ALLAH’TAN KORKMAK Nefsin işlediği günahlar, ilahi emirlere karşı gelmeler karşısında Allah’ın azabından korkmasından dolayı acı duymasıdır. Evliyanın, Allah dostlarının özelliklerinden biri, muttakilerin ayırıcı karakteridir. İnsanı doğruluğa ve yapıcılığa iten bir etkendir. Kötülüklere ve günahlara karşı güçlü bir kalkandır. Bu yüzden şeriat, bu özelliğe bir öncelik vermiş, söylemi içinde ona seçkin bir yer ayırmıştır. Bu özelliğe sahip olanlardan övgüyle söz etmiş, onur bahşetmiştir.

Bu konu 1426 kez görüntülendi 1 yorum aldı ...
Allah’tan Korkmak 1426 Reviews

    Konuyu değerlendir: Allah’tan Korkmak

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 1426 kez incelendi.

  1. #1
    Kader - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.08.2008
    Mesajlar
    1.653
    Konular
    1155
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    1169
    @Kader

    Standart Allah’tan Korkmak

    ALLAH’TAN KORKMAK

    Nefsin işlediği günahlar, ilahi emirlere karşı gelmeler karşısında Allah’ın azabından korkmasından dolayı acı duymasıdır. Evliyanın, Allah dostlarının özelliklerinden biri, muttakilerin ayırıcı karakteridir. İnsanı doğruluğa ve yapıcılığa iten bir etkendir. Kötülüklere ve günahlara karşı güçlü bir kalkandır.

    Bu yüzden şeriat, bu özelliğe bir öncelik vermiş, söylemi içinde ona seçkin bir yer ayırmıştır. Bu özelliğe sahip olanlardan övgüyle söz etmiş, onur bahşetmiştir.

    Bu meyanda Yüce Allah şöyle buyurur:

    “Kulları içinde ancak bilginler, Allah’tan korkar.” [Fatır, 28]

    “Görmeden Rablerinden korkanlar varya, işte onlar için bağışlama ve büyük bir ödül vardır.” [Mülk, 12]

    “Ama kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden menederse, onun için gidilecek yer cennettir.” [Naziat, 40-41]

    İmam Sadık (as) şöyle buyurur: “Allah’tan, O’nu görür gibi kork. Her ne kadar sen O’nu görmesen de şüphesiz O, seni görür. Eğer O’nun seni görmediğini düşünürsen kafir olursun. Şayet O’nun seni gördüğünü bilmene rağmen, günah işlemek suretiyle O’na karşı çıkarsan, hiç kuşkusuz, O’nu seni görenlerin en önemsizi konumuna indirgemiş olursun.” [1]

    Bir keresinde de şöyle buyurmuştur: “Mü’min iki korku arasında yaşar: Geçmişte işlediği günahlar vardır ve yüce Allah’ın bu günahlardan dolayı kendisine ne yapacağını bilmemektedir. Geride yaşayacağı bir ömür vardır ve bu ömür boyunca hangi helak edici davranışları sergileyeceğini kestirememektedir. Bu yüzden o hep korku ve endişe içindedir. Zaten korkudan başkası da ona yaraşmaz.” [2]

    Başka bir yerde de şöyle buyurmuştur: “Bir mü’min, korkan ve uman olmadıkça mü’min olmaz; korktuğu ve umduğu şeyleri göz önünde bulundurarak amel eden biri olmadıkça da, azabından korkan ve cenneti uman biri olmaz.” [3]

    “Bir kimseye hayasızlık ya da şehvete dönük bir öneride bulunulsa ve o da bunu Allah’tan korktuğu için reddetse, Allah ateşi ona haram kılar, onu büyük korkudan korur ve kitabında va’dettiği ödülü ona bahşeder: “Rabbimin makamından korkan kimseye iki cennet vardır.” [Rahman, 46] “ [4]

    Hikmet ehlinden biri şöyle demiştir: “Ademoğlunun miskini, eğer yoksulluktan korktuğu kadar ateşten korksaydı, ikisinden de kurtulurdu. Eğer açıktan kullardan korktuğu kadar batında Allah’tan korksaydı, dünyada ve ahirette mutluluğa kavuşurdu. Dünyayı istediği gibi cenneti de isteseydi, ikisini de elde ederdi.”

    Hikmet ehlinden biri Abbasi halifelerinden el-Mehdi’nin yanına gider. El-Mehdi ona, “Bana öğüt ver” der. O, “Bu mecliste daha önce baban ve amcan oturmadı mı?” diye sorar. El-Mehdi, “Evet” cevabını verir. O, “Peki kurtuluşlarına vesile olacağını umduğun amelleri yok muydu?” der. El-Mehdi, “Evet” der. O, “Helaklarına vesile olacağından korktuğun amelleri de yok mudu?” der. El-Mehdi, “Evet” der. O, “Şu halde, onların kurutluşlarına vesile olacağını umduğun amelleri işle, helak olmalarına neden olacağından endişelendiğin amellerden de uzak dur” der.

    GEL-GİT ARASINDA KORKU

    Ayet-i kerimeler ve rivayetler Allah korkusunun önemini, insanın kişiliğini biçimlendirme, onu iyiliğe ve yapıcılığa yöneltme ve onu Allah’ın hoşnutluğuna ve nimetlerine erişme onuruna iletmesi hususundaki rolümü önemle vurgulamışlardır.

    Ne var ki, her saygın karakter gibi korku da ancak orta yol ve ılımlılık niteliğine sahip olduğu zaman övgüyü ve saygıyı hakeder. İfrat ve tefrit aşırılıklarından uzak olması gerekir.

    Korkuda ifrat nefsi çoraklaştırır; umut kırıntılarından, aydınlık bahşedici nurdan yoksun bırakır. Kişiyi karamsar, mütsiz ve huzursuz kılar. Sapıklık ve azgınlık çöllerinde yitip gitmesine neden olur. Kendini ibadete zorlar. Bir süre sonra bu ağır ibadet tarzı kendine ağır gelir ve usanmaya başlar.

    Tefrit ise, ibadette ihmale ve kusura neden olur. İnsanın Allah’a itaat etmeye ve O’nun şeriatine tabi olmaya karşı çıkmasına yol açar.

    Korku ve ümidin dengelenmesi ile nefis canlanır. Vicdan arınır. Ruhi enerjiler dinamizm kazanır. Yapıcı hareketler şeklinde hayata yansır.

    İmam Sadık (as) der ki: “Allah’a seni günaha karşı cüretkâr kılmayacak şekilde bağışlanma umuduyla yönel. Ve seni rahmete karşı umutsuzluğa düşürmeyecek şekilde O’ndan kork.” [5]

    ALLAH’TAN KORKMANIN GÜZELLİKLERİ

    Saygın karakterlerin değeri, kişide gerçekleştirdikleri üstün insanî kavramlarla, hayır ve yapıcılık değerleriyle ölçülür. Kişiyi mutluluğa ve huzura eriştirmeleri ile bilinir. Bu değerlendirme ile Allah korkusu, saygın ahlakî karakterlerin odak noktası haline gelir. Bunun inanç ve akîde dünyasında da önemli bir yeri vardır. İnsanı uyaran, Allah’a itaate yönelten ve Allah’a başkaldırmaktan alıkoyan bu merkezî katakterdir. Bu sayede insan, iyi niteliklere sahip muttakîlerin menzillerine yükselir.

    Nefiste korku ve ürperme duyguları yankı buldukça, onu parlatır. Yüksek melekûtî zirveye yükseltir. İnsan o ideal güzelliği ile bir melek halini alır. Melek, insan ve hayvanı karşılaştırırken Emîru’l-Mü’minin şöyle der: “Yüce Allah, meleklere şehvetsiz akıl yüklemiştir. Hayvanlara da akılsız şehvet yüklemiştir. Ademoğluna ise, her ikisini de yüklemiştir. Kimin aklı şehvetine üstünlük sağlarsa, o meleklerden daha hayırlıdır. Kimin de şehveti aklına galip gelirse, o hayvanlardan daha kötüdür.” [6]

    Bu yüzden, Allah’tan korkan kimsenin, Allah için yaptığı ibadetlerin zorluklarını küçümsediğini, bu uğurda çektiği acıları tatlı gördüğünü, günahların verdiği hazzı acı olarak algıladığını görürsün. Kuşkusuz, bunun nedeni onun Allah’ın öfkesinden ürkmesi ve azabından korkmasıdır.

    Bu sayede insan mutlu olur, maddi ve manevi hayatı güzelleşir. Tıpkı evrendeki düzen gibi. Gök ve yer unsurlarının ahenk içinde hareket etmesi gibi. Yüce Allah’a boyun eğerek, O’nun düzeni ve yasaları uyarınca seyrine devam etmesi gibi. Yüce Allah’a boyun eğerek, O’nun düzeni ve yasaları uyarınca seyrine devam etmesi gibi. “Erkek ve kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu hoş bir hayatla yaşatırız. Onların ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz.” [Nahl, 97]

    Bugün insanlığın içinde yaşadığı kaos hali, stres, bunalım, anarşik ortam ve yüksek suç oranının tek nedeni yüce Allah’tan yüz çevirmeleri, O’nun ilkelerine ve şeriatına tabi olmamalarıdır.

    “Ülkelerin halkı inanıp sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık; fakat yalanladılar, biz de onları kazandıklarıyla yakaladık.” [A’raf, 96]

    ALLAH KORKUSU BİLİNCİNE NASIL VARIRIZ?

    İçindeki Allah korkusu duygusu zayıflamış kimsenin aşağıdaki öğütlere uyması yerinde bir davranış olur:

    1-İnanç sistemini esas almak, Allah’a iman, ahiret, sevap, azab, cennet ve ateş kavramları üzerinde düşünmek. Çünkü Allah korkusu, imanın bir meyvesi ve nefsin üzerine düşmüş bir yansımadır.

    “Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğu zaman, onların imanlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler.” [Enfal, 2]

    2-Korku ve iç ürpetisi uyandıran etkili vaazlar ve hikmetli sözler dinlemek.

    3-Allah’tan korkan kimselerin halini, yüce Allah’a yakarışlarını, içli içli ürperişlerini, Allah’ın azabından çekinmelerini düşünmek, onlardan ibret dersleri çıkarmak.

    Kuşkusuz İmam Zeynulâbidin’in (as) şu duası korku ve yakarışın en etkileyici örneğidir:

    “Ne oluyor bana, neden ağlamıyorum? Sonum nereye varacak bilmiyorum. Nefsimin beni aldattığını, günlerimin beni kandırdığını görüyorum. Başımın üstünde ölümün kanat sesleri geliyor. Neden hala ağlamıyorum? Nefsimin isyanından, kabrimin karanlığından ve sınırlarımın darlığından dolayı ağlamalıyım. Münker-Nekir’in sualinden dolayı, kabrimden çıplak ve zelil olarak çıkacağımdan dolayı ağlamalıyım. Günahlarımı, amellerimi sırtımda taşıyacağım. Bir sağıma, bir de soluma bakacağım. Çünkü insanların durumu o gün bambaşla bir durum olacaktır: “ O gün, onlardan her kişinin, kendisine yeter derece işi vardır. Yüzer var ki o gün parıl parıl. Güleç, sevinçli. Yüzler de var ki o gün tozlanmış, onları karanlıkları bürümüş.” [Abese, 37-41]

    ALLAH KORKUSUNA İLİŞKİN BAZI KISSALAR

    İmam Bakır’ın (as) şöyle dediği rivayet edilir: İsrailoğullarından bir ******, gençleri baştan çıkarmak için bir gün sokağa çıktığında, gençlerden biri şöyle der: “Eğer falan abid bu kadını görseydi, mutlaka cazibesine kapılır baştan çıkardı.” Kadın bunu duyar ve “Vallahi, evime geri döneceğim ve onu baştan çıkaracağım.” Der. Gecenin karanlığında, adı geçen abidin evine gider ve kapısını çalar: “Yanında kalabilir miyim?” Abid bunu reddeder. Bunun üzerine kadın şöyle der: “Bazı gençler benden yararlanmak istediler. Eğer beni içeri almazsan korkarım ki, beni yakalayıp lekeleyecekler.” Adam bunları duyunca kapıyı açar. Kadın içeri girdiğinde giysisini açar. Adam kadının güzelliğini ve çekiciliğini görünce etkilenir ve ona dokunur. Sonra kendini tutar ve vazgeçer. O sırada kazanın dibinde ateş yanmaktadır. Adem geri döner ve elini ateşin üstüne koyar. Kadın, “Ne yapıyorsun?” der. Adam, “Onu yakıyorum, çünkü o bir amel işledi.” der. Bunun üzerine kadın oradan çıkar ve İsrailoğullarından bir grubun yanına gelip şöyle der: “Falan adama gidiniz. O, elini ateşin üzerine koymuş, onu yakıyor.” Adamlar gittiklerinde adamın elini yakmış olduğunu görürler.” [7]

    İmam Sadık (as) şöyle der: “İsrailoğullarından bir abide, bir kadın misafir olur. Adam kadına ilgi duyar. Kadına her yaklaştığında parmaklarından birini ateşe koyar. Bunu sabaha kadar sürdürür. Sabah olunca da kadına, “Çık evimden, ne kötü misafir oldun benim için” der.


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: Allah’tan Korkmak

          Kategori: Ehlibeyt

          Konuyu Baslatan: Kader

          Cevaplar: 1

          Görüntüleme: 1426


  2. #2
    Kader - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.08.2008
    Mesajlar
    1.653
    Konular
    1155
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    2
    Tecrübe Puanı
    1169
    @Kader

    Standart Kibir!


    Kibir!





