Şiir (ar. si'r, fr. poé***, ing. poem), en eskiedebiyat türüdür. Değişik sanat anlayışlarına bağlı olarak çeşitli tanımları yapılmış, şiirin tanımlanamayacağı da öne sürülmüştür. Yine de genelde, şiirin ritime ve imgeye dayanan, kendine özgü dili ve söyleyiş özelliğiyle estetik etkilenmeler yaratıcı bir söz sanatı olduğunda birleşilmektedir. Türkçede şiir karşılığı koşuk, yır, özün gibi sözcükler önerilmişse de hiç biri yaygınlaşamamıştır. Bugün koşuk, nazım karşılığı kullanılmaktadır. Ayrıca

Bu konu 1171 kez görüntülendi 0 yorum aldı ...
Şiir Nedir ? 1171 Reviews

    Konuyu değerlendir: Şiir Nedir ?

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 1171 kez incelendi.

  1. #1
    Aylin's - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    24.03.2009
    Mesajlar
    3.559
    Konular
    3321
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    1
    Tecrübe Puanı
    1053
    @Aylin's

    Standart Şiir Nedir ?

    Şiir (ar. si'r, fr. poé***, ing. poem), en eskiedebiyat türüdür. Değişik sanat anlayışlarına bağlı olarak çeşitli tanımları yapılmış, şiirin tanımlanamayacağı da öne sürülmüştür. Yine de genelde, şiirin ritime ve imgeye dayanan, kendine özgü dili ve söyleyiş özelliğiyle estetik etkilenmeler yaratıcı bir söz sanatı olduğunda birleşilmektedir.
    Türkçede şiir karşılığı koşuk, yır, özün gibi sözcükler önerilmişse de hiç biri yaygınlaşamamıştır. Bugün koşuk, nazım karşılığı kullanılmaktadır. Ayrıca nazımla şiiri birbirine karıştırmamak gerekir. Birincisi yalnızca bir anlatım yoludur. Geçmişte şiirin uyak, ölçü, nazım biçimleri gibi biçimsel özelliklerden ayrı düşünülemeyişi şiirle nazmın eşanlamlı sayılmasına yol açmış, giderek şiir «mevzuu ve mukaffa (ölçülü ve uyaklı) bir söz sanatı» olarak tanımlanmıştır. Günümüzde bu anlayış aşılmıştır. Nitekim şiirin doğuşunu, sanat olarak gelişimini açıklamaya çalışan aşağıdaki özet, bir bakıma şiirin ne olduğu konusunu da aydınlatmaktadır:
    «İnsan, doğayı denetim altına almak için kullanmaya başladı araçlarını. Bunu başarmaya uğraşırken, doğanın, insan iradesinin dışında, kendi yasalarına göre yönetildiğini anladı... zamanla doğadaki yasaların nesnel gerekliliğini tanıyarak onları kendi amaçları uğrunda kullanma gücünü elde etti. Bu yasaların kölesi olmaktan kurtulup onlara hükmetmeyi başardı, öte yandan doğal yasaların nesnel gerekliliğini anlıyamadığı sürece, çevresindeki dünyayı kendi isteğine kalmış bir hareketle değiştirebileceğini sandı. Büyünün temeli budur. Büyüyü, gerçek tekniğin eksiklerini tamamlıyan, aldatıcı bir teknik olarak tanımlayabiliriz... Üretim çalışmaları topluca iken bir ezginin eşliği olmadan iş yapılamıyordu. Böylece konuşma, asıl üretim tekniğinin bir parçası olarak ortaya çıktı... Vahşilerin bugün bile yaptıkları yansılama (mimetic) dansları, buna örnektir... Böylece bütün dillerde iki konuşma biçimi olduğunu görürüz: Biri, insanların birbirleriyle bildirişmelerine yarayan bildiğimiz günlük konuşma; öbürü de toplu olarak törenlerde kullanılan, daha yoğun, olağan dışı, ritimli ve büyüsel olan şiirsel konuşma.
    Bu açıklamaya göre şiir dili, genel olarak ritim, müzik ve düş niteliğini daha çok koruduğu için konuşma dilinden daha ilkeldir... İlkel insanların konuşmaları ancak şiir için düşündüğümüz ölçüde ritimli, ezgisel ve olağan dışıdır. Günlük konuşma şiirsel olunca, sür de büyüseldir. Bildikleri şiir türküdür, türkü söyleyişleri ise her zaman gövdesel bir hareket eşli*ğindedir ve bir başka büyü görevini yerine getirir. Dış dünyayı taklit yoluyla etkileme, düşü gerçeğe uygulama amacını güder... Hemen bütün ilkel duaların; sesçil ve ritimli, eğretileme ve ses yineleme etmenleriyle zengin, garip titreşimler ve tekrarlardan yararlanan bir yapıda olduğu görülmektedir. Hepsinde gerçekleşmesini istediğin şeyin gerçekliğini öne sürerek onu gerçekleştirmiş olmak amacı vardır...
    Böylece şiir, büyüden çıkmış olur...
    Neden şairler olmayacak şeyleri özlerler? Çünkü şiirin büyüden aldığı, başlıca görevi budur da ondan. Vahşiler yansılama danslarında insanüstü bir çabayla düşlerini gerçekçiliğe dönüştürmeye çalışırlar.. Şair de dünyaya karşıöznel tutumuyla aynı davranıştadır. Ritim, perde ve temposu belli aralıklarla düzenlenmiş sesler dizisi diye tanımlanabilir. Fizyolojik bir başlangıcı vardır; belki de yüreğin vuruşuna bağlanabilecek bir başlangıç...
    İnsan, ritmi, araçların kullanılmasıyla geliştirir. Bugün de yaşayan iş türkülerinin görevi, üretim işine ritimli, coşturucu bir nitelik katarak onu hızlandırmaktır.. Kültür tarihinin her döneminde, yeryüzünün her yanında iş türkülerine raslanır. Sadece makinelerin uğultusu bazı yerlerde bu türlü türküleri bastırmıştır ...
    Zamanla türküler çalışma sürecinden ayrılarak boş zamanlarda, dinlenme saatlerinde uydurulmaya başlanmıştır. Çalışma sürecinden kopunca heyamolaların değişmez öğesi genişlemeye başlayarak «ballad» dörtlüğü doğar. Ballad biçiminde dörtlük bir müzik cümlesi, beyit bir müzik cümleciği, dize de bir müzik birimi olur. Çünkü başlangıçta bir dans biçimiymiş ballad.. özetlersek; dans, müzik ve şiir dediğimiz üç sanat, bir tek sanat olarak başlamıştır...
    Bizim anladığımız anlamdaki şiirin gerçekleşmesi için atılan ilk adım dansın bir yana bırakılmasıydı. Böylece türkü ortaya çıktı. Türküde şiir müziğin özü, müzik de şiirin biçimidir.
    Daha sonra bu ikisi de birbirinden ayrıldı. Şiir türküden aldığı biçimi kendi mantığının özüne göre yalınlaştırarak korudu, ritim yapısı şiirin biçimi oldu. Şiir, ritim düzenine bağlı olmaksızın, kendi iç bütünlüğü olan bir hikâye anlatır. Böylece, daha sonraları şiirden düzyazı ile yazılmış hikâyeler ve romanlardoğmuş oldu.»

    Didaktik Şiir

    Didaktik (fr. didaktique, os. talimî), öğretici demektir. Amacı bilgi vermek olan edebiyat ürünleri bu sözcükle nitelenir. «Tâlimi Edebiyat», «Öğretici Edebiyat» da aynı anlamdadır. Başlangıçta bu bölümleme yalnız şiir için söz konusuydu. Edebiyat türü olarak yalnız şiir vardı. Dualar, dinsel amaçlı metinler kolay akılda tutulabilmesi için şiir biçiminde yazılıyordu. Türklerin gelişimi sonucu didaktik terimi tiyatro, öykü, roman için de kullanılmıştır. Dinsel şiirlerin yanısıra Aisopos'un hayvan öykülerini (fabl) de didaktik yapıtların ilk ürünleri arasında sayabiliriz.
    Türk edebiyatında didaktik yapıtların ilk örnekleri olarak Turfan kazılarında bulunan Uygur metinlerini gösterebiliriz. Eski şaman duaları da bu türe sokulabilir. Nitekim elimizdeki Uygur metinlerinin çoğu da dinsel nitelik taşımaktadır. Reşit Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri adlı yapıtında ele geçen metinleri «Mani, Burkan ve islam» çevrelerinde yazılanlar olarak üç bölümde toplamaktadır. Şiirlerin amacı yeni kabullenilen dinlerin ilkelerini öğretmektir. Bir bölüğü ise doğrudan doğruya duadır. Daha sonra Yusuf Has HacipKutadgu Bilig, Edip Ahmet Atebetü'l-Hakayık'la türün en iyi örneklerini verirler. Orta Asya döneminde Ahmet Yasevi Hikmet'leri de didaktik yapıtlar arasına girer.
    Türk edebiyatının Anadolu'daki gelişimi başlangıçta didaktik bir nitelik taşır. Özellikle Anadolu'ya gelen derviş'ler Tasavvufla beslenen ve kimi tarikatların ilkelerini yaymayı amaçlayan bir şiirin gelişmesine yol açarlar.XIII. yüzyıl Anadolusunda yazılmış yapıtların hemen hepsi öğretici niteliktedir. Bunlar arasında en ünlü örnek olarak Mevlana'nın yapıtları gösterilebilir. Ama Farsça oluşları öğreticilikte güdülen amacın gerçekleşmesini önler. Sonradan yapıtlarının birçok çevirisinin yapılması, şerh edilmesi de bu niteliğinden ötürüdür. Eskilerin deyimiyle talimî bir nitelik taşıyan Mesnevi'si başlıbaşına ders olarak, günümüzde lisans öğretimi dediğimiz biçimde okutulmuştur.
    Bu dönemde Türkçe yazılmış yapıtların başlıcaları olarak da Ahmet Fakih'in Çarhnâme'si , Aşık Paşa'nın Garipnâme'si, Yunus Emre'nin kimi şiirleri, Gülsehrî'nin Mantıku't-Tayr'ı sayılabilir.
    Osmanlı dönemi Türk edebiyatında dinsel ve tasavvufî amaçlarla yazılmış yapıtların didaktik bir nitelik taşıdıklarını söylemek yanlış olmaz. Ahmediyye, Muhammediyye gibi yapıtlar, Kabusname benzeri ahlak kitapları, Nabi'nin Hayriyye'si öğretici bir amaca dayanırlar.
    Tanzimat'tan sonra ise öğreticiliğin alanı büsbütün genişler. Edebiyatın toplumu, insanları eğitmek için bir araç olduğu düşüncesi yazarları, sanatçıları bu yolda ürün vermeye iter. İlk çeviri roman olan Telemak bile öğretici niteliğinden dolayı Türk okuruna sunulur. Edebiyat-ı Cedide ise bu anlayışa tepki olarak doğar.
    Günümüzde edebiyat yapıtının öğretici olup olmaması sorunu tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. Ancak çocuklar için yazılan yapıtlarda sanat kaygusunun yanısıra öğreticilik de gözetilmektedir.
    «Şayet» isimli didaktik bir şiir örneği:
    Ömrünü vakfettiğin işin mahvolduğunu
    Görüp de hiç yılmadan işe baştan başlarsan
    Yüz oyunluk kazancı bir oyunda kaybedip
    İstifini bozmadan metanetle başlarsan
    Aşka esir olmadan âşık olup da eğer
    Her zaman hem kuvvetli hem de müşfik olursan
    Sana kin güdenlere vermeden hiçbir değer
    Kin gütmeden kimseye sen kendini korursan
    Safdilleri kandırıp kurmak için bir tuzak
    Sarfettiğin sözlerin hainlerin ağzından
    Bambaşka bir şekilde tekrarını duyarak
    Omuz silkip geçersen üzerinde durmadan
    Hiçbir zaman şüpheci ve yıkıcı olmadan
    İnceler ve öğrenir, düşünür ve anlarsan
    Kontrolü hiçbir zaman elinden bırakmadan
    Bir mütefekkir gibi hülyalara dalarsan
    Bütün kabahatleri sana yükleyerekten
    Bir faniye kapılıp herkes telâş ederken
    Kendine hâkim olup soğukkanlılıkla sen
    İtidalini eğer muhafaza edersen
    Milleti unutmadan krallarla gezersen
    Halkla temas edersen vakarını bozmadan
    Kayırmadan birini dostlarını seversen
    İncitmezse seni ne bir dost ne bir düşman
    Bir felâketten sonra zaferle karşılaşıp
    Bu iki hilekâra fazla kıymet vermeden
    Bozmadan istifini hep aynı gözle bakıp
    Tebessümle karşılar şayet gülüp geçersen
    Ecelle vâki olan nihaî buluşmayı
    Ayıran son dakkayı koşarak bitirirsen
    Ab-ı hayatla dolu ömür denen kupayı
    Sevinçle ve kedersiz tüketip yitirirsen
    Talihi ve zaferi, şahları, ilâhları
    Sadık köleler gibi hep yanında bulursun
    Fakat hepsinden mühim olanı şu ki... Oğlum
    Sen o zaman hakikî, tam bir insan olursun. (Rudyard KIPLING)

    Dramatik Şiir

    Dramatik Şiir, acıklı ya da korkunç bir konuyu anlatan şiir; insanın gözünün önünde tiyatro gibi konuyu canlandırabilen şiir; opera için yazılan man*zum dramlardaki şiir. Batı edebiyatında Corneille, Racine, Shakespeare; bizim edebiyatta Namık Kemal, Abdülhak Hamit Tarhan, Faruk Nafiz Çamlıbel dramatik şiirin en güzel örneklerini verirler. «Eşber» den bir parça:
    Halketsem esirlerle leşker,
    Mahveylesem ordularla asker,
    Olsa bana hep mülûk çâker;
    Cinsince o iktidar münker,
    Fevkimde uçar tuyûr-u kemter!
    Âvâze-i dehr iken tanînim,
    Gördüm ana değmiyor enînim;
    Milletlere karşı âhenînim;
    Bir âfete karşı nazenînim.
    Afetse de ey ilâh göster!
    Bilmem bana ân mı, şân mı lâzım?
    Gülbün mü ya kehkeşân mı lâzım?
    Âguuş-u vefâ-nişân mı lâzım?
    Bir pençe-i hun-feşân mı lâzım?
    Canan mı güzel, cihan mı hoş-ter?( Abdülhak Hâmit TARHAN)

    Epik Şiir

    Epik kelimesi Yunanca kelime, konuşma, hikâye, şarkı, kahramanlık şiiri mânasına gelen epos kelimesinden türemiştir. Batı edebiyatında başlıca örnek olarak İlyada ve Odise kabul edilir. Vergilius'in Aeneid adlı eseri Homeros'in tam bir taklididir. Batı ortaçağında Vergilius tesiri Homeros geleneğini canlı tutmuştur. Fakat ortaçağ yazarları klasik modellerin dışında epik eserler de vücuda getirmişlerdir. Beowulf, Roland'ın şarkısı. Daha sonra yazılan bu nevi eserlerde (meselâ Cameons'un Luziat, Tasso'nun Kurtarılmış Kudüs, Milton'un Kaybolmuş cennet) bu gelenek devam ettirilmiştir.
    Epiğin çeşitli tarifleri yapılmıştır. Bunların hepsinde ortak olan noktalar şunlardır: Epik yahut destan manzum olarak yazılan uzun bir hikâyeye dayanır. Epik şiirin başka bir özelliği günlük hayatı aşmasıdır. Alelade teferruat, hayatın parçasını teşkil ettiği derecede önem ve değer kazanır. Bununla beraber aslî kahraman düz bir ovada tek bir dağ gibi yükselmez. Kendi çapında arkadaşları, düşmanları vardır. Destan için tabiî yahut uygun olan çevre genellikle büyük hadiselerin cereyan ettiği bir yer veya devir olarak düşünülür: O çağlarda, o günlerde devler varmış. Yakın çağ bir epik için nadiren elverişli bir konu olur. Camoens'in muasırı Tasso kendi epiğini Haçlılar devrine yerleştirir. Roland destanının yazarı ise Şarlman devrini esas alır. Epik şairler hemen daima efsaneyi tarihin bir dalı olarak kabul etmişlerdir.
    Genellikle zaman ve mekânda uzaklık epik şiirin bariz bir alâmeti olur. Bu uzaklık epik eserin malzemesinin serbest bir şekilde işlenmesini mümkün kılar. Roland şarkısında basit bir mübareze, eserin mâna dolu merkezi haline gelir. Epikle ilgili nazariyede tabiatüstü varlıkların müdahelesine büyük yer verilir. Bunun sebebi Homeros ve Vergilius'in eserlerinde ilâhların büyük yer işgal etmesidir. Tabiatüstü varlıklar adeta destanın vazgeçilemez öğeleri telakki edildiği için Camoens bile XV. yüzyıla ait olan epik eserinde klasik ilâhlara büyük yer verir. Epik azametin zirvesine yükseldiği Kaybolmuş cennet'te Âdem ile Havva hariç bütün karakterler tabiatüstü varlıklardır. Malzemeyi işleyişte şairin hürriyeti sınırlıdır, zira dinleyicisi hikâyeyi bilmektedir ve esasa ait değişikliklere karşı koyacaktır. Epik, geleneklik hikâyeciliğin gelişmiş şeklidir; gelişmesi boyunca, kahramanlar ve işleri, insanlar arasındaki şöhretlerini yüceltme gayesiyle seçilmiştir. İcat, gerilimin kaydırılması, süsleme, teferruattaki değişmelerle sınırlandırılmıştır. Şairin gücü, yeni bir hikâye meydana getirmeğe değil, meşhur bir hikâyeden bir epik çıkarmağa hasredilmiştir.
    Epik şekil ayrıca son derece geleneklikdir; basmakalıp özellikleri bol bol kullanır.
    Epik adı bazan yukarda anlatılan şiirlere de verilmiştir. Dante'nin. îlâhî komedi'sine epik denmiştir. Bu şiirin kahramanı yoktur. Aslî karakteri birinci şahıs olarak konuşan şairin kendisidir. Ayrıca hikâyeyi teşkil eden şairin seyahati, öldükten sonra gideceğimiz dünyanın anlatılmasıdır. Seyahatin epik münasebetleri vardır. Kahramanın cehenneme inişine dair olan epik oyuna dayanır ki Dante bunu kendine aktarmış ve Araf ile cennete nakletmiştir. Böylece epik geleneğin bir episodik özelliği bütün bir şiir olmuştur. İlâhî komedi'nin ölçüsü, üslubu ve ağırlığı, yazarların onu epik diye adlandırmalarına sebep olmuştur. Bazı uzun didaktik şiirler de (Hesiod'un Works and days); hatta kahramanlık ölçülerindeki mensur eserler de epiğe uygunlukları dolayısıyla epik diye adlandırılmışlardır.
    Sözlü destan ile yazılı destanlar arasındaki fark belirtilmemiştir. Birinciler anonimdir ve anlaşıldığına göre sadece eğlendirme maksadı güderler, medeniyetin ilk safhalarını aksettirirler (İliad, Aeneid). Yapı olarak, epik, yeknesak mısralarla verilir. Deyimler, değişmeyen sıfatlar dolambaçlı söz ve tabirler tekrarlanan formüller bakımından zengindir; konuşmaya geniş yer verilir. Aksiyon kısa bir süreyi içine alır, diğer yıllar hikâye edilir (Odysseia'nın Phaeacian sarayında anlattığı gibi) veya aksiyon, birkaç mısrada tamamlanan fasılalarla birkaç sahnede yoğunlaştırılır. İlyada 49 günü içine alır, 21 i birinci kitaptadır. Beowulf'un birinci bölümü beş gündür; ikinci bölümün büyük kısmı bir günde geçer. İlyada'da teşbihler çoğunlukla mütevazi hayattan alınmışsa da aslî temler prenslerin ve arkadaşlarının savaş sahalarındaki ve saraylardaki (ki buralarda ziyafet, çalgı ve içki çoktur) maceraları, kahramanlıkları ve ıstıraplarıdır. Harp, genellikle epik hayat tarzının merkezidir.
    Avrupa dışı epikler de aynı özellikleri gösterir. M.Ö. III. yüzyıl sonlarına doğru Akad epiği Gılgamış ortaya çıkmıştır ki 3000 mısraı bize intikal etmiştir. Az sonra Enuma Elish (ilk kelimelerine göre adlandırılmıştır) çıkar, onun da he*men hemen bin mısraı mevcuttur. Daha önceki Sümer epik hikâyeleri de kahraman Gılgamış'ın yeraltı dünyasına seyahatini, tanrılar ve kahramanlarla savaşlarına dair hikâyeleri anlatır.
    Daha sonraları M.Ö. 500 de iki büyük Hint epiği gelir. Efsanevî Vyasa'ya atfedilen Hindistan'ın millî epiği Mâhâbârata çeşitli şairler tarafından yapılan ilâvelerle Odysseia'nin ve İliad'ın 8 misline yükselmiştir. Tanrılara (bilhassa Krishne) dair hikâyelerinde ve Barata kral ailesi hikâyelerinden, klasik Hint dramı konuları çıkar, hikâyeler hâlâ Hint köylerinde söylenir ve birçoğu filme alınmaktadır. Şair Valmiki'nin Ramayana'sı da aynı derecede meşhurdur. Eserde sürgündeki kral Rama doğu şeytanlarını yener. Bu hikâyelerin altında, bazı âlimler güneye doğru Aryan istilâsının ve tarımlaşmanın başlangıcına dair Hint mitinin izini bulurlar. Puranas, daha küçük Sanskrit epikleridir ki, Vishnu'nun on defa canlanışını kâinatın yaratılışı; Tanrıların soyunu ve kral ailelerinin tarihlerini anlatır. Mit, efsane ve tarihin karışması ve ufak olayları kahramanlık ölçülerine yükseltmeleriyle, Doğu epiği de şahsî romans ve kahramanları, Tanrıların savaşı, mitlerin ve dinin yaratılışı veya daha öğretici maksatlarla - Batı dünyasındakilere benzer. Türk edebiyatında Oğuz Kağan destanı'ndan başlayarak, Türk kahramanlarının veya göç maceralarının hikâyelerini anlatan destanlar vardır. İslâmi devreye girdikten sonra epik şiirin en mükemmel örneği Mevlid'dir. Geniş mânada epik şiir tarifine dayanarak hikâyeye dayalı mesnevîlerin birçoğunu epik şiir olarak nitelemek mümkündür. 1947 de modern devrin şiiri epik olmalıdır görüşünün savunucusu olan Ahmet Kutsi Tecer'in bu görüşüne Ahmet Hamdi Tanpınar katılmaz. Zira ona göre bugünün destanı romandır.
    Son devir şairlerinden bir kısmı da şiirlerine destan adını vererek onları kendiliklerinden epik şiire dahil ederlerse de henüz Türkiye'de bu konuyu derinlemesine inceleyen bir araştırma yapılmamıştır.
    Yahya Kemal'in Selimnâme'si epik şiirin bir örneği sayılabilir. Çok kısa olduğu halde, muhtevası ve tekniği itibariyle Tanpınar, Yahya Kemal'in istanbul'u fetheden yeniçeriye gazel'ini «Türk epik şiirinin incisi» olarak niteler ve epik şiiri yukarda anlatılandan daha farklı bir şekilde yorumlar.
    «İstanbul'u Fetheden Yeniçeri» için gazel tarzında bir epik şiir örneği:
    GAZEL
    Vur pençe-i Ali'deki şemşîr aşkına
    Gülbangi asmam tutan pîr aşkına
    Ey leşker-i müfettih-ül-ebvâb vur bugün
    Feth-i mübîni zâmin o tebşir aşkına
    Vur deyr-î küfrün üstüne rekz-i hilâl içün
    Gelmiş bu şehsüvâr-i cihangir aşkına
    Düşsün çelengi Rûm'un, eğilsin ser-i Firenk
    Vur Türk'ü gönderen yed-i takdir aşkına
    Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
    Fecr-i hücum içindeki Tekbir aşkına ( Yahya KEMAL )

    Lirik Şiir

    Lirik (yun. lyrikos, f. lyrique), duyguların coşkun bir dille anlatıldığı şiirlerin genel adıdır. Bireysel duyguların içten geldiği gibi, coşkulu, etkili bir dille anlatılmasına da lirizm denir.
    Sıfatolarak «esin dolu, coşkun, içli bir dili bulunan» anlamlarında kullanılan lirik sözü, bu niteliği taşıyan düzyazı ürünleri de niteler. Aynı genellik lirizm için de söz konusudur.
    «Eski Yunan edebiyatında ozanlar şiirlerini lyra (fr. lyre: lir) denen telli bir sazla söyledikleri için, bu türlü şiirlere lirik denmiştir. Türk edebiyatında da âşık, ya da saz şairi adı verilen halk ozanları şiirlerini hâlâ sazla söylemektedirler.
    Lirik şiirde toplumsal mutluluk ya da felâketlerden duyulan sevinç ya da acı gibi ortak duygular; ya da aşk, ayrılık, özlem, ölüm acısı, vb. gibi bireysel duygular anlatılır.
    Lirik şiir dünya edebiyatında en çok işlenen ve sevilen şiir türüdür. Batı edebiyatında Rönesans devri ozanlarının (Petrarca, Ronsard, vb.); daha sonra da, ilke olarak içe dönüklüğü benimseyen romantik ozanların (Lamartine, Hugo, Musset, vb.) duygusal ve öznel bir nitelik gösteren şiirleri bu türün başarılı örnekleridir. Lirik şiir, Türk edebiyatında da en çok kullanılan şiir türlerinden biri olmuş; Divan edebiyatında (Fuzuli, Nedim, vb.), Halk tasavvuf edebiyatında (Yunus Emre, vb.), din-dışı Halk edebiyatında (Karacaoğlan, vb.) ve yeni edebiyatta (Yahya Kemal, vb.) bu alanda büyük ozanlar yetişmiştir. (Cevdet Kudret). Divan şiirimizden lirizme örnek:
    GAZEL
    Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
    Felekler yandı ahımdan muradım şem'i yanmaz mı
    Kamu bîmarına canan devayı dert eder ihsan
    Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı
    Şebi hicran yanar canım döker kan çeşmi giryanım
    Uyanır halkı efganım kara bahtım uyanmaz mı
    Güli ruhsanına karşu gözümden kanlu akar su
    Habibim faslı güldür bu akar sular bulanmaz mı
    Değildim ben sana mail sen ettin aklımı zail
    Bana ta'neyliyen gafil seni görgeç utanmaz mı
    Fuzulî rindi şeydadır hemişe halka rüsvadır
    Sorun kim bu ne sevdadır bu sevdadan usanmaz mı (FUZULÎ)

    Pastoral Şiir

    Pastoral (fr. Pastorale); kır, çoban hayatını, çıplak tabiat güzelliklerini tanıtıp sevdirmek gayesini taşıyan edebî eserlere denir. Şiir roman, hikâye, tiyatro, mektup, makale, seyahat; fıkra; hayrat; sohbet gibi edebî türlerin hepsi pastoral bir görüşle yazılabilir.
    Batıda, pastoral şiirlerden doğrudan doğruya tabiat manzaralarını canlandıran idil; karşılıklı konuşma tarzında yazılan pastoral manzumelere eglog denilir. Yunan edebiyatından Theokritos (M.Ö. III. yüzyıl), Lâtin edebiyatından Vergilius (MÖ. 70 - 19) en büyük pastoral şiir örneklerini veren şairlerdir.
    Çeşit çeşit çiçek takmış döşüne,
    Çekilir göçleri peşin peşine
    Çıkabilsem şu yaylanın başına,
    Kuzulu kurbanlı şişeli dağlar.
    Erimiş karları, çekilmiş duman,
    Açılmış çiçekler, yürümüş çimen,
    Hayali kafamda yaşar her zaman,
    Başı oylum oylum meşeli dağlar.
    Yüce dağlar birbirine göz eder,
    Rüzgâr ile mektuplaşır, naz eder,
    Gâhi duman burur, gâhi yaz eder,
    Dereli, tepeli, köşeli dağlar. (Âşık VEYSEL)
    Şiir Üzerine
    ...Şiir, nesirden bambaşka bir kimlikte*dir. Musikiden başka türlü bir musikidir, diyeceğim. Şiirde «nefes» ve «ses» iki temel öğedir. Dizenin ayakları yerden kopmazsa ve uçmazsa, ya da ister en hafif perdeden olsun, ister israfil'in sûru (borusu) kadar gür olsun, kulağı bir ses gibi doldurmazsa halis şiir değildir.
    ...Şiir duygusunu dil haline getirinceye kadar yuğurmak, onu çok toplu bir madde haline sokmak, o kadar ki, dize güya duygunun ta kendisi imiş gibi okuyucuda içten bir sanı uyandırmak, işte bunu özlüyorum.
    Yahya Kemal BEYATLI, Yedigün, c. V, 1935, no. 122
    Şiir, sözcüklerle güzel biçimler kurmak sanatıdır, başka bir şey değildir. Ama sözcük nedir? Bir anlamı, bir çağrışımı, bir gölgesi, hattâ bir rengi ve tadı olan nesnedir. Sözcük Insanoğlundan haber verir. Sözcük boş bir kalıp değil ki. Ozanın duyguları, düşünceleri, hayalleri, dünya görüşü, felsefesi, kişiliği, her şeysi şiirde belli olur. Şu var ki, sözcükleri tanımak, sevmek, okşamasını bilmek gerek. Hangi sözcük hangi sözcükle yanyana geldiğinde nasıl bir ışık ortaya çıkar? Bunu bilmek gerek. Mallarmé'nin «Şiir, sözcükler dinidir.» demesi bundandır. Şiir, böylece hüner ve marifet işi oluyor. Öyledir de. Ata binmek, ok atmak, elbise dikmek, kundura yapmak hattâ boyamak ne ise, şiir de odur; yani ustalık ve uzmanlık işi. En zengin malzeme kötü bir ozanın elinde berbat olup gider, tıpkı çok iyi bir İngiliz kumaşının kötü bir terzi elinde çarçur olup gitmesi gibi. Sanat, terzilikte olduğu gibi, makas sorunudur. Makasdar olmak gerek. (Cahit Sıtkı TARANCI)
    Şiir ve İnşa
    Şiirin genel tarifi «vezinli söz» dür... Hattâ kafiye usulü sonraki milletler arasında sonradan meydana gelmiştir. Eski Yunanlı'lar yalnız vezne riayetle, kafiyeye lüzum görmezlerdi.
    Şiir her kavimde tabiîdir. Yeryüzüne ne kadar milletler ve kavimler gelmişse, hepsinin kendilerine mahsus şiirleri vardır. Osmanlı'ların şiiri acaba nedir? Necati ve Baki ve Nef'idivanlarında gördüğümüz kasideler vegazeller ve kıtalar ve mesneviler midir? Yoksa Hoca ve Itrî gibi musikicilerin besteledikleri Nedim ve Vâsıf şarkıları mıdır?
    Hayır, bunların hiçbiri Osmanlı şiiri değildir. Çünki görülür ki, bu nazımlardaOsmanlı şairleri iran şairlerini ve iranlılar da Arapları taklit ile melez bir şey yapılmıştır. Ve bu taklit yalnız nazım üslûbuna değil, belki düşüncelere ve mânalarda Arap ve Acem'i elden geldiği kadar taklide çalışmayı bilimden saymışlar ve acaba bizim mensup olduğumuz milletin bir dili ve şiiri var mıdır ve bunu islâh kabil midir? Hiç burasını düşünmemişlerdir.
    Nesir yolunda da hal tamamıyle böyle olmuştur. Feridun'un Münşeât'ın, Veysî ve Nergisî'nin eserleri ve başka beğenilmiş nesirler ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz. Ve bir iş anlatırken «bedî» ve «beyan» fenleri karıştırılarak, söz ve yazı hüneri göstermek için öyle karışık ve zincirleme isim tamlamalı cümleler yazmışlar ki, Kamus ve Ferheng beraber olmadıkça ve bir adam «maânî» fenninde ve Arap edebiyatında üstün bilgisi olduktan sonra, sanki bir ders okur gibi birçok zamanlar zihinyormadıkça çıkarmağa gücü yetmez.
    ...Garibi şurası ki, böyle anlaşılmayacak cümle yazabilmek iyi yazı yazmak sayılıyor.
    ...Gerçi şiir ve nesrin bu hale girmesi bu devrin yapması değildir. Acem'ler islâmlığı kabulden sonra şeriat bilimlerin! öğrenmek için Arap dilini öğrenmeğe düştükleri sırada kendi dillerinin şiir ve nesrinde dahi onu taklit ettikleri gibi, biz de Osmanlı devletinin kuruluşunun ilk zamanlarında iran bilginlerini getirmeğe muhtaç olduğumuzdan, onların eğitimi üzere kendi dilimizi bırakıp Acem şivesini taklit yanlışlığına düşmüşüzdür ki, Osmanlı ülkesi bilginlerinin bu hususta ettikleri ihmal ve kusur affolunmaz bir hatâdır. Çünkü insanoğlu arasında düşünce alış verişinin vasıtası dildir. Bir milletin dili yazılmış kurallar altında olmayıp da her eline kalem alan kimsenin keyfine uyar ve tabiî halinden çıkarsa, o millet arasında karşılıklı iş vasıtası bozulmuş demek olur.
    Bugün resmen ilân olunan fermanlar ve emir-nâmeler halk önünde okutuldukta bir şey istifade ediliyor mu? Ya bu yazılar yalnız yazıda alışkanlığı olanlara mı mahsustur, yoksa okumamış halk tabakası devletin emrini anlamak için midir?
    ...Vah bize! Yazık bize! bu hale göre bizim millete tabiî hal üzere ne şiir ve ne de nesir var demek olur.
    Hayır, bizim tabiî olan şiir ve nesrimiz taşra halkıyla istanbul ahalisinin okumamış kısmı arasında hâlâ durmaktadır. Bizim şiirimiz, hani şairlerin vezinsiz diye beğenmedikleri halk şarkıları ve taşralarda çöğür şairleri arasında deyiş ve üçleme ve kayabaşı denen nazımlardır. Ve bizim tabiî nesrimiz, Kaamûs müterciminin (Mütercim Asım Efendinin) ve sonradan Muhbir gazetesinin kullandığı yazı şivesidir.
    Gerçi bu nazım ve bu yazı istenen derecede sanatlı ve gösterişli görünmezse de, Osmanlı ümmeti ilerlediği sırada bunlara rağbet edilmediğinden, oldukları halde kalmışlar, büyümemişlerdir. Hele bir kere rağbet o yöne dönsün, az vakit içinde ne şairler, ne yazarlar yetişir ki akıllara hayret verir.
    ZİYA PAŞA
    Klasik ve Modern Şiir Örnekleri

    Aysel Git Başımdan
    Aysel git başımdan ben sana göre değilim
    Ölümüm birden olacak seziyorum
    Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
    Aysel git başımdan istemiyorum
    Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
    Dağıtır gecelerim sarışınlığını
    Uykularımı uyusan nasıl korkarsın
    Hiçbir dakikamı yaşayamazsın
    Aysel git başımdan ben sana göre değilim
    Benim için kirletme aydınlığını
    Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
    Islığımı denesen hemen düşürürsün
    Gözlerim hızlandırır tenhalığını
    Yanlış şehirlere ***ürür trenlerim
    Ya ölmek ustalığını kazanırsın
    Ya korku biriktirmek yetisini
    Acılarım iyice bol gelir sana
    Sevincim bir türlü tutmaz sevincini
    Aysel git başımdan ben sana göre değilim
    Ümitsizliğimi olsun anlasana
    Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
    Sevindiğim anda sen üzülürsün
    Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
    İçinden bir gemi kalkıp gitmemiş
    Uzak yalnızlık limanlarına
    Aykırı bir yolcuyum dünya geniş
    Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki
    Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş
    Sakın başka bir şey getirme aklına
    Aysel git başımdan ben sana göre değilim
    Ölümüm birden olacak seziyorum
    Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
    Aysel git başımdan seni seviyorum ( Attila İlhan )
    Tahirle Zühre Meselesi
    Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
    hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
    bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
    yani yürekte.
    Meselâ bir barikatta dövüşerek
    meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
    meselâ denerken damarlarında bir serumu
    ölmek ayıp olur mu?
    Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
    hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
    Seversin dünyayı doludizgin
    ama o bunun farkında değildir
    ayrılmak istemezsin dünyadan
    ama o senden ayrılacak
    yani sen elmayı seviyorsun diye
    elmanın da seni sevmesi şart mı?
    Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
    yahut hiç sevmeseydi
    Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
    Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
    hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil. ( Nazım Hikmet Ran )


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: Şiir Nedir ?

          Kategori: Edebiyat

          Konuyu Baslatan: Aylin's

          Cevaplar: 0

          Görüntüleme: 1171

    HÜZÜNLER KALDI BENDE...

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş