sağ eli iki kere setr-i avret ettiğini ve orada bulunanların hayretle tekbir ve salevât getirdiklerini belirtmektedir. Her bakımdan büyük bir îtina ile büyütülen şehzâde Süleymân 25 yaşını geçerken Osmanlı tahtın oturduğunda dünyânın en kuvvetli ordu ve donanması, en düzenli devlet teşkilâtı, zengin ülkeler, muntazam mâliye ve kâbiliyetli bir millet emrinde idi. Bu muazzam kaynakları kullanarak zaferden zafere koşan Kânûnî Sultan Süleymân, Osmanlı ihtişam ve azametinin en yüksek mümessilidir. Kaynaklarda Kânûnî, hareket ve sözleri güzel, aklı kâmil, âlim, hâkim ve şâirlere dost, bütün maddî-mânevî iyilikleri şahsında toplamış, emsalsiz bir pâdişâh olarak tavsif edilmektedir. Devletin bu devirdeki azamet ve büyüklüğü dış dünyânın tecessüsünü gitgide arttırmış, Rusya ile Avrupa’da görünüşte Kudüs’e hac için giden seyyahlar, Osmanlı ülkesine akın etmişlerdir. Bu seyyahlar kendi hükümdarlarına sundukları arizalarda Osmanlının büyüklük sırlarını anlatmaya çalışmışlardır.

    Osmanlı pâdişâhlarının büyük ilim, din, kültür ve sanat adamlarını ülkelerinde toplayarak medeniyetin ilerlemesine ve müsbet ilimlerin gelişmesine çalışmaları. Nitekim Fâtih devrinde İstanbul medeniyetin ve dünyânın en yüksek bir merkezi hâline geldi. Molla Gürânî, Akşemseddîn, Hocazâde, Molla Hüsrev ve Hızır Bey gibi dînî ilimlerdeki âlimlerin yanında matematik ve astronomi âlimi Ali Kuşçu, Yûsuf Sinan Paşa, tıp dalında Muhammed bin Hamza, Sabuncuoğlu Şerefeddîn ve Altuncuzâde Fâtih’e mensup en mühim simalar idi. Fâtih Sultan Mehmed, Türk İslâm âlimleri gibi Rum ve İtalyan âlimlerini de himâyesine alarak çalışmalarında destek verdi. Rum âlimi Yorgi Amirukis’i Batlamyüs coğrafyasına göre bir dünyâ haritası yapmağa memur etti. Harita üzerine memleket, şehir ve mevkilerin Türkçe isimlerini de koydurdu. Fâtih’in ilme olan hizmetlerine işâret eden eserlerden en önemlisi, hiç şüphesiz câminin etrâfında yaptırdığı medreselerdir. Câminin etrâfında sahn-ı semân adıyla 8 medrese ve bu medreselerin arkasında daha küçük ve tetimme denilen diğer 8 medresede dînî ilimlerin yanısıra matematik, astronomi ve tıp okutulduğu ilmiye salnâmelerinde yazılıdır. Fâtih Sultan Mehmed devrinde İstanbul’un ilim merkezi yapılması için başlatılan çalışmalar; Bâyezîd Han, Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleymân devirlerinde de devâm etti. İkinci Bâyezîd Han kendi ülkesinde olduğu gibi doğu İslâm ülkelerindeki âlimlere dahi maaşlar bağlattı. İlmin yayılması için onları teşvik etti. Amasya, Edirne ve İstanbul’da câmilerin yanında medreseler de inşâ ettirdi.

    Yavuz Sultan Selim’in etrâfı âlim, şâir ve şeyhlerle dolu idi. Sefer ve zaferleri bir vazife sayarak kudretini onlara sarf ediyor; fakat bu zamanlarda bile ilim ve edebiyâtı terk etmiyordu. Yanında bulunan âlimleri dâimâ telif ve tercümelere memur etti. Büyük âlim ve şeyhülislam Kemâl Paşazâde Osmanlı târihine dair Tevârih-i Âl-i Osman adlı eserini Yavuz’un emriyle yazdı. Kendisi de her fırsatta kitap okur ve şiir yazardı. Kemal Paşazâde bir gün atını sürerken Pâdişâhın üzerine çamur sıçratınca çok üzülmüş fakat Yavuz;

    “Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür. Vasiyyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün.”

    diyerek ilim adamlarının yanındaki değerine işâret etmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân Han da âlimlerle Allah dostlarına çok hürmet eder, her birine hallerine göre izzet ve ikrâmlarda bulunurdu. Onlara danışmadan hiçbir işe girişmezdi. Âlimler için medreseler, evliyâ için tekkeler yaptırır, fethettiği yerleri câmilerle mâmur ederdi. İstanbul’da kendi câmii civarında vücuda getirdiği Sahn-ı Süleymâniye adındaki tıp ve riyâziye fakülteleri dünyânın en ileri ilim merkezleriydiler. Devrinde kültür ve sanat faaliyetleri doruk noktasındaydı. İlim, kültür ve sanat müesseselerinde, Kânûnî’nin himâyesinde kıymetli şahsiyetler yetişip her biri eşsiz eserler verdiler. Sultan İkinci Murâd’la temeli atılıp büyüyen ve genişleyen bu ilim ve kültür hareketleri, ondan sonraki pâdişâhlar tarafından da en iyi şekilde devâm etti. Fâtih’le başlayan dîvân bırakma durumu II. Bayezîd, I. Selim ve Kânûnî ile gelişti. Şiirde Fâtih Avni, Bâyezîd Adlî, Selim Selîmî ve Kânûnî Muhibbî mahlasını kullandı. Pâdişâhların yanısıra Osmanlı devlet adamlarından Mahmûd Paşa, Karamânî Mehmed Paşa, Fenârizâde Ahmed, Çandırlızâde İbrâhim, Veliyüddînoğlu Ahmed, Sinan ve Cezeri Kâsım Paşalar gibi kıymetli âlim ve vezirler gerek Türkiye’deki ve gerek hâriçten gelmiş olan muhtelif ilim ve sanat adamlarını himâye etmişlerdir. Bu durum Osmanlılarda ilmin gelişmesi ve ilim adamlarının yetişmesinde başlıca âmil olmuştur.

    Osmanlı ordusunun pâdişâh ve komutanlara itâat, düzen, disiplin, kâbiliyet, ahlâk, nefse hâkimiyet, silaha alışkanlık ve kahramanlıkta en yüksek seviyede bulunması. Nitekim yabancıların söyledikleri şu sözler Türk ordusunun vaziyetini göstermesi bakımından mühimdir:

    “Türk ordularında bir bayram namazı seyrettim. Sarıklı başlardan mürekkep, büyük bir topluluğun toplanmış olduğunu gördüm. Derin bir sessizlik içinde namazı idâre eden (kıldıran) imâmın sözlerini dinliyorlardı. Her safın belirli bir durumu vardı. Ayrı saflar dizildikleri açık sahrada, tıpkı bir duvar gibi uzanıyordu.” (Baron von Busbecq)

    “Bizde (Fransız ordusunda) 10 kişi, Türklerde 1000 kişinin yapacağından fazla gürültü yapar. (Bertrandon de la Brocquiere)

    “Mâhir bir kumandan, Türk askeriyle dünyâyı kutuptan kutba kadar kat edebilir.” (Vandal)

    “Seleflerinin gayretleri sâyesinde Sultan Süleymân öyle bir orduyu emri altında bulunduruyordu ki, kuruluşu ve silahları bakımından bu ordu, dünyânın bütün diğer ordularından dört asır ilerdeydi... Her Türk askeri yalnız başına seçkin bir Avrupa taburuna bedeldi.” (Benoist Mechin)

    “Kudretli Türk ordusu, bir tek emirle, tek vücut ve iyi kurulmuş bir makina hâlinde harekete geçiyordu.” (Henri Hauser)

    “Türklerin mevcut sistemini kendi sistemimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği felâketleri düşünüyor, titriyor ve âkibetimizden korkuyorum. Bir ordu gâlip gelecek ve pâyidâr olacak, diğeri de mahv olacaktır. Çünkü şüphesiz ikisi de sağlam sûrette devam edemez. Türklerin tarafında kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut, hiç sarsılmamış bir kuvvet var, sefer görmüş askerler, zafer itiyadları, meşakkatlere tahammül kâbiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanâatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umûmî fakirlik, husûsî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş mâneviyât, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır. Neticenin ne olacağını tahminde tereddüdün yeri var mıdır?” (Busbecq)

    Osmanlıların Atlas Okyanusundan Umman Denizine ve Macaristan’dan, Kırım ve Kazan’dan Habeşistan’a kadar geniş yerlere hâkim olmaları; Allahü teâlânın kelâmı Kur’ân-ı kerîmin emirlerine göre, adâletle idâre etmeleridir.

    Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih, devrinde en mükemmel bir hâle geldi. Fâtih teşkilâtçı ve imârcı idi. Devlet idâresini tam bir intizam içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyaç görüldükçe İslâmın esaslarına uygun kânunlar ve fermanlar yayınladı. Hazırlattığı kânûnnâmesi hukuk sâhasında çok önemli bir mevki tutmaktadır. Daha sonra Sultan Süleymân Han o güne kadar vâzedilen kânunları, Kânunname-i Âl-i Osman adı altında İslâm hukûku esasları dâhilinde toplattırıp, tanzim ettirdi. Bu kânunnâme, hukûkî, idârî, mâlî, askerî ve diğer lüzumlu mevzuları içine alan, başlıklar altında, cezâ, vergi ve ahâliyle askerlerin kânunlarını ihtivâ ediyordu. Kânunnâme’de bildirilen hükümlerin tamâmı İslâm hukukundan alınarak, Hanefî mezhebine göre tanzim edilmiştir. Fethedilen ülkelerde, örfî hukuk denilen, önceki idâreden kalan kânunlar ve halkın teamülleri de İslâm hukûkuna uygunluğu şartıyla kânunnâme’de yer almıştır. Böylece hazırlanan kânunlar asırlarca en iyi şekilde ve eksiksiz tatbik edilip, devletin tebeasını teşkil eden her çeşit insana huzur ve saâdet kaynağı oldu.



    Konu Aybalam76 tarafından (06.03.2009 Saat 20:49 ) değiş;tirilmiş;tir.
    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

  6. #6
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart Duraklama dönemi (1451 - 1574)

    DURAKLAMA DÖNEMİ (1451 - 1574)



    Kânûnî Sultan Süleymân’ın ölümü ile muhteşem pâdişâhlar ve onların hamleleri nihâyet bulmakla berâber devletin henüz karalarda üstünlüğü, iç denizlere hâkimiyeti ve ictimâî nizam bütün kudretiyle yaşamakta idi. Nitekim İkinci Selim Han döneminde (1566-1574) Avusturya’nın Erdel üzerine küçük bir tecâvüzü üzerine şiddetli bir mukâbelede bulunuldu. 1570’te Kıbrıs fethedildi.

    Türk donanması Okyanusya’ya kadar gidip Sumatra (Açe) Sultanlığıyla yâni Uzakdoğu Müslümanlarıyla temâsa geçti. Kurdoğlu Hayreddîn Hızır Bey 22 parça gemiyle Açe Sultanı Alâaddîn’e top ve topçu ustası götürdü. Türk subayları Açe ordusunda ıslâhat yaptı. Diğer taraftan İkinci Selim Hanın Türk târihinin en şuurlu ve hayâti seferi olan Don-Volga nehirlerini bir kanalla birleştirme, böylece Karadeniz’le Hazar Denizini birbirine bağlama projesi Kırım Hanı Devlet Giray’ın ihânetiyle, başarısız kaldı. Bu kanal projesi sâyesinde, o sırada gitgide kuvvetlenen Rusların güneye doğru sarkmaları önlenecek, İran kuzeyden çevrilmek sûretiyle artık tehlike olmaktan çıkacak, bütün Sünnî Müslümanların halîfesi olan Osmanlı sultanı, sünnî İslâm ve Türk ülkelerinin aynı zamanda fiilî hâkimi olacaktı. Bütün Türk yurtlarını bir bayrak altında toplayabilecek kadar muhteşem bu tasarıdan Ruslar dehşete kapılmışlar ancak karşı koyamamışlardı. Öte yandan Devlet Giray; bu kanal açıldığı takdirde Osmanlının artık o taraflarda kendi askeriyle iş görüp Kırımlılara ihtiyacı kalmayacağı, böylece Kırım’ı ilhak edip merkezden vâlilerle idâre edebilecekleri gibi bozuk bir düşünce içine düştü. Bu yüzden asker arasında menfi propaganda yaptı. Kış mevsiminin buralarda altı ay sürdüğünü ve kimsenin bu soğuğa dayanamıyacağını söyledi. Çeşitli zorluklar çıkardı. Neticede kışı geçirmek üzere Azak’a dönen Osmanlı teknik heyeti ve askerleri bir daha kanal başına gidemedi. Böylece Kırım bu günlere kadar süren târihteki tâlihsizliğini kendi eliyle hazırladı ve Türk târihinin çehresini değiştirecek büyük ve önemli bir teşebbüs başarısızlığa uğradı. Artık, Rusya Kafkas Türk hanlıklarını yutmaya Osmanlıları ise, en fazla hırpalayacak bir güç olmaya hazırlanıyordu.

