Bir birey olarak insan, kendi yaşamının yanı sıra doğduğu anda yüklendiği anlamların da yüküyle sürdürür hayatını. Sadece kendi istençleri değil, yaşamın ona sunulduğu andan itibaren ailesinin, arkadaşlarının, çevresinin, yaşadığı toplumun, global dünyanın ve hatta kendi ulaşmak istediği amaçlarının anlamlandırdığı tüm değerlerle yaşamak onları taşımak, anlamak ve yaşamak zorunda bırakılır. Bu zorundalık insanın kendi rutini ile ilgili dar bir alana kısılması anlamı da taşımaktadır. Kişisel

Bu konu 1179 kez görüntülendi 0 yorum aldı ...
İnsanın Toplum İçerisindeki Yalnızlığı 1179 Reviews

    Konuyu değerlendir: İnsanın Toplum İçerisindeki Yalnızlığı

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 1179 kez incelendi.

  1. #1
    Aylin's - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.03.2009
    Mesajlar
    3.559
    Konular
    3321
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    1
    Tecrübe Puanı
    1052
    @Aylin's

    Standart İnsanın Toplum İçerisindeki Yalnızlığı

    Bir birey olarak insan, kendi yaşamının yanı sıra doğduğu anda yüklendiği anlamların da yüküyle sürdürür hayatını. Sadece kendi istençleri değil, yaşamın ona sunulduğu andan itibaren ailesinin, arkadaşlarının, çevresinin, yaşadığı toplumun, global dünyanın ve hatta kendi ulaşmak istediği amaçlarının anlamlandırdığı tüm değerlerle yaşamak onları taşımak, anlamak ve yaşamak zorunda bırakılır.

    Bu zorundalık insanın kendi rutini ile ilgili dar bir alana kısılması anlamı da taşımaktadır.
    Kişisel pratiklerinde bir insan, söyleme biçimini bile bir kalıbın alışılagelmişliğinden almakta ve ağzından çıkanı dahi tecrübe ettiği pratiklerle sarfetmektedir. Yaşadığı her durum bir öncekinin ve bildiği öğrenim transferlerinin aklında bıraktığı izlerle ortaya çıkar.

    Birey tüm bunların daralttığı alanda sürdür yaşamını. Herr birimizin bir birey olarak böylesi sınırla içine alınışı bundandır.

    Küçükken çoğunlukla gitmediğim, aslında götürülmediğim yerlerdendi cenazeler. Ortamın ciddiyeti benim çocuk oluşumla ilgili olduğunu anlayana dek hep merak içerisinden olduğum ortamlardandı. Gidiş, son, bitiş, göçme, terk-i diyar ve sıralandıkça sıralanacak halk ağzı deyişleri ile ve özetle “ölüm”. Çok merak ederdim çocuk aklımla. Meraklarımla süslü sorularla doluydu aklım, o zamanlar her soruşumda geçiştirildiğimi yıllar sonra anladım. Anladım ki, sorularım, meraklarım cevaplanamaz türden. Çünkü sorduklarım hala cevaplayamadığım gibi cevaplayamamışlar. Anladım ki ne onlar ne ben hala cevaplayamadık.

    Oysa içimde öyle bir meraktı ölüm, cenazelere götürülmezken ve cenazelerin ne olduğunu bilmeye başladığım zamanlarda. Bunu geçmiş bir hatıra gibi ifadelendirsem de aslında devam eden bir geniş zaman niteliğinde hayatımda.

    Zaman geçti ölüm kadar yaşamı da merak eder bir yanım olduğunu keşfettim. Nasıl mı? Zor olmadı. Yıllar sonra yüzyılın sonuna doğru, çocukluktan kalan tecrübesizliklerimin zorlaştırması nedeniyle büyüyünce de yıllarca gidemediğim ve geç de olsa gittiğim cenazelerle yaşamı merak ettim. Sorgulamamın yıllarca olmasına rağmen, hayatın kendisine anlamlar yükleme eğilimine girdim.

    Neydi yaşamak? Neydi hayat? Madem ki sonu olan ve sonrası ile ilgili inanışlarımız ne olursa olsun bu yaşam adına, bu tür yaşam adına bir bitiş olan ölüm, bana bu hayatı daha da sorgulamama neden oldu. Olmalıydı da. Peki neydi hayatın anlamı? İnsanın amacı?

    İnsan doğduğu anda fiziksel bir ölüme en uzak noktada buluşuyor dünya ile. Hayata gelme dediğimiz şeyin aslında sonun gerçekçi bir başlangıcı olduğunu anlamak için filozof olmak gerekmiyor. İnsan anda ölmeye de başlıyor.

    En değerli varlıklarımızın başında gelir annemiz. Ondan doğduğumuz dünyada başımıza gelenler, her anımızda bize, onun güvenli kucağından ne kadar uzaklaştığımızı da anlatır bir yandan. Ana Yurt Oteli eserinde Zebercet’e hayat veren Yusuf Atılgan, 1973 yılında yazım hayatına kazandırdığı kitabında (ve aynı kitaba sadık kalınarak çekilen aynı adlı Ömer Kavur filminde) babadan kalma bir otelin işletmecisinin sosyal dünyada ve toplum içinde yalnızlığın da simgesi durumunda bir eserdir. Gecikmeli Ankara treniyle otele gelen bir kadınla tüm hayatı değişen Zebercet, annesini çok erken kaybetmesi nedeniyle sonsuz bir anne özlemine itmiştir. İnsan Zebercet’in bir yanı gibi. Başarılamayan bir sosyalleşme veya çocukluktan gelen bir durum sonucunda yaşıyor kendi yalnızlıklarını. Anne özlemi, aile içerisinde aldığı bir travma ilerleyen yaşlarına yansıyabiliyor.

    Freud’un bilinçaltı deneyiminden bu yana bilinen bu önemli etki ile insan sosyal bir varlık olarak tanımlanırken, sosyalleşememiş ve yalnızlık içerisinde kalmış da olabiliyor. Nitekim Zebercet’in harekete geçmeden önce fazla düşünmeyen içgüdüsel hareket eden bir dünya görüşü olması, ruhsal bakımdan sağlıksız kişilik ve yalnızlık bunalımı olan bir kişi olması, hayatına cinsel yönden tam anlamıyla bir kadın girmemiş ve aşkı hiç yaşayamamış olması gibi yazarın kaleme aldığı özellikleri, Freud deneyimini de ortaya koyan çarpıcı bir örnek olarak çıkıyor karşımıza. İnsan, Freud’un bilinçaltı tanımlaması ile anlamlandırdığı, bilincimizde olmayanlardan aldığımız etkiler yanında Ana Yurt Oteli kahramanı Zebercet’te olduğu gibi yalnız da kalabiliyor veya kendini yalnızlığa hapsedebiliyor.

    Bir yandan sosyal denen ve iletişimin temeli olduğu vurgulanan insanın bu yanı karşımıza çıkarken, öte yandan yaşarken ise iletişime geçmesi içsel doğası dışında yaratılmış kalıplara ve darlıklara indirgenen insanın çevresel etkileşimleri ve edilgen etki altında kalışı söz konusudur.

    Yalnızlığı paylaşabilecek yakın bir dostluklar aramak, bulmak, aşk kurabilecek bir ilişki aramak, insanın en içgüdüsel doğasında yer alıyor. Bu arayış iyi olduğu kadar olumsuz sonuçlara da ulaşabiliyor.

    Bu noktada bir bireyin toplumda belirlenmiş rollerinin, kişiye hep iktidar tarafından verildiğini söylemek mümkündür. Yaşamakta olunanlar çoğunlukla yaşamın rutini gibi görünen oysa iktidarın heryerdeliği ile anlatılan kavramın kendisidir. Çünkü iktidar her yerdedir.

    Taha Yücel öyküsü Büyükbaba’da incelenen konu gibi, okula Başöğretmen olarak atanan Abbas Yücebaş isimli öykü kahramanının Foucault’un “iktidarın heryerderiliği” kavramında olduğu gibi okulda bulunan öğretmen ve öğrencilerin davranışlarını değiştirmeye çalışmıştır. Yücebaş okuldaki öğretmenlerin hareketlerini, öğrencilerin sınıflara giriş ve çıkışlarına kadar her şeyi değiştirmeye başlamıştır. Okulda çeşitli görevler unvanlar ve okuldaki törenleri farklılaştırmıştır. Bu da iktidarın okulun her yere

    yayılmasını sağlamıştır.

    Öyküden çıkarsak, birey de yaşadığı toplumda, iktidarın heryerdeliğinin bir sonucu olarak kendisine verilen görevlerin ışığında yaşamını sürdürmek durumunda kalmaktadır. Kaldı ki, bir çoğumuz yaşamımızın anlamını aradığı koca bir hayat boyunca u anlamı ararken bile önümüze konduğu şekliyle yaşamın anlamına bakabiliyoruz. Godar filmlerinde ne kadar sıra dışılığa ulaşmaya ne kadar varolandan uzaklaşmaya ne kadar kendine özgülüğe ulaşmaya ve ne kadar bilinen anlamlandırmalardan bilinmeyene yeniye ulaşmayı hedef edinmesine rağmen ya da aynı içsel tarihimizle dünyanın yaşadığı tarihi iç içe yaşamamızı sağlayan “Mirror – Ayna” filmindeki gibi gözler önüne serilirken, bunlara gündelik hayatta ulaşmak ve varolan anlamlandırmaların yerine yenilerini koymak günümüz dünyasında bir ütopya görünümündedir.

    Yine bir insan kendi normal, olağan hayatını yaşarken, “Panoptikon’’, “Normalleştirme’’, “Üretici İktidar’’, “Özne Pozisyonları”, “İktidarın heryerderiliği” ve “Söylem pratikleri” gibi Foucault’un değerli teoremlerinin bir örneği olmaktan öteye gidemiyor.

    Ben bir cenaze törenine ancak yıllar sonra katılabildim. O günün anlamları ve acıları önüme konulduğu gibiydi. Bir yakın bir değerli insan artık yoktu ve buna üzülmek için bir araya gelmiştik.

    Son katılımım alt komşumun cenazesiydi ve cenazesine üzülmeye, üzülenin yanda olmaya katılımımın diğer bir anlamı ise ölenin kucağımda ölmesi ile anlam kazanıyordu. Acı törenine katıldığım anılarım sadece bu anlamlandırma ile kalmadı. Bir acı paylaşılıyordu ve kalabalıktı. İlk gittiğim cenazede karşılaştığım ve tanımaya çalıştığım onca insan vardı ve ben bir çoğunu tanımıyordum.

    Ancak şimdi bir cenaze töreninde büyüdüğümü toplumun içerisine kök saldığımı anladım. Nasıl mı? Yürüyüp durduğum her anda bir çok tanıdığım insanla karşılaşmış olmamla bu sonuca vardığım bir gerçek. Bir kalabalıkta ne denli insan tanıdığımı ve beni ne çok insanın tanıdığımı anladım. Tanıdıklarımın sayısı artmıştı. Toplumda uzun süre yaşamanın getirisiydi ilerlememin getirisiydi, yaşama başladığım noktadan toplu içerisinde ne kadar ileriye gittiğimin anlamıydı bu.

    Cenazenin ardından gittiğim mezarlıkta ise ne çok tanıdığım ölmüş olduğunu fark ettim. Önceki, yıllar önceki gitmelerimdekinden çok daha fazla tanıdığım ölmüş insan olduğunu fark ettim. Doğduğum andan büyüyerek çok uzaklaştığımı anladığım gibi, sona da ne kadar yaklaştığımı anladım.

    Yaşamda tanıdıklarımın sayısının artması ile tanıdığım ölmüş insanların sayılarının artması aynı hızla gelişiyor. Bununla yüzleştim. İnsan, topluma aykırı, toplumdan kopuk, her varolan anlamlandırmaya karşıt yıllar yaşıyor. İsyan ediyor, eleştiriyor. Sonra yoruluyor, yüreğinde kalanlar olsa da yaşam onu kendi sistemi içerisinde yoğuruyor. Bir bilinen şekle sokuyor.

    Beyaz adamın Afrika ile tanışmasının her anını hayret uyandıracak olaylar, kişiler ve duygularla renklendirir İngiliz yazar Joseph Conrad, “Karanlığın Yüreği” isimli kitabında. Kitapta merak ve ilgiye değer olan bir beyazın, şirketin temsilcisi Kuntz’un kimliğiydi. Kuntz’un hastalandığı haberi gelince, şirket onu geri getirme görevini Marlow’a vermiş, ormanın derinliklerine Kongo nehri boyunca yapılacak seyahate dümencisi ve tayfaları yamyamlardan oluşan bir gemi ile çıkmıştı Marlow, hedefine yaklaştıkça karşısına çıkan insanlardan Kuntz hakkında -efsane niteliğinde- hikayeler dinleyip, onun ormana yüce ideallerle gelen kültürlü bir insan olduğunu anlar. Oysa onu alıp geri getirmeyle (aynı konuyu muhteşem bir görüntü geliştirmesiyle işleyen Francis Ford Cappola yönetmenliğindeki “Apocalypsee Now” filminde ise öldürmeyle) görevliydi.

    Ne var ki nehrin etrafında gördüğü yerli kafatasları da kendisini bekleyen tehlikelerin bir habercisi gibi oldu hep. Nihayet aklı dengesini, sağlığını ve ideallerinin tümünü yitirmiş; kendisine anlatılanlardan tamamıyla farklı bir Kuntz figürüyle karşılaşır Marlow; yine de onun yerliler arasında büyük bir saygınlık ve korku uyandırdığını hisseder. Kuntz’u zorlukla kaçırırlar yerliler arasından. Hayatının bu en son anlarında, Kuntz, Afrika’da geçirdiği günlerin, yaptıklarının ve yaşadıklarının kendisinde yarattığı değişimin dehşeti içerisindedir ve ağzından çıkan son söz yine “dehşet”tir. Brüksel’e dönüşünde Marlow da değişmiş, kendisini garip bir biçimde Kuntz’a yakın bulmaya başlamıştır.

    Bu değişim gibi yaşanıyor hayat. İnsanın isyan ettiği karşı durduğu onca durumun ardından, bazen şikayet ettiğini haklı bulduğu, ya da kızdığı gibi olduğu da söz konusudur.


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: İnsanın Toplum İçerisindeki Yalnızlığı

          Kategori: Felsefe

          Konuyu Baslatan: Aylin's

          Cevaplar: 0

          Görüntüleme: 1179

    HÜZÜNLER KALDI BENDE...

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş