Mânevî terbiye ve tekâmül esnâsında müşâhede edilen nefsin hâl ve mertebeleri, meşhûr tasnîfe göre yedi kısımda mütâlaa olunur:
Cenâb-ı Hak, insan neslinin atası olan Âdem -aleyhisselâm-’ı mahlûkâtın en mükerremi kılarak cennette yaratmıştır. Lâkin Hak Teâlâ, Hazret-i Âdem ve nesline lutfettiği şeref ve îtibârın îcâbı olarak, onun cennette bulunmasının sırf lutuf ile değil; istihkak netîcesinde, yâni bir bedel karşılığında mükâfat olarak gerçekleşmesini irâde buyurmuştur. Bu murâd-ı ilâhînin gerçekleşmesi için de Âdem -aleyhisselâm-, mâlum zelleye dûçâr olmuş ve bu zâhirî sebeple vatan-ı aslîsi olan cennetten çıkarılıp bir imtihan âlemi olan dünyâya gönderilmiştir.
Hazret-i Âdem ve neslinin tekrar cennete dönmesinin bir mükâfât olarak tecellî edebilmesi için, insanın birtakım güçlükleri aşması gerekli olmuştur.
İşte bu sebeplerledir ki Cenâb-ı Hak, diğer varlıklardan farklı olarak Hazret-i Âdem ve onun neslini zıt tecellîlere mazhar kılmıştır. Bunun netîcesinde de insanların, aşağıların en aşağısı demek olan “esfel-i sâfilîn” ile yücelerin en yücesi olan “âlâ-yı illiyyîn” arasında, hak ettikleri bir mevkîde bulunmalarını murâd etmiştir. Yâni eşref-i mahlûkât olan insan, hem fıtrî sermayesi ve hem de bu sermayeyi hayra veya şerre kullanmaya medâr olan cüz’î irâdesiyle, “bel hüm edall”, yâni “hayvandan da aşağı” bir mevkî ile “melekten bile üstün” bir nokta arasında yerini alır. Bu ise, kulun gayretine ve fıtratında mevcud olan müsbet ve menfî temâyüller arasındaki mücâdeleden hâsıl edeceği netîceye göre gerçekleşecektir. İşte insanoğlunun birtakım müsbet temâyüllerle techîz edilmiş olmasına mukâbil, bâzı menfî temâyüllerle de mâlul kılınması, bu hikmete mebnîdir.
Tasavvufî anlayışa göre, insanoğlunda bir arada bulunan müsbet ve menfî temâyüller ise, “rûh-i hayvânî” ve “rûh-i sultânî” tâbir olunan merkezlerden neş’et etmektedir.
Rûh-i hayvânî, insanın hayâtiyetini devâm ettirmesini sağlayan, biyolojik yapıya hükmeden latîf bir güçtür ki, ona “cân” veya “nefs” de denilmektedir. Uykudaki bir insanda rûh-i hayvânî hükmünü icrâya devâm ettiği içindir ki, biyolojik faâliyetlerin pek çoğu bu esnâda da gayr-i irâdî devâm eder. Sultânî rûh ise, uyandığı anda geriye dönmek üzere uyuyan insanı terk eder. Bedeni hareket ettiren, konuşturan velhâsıl her türlü faâliyetin icrâ ve îfâsına sebep teşkîl eden, ancak ölümle berâber bedenden çıkacak olan rûh, hayvânî rûhtur. Merkezi dimağ veya kalbde olup bedenin bütün uzuvlarına yayılmış ve asıl hükümranlığını kan üzerinde kurmuştur. Halk âleminden2 olan ve davranışların başlangıç noktasını oluşturan bu rûh, terbiye edilmediği takdîrde insan üzerinde menfî tasarruflarda bulunabilmektedir.
Rûh-i sultânî ise Cenâb-ı Hakk’ın insana kendi rûhundan üflediği rûhtur ki, insanı diğer canlılardan ayıran husûsiyet budur. Emir âleminden3 olan bu rûhun bedenle berâberliği, müsbet tasarruflarda bulunmak içindir. İnsan, bedenine giydirilen bu rûh ile kulluk ve tâatte bulunur, sâlih amellere yönelir. Bu rûh, bedenin öldükten sonra çürüyüp yok olmasından etkilenmez. Ölümle ancak beden üzerindeki tasarrufu son bulur.
İnsan, kendi içindeki bu iki zıt kutbun çatışmalarıyla hâl ve gidişâtına istikâmet vermektedir. Sultânî rûh gâlip geldiğinde, sâlih amellere ve güzel ahlâka yönelmekte; aksine hayvânî rûh gâlip geldiğinde ise türlü günahlara ve ahlâksızlıklara düşmektedir.
İnsanoğlu, nefsini kendi irâdesi ile şekillendirebilme istîdâd ve imkânına belli bir ölçüde sâhib kılındığı içindir ki, mükâfâta da mücâzâta da muhâtab olabilecek bir varlıktır.
Dünyâ imtihanında aşılması gereken en büyük engellerden biri olan “nefs”, umûmiyetle insanın mâruz kılındığı menfî temâyülleri akla getirir. Hâlbuki onun özünde bir mücevher gibi müsbet bir mâhiyet de vardır. İnsanoğlunun vazifesi onu, toz-toprak hükmündeki menfîliklerden mânevî terbiye ile arındırarak özündeki cevheri ortaya çıkarmaktır.
Bir insan, gurbete çıktığında vatanına eli boş dönmemek için nasıl çalışıp didinirse, büyük bir gurbet diyârı olan bu dünyâda da âhiret saâdeti için öylece sa’y ü gayret göstermelidir. Zîrâ her insan, âhiretteki ebedî saâdet veya hüsranını bu dünyâdan götürecek, yâni bir bakıma istikbâldeki kaderini dünyâ hayatında tâyin edecektir.
Ebedî saâdet ve selâmetin en temel şartlarından biri, nefsi, sâlih amellere medâr olabilecek bir kıvâma ulaştırabilmektir. Böyle bir gâyeden mahrûm olan nefs, azgın bir at gibidir. Azgın bir at, sâhibini menzil-i maksûda ulaştırmak yerine, uçurumlardan yuvarlayarak onun helâkine sebep olur. Fakat bir binek atı iyi terbiye edilip, güzelce gemlenmişse, sâhibini en tehlikeli yollardan bile selâmetle taşıyıp götürür. Nasıl ki, terbiye edilmemiş bir atla arzu edilen hedefe ulaşmak mümkün değilse, ıslâh edilememiş ve kontrol altına alınamamış bir nefs ile de hayâtın ulvî gâyesini gerçekleştirmek mümkün değildir.
Hakîkaten nefs, mahlûkât içerisinde insanı hem mükerrem bir mevkîye yüceltebilen, hem de bunun zıddı olarak esfel-i sâfilîne düşürebilen, iki vecheli bir vâsıtadır. Islâh edildiğinde hayra; terbiye olunmadığında ise şerre vesîle olma istîdâdına sâhip olan, âdetâ iki ağızlı bir bıçak hükmündedir.
Mânevî irşad ve kontrolden mahrûm her nefs, hakîkatleri gafletle örten acı bir mahrûmiyet sebebidir. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi insan, nefs engeline rağmen mezmûm ahlâktan kurtulup tezkiye edildiği takdîrde, melekleri bile geçebilir. Zîrâ her netîcenin şerefi, ona ulaşmak için bertaraf edilen güçlükler nispetindedir.
Allâh ile kul arasına bir gaflet perdesi olarak girip onu aslî istikâmetinden uzaklaştıran ve kalbleri Allâh’tan gayrısıyla meşgûliyete sevk eden, yine nefsin mezmûm sıfatlarıdır. Onun bitmek tükenmek bilmeyen süflî iştiyâk ve ihtiraslarına, ancak ciddî bir kararlılıkla tatbîk edilecek terbiyevî usûllerle karşı konulabilir. Bu da, dâimî bir uyanıklık ve azim isteyen amansız bir mücâdele demektir. Bu sebepledir ki Âlemlerin Efendisi bir hadîs-i şerîflerinde:
“(Hakîkatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir.” (Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 20) buyurmuşlardır.
Nefs, kendisine karşı girişilen mücâhede ile ölmez, ancak kontrol altına alınabilir. Zâten matlûb olan da nefsi yok etmek değil, onu aşırılıklardan sakındırıp arzu ve temâyüllerini ilâhî rızâya muvâfık düstûrlarla tahdîd ve terbiye edebilmektir. Bu hususta İmâm Gazâlî, insanı bir süvârîye benzeterek şöyle der:
“Nefs, rûhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa helâk olması mukadderdir. (Bazı Hint dinlerinde ve mistik felsefelerde yapıldığı gibi) şâyet onu öldürmeye çalışırsa, bu sefer de hakîkat yolunda bineksiz kalır. O hâlde nefsinin dizginlerini elinde tut ve bineğinden istifade et!”
Nefsin terbiyesinde bu ölçüye riâyet edilmesi, aynı zamanda nebevî usûlün muktezâsıdır. Zîrâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yememek, içmemek, aile hayatı yaşamamak üzere kendilerini ibâdete hasretmek isteyenlere mânî olmuş; İslâm’da bu çeşit bir tecerrüd ve ruhbanlığın mevcûd olmadığını tâlim ederek, hayatın içinde ve cemiyetle bir arada iken de mümkün olan rûhî terakkînin yolunu göstermiştir.
Diğer taraftan pek zorlu bir mücâdele olan bu terbiye esnâsında, nefsin hâl ve mertebelerinde birtakım merhalelerle karşılaşılır. Nefsin en büyük âfetlerinden biri ise, geçirdiği bu tebeddülât (değişiklikler) ve terakkî esnâsında bir varlık vehmine kapılmak ve kendini beğenmişliğe sürüklenmektir. Bu, gizli bir kibir ve ucubdur. Nefse karşı girişilen mücâdelede en ufak bir ihmâl ve gevşeklik meydana gelirse o, derhal eski hâline avdet eder. Zîrâ o, dâimâ pusuda olduğu için şerrinden hiçbir zaman emîn olunamaz.
Bu sebeple her mümin, bağrında taşıdığı bu müthiş müessirin, mânevî hayât için öldürücü tehlikelerine karşı dâimî bir uyanıklığı zarûret bilmelidir. Nefsin serkeşliklerine, selîm muhâkeme ve vahiyle terbiye edilmiş bir irâde ile mukâbele edip onu itaat altına almalıdır.
İnsanın bineği mevkiinde olan, lâkin fıtratında azgınlık temâyülü bulunan nefsin tezkiyesi nasıl olmalıdır? Ayrıca, nefsin bu terbiye ve tezkiyesinde hangi merhalelere ulaşılabilir? İşte burada bu iki ehemmiyetli mesele üzerinde duracağız.
alıntı