    Osmanlı Devletinin İkinci Selim devrinde uğradığı ikinci muvaffakiyetsizlik İnebahtı’da oldu. Kıbrıs’ın Türkler tarafından fethi üzerine Papanın teşvikleri neticesinde büyük bir Haçlı donanması hazırlandı. 1571’de İnebahtı’da meydana gelen deniz muharebesinde Osmanlı donanması imhâ edildi. Çok şehit verildi. Ancak Uluç (Kılıç) Ali Paşa kurtarabildiği 60 kadar gemi ile İstanbul’a gelebildi. Bundan sonra devlet, bütün imkânlarıyla; bir kış zarfında eski donanmasını tekrar inşâ ederek Akdeniz hâkimiyetini tekrar sağladı. Sokullu Mehmed Paşa Venedik elçisine:

    “Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik. Siz ise bizim sâdece sakalımızı traş ettiniz. Kırılan kol bir daha yerine gelmez. Fakat kazınan sakal daha gür çıkar.”

    diyerek onlara fazla sevinmemelerini söyledi. Bu arada donanmanın yetişmiyeceği endişesini taşıyan Kılıç Ali Paşaya da;

    “Paşa, bu millet öyle millettir ki, isterse bütün gemilerinin demirlerini gümüşten, yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yapar.”

    sözü meşhurdur. Gerçekten ertesi yaz Osmanlı donanması hazırlanıp Akdeniz’e inince, Venedikliler, barış istemek zorunda kaldı. Hattâ bu anlaşmada Venedik Cumhuriyeti, Türklere Kıbrıs Seferinde yapılan masraflar karşılığı savaş tazminâtı ödemeyi bile kabul etti. İkinci Selim Handan sonra Osmanlı tahtına çıkan Üçüncü Murâd döneminden (1574-1595) îtibâren Osmanlı Devletinin giriştiği harpler çok uzun sürmeye ve devletin aleyhinde olmaya başladı. Nitekim 1578 yılında başlayıp çeşitli aralıklarla Üçüncü Mahmûd (1595-1603), Birinci Ahmed (1603-1617), İkinci Osman (1618-1622) ve Dördüncü Murâd (1623-1640) devirlerinde olmak üzere 1639’a kadar sürmüş olan İran harpleri Osmanlı duraklamasının başlıca sebeplerinden biri olmuştur. Osmanlı Devletinin zayıf ânını kollayan ve Hıristiyan Batı dünyâsı ile birlikte hareket eden İran, devamlı olarak bu devleti uğraştırmayı gâye edinmiştir. İran’a karşı koyabilmek için devamlı Anadolu’dan asker desteği verilmiş bu durum zamanla Anadolu’da sıhhatli dengelerin sarsılmasına yol açmıştır. Duraklamanın diğer sebepleri şu şekilde sıralanmıştır:

    1593-1606 Avusturya harplerinde timarlı sipâhi yerine, tüfekli piyâde kullanılması mecbûriyeti yüzünden, yeniçerilerin miktârı ziyâdesiyle arttırıldığı gibi, Anadolu’da ücretle pekçok tüfekli sekban askeri yazıldı. Sekban askerine ihtiyaç kalmadığı zamanlarda ücretsiz kalan bu eli tüfekli gruplar Anadolu’da halkı haraca kesmeye ve taarruzlara başladılar. Bozgunculukları sebebiyle timarları ellerinden alınan sipâhiler de onlara katıldı. Böylece 1596-1610 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğunu temelinden sarsan Celâli hareketi başgösterdi. Anadolu’da yağma ve çapulculuğa başlayan Celâlilere İran yanlılarının da katılıp, İran’ın bunları desteklemesi neticesinde isyanlar kısa sürede büyüdü. Öyle ki, Anadolu’da etrâfına 30-40 binlik kuvvetler toplayan Celâli liderleri çıktı. Bunlar emri altındakileri bir ordu biçiminde teşkilatlandırıyorlar ve üzerlerine gönderilen devlet güçleriyle çetin muhârebelere girişiyorlardı. Devletin İran ve Avusturya ile harp hâlinde bulunmasından da istifâde eden Celâliler, Anadolu’yu baştan başa yakıp yıktılar. Paniğe kapılan köylüler, topraklarını bırakarak şehir ve kasabalara sığınmaya çalışıyorlar, varlıklı olanlar İstanbul’a Kırım’a veya Rumeli’ye kaçıyorlardı. Bu durum Sultan Birinci Ahmed Hanın dirâyeti ve Vezir-i azam Kuyucu Murâd Paşanın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde önlenebildi. Bu müddet içinde öldürülen Celâli sayısının 65 bini bulması Anadolu’nun içine düştüğü durum hakkında bir fikir vermektedir.

    1580’lerden îtibâren batıdan büyük ölçüde gümüş gelmesi neticesi fiyatların düşmesi üzerine yaşanan ve fiyatlar ihtilâli denen karışıklık. Bu vaziyet karşısında küçük timar sâhipleri, uzak ve masraflı seferlerden kaçınmaya başladı. Diğer taraftan Orta Avrupa’da yapılan savaşların harp usullerinde meydana gelen değişiklikler, tüfekli yaya askerine olan ihtiyacı ortaya çıkardı. Ayrıca Timarlı sipâhiler, silah ve techizât bakımından değil, teşkilât ve taktik bakımından da modern savaş şekline ayak uyduramıyorlardı. Bu sebeplerle devlet yeniçeri sayısını arttırmaya ve sekban-saruca adı altında tüfekli Anadolu leventlerini ücretli asker olarak kullanmaya başladı. Yine bu devrede artık işe yaramayan yaya ve müsellemler ve voynuklar gibi bâzı eski askerî birlikler de kaldırıldı. Kapıkullarının toplam mevcudu; 1475’lerde 13.000, timarlı sipâhi 60.000; 1526’da kapıkulu 24.000’e, timarlı sipâhi 80.000 olduğu halde 1610’larda kapıkulu 40.000’e çıkmış timarlı sipâhi sayısı ise 20.000’e düşmüştür. Neticede timar sisteminin bozulmasının en menfi tarafı devletin iktisâdî yapısına yansımasıdır. Timarlı sipâhilerin boşalttığı dirliklerin gelirini eskisi gibi toplayıp devletin hazinesine akıtmak mümkün olmamıştır. Bu dirliklere gönderilen mültezimler zamanla büyük servet sâhibi olarak nüfuz kazanmış ve devletin başına belâ kesilmişlerdir.

    Sokullu Mehmed Paşanın ölümünen (1579) Halil Paşanın sadrâzamlığına (1617) kadar otuz sekiz sene zarfında hükümet reisliği makâmına geçen on dokuz vezir-i âzam içinde bu mevkiye liyâkati olanların adedi üçü geçmemektedir. Bu durum son devirde kaht-ı rical denilen adam yokluğunun daha 17. yüzyıldan îtibâren görülmeye başladığının da işâretidir. Bütün bu olumsuzlukların başlangıcına rağmen pâdişâhlar, cihan hâkimiyeti dâvâlarına samimiyetle bağlı bulunuyorlardı. Nitekim onlar yine Alman hükümdarlarını imparator ve kendilerine müsâvi kabul etmiyor, onlarla yapılan anlaşmalara yine muâhede-nâme değil, ahid-nâme nazarıyla bakıyor ve eskisi gibi bunu kendi lüfut ve ihsanları sayıyorlardı. Osmanlı siyâsi kudreti gibi ictimâî nizamı da devam ediyordu. Ayrıca sanat ve ticâret hayâtında ahlâkî nizam ve anânelere aykırı bir hareket nâdir görülüyor ve bu gibi durumlar esnaf teşekküllerinin (loncalar) şiddetli murâkabesine sebep oluyordu. Böylece devletin bir müdâhalesi olmadan ictimâî müesseseler umûmî nizamı muhâfaza ediyordu. Bu hususta Fransız elçisi D. Chesneau,

    “(Osmanlı şehirlerinde) Nizam ve asâyiş inanılmaz derecede kuvvetliydi. Geceleyin şehirleri muhâfaza için elinde bir sopa ve fenerle gezen tek bir kimsenin dolaşması kâfi idi. Halbuki Paris’te aynı vazife, bir kıt’a askerin başında bir kumandan tarafından zorlukla yapılıyordu”

    demektedir. Thevanot ise:

    “Bir milyonluk büyük İstanbul şehrinde dört yılda dört katl vak’ası görülmemiştir. Ticârî emtia ile dolu olan muazzam kervansaraylar bir tek adam tarafından korunuyor”

    der. Böyle bir cemiyette devletin vazifesi sâdece Allahü teâlânın irâdesine uygun Türk-İslâm nizâmını ve adâletini muhâfaza etmek ve bunu dünyâya yaymaktı. Bununla berâber devlet hiçbir zaman İslâmlaştırma ve Türkleştirme siyâseti gütmedi. Zîrâ cihan hâkimiyeti ve İslâm nizâmı mefkuresine inanan bir devlet dar bir milliyetçilik görüşüne saplansa ve insanlık prensiplerine bağlı kalmasa idi, bu cihanşümûl vazifesini yapamaz ve başka imparatorluklar gibi süratle çökerek, uzun asırlar boyunca, yaşayamazdı. Osmanlı Türkleri, on yedinci asırda, zaferler kazanırken, bâzan da mağlubiyetler görüyor, böylece azamet devrine nazaran bir duraklama içinde bulunduklarını anlıyorlardı. Ancak duraklamanın sebeplerini araştıran Türk mütefekkirleri askerî, idârî ve ilmî müesseselerde müşâhade ettikleri bozuklukları islah etmek sâyesinde İmparatorluğun eski kudretini tekrar kazanacağına, medenî ve mânevî üstünlüğün kendilerinde olduğuna inanıyorlardı. Fakat kânun ve nizamlardaki bu düzelme, otorite sâhibi bir pâdişâh idâresinde mümkündü. Bir de artık ortalıkta tek bir pâdişâh adayı bulunmuyordu. Bir noktada vezirlerin nüfuzları konuşuyordu. Bu sebepten ilk öldürülen pâdişâh Sultan İkinci Osman olmuştu. Böylece pâdişâhların devletin aksayan yönlerine neşter vurabilmesi kolay görünmüyordu. Ayrıca, timarlı sipâhi ordusunun gücünü kaybetmesi, buna karşılık Yeniçeri ordusu miktârının aşırı derecede artışı merkezde büyük bir gücün doğmasına yol açtı. Yeniliklere karşı çıkan bâzı devlet adamları da her fırsatta bu gücü kullanmaya başlayarak, devletin ve yeniçeri ocağının sonunu hazırlamaya başladılar. Nitekim Üçüncü Mehmed Handan sonra ilk defâ ordunun başında sefere çıkan İkinci Osman Han (1621), Yeniçeri kuvvetlerinin bozulmakta olduğunu gördü. Ancak onun ocağı ıslah teşebbüsü Osmanlı târihinde ilk defâ bir pâdişâhın kul eliyle şehit edilme hâdisesini ortaya çıkardı (Bkz. Sultan Osman Han-II)
    Bununla berâber İkinci Osman’ın şehit edilmesi hâdisesinden ders alan Dördüncü Murâd Han, parlak zekâsı, tedbirli siyâseti ve acı kudreti neticesinde devlete yükselme devirlerini hatırlatacak şekilde bir canlılık getirdi.

    Dördüncü Murâd Han, İran üzerine düzenlediği Revan ve Bağdât seferlerine giderken öncelikle Anadolu’daki sipâhi zorbalarını ve mütegallibe denilen zorla işbaşına gelmiş veya yolsuzlukla zengin olarak nüfuz sahibi olmuş zümreyi temizleyerek ülke içerisinde istikrarı sağladı.

    Daha sonra Revan ve Bağdat Seferlerinden muzaffer çıkan Sultan, İran’la çeşitli aralıklarla on altı yıldır devam eden harbe nihâyet verdi. Kasr-ı Şirin Muâhedesi diye meşhur olan bu antlaşmanın hükümleri, çok az bir değişiklikle günümüze kadar geldi.

    Dördüncü Murâd Hanın genç yaşta ölümü (1640) ve daha sonra Sultan İbrâhim Hanın âsiler tarafından şehit edilmesi (1648) üzerine Dördüncü Mehmed’in henüz yedi yaşındayken tahta çıkması zaman geçtikçe ocak ağalarının idârede nüfuz kazanmalarına yolaçtı. Yeniçeri ve sipâhi ağaları, vezirlerin seçilmesinde en önemli rolü oynuyorlardı. Bu durum devletin siyâsî yapısı ve mâlî vaziyetini bozdu. Her iş ağaların eline geçip kendilerine hiçbir sûretle muhâlefet edecek kimse kalmadı. Bunlar, asker mevcudunu yüksek göstermek sûretiyle fazla ulûfe aldıkları gibi yaptıkları tâyinlerden de yüklüce rüşvetler çekiyorlardı. Bu ve benzerî olaylar, zaman zaman önlenmesine rağmen 1656 yılında Köprülü Mehmed Paşanın sadârete getirilmesine kadar sürdü. Bu târihe kadar defâlarca sadrâzam değişikliğine rağmen devletin hayrına çalışan Tarhuncu Ahmed Paşadan başkası çıkmamıştı. Merkezde süren bu bozukluk devresinde, câhil ve iktidarsız vezirlerin eyâletlere rüşvetle adam tâyin etmeleri ahâlinin yine zorbalar eline düşmesine sebep oldu. Yapılan mezâlimler sebebiyle köylü halkın bir kısmı çiftini bozup şakâvete başlamış bir kısmı da şehir ve kasabalara sığınmıştı. Kalanlar da eziliyordu. Evvela Kuyucu Murâd Paşanın ve daha sonra Dördüncü Murâd Hanın şiddetli darbeleriyle bu isyan ve şakâvetler önlenmişse de, merkez zayıf düştükçe yine baş kaldırmalar meydana çıkıyordu

    Dördüncü Mehmed Hanın ilk sekiz senesinde bu durum bütün şiddetiyle devam etti. Pâdişâh, on beş yaşına geldiğinde kudretli vezir Köprülü Mehmed Paşayı iş başına getirerek devlete tekrar içte istikrar ve dışta îtibâr kazandırdı. Köprülü Mehmed Paşa (1656-1661) ve Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa (1661-1676) dönemlerinde Osmanlı Devleti, Kânûnî Sultan Süleyman devrindeki gibi huzurlu bir devre yaşadı. Bu müddet içinde tek bir kapıkulu ayaklanması görülmedi. Arasıra mağlubiyetler görülmesine rağmen Sancak-ı şerîf altında Türk orduları yeni bir zafer çağı yaşadı. Avusturyalıların çok güvendiği Uyvar Kalesi 1663’te fetholundu. Bu fetih üzerine halk şâirleri ordunun heybet ve şevkini anlatan şiirler kaleme aldılar.

    “Müjde gelüp Ehl-i İslâm şad oldu.
    Gâzi Vezir fetheyledi Uyvar’ı
    Nemçe lâin kal’asından yâd oldu.
    Gâzi Vezir fetheyledi Uyvar’ı.”

    bunlardan biridir. Nihâyet Fâzıl Ahmed Paşadan sonra Osmanlı sadâret makâmına gelen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, 1683 yılında Viyana’yı muhâsara etti. 100-120 bin kişilik Osmanlı ordusu Dük Şarl dö Loren kumandasındaki Avusturya ordusunu yenerek bütün ağırlıklarını zaptetti. Avusturya imparatoru Leopold, bu yenilgi üzerine bütün ümidini kaybederek Viyana’yı bırakıp kaçtı. Şehirde kalan Kont Stahramberg, bütün eli silah tutan erkekleri asker yazıp savunma tedbirleri aldı. Vezir-i âzam Kara Mustafa Paşa, kaleyi kurtarmak için gelebilecek Haçlı kuvvetlerine karşı durmak üzere Tuna Köprüsünü tutma vazifesini Kırım Hanı Murâd Giray’a vermişti. Düşman buradan geçtiği taktirde Budin beylerbeyi İbrâhim Paşa bunlara karşı çıkacaktı. Viyana’nın fethedilmesiyle Alman-Avusturya İmparatorluğu geri atılacak böylece Macaristan’da kuvvetli bir Macar Krallığı kurulabilecekti.

    Macaristan ayakta durdukça Avusturya’nın artık Türk Devleti için önemli bir tehlike teşkil etmesi düşünülemezdi. En büyük düşman olan Avrupa’ya karşı böyle kuvvetli bir savunma duvarı kurulması Türk Devletini uzun yıllar rahat hareket ettirecekti. Avrupa’da şok etkisi yapan Viyana kuşatmasının ilk iki aylık süresi içinde Türkler şehrin bir çok dış tabyalarını ele geçirdiler. Şehrin düşmesine sayılı günler kalmıştı. Bu sırada Papa’nın önderliğinde Viyana’nın kurtarılması için Avusturya, Lehistan, Saksonya, Bavyera ve Frankonya arasında mukaddes bir ittifak kurularak 120 bin kişilik bir kuvvet vücuda getirildi. Türk târihi için bir dönüm noktası olan Don-Volga kanal projesinde olduğu gibi bu defâ da en büyük ihânetlerden biri yine bir Kırım hanı olan Murâd Giray tarafından işlendi. Haçlı ordusu, Tuna Köprüsünü geçerken kendi askeriyle bir tepeye çekilip seyreden Tatar Hanı hücum etmesi için kendisine yalvaran Hanlık imâmına şunları söyledi:

    “Sen bu Osmanlının bize itdüği cevri bilmezsin. Bu düşmanun kovalanması benim için hiçbir şeydir ve bu işin dînimize ihânet olduğunu da bilirim. Ama isterim ki onlar kaç paralık adam olduklarını görsünler. Tatarın kıymetini anlasınlar.”

    Böylece Tuna’yı geçip Türk kuşatma kuvvetlerinin üzerine doğru gelen Haçlı ordusuna bu defâ da Viyana Kuşatmasının aleyhinde olan ve bu sebeple sadrazamla arası açık bulunan Budin Beylerbeyi İbrâhim Paşa yol verdi ve kendisi askerini toplayıp Budin’e çekildi. Yetmiş bin kişilik düşman ordusu karşısında yanında o sıra on bin kadar hazır askeri bulunan Kara Mustafa Paşa, akşam vaktine kadar yiğitçe çarpıştı ise de bunca ihânet karşısında her şeyin bittiğini görerek büyük bir gayretle oradan uzaklaşıp darmadağın çekilen orduyu Yanıkkale önlerinde topladı.

    Viyana bozgunu aslında Türk kuvvetleri arasında fazla bir zâiyata yol açmamış ancak psikolojik etkisi büyük olmuştu. Macaristan’daki kaleleri takviye eden Sadrâzam Belgrad kışlağına çekildi. Ancak bu sırada Sadrâzama karşı olan merkezdeki paşalar, Viyana bozgunu sebebiyle vezirin îdâmına ferman çıkarttırmaya muvaffak oldular. Böylece Kara Mustafa Paşanın îdâmı, Osmanlı ordusunu derleyip toparlayabilecek ve muhtemel bir bozgunun önüne geçebilecek kudretli bir paşadan devleti yoksun bıraktı. Nitekim ertesi yıl Venedik de kutsal ittifaka katıldı ve böylece Osmanlı kuvvetleri, Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venedik olmak üzere dört cephede çarpışmak zorunda kaldı. Osmanlı kuvvetleri, zaman zaman başarılar kazanmasına rağmen, harplerin uzun sürmesiyle ağır kayıplara uğradı ve 1699’da Karlofça Muâhedenâmesini imzâlamaya mecbur kalındı ( Karlofça Antlaşması). Osmanlı İmparatorluğu bu hâdiseyle ilk defâ büyük eyâletlerini düşmana bırakmış ve artık devrin aleyhine döndüğünü anlamıştı. Nitekim bu muâhedenâmeyle Türkler, hemen bütün Macaristan’ı Avusturyalılara, Ukrayna ve Podolya’yı Lehlilere, Azak Kalesini Ruslara, Dalmaçya sâhillerini ve Mora’yı da Venediklilere terk etti. Sâdece Timaşvar vilâyeti müdâfilerin kahramanlığı sâyesinde bir müddet için kurtarılabildi. Bu ağır, mağlubiyet ve kayıplar Türkler üzerinde o kadar acı bir tesir bıraktı ki,

    “Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i” diyerek feryat etmelerine sebep oldu.



    Konu Aybalam76 tarafından (06.03.2009 Saat 20:47 ) değiş;tirilmiş;tir.
    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

  7. #7
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart Gerileme devri (1699 - 1923)

    GERİLEME DEVRİ (1699 - 1923)


    Karlofça Antlaşmasının imzalamasından sonra Osmanlı Devleti, bilhassa sınırların kuvvetlendirilmesi, idârî, malî, iktisâdî durumun ıslahı, ordu ve donanmanın yeniden düzene konması ile uğraştı. Diğer taraftan ötedenberi Türkleri taklit eden Avrupa ile Rusya ilim ve teknikte hızla ilerliyor ve Osmanlıları daha kuvvetli bir şekilde kuşatıyorlardı. Artık Avrupa karşısında Türkler askerî ve teknik sâhalarda onlardaki ilerlemenin sırrını araştırmaya tenezzül etmeye mecbur oldular. Bu sûretle on yedinci asırda Osmanlı Devletini kendi bünyesine göre ıslah etme düşüncesi 18. asrın başında yerini Avrupa’dan iktibas etme fikrine bıraktı. Sultan Üçüncü Ahmed zamânında (1703-1730) Dâmâd İbrahim Paşanın Pasarofça Sulhü (1718) nün verdiği huzur sâyesinde giriştiği kültür ve îmâr faaliyetleri arasında Avrupa’nın tesirleri de mühim rol oynadı.

    Avrupa’nın mühim merkezlerine ilk defâ elçiler gönderildi. Böylece Türkler garb medeniyetini sathî de olsa tanımak fırsatı buldular. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi ile birlikte Paris’e giden oğlu Said Çelebi orada matbaanın önemini kavrayarak dönüşünde bir Macar mühtedisi olan İbrâhim Müteferrika ile İstanbul’da matbaa kurulması için teşebbüse geçti. Şeyhülislâmın fetvâsı ve pâdişâhın fermânı ile tasdik edilen rapor neticesinde garbın bu mühim kültür ve tekniği Türkiye’ye girdi. Matbaa ile, bir yandan büyük ilim ve kültür eserleri çok sayıda basılıp dağıtılırken bir taraftan da pâdişâh ve sadrazam İstanbul’daki ilim, kültür ve sanat çevrelerini yakından desteklemek sûretiyle bu sâhalarda büyük bir canlılık meydana getirdiler.

    Yalova’da kâğıt, İstanbul’da çini ve kumaş fabrikaları açıldı. Öte yandan bu sulh devresinde devlet adamları arasında görülen isrâf ve savurganlık umûmî bir hoşnutsuzluk doğurdu. Nitekim Patrona Halil İsyânıyla (1730) Lâle Devri diye de adlandırılan bu devir sona ererken ilmî gelişmelere karşı gruplar da isyânı destekleyerek pekçok ilmî gelişmenin baltalanmasına sebep oldular.

    Bütün olumsuz şartlara rağmen fevkalâde dikkat ve ihtimamla yetiştirilen Osmanlı şehzâdeleri tahta çıktıkları zaman devleti içine düştüğü bunalımlı vaziyetten kurtarmak ve eski haşmetli devrine ulaştırmak için azamî gayret sarfediyorlardı. Nitekim Üçüncü Ahmed’in yerine geçen Sultan Birinci Mahmûd (1730-1754) ve Üçüncü Mustafa (1757-1773) dönemlerinde humbaracı ve topçu ocaklarının batı tarzında teşkilâtlandırılmasına girişildi. Bir Fransız subayı iken Müslümanlığı kabul ederek Ahmed adını alan Comte de Bonneval, 1731’de humbaracı ocağının ıslahına başladı. Ocağın ihtiyaç duyduğu tâlimli askeri yetiştirmek üzere de 1734 yılında Üsküdar’da bir hendesehâne açıldı. Nitekim disiplinli ve modern tâlim ve terbiye ile yetiştirilen bu askerî sınıfın Rusya ve Avusturya ile 1736-1739’da yapılan muhârebelerde büyük hizmeti görüldü. Ancak bu sınıf 1747’de yeniçerilerin baskını sonucu kapatıldı. Sultan Üçüncü Mustafa da tahta geçer geçmez Fransa’dan mühendisler getirterek Mühendishâne ve bahriye (tersâne) sınıfı ve mekteplerini modern usûllere göre ıslâh etmeye ve onları tâlim ve terbiyeye girişti.

    Batıdaki gelişmeleri öğrenmek maksadıyla Fransa ve Almanya’ya elçiler gönderdi. Tıp ve astronomi sahaları ile ilgili çalışmalar hızlandırıldı. Karlofça Antlaşmasından sonra Osmanlı tahtına, üst üste devletin içine düştüğü durumu gören ve kurtarmak için çareler arayan gayretli pâdişâhlar çıktı ise de, bunların önlerinde her zaman, iki büyük engel oluştu: Bunlardan birincisi, Türk ordusunun esâsını teşkil eden yeniçerilerin modern askerî bilgi ve tekniğe kapalı ve uzak kalmaları, hattâ eski nizam ve ananelerini de terk ederek askerlikle münâsebetlerini kesmeleriydi. Bu durum onları, sâdece harp zamanlarında cepheye giden ve askerlikten habersiz bir yığın hâline getirdi. Bu sebeple topçu veya humbaracı sınıflarında yapılan değişiklikler umûmî neticenin elde edilmesini temin edemiyordu. Bir başka husus, yeniliklere açık ve ilme değer veren bu pâdişâhların yanında kendilerine yardımcı olacak değerli devlet adamları yoktu. Nitekim, Batının askerî tekniği Türkiye’ye girerken 1768’de başlayan ve 1774’te sona eren Rus Harbi, Türk ordusunun (yeniçeri kuvvetleri) mukâvemet edemediğini ve perişanlığını bütün dünyâya gösterdi. Bu ağır mağlubiyet üzerine imzalanan Küçük Kaynarca Muâhedesi (1774) Kırım Hanlığını Osmanlılardan koparıyor ve bir Türk gölü olan Karadeniz’de Rusya donanma bulundurmak hakkını kazanıyordu.