    Kur’an-ı Kerim’de Lokman’ın oğluna şöyle nasihatta bulunduğu bildirilir:
    “Oğulcuğum ululanıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde kendini beğenerek kibirle yürüme, şüphe yok ki, Allah ululanıp övünenlerin hiç birini sevmez.”[1]

    Resulullah (s.a.a) şöyle buyurur:

    “(Ahrette) mütekebbirler zayıf karıncalar halinde tecessüm edecek ve insanlar, Allah-u Teala hesaptan hesaptan el çekinceye kadar onları ayakları altında çiğneyecektir.” [2]

    İmam Cafer Sadık’tan (a.s) şöyle buyurduğu nakledilir :

    “Şüphesiz cehennemde mütekebbirler için bir vadi vardır ki adına Sakar derler. Bir defasında hararetinin şiddetinden aziz ve celil olan Allah’a şikayette bulundu. Allah’tan bir nefes alabilmek için kendisine izin vermesini istedi. Böylece öyle bir nefes aldı ki cehennem alevlendi.”[3]

    Hekim şöyle diyor : “İmam Cafer sadık’a (s.a) ‘İlhadın en alçak derecesi nedir?’ diye sordum. İmam: ‘İlhadın en aşağı ve alçak derecesi kibirdir.’ diye buyurdu.”[4]

    Kibir (büyüklük taslamak), insanı, kendisinin büyük ve yüce olduğuna inandıran bir tür nefsani halettir. Dolayısıyla sahibini kendinden başkalarına karşı sürekli büyüklük taslamaya teşvik eder.

    Kibir sıfatı, Ucb’dan başka bir şeydir. Daha doğrusu kibir, en rezil ve habis bir sıfat olan ucb’un semeresidir. Zira ucb, ‘ kendini beğenmişlik’tir. Kibir ise başkalarına karşı büyüklük ve üstünlük taslamaktır.

    İnsanın kendisinde bir kemal-üstünlük görüp bir tür nazlanmasına (işve içine girmesine) Ucb derler. Aynı şekilde diğerlerinin bu kemalden yoksun olduğunu zannedince de, onlardan üstün ve öncelikli olduğunu düşünmeye başlar. İşte böyle bir zandan diğerlerine karşı büyük lük ve üstünlük taslama haleti ortaya çıkar. Buna da “kibir” denir.

    Gerek ucb ve gerekse de kibir, insanoğlunun batınında (kalbine) ortaya çıkan haletlerdir. Fakat belirtileri bedende, eylemlerde ve söylemlerde hep kendini hissettirir.

    Netice itibariyle kibirli insan, bencil-egoist insandır. Bencillikte aşırılığa kacınca kendini beğenmeğe başlar, kendini beğenmişlikte de aşırılığa kaçınca başkalarına karşı üstünlük taslamaya kalkışır.

    Gerek eksi-rezillik boyutuyla gerekse de artı-fazilet boyutuyla tüm nefsani/batıni sıfatlar, aslı itibariyle dakik ve karmaşık şeylerdir.Dolayısıyla da aralarında belirli bir fark ve ayrıcalık tespit etmek, oldukça zordur. Çoğu kez büyük arifler arasında dahi bu nefsani sıfatların sınırlarının belirtilmesi hususunda oldukça şiddetli ihtilaflar bile baş göstermektedir! Diyebiliriz ki vicdani sıfatları eksiksiz bir şekilde tanımlamak mümkün bile değildir! Dolayısıyla da en iyisi bu işleri bizzat vicdanın kendisine havale etmek gerekir!

    Bu hususu dikkate almakla birlikte yine de kimi büyük ariflerin oluşturdukları kavramlardan hareketle kibirlenme hakkında yapmış oldukları derecelendirmeleri şöyledir:

    Ucb’uda olduğu gibi kibirlenmenin de bir takım derece ve mertebeleri vardır. Bunları üç derecede şöyle sıralamıştır:

    1-İnsanın iman ve hak inançlarını sebebiyle kibirlenmesi, ya da tam karşıtı ve zıddı olan küfür ve batıl inançları sebebiyle tekebbür etmesi.

    2-İnsanın üstün melekeler ve övülmüş sıfatlara sahip olması sebebiyle kibirlenmesi, ya da bunun karşısında insanın ahlaki rezillikler ve çirkin melekeleri sebebiyle tekebbür etmesi.

    3-İnsanın ibadet ve Salih amelleriyle kibirlenmesi ya da yine bunun karşıt zıddı olan insanın günahlar ve kötü amelleriyle tekebbür etmesi.

    Kibirli bir insanın niçin kibirlendiğinin üç derecesi açıklandıktan sonra, şimdi de kime karşı kibirlendiğinin derecelerini açıklamaya çalışacağız.

    Kibirli insanın kime karşı kibirlendiklerini şöyle derecelendirilmiştir:

    1-Allah-u Teala’ya karşı kibirlenmek

    2-Enbiya, Resuller ve evliya karşısında kibirlenmek

    3-Allah-u Teala’nın emirleri karşısında kibirlenmek(ki,bu da sonuçta Allah’a karşı kibirlenmeye dönmektedir)

    4-Allah’ın kullarına karşı kibirlenmek ( ki, bu da Arifler nezdinde Allah’a karşı kibirlenmeye dönmektedir.)

    Bu dört derece kibirlenmelerin içerisinde,hepsinden daha çirkini, daha helat edicisi ve daha alçak derecesi olan,Yüce Allah’a karşı yapılan kibirlenmedir.Bu türden kibirlenme, küfür, fücur ehli olan insanlar ile uluhiyet iddiasında bulunan kimselerde görülür.Bazen bunun kimi örnekten,diyanet ehli kimselerde de görülür. Bu ise,cehaletin, “mümkün” varlığın kendi haddini ve “vacibu’l-vücud”un makamını bilmemesinin sonucudur.

    Enbiya ve evliya’ya karşı kibirlenmek ise, bizzat nebiler zamanında oldukça fazla görülmüştür.Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de o tür insanların şöyle söylediklerinden haber vermiştir; “Biz, bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz”. [5]

    Enbiyaya karşı kibirlenenler, yine onlara karşı şu itirazda bulunuyorlardı: “bu Kur’an dediler, iki şehirden birinin en büyük, en ileri gelen adamına inseydi ne olurdu?” [6]

    İlk dönem İslam tarihine bakıldığında, Allah’ın evliya kullarına karşı kibirlenmenin çok yaygın olduğu görülmektedir. Nitekim bunun örneğini günümüzdeki İslam iddiasında bulunan bazı kimselerde de görmek mümkündür!

    Allah’ın emirleri karşısında kibirlenmek de bazı günahkar kimselerde görülmektedir.Bu tür insanlar, örneğin ihram elbisesini ve benzeri amelleri kendilerine yakıştırmadıkları için haccı bile terk etmektedirler. Secde etmeyi gururlarına yediremedikleri için namazı terk etmektedirler.Bazen bu durum ibadet, ilim ve diyanet ehli kimselerde de gözükmektedir. Örneğin kibire kapıldığından dolayı ezan okumayı kendi gururlarına yedirmez ya da kendisinden aşağı olan kimselerden hak bir sözü duymayı asla kabul etmezler.

    Bazen görüldüğü gibi insan herhangi bir meseleyi kendi dost veya arkadaşlarından duyunca büyük bir şiddetle reddeder, bu sözün sahibini kınar ve şiddetle eleştiri. Ama aynı meseleyi bir din veya dünya büyüğünden işitince hemen kabullenir. Hatta birincisinden ciddi bir şekilde reddedip ikincisinden ciddi bir şekilde kabul etmesi de mümkündür. Böyle bir şahıs, aslında hakkın talibi değildir. Sahip olduğu kibir hakkın üzerine perde örtmektedir.Büyüklere yaltaklanmak, onu sağır ve kör kılmıştır.

    Hatta bazen bu konu (bu kötü sıfat) sahibi olan şahsın bile bu davranışının kibir üzerine kurulduğunu anlamayacağı kadar dakik ve sinsidir! Fakat kendi nefsini ıslah etmeyi isteyen ve nefsin hile ve desiseleri hususunda oldukça dakik ve dikkatli davranan kişi için tabi ki durum değişir.

    Sonuç olarak diyebiliriz ki Allah’ın tüm kullarına karşı kibirli olmanın zararı, hele hele ilahi alim ve Rabbani bilginlere karşı tekebbürde bulunmanın fesadı, her şeyden daha çok ve tahribatı hepsinden faladır.

    Fakirlerle oturmaktan çekinmek, meclis ve mahfillerdeki eylem ve davranışlarda daima önde bulunmayı istemek, tümüyle kibir hasletinden kaynaklanmaktadır. Bu türden kibirler, ayan ve eşraf takımından tutun da alimlere ve muhaddislere, zenginlerden tutun da fakirlere kadar (Allah’ın koruduğu kimseler hariç) bir çok insanın arasında yaygın ve revaç bulmaktadır.

    Kimi vakit tevazu,yaltakçılık ve kibri birbirinden ayırabilmek oldukça zordur. İnsan kendisine hidayet yolunu göstermesi için Allah’u Teala’ya sığınmalıdır. İnsan kendisini ıslah etmek isterse ve gayeye doğru hareket edecek olursa, Hak Teala’nın mukaddes zatı kendi geniş rahmetiyle ona hidayet ve kılavuzluk eder ve bu seyr-u süluku onun için kolay ve rahat bir hale getirir.

    KİBİR’İN SEBEBLERİ

    Kibir’in bir çok sebepleri bulunmasıyla birlikte,aslında tüm bu sebeplerin tek bir sebep olduğunu söylemek mümkündür. Şöyle ki; İnsanoğlu kendinde bir kemalin-üstünlüğün-bulunduğunu zannedince hemen ucba kapılır(kendini beğenir.)Bu durumu,nefis sevgisiyle de karışınca başkalarının kemalini görmesine engel teşkil eder ve dolayısıyla da onların kendisinden çok geride ve eksik olduklarını zanneder. Bu da neticede kalbi yada zahiri büyüklenmeye sebep olur. Örneğin bazen Arif biri (irfan alimi) kendini marifet ve şuhud ehli kabul eder.Kendinin gönül adamı ve geçmişi güzel kimselerden olduğunu zanneder. Bu zannıyla başkalarına karşı büyüklük ve üstünlük taslar. Yani filozof ve hekimleri (hikmet ehlini) yüzeysel insanlar olarak değerlendirir, fakih ve hadisçileri zahirci, genel halkı da hayvan gibi görür. Neticede Allah’ın tüm kullarına hakaret ve tahkir gözüyle bakar.

    Bu zavallı, “Fena Fillah” (Allah’ta kaybolma) ve “beka billah” (Allah ile sonsuzlaşmak) lafını edip “hakikate eriş” davulunu çaldığı halde böyle düşünür. Oysa ki ilahi marifetler (irfan ilmi) insanın, Allah’ın kullarına güzel bir gözle bakmasını gerektirir. Şayet bu zavallı sözde arif, marifetullahın kokusunu dahi almış olsaydı, Hak’kın cemal ve celalinin mazharları olan kullarına tekebbürde bulunmazdı.

    Bütün bunlar, aslında onun kalbine marifetlerin girmemiş olmasından ve bu zavallının daha iman makamına dahi ermeden irfan makamından dem vurmasından ve irfandan hiçbir nasibi olmadığı halde hakikate eriştiğini söylemesinden kaynaklanmaktadır.

    Bu durum kimi filozoflar içinde geçerlidir. Bazen filozoflar arasında da bazı şahıslar ortaya çıkarak kendilerini teorisyen ve gerçeklerin bilgini olarak gördüklerinden, Allah’a, meleklere, elçilere ve indirilen kitaplara yakın eden kimseler olarak düşündüklerinden dolayı diğer insanlara tahkir gözüyle bakmakta ve diğer ilimleri, ilim olarak dahi kabul etmemektedirler.

    Bu tür filozoflar, kendileri dışındaki diğer kulların tümünün iman ve ilim açısından yetersiz olduklarını düşünürler.Bundan dolayı dışa yansıtmazlar da kalplerinde onlara karşı bir kibir taşır ve kimi vakit görünürde de kibirle muamele ederler.Oysaki “Rububiyet makamı ile ‘mümkün’ün yoksulluğu hususunda ilim sahibi olmak, bunun tersini gerektirmektedir.

    Aslında filozof, mebole ve mead (yaratılış ve kıyamet) hakkındaki var olan ilmi vasıtasıyla tevazu melekesine sahip olan kimse demektir.Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de apaçık belirttiği üzere Lokman,kendine hikmet verilen şahsiyetlerden biridir. Hekim-filozof olan Lokman’ın Kur’an’da kendi oğluna şöyle nasihatte bulunduğu kaydedilir:

    “(oğulcuğum) Ululanıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde kendini beğenerek kibirle yürüme,şüphe yok ki,Allah ululanıp övünenlerin hiç birini sevmez”. [7]

    Yine bu kibir hastalığı irşad,tasavvuf ve nefis tezkiyesi iddiasında bulunan kimseler arasında da gezip dolaşmaktadır. Bunlar arasından da halka karşı kibirlenen, alimlere, fakihlere ve bunlara tabi olan kimselere karşı kötümser olan kimselerde ortaya çıkmaktadır.

    Bu tür insanlar alim ve filozoflara dil uzatır, kendilerinin ve kendilerine bağlı olan kimselerin dışındakilerin helak ehli olduklarına inanırlar.Ellerini ilimden boş olduğu için,ilimleri yol dikeni,ilim ehlini ise salik yolunun şeytanı görürler. Oysaki kendi makamlarını iddia ederken,bütün bu sözlerin aksini söylemektedirler.İnsanların hidayetçisi ve sapıkların mürşidi olan kimselerin,insanı helak eden şeylerden arınmış olması gerekir.Dünyadan el çekerek Hakk’ın cemaline fani olması, Allah’ın kullarına tekebbür etmemesi ve onlara karşı kötümser olmaması gerekir.

    Fakihler, fıkıh ve hadis alimleri ve öğrencileri arasında da bazen diğer insanlara takir gözüyle bakan, onlara karşı üstünlük taslayan ve kendisini bütün ikram ve saygınlıklara layık bir kimse olarak kabullenen kimseler ortaya çıkmaktadır.Bu türden kimselerde tüm halkın kendisine itaat etmesi gerektiğini ve dedikleri her şeyin harfi harfine yerine getirilmesi lazım geldiğini düşünürler.Kendilerini, “O, (Allah c.c.) yaptıklarından sorulmaz, fakat onlardır sorumlu olanlar.” [8] ayetinin bir örneği kabul ederler.Kendileri ve kendileri gibi olan az bir insan dışında hiç kimsenin cennete giremeyeceğine inanırlar.Çeşitli ilimlerin mensuplarından söz edilince,onlara hemen dil uzatır,yeterli ölçüde nasiplenmediği kendi ilminin dışındaki tüm ilimleri görmeden,ölçüp biçmeden dışlamaya kalkışır ve insanın helak sebepleri olduğunu söylerler.Ulema ve sair ilimleri cehalet ve bilgisizlikleri yüzünden dışlar ve onları böylesine tahkir edip aşağılamayı da dini bir vecibeymiş gibi gösterirler.Halbuki ilim ve diyanet,böylesi davranış ve ahlaktan münezzehtir.Herhangi bir hususta ilmi olmadan görüş izharında bulunmayı temiz şeriatımız haram kılmış ve Müslümanlara karşı saygılı olmayı farz kılmıştır.[9]Bu zavallılar,din ve ilimden habersiz olarak Allah ve Resulü’nün sözünün zıddına davranmış,buna da dini bir şekil vermeye çalışmışlardır.Halbuki Rabbani alimlerin siyer ve adetleri asla bu olmamıştır.

    Şer’i ilimlerin tümü, alimlerin tevazu sahibi olmaları gerektiğini ve kibri kalplerinden söküp atmalarının kaçınılmaz olduğunu vurgulamaktadırlar.

    Değil şer’i ilimler,aslında hiçbir ilmin kibre sebep olduğu ve tevazuya aykırı bulunduğu iddia edilemez.Fakat maalesef kibir hastalığının Tıp,Matematik,tabii ilimler,elektrik ve mekanik gibi dakik ve kompleks ilimlerinin sahibi kimselerde de bulunduğunu görmekteyiz.Bunlar da alimleri değersiz kabul etmekte ve ehline tahkir gözüyle bakmaktadırlar.

    Ayrıca Usul-i kafi,Kitab-u Fazlil-ilm,babun-nehy Ani’l- kavl bi gayri ilmin’de bu konuda dokuz hadis yer almıştır.Bunlardan biri de şudur: “Peygamber’in ve müminin hürmeti,Ka’be’nin hürmetinden daha büyüktür.”

    Sonuç olarak diyebiliriz ki,hangi sahada olursa olsun ilim ehli olan bir kısım insanlar,asıl ilmin kendilerinde bulunan ilmin olduğunu düşünmekte ve böylece de dışta ya da kalplerinde diğer insanlara karşı üstünlük taslamaya kalkışmaktadırlar.Oysa ki ilimleri bunu gerektirmemektedir.

    İlginç olanı kibir hastalığının ilim ehli olmayan bazı ibadet ehli (sofu) olanlara da sirayet etmiş olmasıdır. Bunlar da diğer insanlara karşı kibirli davranır,onları tahkir eder ve hakir görürler.Kendileri dışındaki diğer insanları ve hatta alimleri dahi necat ehli olarak kabullenemezler! İlimden bahsedilince, “Amelsiz ilmin ne faydası var? Asıl olan amel’dir” derler.Özelliklede kendi meşgul oldukları amele oldukça ehemmiyet verirler ve tüm insanlara kibir ve ucb nazarıyla bakarlar! Halbuki şayet hakiki ibadet ve ihlas ehli olmuş olsalardı, amellerinin ilk başta kendilerini ıslah etmiş olması gerekirdi.Zira Namaz insanı fesat ve daha büyük olan ucba duçar olmuş,şeytana ve şeytanın ahlakına daha da bir yakınlaşmıştır.

    İnsanı kötülükten nehyetmeyen ve kalbi korumayan,hatta kesret ve çokluğu sebebiyle kalbi zayi bile edebilen namaz,namaz değildir.

    Oldukça ehemmiyet ve önemle kıldığın halde seni şeytana ve kibirden ibaret olan şeytani sıfata yakınlaştıran namaz, aslında namaz değildir. Namaz asla bu gibi şeyleri gerektirmemektedir. Bunlar, ilim ver amelden hasıl olan kibirdir!

    Bunlar dışında hasıl olan benzer şeylerde aslında insanın kendisinde bir kemal görmesi ve başkalarının bu kemalden yoksun olduğunu düşünmesi neticesinde vücuda gelmektedir. Örneğin soy sop sahibi bir kimse böyle olmayan kimseye karşı kibirlenmekte veya cemal ve güzellik sahibi kimsede böyle olmayan veya böyle olmak isteyen kimseye karşı kibirlenir, tekebbürde bulunur.Veya tabileri, taraftarları,dostları, kabilesi, talebeleri ve benzeri şeyleri olan kimse de bundan yoksun olan bir kimseye karşı tekebbürde bulunur.O halde diyebiliriz ki genel olarak kibrin sebebi, insanın kendisinde hayali bir kemal görmesi, bu sebeple ucba kapılması ve başkalarını bu sıfattan ve kemalden yoksun bilmesidir.Hatta bazen fasid ahlak ve çirkin ameller sahibi kimselerde başkalarına karşı tekebbürde bulunurlar.Zira onlar da kendinde var olanı kemal olarak değerlendirmektedirler!

    Şunu da söylemeliyim ki; kimi kibir sıfatına sahip olanlar,bazı cihetlerde ötürü bu hastalıklarını açığa vurmaktan sakınır,el çekerler.Bu durumlarını hiç kimseye belli ettirmezler.Fakat bu hadis ve alçak ağaç,artık kalbinde kök salmıştır.Bu yüzden,bu hastalık,sahibi doğal halini kaybedince hemen ortaya çıkar, Örneğin kişi öfkelendiğinde hemencecik büyüklük ve azamet izharında bulunur.Sahip olduğu ilmi, ameli veya diğer şeylerini başkalarının yüzüne vurur ve onunla iftihar etmeye başlar!

    Kimi zamanda, dış etkenlerin hiç birine itina göstermeden kibrini olduğu gibi açığa vurur. Çünkü kibrinin şiddeti onu, ipini koparmışa döndürür!

    Özetleyecek olursak bazen kibir,ameller,hareketler ve duruşlarda da zuhur eder.Örneğin meclislerde daima baş köşede olmaya,giriş çıkışta diğerlerinden önde bulunmaya çalışır.Fakirleri kendi meclisine koymaz,onlarla oturmaktan,meclis kurmaktan şiddetle kaçınır.Kendisi için bir dokunulmazlığın bulunduğuna inanır!Yol yürümek,bakmak,halkın sorularını cevaplandırmak ve benzeri amellerinden tekebbürde bulunur.

    Kimi büyük muhakkikler,alimlerin kibri ile ilgili şöyle derler: “Alimde kibrin en düşük ve alçak derecesi, insanlardan yüz çevirmesi ve onlara hakkıyla teveccüh etmemesidir. Abidde ise insanlara surat asması, yüzünü ekşitmesidir.” Adeta insanlardan uzaklaşmış veya onlara öfkelenmiş gibi bir hali vardır. Fakat bu zavallı vera’nın (günahtan sakınmanın) alnını karıştırmasında, kaşlarını çatmada, suratını asmada, boynunu büküp başını aşağı salmasında ve kendisine şöyle bir çekidüzen vermesinde olmadığını, tam tersine kalpte olduğunu bilemiyor. Oysa Hz.Peygamber (s.a.a) göğsüne işaret ederek “Takva buradadır” buyurmuştur. [10]

    Bazen de kibir insanın dilinde zahir olur. Başkalarına karşı övünür, iftiharda bulunur ve nefsini temize çıkarmaya çalışır.

    İbadet eden kimse iftihar makamında “ben falan işleri yaparım der”. Başkalarının bu hususta eksik olduğunu düşünür ve kendi amellerini büyük sayar. Bazen de diliyle açıkça bunun tasrih etmemektedir; ama söylediği bu sözlerinin gereği, nefsin tezkiye edilmesi ve temize çıkarılmasıdır.

    Alim ise diğerlerine,“Sen ne biliyorsun? Ben falan kitabı bilmem kaç defa okudum.Yıllar yılı ilmi, topluluklarda bulundum. Bir sürü üstat ve büyük şahsiyetleri gördüm. Ne kadar zahmet çektim. Bunca kitap yazdım. Tasnif ve teliflerim vardır” gibi şeyler söyler. Hülasa nefsin şer ve hilelerinden Allah’a sığınmak gerekir!

    Rabbim cümlemizi nefsimizin şerrinden korusun. Amin…

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş