Tasavvuf Aleminin Kişilikleri
ÂRİF: Allah’dan başkasının sevgisini kalbinden çıkaran, O'nu gönülle
bilen ve O'nun rızâsını kazanmış, ermiş, velî kimselere ârif-i billâh
veya yalnız ârif denir. Künûz-ul-Hakâik'da kaydedilen bir hadîs-i
şerîfte şöyle buyrulmaktadır: "Her şeyin kaynağı vardır. Takvânın
(haramlardan sakınmanın) kaynağı âriflerin kalpleridir." Süleymân bin
Cezâ, ârif kimsenin alâmetini şöyle belirtiyor: "Susması; tefekkürü,
Allah'ın büyüklüğünü düşünmesi, gördüklerinden ibret, ders alması ve
Allah'ın râzı olup beğendiği şeyleri istemesidir." Bâyezîd-i Bistamî
ise; "İrfân sâhibi, ârif odur ki: Seninle yediğini, içtiğini, seninle
eğlendiğini, alış-veriş ettiğini görürsün; ne var ki, onun kalbi yüce
Allah'a bağlıdır. O'ndan başka hiç bir derdi yoktur." Yine o; "Ârif boş
yere konuşmaz, devamlı Allah’ı düşünür." demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî de;
"Rasûlullah efendimizin sünnetini terk edeni ve O'ndan gelen edebleri
gözetmekte gevşeklik göstereni ârif zannetme!" îkazını yapmaktadır.
VELÎ :Bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslâm dîninin bildirdiği gibi
olan, Allah'ın ve Resûlünün çok sevdiği kimselere velî ve bunun çoğulu
olarak evliyâ denir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biliniz ki, Allah'ın
evliyâsı için azâb korkusu yoktur. Nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü de
yoktur." (Yûnus sûresi: 62) buyrulmuştur. Büyük muhaddis Ebû Nuaym
el-İsfehânî'nin Hilyet-ül-Evliyâ kitabında zikredilen bir hadîs-i
şerîfte; "Evliyâ görülünce, Allah hatırlanır." buyrulmuştur. Sahîh-i
Buhârî'de geçen bir hadîs-i kudsîde ise; "Evliyâmdan birine düşmanlık
eden, benimle harb etmiş olur..." buyrulmaktadır.
Allah'ın râzı olduğu, beğendiği kullarına, evliyâya, erbâb-ı kulûb,
erbâb-ı dil, ibnü'l-vakt de denmektedir.Allah'ın emirlerine uyup, O'nun
sevgisini ve zikrini gönlünden hiç çıkarmayan, gafletten uzak, Allah
adamı kimselere, velîlere Ricalullah, Ehlullah adı da verilmektedir.
Yahyâ bin Muâz; "Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden
kurtulur, her an Allah ile berâber olur." demiş, İmâm-ı Rabbânî de;
"Mahşerde, önce Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), sonra evliyâ-yı
kirâmın (kuddise sirruhum), Allah'ın izni ile günâhı çok müminlere
şefâat edeceklerini ifâde etmiştir.
ŞEYH : Zahir ve batın ilimlerinde mütehassıs olan, yetişmiş ve
yetiştirebilen rehber, Hakk yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan,
mürşid, üstâd, pîr mânâlarında kullanılmaktadır. Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî, şeyhlerin âlim olmaları ve meseleleri herkesin anlayabileceği
şekilde çözmeleri lâzım geldiğini belirtmiş, son zamanlarda tekkelerin,
câhillerin ellerine düştüğünü, dinden, îmândan haberi olmayanlara da
şeyh denildiğini ifâde etmiştir. Ayrıca, bu gibi şeyhlerin sözlerini,
işlerini din sanmanın, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmanın çok
yanlış olduğunu, böyle bir durumun dîni bilmemek, anlamamak olduğunu
söylemiştir.
En büyük üstâd mânâsına gelen şeyh-i ekber sıfatı, evliyânın
büyüklerinden 1240 (H.638)'ta Şam'da vefât eden Muhyiddîn ibni
Arabî'nin ünvanıdır.
PÎR : Tasavvufî literaturde geçen kelimelerden biri de pîr
kelimesidir. Tasavvuf yolunda rehber zât veya tasavvuf yollarından
birinin kurucusu, şeyh, mürşid, mânâlarında kullanılmaktadır. Hâce
Behâeddîn Buhârî; "Pîr, Allah’a kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan
(arzulanan, istenilen) Hak sübhânehüdür." demiştir. Abdülhakîm Arvâsî;
"Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetişmiş ve yetiştiren ise) sohbeti büyük
nîmettir ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır.
Sohbetsiz vüsûl (kavuşmak) mümkün değildir." demektedir. Hace Muhammed
Bâkî-Billâh pîre bağlılıkta bozukluk olursa, yükselmenin
düşünülemeyeceğini ifâde etmiştir. Süleymân bin Cezâ; "Her işte
pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak Allah’a yalvarmalı ve duâ
etmeli." tavsiyesinde bulunmaktadır. Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi;
"Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz etmek,
feyz kapısını kapatır." demiştir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî; "Pîrini
incitenden sen de incinmezsen, köpek senden daha iyidir." demektedir.
Ayrıca pîrlik ve müridliğin yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula
kalmakla olmayacağını, Ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bilmek, öğretmek
ve göstermekle olacağını belirtmektedir.
GAVS : Arapçada imdâd etmek, yardım etmek ve kurtuluş mânâlarına
gelen bir kelime olan gavs kelimesi, tasavvufta yüksek husûsî bir
mertebede bulunan velî, insanlara yardıma yetişen büyük zât hakkında
kullanılır. Molla Câmî'nin belirttiğine göre gavs denilen büyük velî
zâta, Allah'ın izni ile insanların imdâdına yetişmesi sebebiyle bu
lakab verilmiştir. Gavs, Muhyiddîn ibni Arabî'ye göre medâr kutbudur.
İmâm-ı Rabbânî'ye göre ise, medâr kutbundan ayrı ve yüksek olup, ona
yardım edicidir. Bu sebeple, medâr kutbu, birçok işlerinde ondan yardım
bekler. Ebdâl makâmlarına getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü
vardır.
Gavs-ı a'zam en büyük gavs (yardımcı) demek olup, tasavvufta bu
dereceye ulaşan Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabıdır. O,
insanlara ve cinnîlere yardım eden, imdâdlarına yetişen büyük bir velî
olduğundan gavs-üs-sakaleyn diye de anılır.
EBDÂL : İnsanlara yardımda ve hizmette bulunan, halkın açıkça
bilmediği ve dünyânın nizâmı (düzeni) ile vazîfeli olup bunlardan biri
vefât edince, yerine başka bir velî bedel kılındığından yâni
görevlendirildiğinden ve çok olduklarından, bedelin çoğulu ebdâl veya
büdelâ kelimesi ile tanınmışlardır. İrşâd ehli yâni insanlara doğru
yolu gösteren velîlerden olmayıp, gözlerden saklı olan bu kimselerin
sayısının yedi, kırk veya yetmiş olduğunu Seyyid Şerîf Cürcânî ifâde
etmiştir. Hilyet-ül-Evliyâ'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte bunlar
hakkında şöyle buyrulmaktadır: "Ümmetim arasında her zaman kırk kişi
bulunur. Bunların kalpleri, İbrâhim'in (aleyhisselâm) kalbi gibidir.
Allah, onlar sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara ebdâl
denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile yetişmediler." Abdullah ibni
Mes'ûd; "Yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye ulaştılar?" diye sorunca;
"Cömertlikle ve müslümanlara nasîhat etmekle yetiştiler." buyurdu.
KUTUB (Çoğulu AKTÂB ) : Evliyâlıkta yüksek derecelere ulaşmış
mübârek, kıymetli âlimlerden bir kısmına da kutub ve bunun çoğulu
olarak aktâb adı verilir. İşlerin görülmesine veya insanların doğru
yolu bulmalarına vâsıta kılınan bu ulu kişilerden, dünyâ işleri ve
madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl
veya Kutb-i medâr (medâr kutbu), din ve irşâd işi ile vazîfeli bulunana
Kutb-ül-irşâd (İrşâd kutbu) denilir.
Kutb-ül-aktâb, âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık,
sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla
vazîfeli kılınan, ricâl-i gaybdan yâni herkesin tanımadığı Allah adamı
olup emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen yine bu işlerle
vazîfeli seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. Büyük âlim
İmâm-ı Rabbânî'nin bildirdiğine göre, Kutb-ul-ebdâl veya kutb-i medâr
da denilen bu zât her zaman bulunur. Rasûlullah efendimiz zamânında da
vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lazımdır.
Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları, kendilerini bile bilmezler.
Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kutb-i medâr, âlemde,
dünyâda her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için, feyz
gelmesine vâsıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi,
dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olmaları, bedenlerin
âfiyette olması, kutb-i ebdâl da denen kutb-i medârın feyzleri ile
olur. Îmân sâhibi olmak hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara
tövbe etmek ise kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâlin
(kutb-i medârın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin
ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı
kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası
tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü, âlemin rüşd, hidâyet
ve îmândan boş olduğu zamanlar olur. Rasûlullah efendimiz, zamânının
irşâd kutbu idi. Bu zamanda ebdâl kutbu ise hazret-i Ömer ile Üveys
el-Karânî idiler.
Âriflerin en meşhûru, yüksek ilimler ve mârifetler sâhibi, âriflerin
başı olan zâta kutb-ül-ârifîn denir.Kutb-i irşâda gelince: Âlemin
irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa
ermesine) vesîle kılınan velî zât, mürşîd demek olan kutb-i irşâd,
İmâm-ı Rabbânî'nin de buyurduğu gibi, âlemin irşâdı ve hidâyeti için,
feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması
lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten
büsbütün mahrûm kalır, Rasûlullah efendimiz zamânının kutb-i irşâdı
idi. Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir.
Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük
hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun
kanında zehir hâline dönmesine benzer, yâhut safrası bozuk olana
tatlının acı gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil, yetişmiş
ve yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra
bir tâne bulunursa, yine büyük nîmettir. Her şey onunla nûrlanır. Onun
bir bakışı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen
kötü huyları silip süpürür.
İmâm-ı Rabbânî, bu konuda şunları söylemektedir: "Kemâlât-ı
ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd, çok az bulunur. Asırlardan, çok
uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem,
onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları,
bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından arşa kadar, herkese
rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz
alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin
nûrları, bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün
dünyâyı sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz.O büyük
zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhut o, bir kimseyi
sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir
pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre o deryâdan, kalbi
feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allah’ı zikrederse ve bu zâtı hiç
düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birinci
feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu
kimseye kırılmışsa, Allah’ı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz.
Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât,
bunun istifâdesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese bile,
hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de, yoktur.
Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve
Allah’ı zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet
nûruna kavuşurlar."
EVTÂD : Evliyâdan (Allah'ın sevdiği kıymetli kullarından) ve
ricâl-ül-gaybdan (açıkça bilinmeyen velîlerden) mübârek dört zât vardır
ki, büyük âlim ve velî Mollâ Câmî'nin ifâde ettiğine göre bunlar,
dünyânın dört tarafında bulunurlar. Her biri bulunduğu yerde dünyevî
bakımdan huzûr ve râhatlığı sağlamakla vazîfelidir. Evtâddan dünyânın
doğu tarafında bulunan zâtın ismi Abdülhayy, batıdakinin ismi
Abdülalîm, kuzeydeki zâtın ismi Abdülmürîd, güneydekinin ismi ise
Abdülkâdir'dir (r.aleyhim).
Allah'ın velî kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bâzı
mübârek kimseler daha vardır ki, Şeyhülislâm Molla Câmî'nin
belirttiğine göre, insanların imdâdlarına yetişip, işlerinde dara
düştükleri zaman yardımcı olan ve onların belâlardan korunmasına sebeb
olan bu insanlara nücebâ denilmektedir.
HAVASS : Avâm kelimesinin zıddı olan ve hâslar, seçkinler, büyükler
demek olan havâss, ilim ve tasavvufta, avâm ve mukallid hâlinden
kurtulup, ictihâd ve velâyet mertebesine yükselen seçkin zâtlardır.
İmâm-ı Gazâlî'nin buyurduğu gibi, sultanlar, milletin mal, can ve
ırzlarını zâlim ve haydutlardan korudukları gibi, havâss da avâmın
(dînî ilimlerden haberi olmayan câhillerin) îtikâdını (inancını)
bid'atçilerin (sapıkların) şerlerinden, kötülüklerinden korurlar. Ebû
Osman Mağribî'nin belirttiği gibi, bunlar iyi amelleri (güzel işleri)
kendinden değil, Rabbinden bilirler.
MURAD : Murâd , cemal makamlarına riyazet ve mücahede ile değil
ilahi iradenin şefkatiyle götürülür ve sıkıntı çekmeden, yakınlık
derecelerine ulaştırılır. Tasavvuf yolunda bulunanlardan, sıkıntı ve
eziyet çekmeden Allah'ın yardım ve dilemesi ile yüksek makamlara
kavuşan ictibâ yolunun sâlikleri (çekilen talebeler) murâdlar diye
isimlendirilir. İmâm-ı Rabbânî, murâd olunanların başının ve
sevilenlerin önderinin Muhammed aleyhisselâm olduğunu ifâde buyurmuştur.
ÜVEYSİ : Mürşidi bulunmakla berâber, ayrıca vefât etmiş bir büyüğün
rûhâniyetinden faydalanan, yardım ve terbiye gören zâta üveysî, bu
yolla kemâle ermeye, olgunlaşmaya da üveysîlik denir.
Abdülhak-ı Dehlevî, Peygamberler ve evliyânın vefâtlarından sonra,
onlardan yardım istemeye, âlimlerin câiz, olabilir dediklerini,
tasavvuf büyüklerinin, bunun doğru olduğunu bildirdiklerini ifâde
etmiş, büyüklerden birçoğunun üveysîlik yoluyla yükseldiklerini
söylemiştir. İmâm-ı Rabbânî de, Bahâeddîn-i Buhârî'nin üstâdının Seyyid
Emîr Külâl hazretleri olduğunu, fakat ayrıca Hâce Abdülhâlık
Gücdüvânî'nin rûhâniyetinden istifâde ettiği için aynı zamanda üveysî
olduğunu zikretmiştir.
MUHLAS : Uğraşmadan, zorlamadan, külfetsiz ele geçen ihlâs devamlı
olup, hakkal-yakîn mertebesinde ele geçer. Devamlı ihlâs sâhibi, her
şeyi Allah'ın rızâsı için yapan muhlastır. Muhlas olana, ibâdet yapmak,
tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzûsu ve şeytanın
vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin
kalbinden gelir. Muhlaslar ile, ihlâsı çalışarak elde eden muhlisler
arasında fark çoktur. İlim ve amele dâir öğrenmekle, anlamakla hâsıl
olan kelâm ilminin bilgileri, tasavvuf yolunda ilerleyenlerde keşf yolu
ile hâsıl olur, ele geçer. Ameller, ibâdetler kolayca, seve seve
yapılıp, nefis ve şeytandan hasıl olan tembellik ve gevşeklik kalmaz.
Günâhlar, harâm olan şeyler çirkin, iğrenç görünür. Âyet-i kerîmede
meâlen buyruldu ki: "İblis, senin mutlak kudretine and olsun ki,
onlardan (Allah'ın kullarından) muhlas olanlar hâriç hepsini
azdıracağım, dedi." (Sâd sûresi: 82-83).
MUKARRABÎN : Allah’a yakın kullar, yakınlaştırılmışlar mânâsına
gelir. Hadîs-i şerîfte; "Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler
yanında günâh olur." buyrularak onların dereceleri belirtiliyor.
Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Îmânları ileride olanlar,
Allah'a yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir."
(Vâkıa sûresi: 10) buyurmaktadır. İmâm-ı Gazâlî onları şöyle târif
etmektedir: "Mukarrebler, Allah için olmayan her şeyden, yemekten,
içmekten, yatmaktan, konuşmaktan sakınırlar. Bunlar, din için niyet
etmedikçe hareket etmezler. Yemeleri, ibâdete lâzım olan aklı ve
kuvveti bulmak niyeti iledir. Her şeyleri Allah içindir."
İmâm-ı Rabbânî de, bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Mukarrebler
asla yakın olanlardır. Rahat ve rahmet bunlar içindir. Kıyamet gününün
korkusundan emîn olanlar bunlardır. Kıyâmetin dehşetinden, başkaları
gibi ürkmezler."
MÜCEDDİD : İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dinine
sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya
çıkaran âlimlerdir. Sünen-i Ebî Dâvûd'da zikredilen bir hadîs-i
şerîfte; "Her yüz senede bir müceddid zâhir olur (ortaya çıkar).
Ümmetimin işlerini yeniler." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî
Serhendî'nin beyânına göre; "Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu
ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların
âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir.
Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için,
her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd
seçilir. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülülazm Nebi
(veya resûl) gönderildiği ve onun işi bir nebîye (her yüz senede bir
gönderilen peygambere) bırakılmadığı gibi, bu ümmette de, tam bilgili
bir âlim seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülülazm peygamberlerin
işini yapar."
Mîr Hüsâmeddîn demiştir ki: "Rüyâmda Rasûlullah efendimizi gördüm.
Bir minber (câmilerde hutbe okunan yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerini medh ederek (överek) şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla
iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allah onu, ümmetim arasında müceddîd
kıldı."
Müceddîd-i elf-i sânî, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı
Rabbânî hazretleri için kullanılan bir tâbirdir. Muhammed Hâşim-i
Keşmî'nin ifâde ettiğine göre, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ,
müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en büyük âlimlerinden
Abdülhakîm-i Siyâlkûtî'dir.
Abdullah-ı Dehlevî demiştir ki: "Sultanlar içinde Ömer bin
Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir müslümanın
İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları
öğreten ilimde) Mârûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli şeyler)
bilgilerinde İmâm Muhammed Gazâlî, feyz vermekte ve kerâmetler
göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî,
tarîkat, hakîkat ve akâid (yâni inançla ilgili bilgilerin)
inceliklerini açıklamakta ve kalplere akıtmakta İmâm-ı Rabbânî
Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî, müceddîd idiler. Hepsi de,
İslâmiyet'in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etmişlerdir.
Şah-ı Dehlevî, İmâm-ı Rabbânî'yi şöyle tanıtmaktadır: "İmâm-ı
Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velîydi. Müctehid yâni
Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran bir âlimdi. İslâm
âlimlerinin gözbebeğidir. Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcıydı.
Rasûlullah efendimizin güzel ahlâkını açıklayan bir deryâdır. İmâm-ı
Rabbânî'yi sevenler, mümin ve müttekî olanlar yâni haramlardan
kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar, yâni içi dışı başka, iki yüzlü
olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları
ile doldu. İnsanda bulunacak her üstünlüğü, Allah, İmâm-ı Rabbânî
müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız
peygamberlik makâmı kalmıştır."
RİCAL-İ GAYB : Her devirde bulunan, fakat herkesçe tanınıp
bilinmeyen ve görülmeyen, Allah'ın emirlerine tam olarak uyan mübârek,
büyük zâtlar, ricâl-i gayb adıyla isimlendirilmektedir. İmâm-ı Rabbânî,
Nûr Muhammed Püntî'nin ricâl-i gaybden olduğunu söylemektedir.
ÂBİD: Sözlük anlamı çok ibadet eden, kulluk görevlerini yerine
getirmede noksansız olmağa çalışandır. Miftâh-un-Necât'ta zikredilen
bir hadîs-i şerifte; "Allah'ın harâm kıldığı (yasak ettiği) şeylerden
sakın ki, insanların en âbidi olasın." buyrulmuştur.Her insan, kulluk
vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Onun için herkes, Allah’ı yaratıcı,
kendisini yaratılmış bilmelidir. Bir kimsenin, Allah’a kul olması için,
O'ndan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması
lâzımdır. Bunun için büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî
Serhendî vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonunun, en yükseğinin
abdiyyet (kulluk) makâmı olduğunu ifâde etmiştir.
ZÂHİD : Dünyâya düşkün olmayan, şüpheli olur korkusu ile mübâh
olanların (yâni izin verilenlerin, helâl olanların da) çoğundan sakınan
kimse mânâsına gelen zâhid, İmâm-ı Rabbânî'nin ifâdesine göre, dünyâya
gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır. Berîka'da geçen bir
hadîs-i şerîfte; "Allah, bir kulunu severse, onu dünyâda zâhid,
âhirette râgıb (rağbet eden, isteyen) yapar. Ayıplarını ona bildirir."
buyrulmuştur.
Kaynak: Tasavvuf ve Sufiler