    Modern bir ordunun çekirdeğini, topçu sınıfını teşkil ederek istikbale ümitle bakan ve yeni hamlelere girişen Sultan Mustafa bu büyük kayıplara uğradıktan sonra ve bilhassa asırlarca süvarileriyle Avrupa’yı titreten ve Rusları atlarının ayakları altında tutan koca Kırım Hanlığının elden çıktığını görünce çok muzdarip halde, nüzüle uğradı, az sonra da vefât etti (1774). Pâdişâhın bu sırada yazdığı bir kıt’a hem kendi ıstırabını, hem de devrin adamlarına îtimatsızlığı ile imparatorluğun perişan durumunu ifâde eder:

    Yıkılıptur bu cihân sanma ki bizde düzele,
    Devleti çerh-i denî verdi kamu mübtezele
    Şimdi ebvâb-ı saâdetde geçen hep hazele
    İşimiz kaldı hemen merhâmet-i lem-Yezel’e

    Yeniçeri ordusunun bozulması ve savaşların aleyhte gelişmesi Üçüncü Mustafa Handan sonra Osmanlı pâdişâhlarını daha köklü inkılapların içerisine itiyordu. Birinci Abdülhamîd (1774-1789) zamânında sadrazam Hâmid Paşa, orduda teknik sınıfların modernleşmesine devam etti. Ancak Osmanlı Devletinin derlenip toparlanmasına fırsat vermek istemeyen Avusturya ve Rusya devlete karşı devamlı cephe açıyorlardı. Bilhassa Rusların 1783’te Kırım Hanlığını istilâ ve ilhak etmeleri, Türkler içinde unutulmaz bir ıstırap kaynağı hâline geldi. Zîrâ bütün nüfûsu Türk olan Hanlığın kaybı Macaristan ve Orta Avrupa’nın gidişine benzemiyordu. Ancak 1787’de başlayan Osmanlı-Rus Harbi, yine mağlubiyetle neticelendi.

    1789’da Özi Kalesinin düşmesi ve kalede Müslümanlara yapılan katliam Sultan Abdülhamîd’in üzüntüden vefât etmesine yol açtı (1789). Türklerin ve umûmiyetle İslâm dünyâsının Avrupa’ya ilk mühim yaklaşma ve onun medeniyetinden ciddî faydalanma teşebbüsü, Sultan Üçüncü Selim’e âittir. Selim, şehzâdeliğinden beri Avrupa usûlünde modern bir ordu kurmayı ve bu sâyede İmparatorluğuna eski kudretini kazandırmayı düşünüyor, hep bu gâye ile meşgul bulunuyordu. Tahta geçtiği sırada Avrupa’nın ve komşularının Fransa İhtilâli ile meşgul olmalarını fırsat bilerek derhal ıslâhat teşebbüslerine girişti. Viyana’ya elçi gönderdiği Ebû Bekir Râtıp Efendiye Avrupa’nın ahvâliyle Avusturya’nın ordu ve idâre teşkilâtı hakkında rapor hazırlamasını emretti. Çok zeki bir insan olan Ebû Bekir Râtıb Efendi, kısa zamanda Avrupa’nın ilmî, siyâsî ve askerî ahvâli hakkında bilgiler topladı. Avusturya ordusunun teşkilâtı, askerî mektepleri, subayların yetiştirilmesi ve başka birçok meseleler üzerinde pâdişâha bir rapor sundu. Devlet adamlarından da devletin bozuk tarafları ve bunların ne şekilde düzeleceğine dâir layihalar alan Sultan Selim Han, bu raporlar ışığında idârî, mülkî, ticârî, sınâî, zirâî, ilmî ve askerî sâhalarda yeniliklere girişti. Bu ıslahatların hepsine birden Nizâm-ı Cedid İnkılabı adı verilmektedir.

    Ayrıca Üçüncü Selim Han zamânında olmak üzere ilk defâ Yeniçeri ordusunun yanında, Avrupa usul ve tarzında yeni bir Nizâm-ı Cedîd ordusunun teşkiline girişildi. Gerçekten de modern usullerle eğitilen, disiplinli Nizâm-ı Cedid kuvvetinin kısa bir süre sonra mühim hizmetleri görülmeye başlandı. Mısır’ı işgal eden Napolyon’un Akka’da küçük bir Nizâm-ı Cedid kuvvetine sâhip bulunan Cezzâr Ahmed Paşaya karşı mağlup olarak geri dönmesiyle yeni ordunun ehemmiyeti anlaşıldı. Bu başarı, umûmî efkârı da, Nizâm-ı Cedid ordusu lehine çevirirken Napolyon’a da;

    “Türkler öldürülebilir fakat korkutulamaz.” sözünü söyletti.

    1806’da başlayan Osmanlı-Rus ve Avusturya harpleri sırasında Nizâm-ı Cedid kuvvetleri, Avrupa yakasına geçirildi. Bu küçük kuvvetin daha da büyütülmesi için çalışmalara başlandı. Fakat bu teşebbüs de yeniçerilerle Rumeli âyanlarının harekete geçmeleriyle önlendi. Nitekim Edirne’de Nizâm-ı Cedide dâir pâdişâhın fermânını okuyan memurların öldürülmesiyle başlayan isyan neticede Sultan Selim’in tahttan indirilmesine kadar devam etti

    Dördüncü Mustafa Han tahta çıkarıldı.Akabinde Selim Hanı tekrar tahta çıkarmak üzere, Ruscuk âyân ve yaranı Alemdâr Mustafa Paşanın 16.000 kişilik kuvvetiyle İstanbul’a girmesi âsilerin Selim Hanı şehit etmelerine yol açtı (1808).

    Kurduğu cihanşümûl nizâmı ile târihte müstesna bir mevkiye sâhip olan Osmanlı İmparatorluğu, başa geçen pâdişâhların akıllı ve gayretli çalışmalarına rağmen, yeniçeri askerlerinin bozulması, idârenin sarsılması, ağır mağlubiyetler ve isyanlar dolayısıyle artık kendi nizâmını muhâfaza edemez bir hâle geldi. Kırım Hanlığı gibi halkı Türk ve Müslüman olan koca bir devletten başka birçok eyaletler de düşman eline geçmiş; Kuzey Afrika, Mısır ve Arabistan gibi uzak ülkelerin devletle münâsebetleri hemen hemen kesilmiş bulunuyordu.

    Anadolu ve Rumeli’de timarlı sipâhi teşkilâtları bozulunca, bunların yerlerini bir takım âyanlar aldı. Âyanlar, sonunda merkezde otorite boşluğundan yararlanarak Pâdişâh fermanlarını dinlemeyen, devlete vergi ve asker vermeyen derebeyler hâline geldiler. Böylece devlet âdetâ kendi bünyesi içinde parçalandı. Nihâyet Alemdâr’ın merkezde nüfûzunu kurması ve Mahmûd Hanı tahta çıkarması ile de âyan ve eşkıyâ eyâletlere resmen hâkim oldu. İstanbul’da ayanlar ile hükümet arasında “Sened-i ittifak” adı ile bir antlaşma imzâlandı. Buna göre; bir yandan âyanların pâdişâha sadâkatleri, devlete vergi ve asker göndermeleri taahhüd ediliyor, öte yandan da hükümet, bunların mevcudiyetlerini ve evlâtlarına da intikal eden haklarını kabul ediyordu.

    Bütün bu olumsuzluklara rağmen Selim’in yerine 24 yaşında tahta geçen Sultan Mahmûd, daha büyük bir cesâret ve metânetle Nizâm-ı Cedid’i umûmî manzara ile gerçekleştirdi ve sâdece modern ordu ile kalmayarak tamâmiyle yeni bir nizam kurdu. 1808’de “Alemdâr Vak’ası” denilen ve Mustafa Paşanın öldürülmesi ve yeni teşkil olunan Sekban-ı Cedid’in lağvedilmesiyle neticelenen yeniçeri isyânı, genç pâdişâhın ümit ve cesâretini kırmadı. O, ecdâdına yakışır bir irâdeyle mücâdelesine devam etti. Bu sırada devlet dört bir taraftan içte isyanlar ve dışta düşmanlarla karşı karşıya idi. Ruslar Osmanlı topraklarını Kuzey Bulgaristan’a kadar istilâ etmişlerdi. Arabistan’da Vehhâbî ve Mora’da Rum isyanları tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Ruslarla Bükreş Muâhedesini imzâlayan Mahmûd Han, öncelikle mübârek beldeleri Vehhâbîlerden temizledi. Mora İsyânını bastırdı. Ve nihâyet 15 Haziran 1826’da 18. asrın başından îtibâren girişilen her hayırlı hareketin önüne geçen, içte pâdişâhına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen yeniçerileri ortadan kaldırdı. Ocak; devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sâhip idiyse, son bir asırlık felâketlerine de o derece sebep olmuştu. Bu sebeple yeniçeri ocağının kaldırılması hayırlı bir hâdise kabul edilerek Vak’a-i Hayriyye denildi. Şâir Keçecizâde İzzet Molla ocağın ilgası münâsebetiyle:

    Tecemmü eyleyüp Meydân-ı lahme,
    Edüp küfrân-ı nimet nice bâğî
    Koyup kaldırmadan ikide birde,
    Kazan devrildi söndürdü ocağı.

    kıtasını yazmıştır. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra toplanan divanda “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adıyla yeni bir askerî sınıfın teşkiline karar verildi (1826). Sultan İkinci Mahmûd bundan sonra Türkiye’yi yeni nizâma eriştiren müesseselerin temelini atmaya başladı. Avrupa’ya askerlik ve yeni silahların kullanılmasını öğrenmek için talebe gönderdi. Askerî, tıbbiye ve harbiye mekteplerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar ve mütehassıslar getirtti. İstanbul’da Türkçe, Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak Takvim-i Vekâyi adıyla ilk resmî gazete yayınladı (1831). Bunu daha sonra Ceride-i Havâdis (1840), Tercümân-ı Ahvâl (1860), Tasvir-i Efkâr (1862) gibi özel gazeteler tâkip etti. Sultan Mahmûd’un giriştiği bu yenilikler, Türk târihinde yeni bir dönüm noktası teşkil etti. Ancak Batılı devletler ve bilhassa İngiltere, uyguladığı sinsi ve plânlı metodlarla Sultan Mahmûd Handan sonra gelişme yolunu Osmanlı Devleti aleyhine ve kedi lehlerine olmak üzere değiştirmesini bildiler.

    Babası Mahmûd Hanın vefâtıyla henüz 16 yaşında tahta çıkan Abdülmecîd Hanın (1839-1861) tecrübesizliği; memlekete ve İslâmiyete çok ağır ve zararlı bir hatâya düşmesine sebep oldu. Öyle bir hatâ ki, Osmanlı târihinde korkunç bir dönüm noktasının başlamasına ve bu koca İslâm Devletinin bir yok olma devrine girmesine yol açtı. İslâm düşmanlarının Sultan Abdülmecîd Hanı yenilikçi diye överek örtbas etmek istedikleri bu hatâ pâdişâhın, İngilizlerin tatlı dili ve vaadlerine aldanarak, İskoç masonlarının yetiştirdikleri câhil devlet adamlarını işbaşına getirmesi ve bunların devleti içerden yıkmak siyâsetlerini hemen anlayamamasıdır. Gerçekten onun bu hatâsını kardeşi Abdülazîz Handan sonra oğulları İkinci Abdülhamîd (1876-1908), Mehmed Reşad (1908-1918) ve Mehmed Vahideddîn Han (1918-1922) göğüslemeye çalıştılar. Ancak imparatorluğun yıkılışının tezahürünü bu hatâda gördüler.

    Sultan İkinci Mahmud Hanın giriştiği inkılaplarla Osmanlılarda millî hayatiyetin tekrar canlandığını gören İngilizler bu muazzam devletin içten çökertilmedikçe yıkılamıyacağını anladılar. Bunun için Osmanlı tahtına genç ve tecrübesiz bir pâdişâhın geçmesini fırsat bilerek, İslâmiyeti yıkmak üzere İngiltere’de kurulmuş bulunan İskoç Mason teşkilâtının kurnaz üyesi Lord Rading’i sefirlikle İstanbul’a gönderdiler. Lord Rading, daha önce Paris ve Londra’da Osmanlı sefiri olarak görev yaparken aldatılan ve mason yapılan Mustafa Reşid Paşayı sadârete getirebilmek için çok dil döktü.

    “Bu aydın, kültürlü ve başarılı veziri sadrâzam yaparsanız, İngiltere İmparatorluğu ile devlet-i âliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar kalkar. Devletiniz ekonomik, sosyal ve askerî sahalarda ilerler.”

    diyerek halîfeyi aldattı. Reşid Paşa iş başına gelir gelmez, Hâriciye Nazırıyken Rading ile berâber hazırladığı Tanzimat Fermanı’nı ilân ettirdi (1838). Sonra bu fermana dayanarak büyük vilâyetlerde mason locaları açtı. Câsusluk ve hiyânet ocakları çalışmaya başladı (Bkz. Gülhâne Hatt-ı Hümâyunu). Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen ve matematik dersleri kaldırıldı

    “Din adamlarına fen bilgileri lâzım değildir” diyerek kültürlü ve bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni olundu. Gençleri din câhili yetiştirerek İslâm ahlâkını, ecdad sevgisini ve millî birliği parçalamaya çalıştılar.

    İkinci Hariciye Nâzırlığına tâyin edildiği 1837 târihinden 17 Aralık 1858’de ölümüne kadar 21 yıl müddetle devlete fiilen yön vermiş olan Mustafa Reşid Paşa, arkasında birçok gâileler ve memlekette ictimâî sarsıntıya yol açan ve bugün hâlâ devam eden şeklî Avrupalılığın temelini atan insan olarak târihe geçti. İhânetleri ile tanınan Tanzimat paşaları, devleti sıkıntıya sokmak pahasına başka devletlerden borç aldılar, İngilizlere destek olmak için savaşa girdiler.

    Islahat Fermânını îlân ettiler . Mustafa Reşid Paşa ve onun yetiştirmeleri Âli ve Fuâd paşaların şekilci Batıcılık hareketiyle birlikte memlekette Avrupa’nın tesiri ve hattâ himâyesi altında kaldığı şüphe götürmez bir takım karanlık fikirli cemiyetler de ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan ilki olan “Genç Türk” cemiyeti, sonradan devam edecek ve Osmanlı İmparatorluğunun ipini çekecek gizli komitecilik hareketlerinin sonuncusu olan İttihat ve Terakki Cemiyetine kadar dayanacak ve bu muazzam İmparatorluk tasfiye edilecektir.

    Bu cemiyetin açtığı ihânet yolu üzerinde o devletin ekmeğini yiyip semiren nice vezirler, sadrazamlar, seraskerler, ordu kumandanları, subaylar, erkan-ı harpler ve hattâ ulema takımı yürüyecektir. Ancak bu son dönemde içte ihânet şebekesinin önünü kesmek, dışta ise Avrupalı devletlere denk bir devlet vücuda getirmek üzere iki kudretli pâdişâh tahta çıktı.

    Sultan Abdülmecîd vefât ettikten sonra 1861 yılında Abdülazîz Han tahta cülus etti. Her tavrı ve her hâliyle ceddine benzeyen Sultan Abdülazîz, devleti kuvvetlendirmek, kuvvetli bir ordu yanında, kudretli bir donanma yapmak, böylece devletin etrâfında dolaşan tehlikeleri bertaraf ederek Avrupa’nın hasta adama benzettiği devletini iyileştirmek için ciddi teşebbüslere girişti. Abdülazîz Hanın tahta çıktığı yıllar Avrupa’da tekniğin büyük bir süratle değiştiği ve bu sâhada bir ihtilalin vukû bulduğu yıllardı. Avrupa’nın yaptığı ihtilâli daha şehzâdeliğinden beri dikkatle tâkip eden Sultan Abdülazîz, bu ihtilâlin meydana getirdiği teknik ilerlemeyi aynen kabul etmekte tereddüd etmedi ve devlete eski kudret ve şevketini iâde ettirmek husûsunda her fedakârlığı göze aldı. Sultan Abdülazîz Han öncelikle ordu ve donanmanın kuvvetlendirilmesine canla-başla çalıştı. Amerika’da o sırada yeni yapılan ve seri atış yapan “Martini” tüfeklerinden getirterek kara ordusunu bunlarla techiz etti. O târihte böyle kuvvetli bir silah diğer Avrupa devletlerinde bile yoktu. Sonra muazzam bir donanma kurdu. Denizcilikten çok iyi anlıyor, yaptıracağı zırhlıların plânlarını bâzan kendisi çiziyordu. Böylece vücuda getirdiği donanma, İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyânın üçüncü büyük donanması oldu. Abdülazîz Hanın en büyük emeli Rusya’yı Tuna’nın ötesine atmak ve Karadeniz’e çıkmasına kesinlikle engel olmaktı. Gerçekten, Türkiye ne zaman içeride kuvvetlenmek üzere bir takım teşebbüslere girişse, Rusya bir savaş çıkarıyor, devletin bütün mâlî gücü bu savaşlarda eriyip gidiyordu. Pâdişâhın yeniden kurduğu ve teşkilâtlandırdığı 500.000 kişilik ordu dünyânın en modern kuvveti hâline geldi.

    Osmanlı Devletinde Sultan Abdülazîz Hanın gerçekleştirdiği bu hamleleri; İngiltere, Fransa ve Rusya büyük bir endişe içinde tâkip ediyordu. Fakat şu safhada hiçbirinin bu muazzam güce karşı çıkmak cesâreti yoktu. Öyleyse devlet bu kudretli elden mahrum bırakılmalı, yâni Sultan Abdülazîz Han tahttan indirilmeliydi. 1867 yılında bir buçuk ay süren Avrupa gezisine çıktığı sırada Viyana’dan Budin’e uzanan yol üzerinde gittiği her yerde eski tebaası olan ve Avusturya zulmünden bıkan Macarlar, Sultan Abdülazîz’i çılgınca alkışlarla karşılarlarken içerdeki hâinler bu mübârek Türk hâkânı ve İslâm halîfesinin öldürülmesi için tertipler hazırlıyorlardı.

    Sultan Abdülazîz Hanı tahttan indirmek isteyen şebekenin başında dünyâ bankeri Lord Rodchılld ve Mısır’da hidiv olamamasının sebebini Abdülazîz Handa gören Mustafa Fâzıl Paşa geliyordu. Lord Rodchılld ile birlikte hareket eden Mısırlı prens bütün servetini bu yola dökerken onların besledikleri ve devletine ihânete hazırladıkları zevat ise, Türk milletine vatanperver olarak tanıtılıyordu. Bu sözde vatanperverlerin başında Midhat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, askeriye nâzırı Süleyman Paşa, Bahriye Nâzırı Kayserili Ahmed Paşa, Şâir Ziyâ Paşa, Nâmık Kemâl, Ali Suâvi, Âgâh Efendi geliyordu. İçerde Osmanlıyı yiyen, dışarda İngiliz paralarıyla kursaklarına kadar dolu olan bu zevat memleketin kurtuluşuna değil, bilerek batışına hizmet ettiler. Nihâyet 1876 yılı Mayıs ayında Hüseyin Avni Paşa liderliğinde toplanan ihânet şebekesinin kurmayları, veliaht şehzâde Murâd’ı tahta çıkarmak üzere anlaştılar. Harbiye kumandanı Süleyman Hüsnü Paşa üç yüz kadar harbiye talebesini alarak sabaha karşı sarayı çevirdi. Sultan Azîz’i çok sevdiği için Türk askeri devre dışı bırakıldı. Onun yerine o sırada İstanbul’da bulunan ve hiçbiri Türkçe bilmeyen bir bölük çöl askerini “Pâdişâhı korumak için” diyerek sandallara bindirip sarayın etrâfına getirdiler. Dışarıdan bakanlar, bunları Türk ordu birlikleri sanırdı. Böylece tahttan indirilen Abdülazîz Han, bilhassa Hüseyin Avni Paşanın bitip tükenmez kini yüzünden çok kötü muâmelelere mâruz kaldı. Önce Topkapı Sarayına ve oradan Ortaköy’deki Fer’iye Sarayına götürüldü. Sultan buraya götürülüşünün dördüncü günü ihtilalci paşaların tuttuğu katiller tarafından Kur’ân-ı kerîm okumaktayken bilek damarları kesilerek şehit edildi (1876). Bu işi yapanların intihar süsü vermek istedikleri belliydi, ancak bir adamın her iki bilek damarlarını birden kesmesine imkân yoktu. Ortada acemice bir cinâyet mevcuttu. Ayrıca Hüseyin Avni Paşanın doktor muâyenesi bile yaptırmadan acele cenâzeyi kaldırmasından da bu işin bir cinâyet ve cinâyeti tertipleyenin de kendisi olduğunu açıkça gösteriyordu.

    Sultan Abdülazîz Han, Türk târihinin önemli devlet adamlarından biridir. Meşrûtiyetçilerle arası iyi olmadığı için muhâlifler onun hakkında pekçok dedikodu çıkararak yıpratmaya çalışmışlar, Avrupa kamuoyu da bu yolda bir imaj meydana getirdiği için sonraki yıllarda onun şahsiyeti hayli silik gösterilmiştir. Bu pâdişâh için çıkarılan Horoz dövüştürmesi ve deve güreştirmesi vs. gibi şeyler tamâmen hayâl mahsûlü olup hiç utanılmadan uydurulmuş şeylerdir. Kendisi güçlü, kuvvetli olup; ava, güreşe, cirit atmaya meraklıydı. Türk milleti, çok sevdiği bu büyük pâdişâhın arkasından günlerce ağladı.

    Uyan Sultan Azîz Uyan
    Şimdi kan ağlıyor cihân.

    diye ağıtlar yazdı. Hattâ ona yapılanlar yüzünden bu memleketin lânetlendiği sözleri halk arasında söylenmeye başlandı.

    Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülazîz ortadan kaldırıldıktan sonra daha yüksek mevkilere çıkmanın hesapları içerisindeyken kolağası ve Sultanın kayınbirâderi Çerkes Hasan Bey tarafından katledildi. İhtilalci liderler tarafından tahta çıkarılan Beşinci Murâd, amcasının işkenceli ölümünü işitmesiyle aklî dengesi bozuldu. Bu sebeple 31 Ağustos 1876 târihinde tahttan indirildi. Yerine Şehzâde Abdülhamîd Efendi, Osmanlı sultânı oldu. Sultan İkinci Abdülhamîd’in 33 yıllık saltanat müddeti üç devrede incelenebilir.

    1) İlk bir buçuk yıllık dönem (I. Meşrûtiyet dönemi),
    2) 31 yıllık dönem (Şahsî idâresi dönemi),
    3) Son bir yıllık dönem (II. Meşrûtiyet dönemi),

    Pâdişâh saltanatının ilk bir sene beş ayı içerisinde devlet idâresine karıştırılmadı. Memleketi Sadrâzam Midhat Paşa ve arkadaşları idâre etti. 23 Aralık 1876’da I. Meşrûtiyet îlân edildi Meclis 24 Nisan 1877’de Rus Harbinin çıkmasına sebep oldu. Mâlî 1293 senesine rastladığı için 93 Harbi de denilen bu savaş Edirne Mütârekesine kadar dokuz ay sürdü. Gâzi Osman Paşanın Plevne’de ve Ahmed Muhtar Paşanın doğu cephesindeki başarılarına rağmen savaş umûmî bir bozgunla neticelendi. Bu bozgunda bilhassa ittihatçı liderlerin benlik kavgaları önemli rol oynadı. Ruslar ve Bulgarlar on binlerce Türk kadın ve çocuğu kestiler. Bir milyondan fazla Türk Bulgaristan’dan, İstanbul’a hicret etti

    Bu fâciaları gören Abdülhamîd Han İngiliz Kraliçesi Viktorya’ya çektiği telgraf ile barışın yapılmasını sağladı. Mütârekeden on gün sonra da Meclis-i Mebûsanı kapattı. 3 Mart 1878’de imzâlanan Ayastefanos Antlaşması Türkiye için büyük kayıplara yol açtı. Kars, Ardahan ve Batum Ruslara geçti. Bulgaristan Prensliği diye iç işlerinde bağımsız, dışta Türkiye’ye bağlı yeni bir devlet kuruldu. Ruslar, Bulgaristan’ı tamâmen Osmanlılardan ayırmak projelerini yapmışlardı. 93 Harbi öncesi Bulgaristan’da Türk nüfûsu çoğunlukta idi. Ruslar bu yerleri işgal ettikçe halkı toptan kurşuna dizmek, süngülemek, câmilere doldurup yakmak sûretiyle Türk nüfûsunu sistemli şekilde azalttılar.

    Abdülhamîd Han Ayastefanos Antlaşmasının hükümlerini hafifletmek için diplomatik yollara başvurdu ve İngiltere’nin desteğini aradı. İngiltere Berlin’de bir konferans toplayarak Ayastefanos’un hükümlerini kaldırabileceğini buna karşılık Rusya’nın Türkiye’den herhangi bir toprak isteğine engel olabilmek için Kıbrıs’a yerleşmesi gerektiğini bildirdi. Pâdişâh bu isteği kabul etmedi ve Meclis-i vükelâda yaptığı bir konuşmada Avrupa devletlerinin Türk’e hayat hakkı tanımayacaklarını, onların asıl maksadının Türk Devletini Konya ve civârında küçücük bir prenslik hâline indirmek olduğunu söyledi. Bu sözleriyle o kırk iki yıl sonraki Sevr Antlaşmasını daha o zamandan sezmiş bulunuyordu. Fakat vekiller heyetinin ısrarı üzerine Kıbrıs İngiltere’ye bir nevi kirâlandı. Ada hukûken Türklere âit olacak, fakat İngilizler tarafından idâre edilecek ve İngilizler uygun bir târihte çekileceklerdi. Böylece Berlin Muâhedesi 13 Temmuz 1878 ’de imzâ edildi. Bu antlaşma, aslında Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmadı. Fakat Balkanlardaki Rus nüfuzunu önemli ölçüde kırıp bu statüyü Avrupalıların garantisi altına sokması bakımından önemlidir.
    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

  8. #8
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart

    Berlin Muâhedesinin imzâlanmasından sonra Sultan Abdülhamîd’in saltanatındaki ikinci devre yâni devleti şahsî ve bizzat idâresi başladı. Bundan sonraki işlerde asıl sorumluluğu yüklenecek olan pâdişâhtır. Böylece 93 Harbi sonunda Osmanlı İmparatorluğu ve onun idâresini bilfiil üzerine almış bulunan İkinci Abdülhamîd Han sanki bir yıkıntının altında kalmış gibiydi. Osmanlı Devleti dışarda ve içerde büyük meselelerle karşı karşıya idi. Ancak aklı, ilmi, zekâsı fevkalâde yüksek ve bir dâhî olan Abdülhamîd Han bu meselelerin üstesinden gelmeyi başardı. İdâresi altındaki Türkiye, Berlin Anlaşmasından, İkinci Meşrutiyete kadar, otuz sene içinde herhangi bir toprak kaybına uğramadı. 1881’ de Teselya’nın Yunanistan’a bırakılması ve aynı yıl Tunus’un Fransızlarca işgâli bu anlaşmaya imzâ koyanların rızâlarıyla olmuştu. Buna rağmen İkinci Abdülhamîd Han Tunus’un işgâlini hiçbir zaman kabul etmedi ve bunu sonuna kadar bir siyâsî mesele yapmakta devam etti.

    30 yıl müddetle Sultan Abdülhamîd Hanın karşı karşıya bulunduğu meseleler ve bunlara karşı aldığı tedbirler ise şu şekildedir:

    1853 Kırım Harbi sırasında yabancı devletlerden alınan büyük borçlar, Reşid, Fuad ve Âlî Paşaların sınırsız harcamaları Sultan Abdülazîz zamanında ordu ve donanmanın geliştirilmesini sağlamak üzere alınan borçlar ve Rusya’ya ödenecek savaş tazminâtı devletin belini bükmüştü. Dış borçlar devlet borcu olduğu için, bunlar ödenmedikçe yabancı devletlerin elleri Türkiye’de olacaktı. Bu sebeple pâdişâh ilk iş olarak bu meseleye çâre bulmaya çalıştı. 1881’de yayınladığı bir kararnâme ile devletin birçok tekel gelirlerini tek idâre altında topladı ve buradan dış borçların muntazam taksitlerle ödenmesine karar verildi. Buna karşılık dış borcumuzun yarısı silindi. Düyûn-ı umûmiye denilen bu idâre alacaklı devletlerin temsilcileriyle ortak idâre ediliyordu. Pâdişâh, böylece hem yabancı müdâhalelerini önlemiş, hem devletin mâlî işlerine bir düzen vermiş oldu.

    Berlin Antlaşmasıyla Teselya’ya sâhip olan Yunanistan, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini hızlandırdı. Girit ve Yanya’da çete savaşlarını körükledi. Balkanlarda Yunan ordu birlikleri sınır ihlallerine başladı. Bu olaylar üzerine Abdülhamîd Han, Yunanistan’a askerî müdâhalede bulunulmasına karar verdi. Pâdişâh, ayrıca Batılı devletlerin ve Rusya’nın Yunanistan lehine harekete geçmelerini istemediğinden müdâhalenin bir yıldırım harbi olmasını ve neticenin süratle alınmasını istedi. Bu emirle harekete geçen Müşir Ethem Paşa kumandasındaki Türk birlikleri yirmi dört saatte Termopil geçidini aşıp Atina’ya girdi. Bütün Avrupa kumandanları bu olayla şaşkına döndü. Çünkü Alman kurmayları, Osmanlı ordusu, Termopil’i altı ayda geçemez diye rapor vermişlerdi. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın mürâcaatı üzerine savaş o noktada durduruldu. Bu üç devlet Türkiye, Yunanistan’dan çıkmadığı takdirde savaş îlân edeceklerini bildirdiler. Yunanistan Türkiye’ye büyük bir savaş tazminâtı ödeyerek kurtuldu. Ancak bu üç devlet Osmanlıyı gâlip geldiği bir harpte mağlup duruma düşürmek için Girit’e muhtâriyet verilmesini kararlaştırdılar. Girit Osmanlı Devletine bağlı kalmakla birlikte kendi kendini idâre eder bir vâlilik olacaktı. Burası ancak Abdülhamîd Han tahttan indirildikten sonra Yunanistan’a ilhak edilebildi. İkinci Abdülhamîd Han, Yunan Savaşı hâriç bütün dış meselelerini dâimâ diplomatik yollarla halletmeye çalıştı. Gerçi diplomatik yol kesin netice vermeyen ve işleri sürüncemede bırakan bir yoldu. Ancak Türkiye zayıf ânında, savaştan uzak kalmak ve dış istekleri sürüncemede bırakmaktan daima kârlı çıkıyordu. Oysa kesin zafer elde ettiği Yunan Harbinden bile bir kâr elde edememişti.

    İngilizlerin Arap milliyetçiliğini yaymak ve halifeliğin Arapların hakkı olduğunu iddia ederek Mısır hidivini halîfe yapmak konusundaki gayretlerine, Abdülhamîd Han Panislamizm politikasıyle karşı koydu. O târihlerde İngiltere, Rusya ve Fransa’nın idâreleri altında büyük Müslüman kitleleri bulunuyordu. İngiltere’nin Türk idâresindeki Arap ülkelerine de göz dikmesi üzerine pâdişâh, bu devletlerin Müslüman halklarını kendi nüfûzu altına almayı, bütün dünyâ Müslümanları ile İstanbul arasında kuvvetli bağlar kurmayı uygun gördü. Bunun için dünyânın her tarafında İslâm topluluklarının lideri durumunda bulunan büyük din adamlarıyla temasa geçti. Bunlara özel mektuplar gönderdi. Rütbe ve nişanlar verdi. Böylece bu dînî liderlerin hepsi kendilerini İslâm halîfesinin mahalli memurları, temsilcileri olarak görmeye başladılar. Müslümanları Avrupalı ve Rus emperyalistlere karşı uyarmak üzere Çin’e kadar adamlar gönderdi. Neticede öyle bir durum meydana geldi ki, Afrika’nın en uzak köşesinde bir Müslüman cemâatı bile hiç Türkçe bilmedikleri halde câmilerden çıkınca ellerinde Türk bayrakları ile dolaşıyorlar ve “Pâdişâhım çok yaşa” diye bağırıyorlardı. Ayrıca İstanbul’da basılan binlerce kitap ve broşür Rus idaresi altındaki Türk ülkelerine gönderiliyor böylece her tarafta Türkler ortak bir kültür kaynağından besleniyorlardı. Sultan Abdülhamîd Hanın bu siyâseti sâyesinde İstanbul İslâm dünyâsının kalbi hâline geldi. Rusya, İngiltere ve Fransa onun, kendi Müslüman tebeaları arasındaki bu nüfûzundan çekinerek daha dikkatli hareket etmeye başladılar.

    Birçok gelirini Düyûn-ı umûmiyeye bırakan devlet, memur ve asker maaşlarını zamânında ödeyememe, iki veya üç ayda bir ödeme yapmak durumuyla karşı karşıya kaldı. Ancak aynı devirde hayâtın fevkalâde ucuz ve Osmanlı parasının kıymetli olması yüzünden sıkıntı çeken hiç kimseye rastlanmadı. Bir aylık maaş, üç ay boyunca rahatlıkla yetiyordu.

    Yahûdîlerin arz-ı mev’ûd (vâdedilen topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarını hızlandırmaları. Yahûdîler İngilizlerin de desteğiyle bu gâyenin tahakkuku için siyonist teşkilâtlar kurup zengin gelir kaynakları temin ettiler. Siyonist hareketlerin başına geçen Theodor Herzl, Filistin’de bir Yahûdî devletinin kurulması için çalışıyordu. Yahûdîler 1870 senesinden îtibâren Filistin toprakları üzerinde zirâi yerleşme merkezleri teşkil etmeye başladılar. Daha çabuk ve kesin bir yerleşme yapabilmek için Herzl, Sultan Abdülhamîd’le görüştü ve ondan Filistin’de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin istedi. Buna karşılık Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyeceklerini bildirdi. Bu isteğe karşı Abdülhamîd Han târihimize altın harflerle geçen şu cevâbı verdi:

    “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zîrâ bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldâr kılmıştır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz.”

    Abdülhamîd Han ayrıca Yahûdîlerin el altından ve gizli faaliyetlerine karşı da harekete geçti. Filistin’in tamâmını arâzi-i şahâne îlân ederek satılmasını yasakladı. Bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin’de vazifelendirdi. Kafkas ve Balkanlardaki bir kısım Müslümanları Filistin’e yerleştirdi. Pâdişâhın bu faaliyetleri üzerine Yahûdiler, bütün güçlerini Abdülhamîd Hanı tahttan indirme yoluna çevirdiler. Ve mason yaptıkları yerli hâinlerle işbirliği yaparak bu niyetlerini gerçekleştirdiler.

    Berlin Antlaşmasının 61. maddesi, Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilâyetlerde ıslâhat yapılmasını öngörüyordu. Bu maddenin Ermeni muhtâriyetini doğuracağını ve memleketin bütünlüğünü parçalayacağını görerek Abdülhamîd Han uygulamadan kaldırdı. Bu maddeyi uygulama taraftârı olan sadrâzam ve devlet adamlarını azletti. Bunun üzerine çeşitli Avrupa şehirlerinde ve Amerika’da yetiştirilmiş Ermeni ihtilâlcileri Türkiye’de ihtilâl hazırlıklarına giriştiler. Devletine bağlı Ermenileri terörle sindirmeye ve kendilerine katılmaya zorladılar. Böylece ihtilâlci Ermeniler tarafından doğuda pekçok Ermeni vatandaş katledildi. Avrupa’da da bu katliamların Türkler tarafından yapıldığı intibâını vermek için yoğun bir propaganda başlattılar.

    Ermeni ihtilâlcileri tarafından Abdülhamîd Han “Kızıl Sultan” îlân edildi. Bunların niyeti Türkiye’de bir ihtilal hareketi uyandırdıktan sonra Avrupa devletlerinin müdâhalesini sağlamaktı. Ancak giriştikleri pekçok teşebbüs Abdülhamîd Han tarafından Avrupalıları ayağa kaldırmadan bastırılıp söndürüldü. Ayrıca Doğu Anadolu’da Hamidiye alaylarını kuran pâdişâh bölge aşiretlerini kendisine bağladı. Bu olaylarla bölgede âsâyişi teminle Osmanlı hâkimiyetini pekiştirdi.

    Bu defâ Ermeniler de pâdişâhı ortadan kaldırmadıkça Ermenistan’ı kuramayacaklarını düşündüler. Avrupa’da meşhur bir anarşisti para ile tutup “İstanbul’a getirdiler. Cumâ namazı için gittiği Yıldız Câmiinde İkinci Abdülhamîd Hanın arabasına bomba konuldu. Ancak câmiden çıktıktan sonra Pâdişâhın bir dakikalık gecikmesi hayâtının kurtulmasına yol açtı.

    31 senelik olaylar sonunda dış düşmanlar emellerine ulaşabilmek ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını sağlamak için Sultan Abdülhamîd Hanın ortadan kaldırılması veya tahttan indirilmesi gerektiğinde birleştiler. Ancak bütün teşebbüs ve gayretlerine rağmen bunu başaramadılar. Binlerce yıllık bir târih gösteriyor ki, Türk dışardan yıkılmıyordu. Öyleyse yine târihî entrikalar dönmeli ve Osmanlı Türklüğü içerden parçalanmalıydı. Tezgahlar bu gâye ile dönmeye başladı. 1890 senesinde İngilizlerin yardımıyla kurulan İttihat ve Terakki Cemiyetinin hedefi, Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek ve Meşrûtiyeti îlân etmekti. Büyük paralarla Osmanlı Devlet adamlarını satın almaya ve kısa sürede pekçok taraftar bulmaya başladılar. Bu cemiyet, 1897’de Pâdişâhı tahttan indirmek için tertip içine girince, basılarak üyeleri yakalandı. Bunlar îdâma mahkum edildilerse de, cezâları pâdişâh tarafından müebbet hapse çevrilerek yurdun çeşitli yerlerine sürüldüler. Ancak bunlar Paris’e kaçara faaliyetlerine devam ettiler. Ermeni, Yahûdî Balkan komitecileriyle yâni Pâdişâhın aleyhine olan herkesle işbirliğine başladılar. Müslüman kanı dökmekten zevk alan Bulgar, Sırp Yunan çeteleri, Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek için İttihat ve Terakki Cemiyetine kucak açtılar. Bunların ihânetleri o dereceydi ki, Ermenilerin düzenlettirdiği bombalı suikastten pâdişâh kurtulduğu zaman şâir Tevfik Fikret anarşiste: “Ey şanlı avcı” diye sesleniyordu.

    Türkiye’de pâdişâha karşı olmak âdetâ aydın olmanın bir gereği gibi görülmeye başlandı. Sarıklı medrese hocalarından setre pantolonlu Fransız taklitçilerine kadar herkes muhâlifti. Nihâyet bu yoğun propaganda ordudaki genç subaylar arasında da yayılmaya başladı. Bâzı subaylar çeteciliği bir siyâsî hareket kolu olarak benimseyerek Türk Devletine karşı komiteciliğe, yani dağa çıkıp isyana başladılar. Aralarında Enver, Niyâzi gibi mâcerâcı kimselerin de bulunduğu bu subaylar grubu, kendilerine kuvvet sağlayabilmek için Bulgar komitacılarıyla ortak hareket ediyorlardı. Selanik’te bulunan Osmanlı Üçüncü Ordusu bir âsi ordu hâline geldi.

    Neticede Sultan Abdülhamîd Han İkinci Meşrûtiyeti îlân etmek zorunda kaldı (1908). Böylece saltanatının yaklaşık 5 ay sürecek üçüncü bölümü başladı. Abdülhamîd Hanın tahta çıktığı zamanda olduğu gibi bu devrede de iktidar yetkileri tamâmen elinden çıkmıştı. Bir yerde 1908, Osmanlı Devleti târihinde artık Osmanlı hânedânının devre dışı bırakıldığı ve siyâsî iktidârın halîfenin elinden alındığı bir târih oldu.

    İttihatçılar silah zoru ile iktidara geldikleri için, yeni meclisin kurulmasında da çetecilik metodlarını kullandılar. Meclisi kendi adamlarıyla doldururlarken muhâliflerini de kirâlık kâtillerle ortadan kaldırdılar. Ancak bunların iktidârı sağlamlaşırken devlet çatırdamaya başladı. Türkiye’ye bağlı bir prenslik olan Bulgaristan, hemen istiklâlini îlân etti.

    Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Türkiye’ye âit olan Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini bildirdi. Girit muhtar idâresi Türkiye’den ayrıldı ve Yunanistan’la birleşti. Ermeni komitacıları Adana ve çevresinde büyük bir isyan çıkardılar. Memleketin bir baştan bir başa tam bir kargaşalık içine düştüğü sırada 31 Mart Vak’ası meydana geldi. İttihatçıların Selanik’ten İstanbul’a getirip yerleştirdikleri Avcı taburlarına mensup bir kısım asker ve halk ayaklanarak ittihatçılara karşı harekete geçti. Pâdişâh yetkilerinin çoğunu meclise devrettiği için insiyatifini kaybetmişti. Meclis iş göremiyordu. On güne kadar devam eden bu kargaşalıkta İttihatçılar Rumeli’nde ne kadar Sırp, Bulgar, Rum, Arnavut çetecisi varsa topladılar. Bunların yanına pek az da Türk askeri katıldı. Üçüncü Ordu kumandanı Mahmûd Şevket Paşanın emri altında İstanbul’a gelen bu çetecileri devlet merkezine sokmak istemeyen kumandanlar pâdişâha mürâcaat ettiler. Ancak kardeş kanı dökülmesini uygun bulmayan merhametli pâdişâh buna müsâade etmedi. İsyânı yatıştırma bahânesiyle İstanbul’a giren İttihatçılar ve dağdan inmiş Balkan komitacıları pekçok kan döktüler. Ayrıca isyânın sorumlusu olarak da pâdişâhı gösterip onu tahtından indirmeye karar verdiler.

    Fetvâ emini Hacı Nûri Efendi, pâdişâhın tahttan indirilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığını söyleyince, söylediklerini yapacak birini bulup fetvâ yazdırdılar. Daha sonra Yahûdî Emmanuel Karasu, Ermeni Aram, Arnavut Toptanî ve Gürcü Ahmed Hikmet Paşa pâdişâha giderek “Millet sizi istemiyor” dediler. Ancak Türk milleti adına söz söyleyen görülmüyordu. Târihimizin en büyük lekelerinden biri olan bu hâdise aynı zamanda Türk milletine yapılan en büyük hakâretlerden biriydi. İkinci Abdülhamîd Han, Türk târihinin çok büyük bir şahsiyeti ve dünyâ siyâset târihinin en önemli adamlarından biridir. Belki de bu büyüklüğü yüzünden kolay anlaşılamadı ve aleyhinde yerli ve dış düşmanlar her şeyi söylediler. Ancak gelişen olaylar zamanla pâdişâhın ne kadar haklı olduğunu ortaya koydu. Fakat devlet elden gitti. Muhaliflerinin başı olan Ahmed Rıza Bey, Cumhûriyet devrinde yazdığı hatıralarında ona övgüler yağdırdı. Bu korkunç pişmanlığın en açık örnekleri Süleyman Nazif, Rızâ Tevfik Bey ile diğer bâzı şâirlerin yazdıkları şiirlerle dile getirildi. Rıza Tevfîk Bölükbaşı; Sultan Abdülhamid’in Ruhundan İstimdâd adlı şiirinde;

    Târihler adını andığı zaman,
    Sana hak verecek hey Koca Sultan,
    Bizdik utanmadan iftira atan
    Asrın en siyâsî pâdişâhına.
    Divâne sen değil meğer bizmişiz,
    Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz,
    Sâde deli değil edepsizmişiz,
    Tükürdük atalar kalbigâhına...
    derken;

    Süleyman Nazif de;
    Pâdişâhım gelmemişken yâda biz
    İşte geldik senden istimdâda biz
    Öldürürler başlasak feryâda biz
    Hasret olduk eski istibdâda biz

    mısraları ile pişmanlığını dile getiriyordu. İkinci Abdülhamîd Han eğitim, ulaşım, îmar ve kültürel faaliyetleri bakımından Osmanlı Devletinin en önde gelen pâdişâhlarındandır. Bu bakımdan Osmanlı kültür hayâtının iki büyük pâdişâhından biridir. Bunlardan birincisi eser yazdırmada ön sırayı alan İkinci Murâd’dır. Sultan İkinci Abdülhamîd de imparatorluğun başından beri yazılmış bütün eserleri bastırmakla dikkat çeker. Bu bakımdan köklü ve geniş kültür faaliyetleri içinde yer alan sonra hiçbir devirde onunki kadar mektep açılmamış, o kadar çok insan yetişmemiştir. Bunların hemen hepsi Çanakkale Muhârebelerinde şehit düştü ve devlet fikir bakımından da gerilemiş oldu.

    Birinci Dünyâ Savaşının ve Millî Mücâdelenin bütün başarılı kumandanları onun Harbiyesinden yetişmiş aydın insanlardı. Osmanlı Devletinin son parlak dönemini yaşatan bu büyük devlet ve siyâset adamı, devrinde dünyânın dört büyük gücünden biri olan ve 7 milyon küsur kilometre kareden fazla olan ülke toprağını İttihatçılara teslim ederken:

    “Türkiye’yi on sene idâre edebilirlerse bir asır idâre edebildik diye sevinsinler.” demiş ve muhtemel neticeyi daha o anda işâret etmiştir. Nitekim bu târihten îtibâren memleketimiz büyük felâketlerle karşı karşıya kaldı. 1911’de İtalyanlar Trablusgarb’ı işgâl etti. 1912’de Balkan Harbi bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilgimiz kesildi. Afrika’da 1.200.000 Rumeli’de ise 250.000 km2 vatan parçası elden gitti

    Bu sırada İttihatçılar devlet içinde iktidârı bütünüyle ele geçirdiler. Enver Bey paşalığa terfi etti. Eski posta kâtibi Talat Bey paşalıkla sadrâzam oldu. İstanbul muhâfızı olan Albay Cemal Bey de paşa yapıldı. Böylece Enver-Talat-Cemal adlarındaki İttihatçı paşalar devletin tek söz sâhibi oldular. 1914 yılında da bir oldu bittiye getirerek Fransa, İngiltere ve Rusya’ya karşı Almanya’nın safında Birinci Cihan Harbine girdiler. Osmanlı Devleti dört yıllık savaş içinde yedi cephede çarpıştı ve yüzbinlerce evlâdını kaybetti. Aslında Türk orduları savaşlarda büyük başarılar gösterdiler. Çanakkale ve Irak cephesinde müttefik kuvvetler bozguna uğratıldı. Filistin ve Suriye cephelerinde ise İngilizlere yenilerek Adana’ya çekildiler. Fakat Almanya’nın barış isteğiyle ittifaktan ayrılınca Türkiye Devleti de, bu kötü şartlar altında, barış istemek zorunda kaldı. Artık Osmanlı Devleti bitmişti. Birinci Dünyâ Harbinin son günlerinde, önce Abdülhamîd Han ve arkasından Sultan Mehmed Reşad vefât ettiler (1918).

    İkinci Abdülhamîd Hana çok hâzin bir cenâze merâsimi yapıldı. Onun otuz üç sene boyunca bütün cihana karşı ayakta tuttuğu koca Türk Devleti, komitecilikten yetişmiş genç subaylar elinde on yılda eriyip bitti. Meşhur târihçi ve yazar Ahmed Râsim, pâdişâhın tâbutunun arkasından;

    “Senin cenâzen bile bu milleti idâre edebilir.” diye ağlıyordu. Bir Yahûdî târihçi ise;

    “En ufak menfâati uğruna bütün dünyâyı fedâ etmeyi göze aldığı milletinin felâketini görmemek için bir an önce öldü.” demekten kendini alamadı.

    İttihatçılar ise Birinci Dünyâ Harbi sonunda memleketin düşmana teslimi mânâsına gelen Mondros Mütârekesini imzâladıktan sonra bir gece yarısı ülkeyi terk ettiler. Tahta geçen Sultan Vahideddîn’e ise mevcut bulunmayan bir devletin hükümdarlığını yapmak kaldı. Buna rağmen o 11 Mayıs 1920’de düşmanların hazırladığı ve Anadolu’nun işgâlini ihtivâ eden Sevr Antlaşmasını bütün baskılara rağmen imzâlamadı. İşgâl altında kalan vatanın kurtulması için elinden gelebilen her türlü gayreti ve fedâkârlığı gösterdi. Memleketin Anadolu’dan kurtulacağına kesin olarak inanan pâdişâh, Mustafa Kemal’i büyük yetkilerle Anadolu’ya gönderdi. İstiklal Harbinin zaferle neticelenmesinden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti 1 Kasım 1922’de hilâfetle saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kânunla kabul etti. İngilizler de asırlardan beri çalıştıkları emellerine nâil olarak Vahideddin Hanı Malaya harp gemisiyle Malta Adasına götürdüler.

    Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye, yâni “Yüce Osmanlı Devleti” 1920 yılında Sevr Antlaşması ve İstanbul’un işgâliyle yâni pâdişâhın resmen esir düşmesiyle siyâsî bakımdan sona erdi. Böylece altı yüz yılı aşkın bir ömrü olan Türk ve İslâm medeniyetinin her bakımdan şâheseri olan devlet, yerini Türkiye Cumhûriyetine bıraktı. Bugün Birleşmiş Milletler teşkilatının yapmak istediği fakat bir türlü muvaffak olamadığı dünyâ devleti fikrini Osmanlı İmparatorluğu hiç kimsenin burnunu kanatmadan altı asra yakın bir müddet devam ettirdi. Avrupa’nın yarıdan fazlasını hâkimiyeti altında bulundurdu. Bu milletlerin her türlü meselelerini en az kendi dînine bağlı imişcesine halle çalıştı ve muvaffak oldu. Bugün dünyânın kendisine bel bağladığı bütün insânî kaideleri ve hürriyetleri ırk ve din farkı gözetmeksizin en âdil şekilde tatbik etti ve reâyâ denilen gayr-i müslim unsurun günümüze gelmesine hizmet etti. Bu muazzam İmparatorluğun târih sahnesinden çekilmesiyle bünyesinden irili ufaklı olmak üzere 24 devlet doğdu. “Daha fazla hürriyet”, “daha âdil idâre” diye ayaklanarak devlet kuran milletler aradan bir asır bile geçmeden hâlâ aradıkları huzûru bulabilmiş değillerdir. İmparatorluğun bünyesi Anadolu hâricindeki Türk âlemi yeni yeni Rus zulmü altından kurtulmaya başlamıştır. Kurtuluşu kapitalist veya sosyalist rejimlerde aramaya kalkan Arap devletleri beynelmilel siyonizmin oyuncağı olup Osmanlıya ihânetin cezâsını çekmekte ve 3,5 milyonluk İsrail’in karşısında boyun büker vaziyettedir. Ayrıca Avrupa ve Balkan milletlerinden birçoğu Romanya, Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya, Bulgaristan, Arnavutluk halkları komünist rejimler altında yetmiş yıldır ezildikten sonra hürriyetlerine kavuşmuşlardır. Ancak bu ülkelerde açlık, yokluk ve sefâlet kol gezmektedir. Netice olarak Osmanlı gitmiş huzur ve adâleti de berberinde götürmüştür.

    Osmanlı adı her duyana lerze-resândır
    Ecdâdımızın heybeti ma’ruf-ı cihândır
    Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır.

    Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi


    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

  9. #9
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart Osmanlı Devleti Yıkılış Dönemi

    Osmanlı Devleti Yıkılış Dönemi


    Sadrazam Mahmut Sevket Pasa'nin öldürülmesi ile (21 Haziran 1913), Ittihat ve Terakki Firkasi, hükûmetin idaresini tamamen ellerine geçirmisti. Enver, Talat ve Cemal Pasalar, Osmanli Devleti'nin iç ve dis politikasini belirlemede en etkili nazirlardi. Balkan savaslarindan sonra, ordu ve donanmayi güçlendirmek isteyen hükûmet, Avrupa devletlerinden mühendisler ve askerî uzmanlar getirtmekteydi. Osmanli Devleti, dis siyasetini de, dengeleri gözeterek yeniden belirlemek ihtiyacini hissetmekteydi. Emperyalist devletler, nüfuz alanlarini korumak veya genisletmek maksadiyla siyasî, askeriî ve iktisadî açidan ittifaklar olusturmaktaydi. Ingiltere ve Fransa'ya nazaran sömürgecilige geç baslayan Almanya, Afrika, Avrupa ve Orta Dogu'da nüfuz sahasini genisletmek istiyor ve Osmanli Devleti'ne bu maksatla yakin durmayi yegliyordu . Avusturya-Macaristan Imparatorlugu da, Balkanlarda Panislâvizmi gerçeklestirmeye çalisan Rusya'ya karsi Almanlarla is birligi içindeydi. Ingiltere ve Fransa tarafindan pay edilmis Kuzey Afrika'da gözü olan Italya da bu ittifaka yakindi. Dolayisiyla Almanya önderligindeki Üçlü Ittifak'in (Almanya, Avusturya-Macaristan ve Italya) dogal rakibi, Ingiltere'nin öncülügündeki Fransa ve Rusya'dan olusan Üçlü Itilâf (Anlasma) devletleri idi. Avusturya-Macaristan Veliahti Ferdinand'in, Sirbistan ziyareti esnasinda bir Sirp tarafindan öldürülmesi (28 Haziran 1914), bu iki cepheyi sicak savasa sokmaya yetti.

    Daha sonra Romanya, Japonya ve ABD Itilaf Devletleri, Bulgaristan ve Osmanli Devleti ise Ittifak devletleri safinda bu savasa girdiler.

    Osmanli Devleti savastan önce Ingiltere ve Fransa'ya yakin bir politika izlemek istedi. Ancak hem hükûmet ve halk içerisindeki tepkiler hem de Itilaf Devletleri'nin buna sicak bakmamasi, Osmanlilari Almanya'ya yanastirmaktaydi. Özellikle Enver ve Talat Pasalar, Osmanli Devleti'nin yeniden silkinmesi ve kaybettikleri topraklari kazanabilmesi için Almanya'nin yaninda yer almayi uygun buluyorlardi. Hükûmet baslangiçta tarafsiz kalmayi tercih etmisti. Almanlarin II.Abdülhamit devrinden itibaren Osmanli Devleti'nin yenilesme çabalarina katkida bulunmasi ve bu maksatla gönderdikleri askerî ve sivil uzmanlarin varligi, Itilaf Devletleri'nin, Osmanli Devleti'nin tarafsiz kalamayacagi süphesini artiriyordu. Bu tutum, dolayisiyla Almanya yanlilarinin tezini kuvvetlendirmekteydi. Enver ve Talat Pasa'nin öncülük ettigi bu grup, Almanlarin yaninda savasa girmekle, Kafkaslar, Balkanlar ve Ege'de kaybedilen topraklarin geri alinabilecegi ve Osmanli Devleti'ni nefes alamaz hâle getiren kapitülâsyonlar ve düyun-i umumîden kurtulunabilecegini öne sürmekteydiler. Nitekim Almanya'ya ait Goben ve Breslav zirhlilarinin Türk bayragi çekilerek, Rus limanlarini bombalamasi, Osmanli Devleti'nin Almanya safinda savasa girmesine vesile olacaktir (1 Kasim 1914).

    Osmanli Devleti I.Dünya Savasi'nda tam yedi cephede mücadele etti; Kafkasya, Kanal, Hicaz ve Yemen, Irak, Suriye ve Filistin, Galiçya ve Çanakkale. Bütün cephelerde Osmanli askerleri büyük bir kahramanlik örnegi gösterdiler. Ancak, yedi cephede birden savasi sürdürmek, zor sartlar içerisinde bulunan Osmanli Devleti için çok güçtü. Enver Pasa'nin kumanda ettigi Kafkas Cephesi'nde Osmanlilar büyük zayiat verdiler. Dogu Anadolu ve Trabzon düstü. Kanal (Süveys) cephesinde ise Cemal Pasa, Fransiz ve Ingilizlere basariyla direndi. Hicaz ve Yemen'deki Osmanli birlikleri, destek görmemelerine ragmen, kutsal yerleri korumak ugruna, harbin sonuna kadar Serif Hüseyin ve Ingilizlere karsi koydular. Basra'ya çikan Ingilizler Kuttü'l-Amare'de büyük bir bozguna ugradilar. Komutanlari General Townshend esir edildi (29 Nisan 1916) Ancak, 1918'de yeni birliklerle saldiran Ingilizler, ihanet eden Arap kabilelerinin de yardimiyla Basra'da oldugu gibi, Suriye'de de saldirilarini artirdilar. M.Kemal, Halep'te bir savunma hatti olusturdu. Galiçya, Makedonya ve Romanya'da Osmanli birlikleri, Avusturya ve Bulgaristan'a yardimci olmak için büyük bir özveriyle savastilar. Türkler, en büyük direnmeyi Çanakkale'de gösterdiler. Itilaf Devletleri 19 Subat 1915'den itibaren muazzam bir donanma ve yüz binlerce askerle saldiriya geçtiler. 18 Mart'ta Itilaf donanmasina ait pek çok gemi batirildi. Ardindan Gelibolu Yarimadasi'ndaki Settü'l-Bahir ve Ariburnu'na asker çikararak, karadan da saldiriya geçtiler. Anzak ve Hint birliklerinin de katildigi kara savaslari, tam bir ölüm kalim savasi oldu. M.Kemal'in de büyük bir askerî deha olarak ortaya çiktigi bu savunma karsisinda Itilaf Devletleri geri çekilmek zorunda kaldi.

    Bütün dünyaya ögretilen "Çanakkale Geçilmez" sözü, 250 bin Türk evlâdinin sehit kaniyla yazilan bir büyük destan oldu. Itilaf Devletlerinin Çanakkale bozgunu, Rusya'nin yardim alma ümitlerini suya düsürmüs ve bunun neticesinde gerçeklesen Bolsevik Ihtilâli, Çarlik Rusyasi'nin sonu olmustur. Rusya'nin savastan çekilmesi üzerine 7 Aralik 1917'de imzalanan anlasmayla Dogu cephesinde Türk-Rus Savasi sona ermistir.

    Osmanli Devleti, I.Dünya Savasi'nda yedi düvele karsi muhtesem bir mücadele sergilemistir. Ancak 29 Eylül 1918'de Bulgaristan'in teslim olmasi Osmanlilar ile Almanya arasindaki irtibatin kesilmesine yol açmistir. Müttefiklerinin savastan yenik ayrilmasiyla birlikte Osmanlilar da ateskes anlasmasini imzalamak durumunda kalmislardir. Ittihat ve Terakki Firkasi'nin hükûmetten çekilmesinin ardindan kurulan Ahmet Izzet Pasa baskanligindaki hükûmet, Bahriye Naziri Rauf Bey baskanligindaki bir heyeti Limni'nin Mondros limanina göndermis ve Mondros Ateskes Anlasmasi'nin imzalanmasiyla (30 Ekim 1918), Osmanlilar resmen savastan çekilmislerdir. Ateskes anlasmasiyla Itilaf Devletleri, Osmanli ülkesini isgal etme hakkini elde etmislerdir. Bu durum, Osmanli Devleti'nin fiilen paylasilmasi demekti.

    Nitekim, Ingiliz, Fransiz, Italyan birlikleri bu anlasmaya dayanarak Anadolu'da isgallere baslamislar, Asirlarca Osmanlinin hâkimiyetinde yasayan Yunanlilar da, agabeylerinin müsaadesiyle Izmir'e asker çikarmislardir (15 Mayis 1919). Isgallere karsi Anadolu Türk'ünde büyük bir infial yaratmis ve 19 Mayis 1919'da Mustafa Kemal Pasa'nin Samsun'a çikmasiyla, düsmana karsi "Milli Mücadele" baslamistir. Itilaf Devletlerinin Sevr Anlasmasi'ni Istanbul hükûmetine imzalatmasi (10 Agustos 1920), Milli Mücadele'nin güçlenmesinden endise eden düsmanlarin bir an önce Türk millî varligini ortadan kaldirmayi amaçlamalarindan baska bir sey degildi. Fakat bu anlasma hükümleri hiçbir zaman uygulanamadi. Ankara'da açilan Milli Meclis'in iradesi, Mustafa Kemal ve arkadaslarinin büyük ve onurlu mücadelesi bu oyunlari bozdu. Istiklâl Harbi'ni kazanilmasiyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmus oldu. Yeni Türk devleti "Millî Hâkimiyet" ilkesinin tabii bir neticesi olarak 1 Kasim 1922'de saltanati kaldirdi. Dolayisiyla bu tarih 622 yil devam eden Osmanli Devleti'nin de resmen sonu oluyordu.


    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

  10. #10
    Aybalam76 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    10.08.2008
    Mesajlar
    2.619
    Konular
    479
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @Aybalam76

    Standart Osmanlı Devleti | Preveze Deniz Savaşı

    Osmanlı Devleti | Preveze Deniz Savaşı




    Türk tarihinin en büyük deniz savaşı (1538).

    Kanunî Sultan Süleyman zamanında, Mohaç Zaferi'nden 12 yıl sonra kazanılan Preveze Deniz Savaşı, Türk ordusunun denizlerde de gücünün doruğuna ulaştığını kanıtlayan bir savaştır. Türk ordusu Mohaç'ta bütün birleşik Avrupa ordularını yendiği gibi, Türk donanması da birleşik Avrupa donanmasını Preveze'de yenilgiye uğratmıştır.

    SAVAŞ HAZIRLIĞI

    Akdeniz'in bir Türk gölü haline gelmesi Avrupa devletlerini telâşa düşürmüştü. Karl V çok büyük bir donanma hazırladı. Bütün Avrupa devletleri hazırlanan Haçlı donanmasına gemi ve askerle katıldı. Donanmanın başına da Venedikli kumandan Andrea Doria getirildi. Haçlı donanmasında 600 gemi, 3000 kadar top, 60000 asker vardı.

    Türk donanması 122 parça gemiden oluşuyordu. Donanmaya kaptanı-derya (büyük amiral) Barbaros Hayrettin Paşa komuta ediyordu. Yanında oğlu Hasan Reis, sağ kanatta Salih Reis, sol kanatta Şeydi Ali Reis, yedekte Turgut Reis bulunuyordu. Türk donanması Haçlı donanmasından beş kat daha az olmasına karşılık manevra ve ateş üstünlüğü vardı.

    İki donanma Yunan Denizi'nde, Preveze açıklarında karşılaştığı zaman amiral Andrea Doria, sayıca az olan Türk donanmasının hemen saldırıya geçeceğini aklına bile getirmedi. Çünkü orada Barbaros'un emrinde bulunan donanma Akdeniz'deki Türk donanmasının tamamı değildi. Onun bütün donanmayı biraraya getirdikten sonra savaşa girebileceğini düşündü. Ama yanılmıştı. Barbaros düşman donanmasını görür görmez saldırıya geçti.

    Yarma ve çevirme hareketleriyle düşmanı şaşkına döndürerek birkaç saat içinde düşman donanmasının yarısından çoğunu top ateşiyle batırdı. Öteki yarısı gece karanlığından yararlanarak fenerlerini söndürüp kaçtı. Böylece Akdeniz'de Türk egemenliği perçinlenmiş ve Barbaros'un en büyük deniz komutanı olduğu bir kere daha kabul edilmişti.

    Büyük zafer, o sırada seferde bulunan Kanunî'ye, Barbaros'un oğlu Hasan Reis tarafından müjdelendi ve savaşın ayrıntıları anlatıldı. Kanunî, bütün imparatorlukta şenlik yapılmasını emretti. Preveze Zaferi bugün de Türk denizcilik günü olarak kutlanır.

    Kralların taçları beni bağlar büyümü
    Orduları açamaz gönlümdeki düğümü
    Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü
    Bin cihana değişmem şu öksüz TÜRKLÜĞÜMÜ..

Sayfa 1 Toplam 4 Sayfadan 123 ... Sonuncu

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş