Kafkasya bölgesindeki çok milletli ve çok dinli karışık yapının bir unsuru olan Ermenilerin bu bölgeye ne zaman ve nereden geldikleri hakkında fikir birliği yoktur. Ermenilerin bölgeye yerleşmeleri hakkındaki en dikkate değer görüş, bu toplumun M.Ö. IV. yüzyılda batıdan gelerek şu anda yaşadıkları coğrafyaya dağınık bir şekilde ve düzenli bir teşkilât kuramadan kabile yapısı içinde yerleştikleridir. Ufak derebeylikler halinde ve aralarında bir birlik olmadan yaşayan Ermeniler Kafkasya bölgesindeki tarihleri boyunca Bizans, İran, Makedonya, Roma, İslâm ve Türk devletlerinin hâkimiyeti altında bulunmuşlardır.
Tarih boyunca etrafı sürekli büyük devletlerle çevrili olan Kafkasya, her zaman için bu devletler arasında mücadele sahası olmuştur. Önceleri muhtelif dönemlerde Makedonya, Roma, Bizans ve İran devletleri arasında yaşanan bu mücadele, daha sonra Bizans, Selçuklu ve Osmanlı-İran devletleri arasında devam etmiş, XVI. yüzyıldan sonra devreye Rusya faktörü girmiştir. Böyle büyük mücadelelerin yaşandığı bu coğrafyada, bölgenin bir çok etnik unsurundan biri olan Ermenilerin, derebeylik yapısını kıramamış olmalarından dolayı, etkili olamadıkları ve devletleşmeyi başaramadıkları görülmektedir.
Türkler ile Ermenilerin ilk karşılaşmaları, Selçuklu Devleti'nin kurulmasından önce, Sultan Alparslan'ın babası Çağrı Bey'in bölgeye yaptığı seferler sırasında olmuştur. Ermenilerin Bizans hâkimiyeti altında bulunduğu 1015-1021 yılları arasında, Çağrı Bey komutasında bölgeye gelen "mızrak, ok ve yaylı, beli kemerli, uzun ve örülü saçlı, âdeta rüzgâr gibi uçan Türk atlıları" karşısında şaşırmışlar ve onların "yağmur gibi attıkları oklar" karşısında yenilgiye uğramışlardır.
Türk-Ermeni münasebetleri, Anadolu topraklarının bütünüyle bir Türk yurdu haline gelmesine kadar benzeri olayların devamı şeklinde gelişmiş ve sonuçta Ermeniler Selçuklu hâkimiyetini tanımışlardır. Selçuklu Devleti yönetimindeki Ermenilere birçok serbestilik tanınmış, din ve inançlarına dokunulmamış, refah ve mutluluk içerisinde yaşamışlar ve Türkleri de bir kurtarıcı olarak görüp benimsemişlerdir.
Bu durum Osmanlı Devleti bünyesindeki Ermeniler için de geçerli olmuştur. Osmanlı tebaasından olan Ermeniler, yüzyıllar boyu devletin adaleti gölgesinde huzur ve güven içinde ve yüksek bir refah seviyesinde yaşamışlardır. Osmanlı Devleti idaresinde, kimi zaman oldukça önemli görevler alacak kadar da itimat kazanmışlardır. Zaten insanları dinlerine ve ırklarına göre ayırmayan ve bütün tebaasını bir kabul eden Osmanlı devlet anlayışında herkes her göreve gelebilmiştir. Osmanlı Devleti içinde "tebaayı sâdıka" diye anılan Ermeniler, tarihlerinde en istikrarlı ve huzurlu yılları şüphesiz bu dönemde yaşamışlardır.
Ermeni anayurdu olarak tanıtılmaya çalışılan bu topraklar M.Ö. VI. yüzyıldan itibaren Perslerin, Makedonyalıların, Selefkitlerin, Romalıların, Sasanilerin, Bizanslıların ve Arapların egemenliğinde kalmış ve nihayet, XI. yüzyıldan sonra Türklerin egemenliği altına girmiştir. Bu uzun zaman zarfında Ermeniler, tâbi oldukları güçlerin emrinde ve onların ülkelerinin sınırlarında tampon bir derebeylik olarak kalmışlardır.
Ermenilerin, tarih boyunca birbirlerine coğrafî anlam itibariyle vatan hissiyle bağlılıkları olmadığı gibi, aralarında siyasî bir bağ da mevcut değildir. Aralarındaki irtibatı sadece gelenekleri, dilleri ve dinleri sağlamıştır.
Mezhep yönünden de bir birliğe sahip olmayan Ermenilerin çoğunluğu Gregoryen Kilisesine tâbi idi. Bundan sonra Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi gelmekteydi.
Ermeniler Doğu Anadolu köy ve kasabalarında genellikle kendi topraklarında çiftçilik, mahallî endüstri ve küçük çapta ticaretle meşgul idiler. Şehirlerde ise iç ve dış ticaret, sarraflık, bankerlik, müteahhitlik ve mültezimlik gibi işlerle meşgul oluyorlar ve Türklerden daha müreffeh bir hayat sürüyorlardı. Ermenilerin refah düzeyleri Türklerde ve Müslümanlarda en ufak bir rahatsızlık yaratmamıştır. Bu sebeple Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bu yana Türklerle yan yana, kardeşçe ve huzur içinde yaşamışlardır.