Osmanlı medeniyeti; altı asrı üç kıtada kucaklayan, akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim sacayağı üzerine oturmuş bir denge, giyim, kuşam, yeme, içme, aile, mahalle ve şehir hayatıyla, insana saygı medeniyetidir. Osmanlı'nın aile, mahalle ve şehir hayatı, hoş bir nostaljinin ötesinde, insana insan olmanın zevkini ve keyfini doyasıya yaşatan bir güzellikler hazinesidir. Osmanlı medeniyeti kelimeler üzerine bina edilmemiş, güzellikler, hayatın bütün safhalarına işlenmiş ve yaşanmıştır.

Bu konu 1967 kez görüntülendi 0 yorum aldı ...
Osmanlı İmparatorrluğunda İnce Düşünceler !!!!!!!! 1967 Reviews

    Konuyu değerlendir: Osmanlı İmparatorrluğunda İnce Düşünceler !!!!!!!!

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 1967 kez incelendi.

  1. #1
    Vuslata Hasret - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    12.10.2009
    Mesajlar
    8.961
    Konular
    4260
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    753
    @Vuslata Hasret

    Standart Osmanlı İmparatorrluğunda İnce Düşünceler !!!!!!!!

    Osmanlı medeniyeti; altı asrı üç kıtada kucaklayan, akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim sacayağı üzerine oturmuş bir denge,
    giyim, kuşam, yeme, içme, aile, mahalle ve şehir hayatıyla, insana saygı medeniyetidir.
    Osmanlı'nın aile, mahalle ve şehir hayatı, hoş bir nostaljinin ötesinde, insana insan olmanın zevkini ve keyfini doyasıya yaşatan bir güzellikler hazinesidir. Osmanlı medeniyeti kelimeler üzerine bina edilmemiş, güzellikler, hayatın bütün safhalarına işlenmiş ve yaşanmıştır.

    Osmanlılar mabetleri taşan, evleri ise ahşaptan inşa emişler zira taş ölümsüzlüğü, ağaç ise hem daha sağlıklı hem de faniliği hatırlatıyordu.
    Osmanlıda her şey sade ve temizdi. Ama özele indiğimizde mükemmellikleri ayrıntıda gizliyor, kendini anlamaya çalışanlara sonuna dek kapılarını açarak güzelliklerini sunuyordu.

    Ahşap evlerin balkonlarında çeşitli manalara gelen çiçekler bulunurdu. Sarı çiçek bulunan bir evin önünden sessizce ve çabucak geçilirdi ki burada hasta olduğu anlaşılıyordu.

    Kırmızı çiçeği olan bir balkonun önünden de bağıra çağıra geçilmezdi ki orada evlenme çağına gelmiş kızları bulunan aile, kızlarının ola ki bir galiz laf duyar da temiz ruhlarının saffetine bir halel gelir diye uyarıda bulunurlardı.

    Evin kapısına bir bayrak asılmışsa bunun anlamı bu evde hacca giden biri var.Günümüzde de bu adet kısmen yaşatılıyor.

    Evlerin kapı tokmakları, penceredeki çiçeklerin gösterdiği mânâdan geri değildi. Kapı tokmakları çift halkadan müteşekkildi.
    Bunlardan, aslan başı motifli ve büyük olanı kalın, çiçek motifli ve küçük olanı da ince ses çıkartırdı.

    Eğer eve bir erkek misafir gelmiş ise, kalın sesli tokmağı tıklatır, içerdeki ev sahibi gelenin beyefendi olduğunu anlar, kapıyı evin beyi açar, bey yoksa mahremiyete uygun olarak kapı açılırdı.
    İnce sesli tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanım olduğu anlaşılır, kapıyı evin hanımı açardı.

    Yine o dönemde yerde bir kese altın bulunduğunda bunu Osmanlı efendisi almıyor, bulduğu yere bir sopayla etrafını daire çiziyor ve bırakıyor. Yine tekrar rastlayan ikinci daireyi üçüncü, dördüncü…yedinci daire çiziliyor ve yedi kişiye de nasip olmazsa eğer sekizinci kişi almak hakkına sahip oluyor, ihtiyacı varsa kendine yoksa bir ihtiyaç sahibine sessizce takdim ediyor.

    Şimdi her Osmanlı ailesinde geçebilecek nitelikte olan hadiselerden birine tanık olalım. 1700 yıllar Zehra nine M. Selahaddin Efendiyi sabah kahvaltısı için uyandırıyor ve kahvaltılık malzeme almasını rica ediyor. Efendi gidiyor ama normal vakit geçmesine rağmen dönmüyor, eşi gayet merakta, yaşlı adam bir şey mi oldu acep? diye kendi kendine telaşlanırken aradan bir saat geçince beyi kapıya soluk soluğa dayanıyor. Zehra nine bu neden bu kadar geç kaldığını sorunca aldığı cevap çok manidar: “Hanım, mahallenin sonunda yeni bir bakkal açılmış, o adam Allah’a tevekkül ediyor, bizim ise onu bu kararında fikrinde yüzünü kara çıkartmamak görevimiz.”Onun için onca yokuşa ve yaşlı-hasta olmasına rağmen gidiyor, alış-verişini oradan yapıp geliyor, bu ne ince düşünce! İstanbul efendisi! Küfür yiyince karşıdakine aynıyla mukabele edeceği yerde şöyle diyor “seni küfür edecek derecede küçük düşürdüğüm için özür diliyorum. Eğer ben seni bu derece sinirlendirmeseydim sen de bu galiz küfürleri bana sarf edip küçük düşmeyecektin.” buyuruyor. Bir ülkenin kültür düzeyi insan başına düşen kağıt kilosuna oranla anlaşılır. Bizde yılda 18 kilo, ABD’de ise 391 kilo. Cemil Meriç şöyle der: “Asıl büyüklük ölçüsü-medeniyetin ölçüsü- insana verilen değerdir.”


    Bir ülkede vakıf ne kadar çoksa o kadar medeniyet açısından gelişmişlik vardır. ABD’de bu oran %3 tür ki bu şu an dünyada bulunan en yüksek rakamdır. Sıkı durun şimdi, bu rakam Osmanlıda %26/27! yani her 5 yapıdan…vs biri vakıf malı. Her türlü ihtiyacı da vakfın sahibi tarafından gideriliyor, bu yolda insanlar sırf Allah rızası için birbirleriyle yarışıyor. Osmanlı tam anlamıyla bir VAKIF MEDENİYETİ idi. Yine Osmanlıda zengin olup da bir vakıf sahibi olmamak büyük utanç vesilesiydi. Birkaç vakıf ismi zikretmek gerekirse; “Şehit ailelerini besleme vakfı.” Bu vakıf gece, kimse görmeden bu ailelere yemek, giyecek…vs dağıtırlardı. Şu an yabancı ülkelerde uygulanan ve bize de geçen bir yemek dağıtma yöntemi var, dağıtanla yemeği alan arasında bir paravan var ve karşıdakini göremiyorsun, bizde bu tanıdık olup da fazla yemek verilmesin diye yapılıyor bu ama Osmanlıda alan el vereni görmesin diye yapılıyordu ki Eyüp imarethanesinde Padişahlar bizzat kendi elleriyle halka yemek dağıtırlardı. Yine bir vakıf var ki çok ilginç; “Hamal taşı vakfı” bu vakfın yaptığı şey o dönemin insana verdiği önemi ve ne kadar inceliklerle inceldiklerini apaçık göstermektedir. Hamallar ağır yükler taşıyorken ola ki durmak zorunda kaldılar ya da uzun yol yorunca dinlenme ihtiyacı baş gösterdi. İşte hamallar vakıflar tarafından kendilerine hibe edilmiş bu taşlara
    sırtlarındaki yükü tamamen aşağı indirme zahmetine katlanmadan bırakıyorlar, soluk alıp su içtikten sonra tekrar o yükü yeniden yükleme zahmetinden de beri olarak yollarına kolaylıkla devam ediyorlardı.

    O dönemde Batıda akli açıdan rahatsız olanlar diri diri yakılırken Osmanlıda musıki ve su sesiyle tedavi yoluna gidilmişti-hatta her hastanın ruh haline göre ayrı ritm ve makam kullanılmaktaydı.- ki şu an bu işleme yeni yeni baş vurulmaktadır ve çok da iyi neticeler alınmaktadır. Yine tarihe dönüp baktığımızda o dönemde suç vakaları çok azdır, 46 yıllık saltanat süren Kanuni sultan Süleyman döneminde sadece 1 tek cinayet suçu işlenmiştir.

    Osmanlı dirilerine değer verdiği gibi ölülerine de değer verirdi ve Osmanlıda ayrıca bir “mezarlık kültürü” oluşmuştu. Her mezar taşından kişinin tüm özellikleri görülebilirdi. Çiçek motifleri olan kabirde çocuk, kadın yatıyor demektir. Yine erkeklerin de kendi durumlarına göre alim, talebe, esnaf, hakim, polis….vs oldukları anlaşılıyordu.

    Osmanlı tüm bu yaptıklarını Allah rızası ve sevap kazanma umuduyla, ibadet neşvesi içinde yapıyordu. Hatta o dönemde Batı bu yapılanları “Çılgın Türklerdeki ibadet anlayışı” olarak yorumluyordu. İşte bu şefkat medeniyetine bir örnek verecek olursak; Osmanlıda tüm servetini meyve vermeyen ağaçları sulamaya adayacak kadar şefkatte ileri gitmiş çılgın Türkler mevcuttu. Haydi meyve veren ağacı sularsın, onu anladık da meyve vermeyen ağacı sulamak hangi aklın işi? İşte Osmanlıdaki şefkatin doruk noktası!

    Yine bir vakıf ismi “Dağdaki aç kurtları besleme vakfı.” Başka bir şey söylemeye gerek var mı bilemiyorum, kışın aç kalan kurtlar ölmesin diye parça etler atılıyor ve onlar ölüme terk edilmiyordu, böylece çiftliklere gelebilecek olan zararlar da bertaraf ediliyordu. Evler ahşap olur dedik, biliyoruz ki ahşap evlerde tahta kurusu- hamam böceği…vs haşarat çok olur. Bunlar için yapılan özel kaplar vardı, evin bir köşesine su dolu tepsi konur, ortasına da taş, evde yakalanan böcekler bu aşın üstüne koyularak sabah münasip bir yere dökerek onları da öldürmeden bir sonuca varılıyordu.

    İşte OSMANLI, KURTLARIN-KUŞLARIN MUTLU OLDUĞU BİR MEDENİYETTİ!
    Biz her ne kadar atalarımızın değerini bilmesek de hala Türklere bizden daha çok değer veren milletler mevcut. Örneğin Arnavutlarda halk deyimi olarak kullanılan bir cümle o dönemin ihtişamını günümüze taşımaya yetiyor :bizler kendi doğruluğumuzu ispatlamak için yemin dereken bir Arnavut; “yalan söylüyorsam Türk olmayayım!” diyerek Türk olmanın ne kadar şeref vesilesi olduğunu vurguluyor. Yine Ukrayna’da çözülmesi çok zor olan problemler için “bir Türk adamı bulunmalı” deniyor hala günümüzde…

    Hollanda ticaret odasında karar için oylamaya gidildiğinde bir Türk’ün de bu gurup içinde bulunması şartı geçerlidir. Çünkü Türk asla haksızlık yapmayacağı gibi yapılabilecek olan haksızlıklara da izin vermeyecektir. Thomas More, Farabi, Compenella (Güneş Ülkesi), idealist bakış açısıyla mutlak mutluluğa ulaşmış, ütopyacı devlet anlayışını yansıtan eserler yazmışlardır. Ve Thomas More’a böyle bir şeyin mümkün olabileceğine gerçekten inanabiliyor musunuz yani diye sorulunca; Osmanlı bizim hayal ettiğimizi 600 yıl yaşamayı başarmışsa ben neden inanmayayım. Onun mevcudiyeti yarın da böle bir medeniyetim mevcudiyetine olan inancımı sağlamlaştırıyor.

    Tarih Osmanlının son dönemleri, 1811, Tokapı İskelesi- Batılı bir tüccar gemiden inince elbisesinin bir köşesinde sakladığı altın dolu kesesi dağılır ve damcağız feryat figan onları toplamaya çalışır, bir yandan da etraftaki kişileri kovalamaya … oysa etraftan yardıma gelen kişilerden hiç biri tek bir altınına el sürmeden kendine teslim ederler. Tabi batılı tüccar bu durum karşısında ne kadar şaşırsa, ne kara çılgın bunlar dese az…

    İstanbul kapalı çarşısında altın taşıması yapan bir çocuk elindeki altınlar yere saçılınca 1 dakika içinde tüm altından eser kalmıyor, hepsi kişiler tarafından yağma ediliyor. Peki biz bu hale nasıl geldik? Havas nasıl kayboldu? Her şeyimiz yabancılaştırıldı, aklımıza ne gelirse hepsi…
    Alimin ölümü alemin ölümü gibidir, biz onları öldürebilmek için ayrıca bir efor harcadık, onları gömdüğümüz yerden bir daha hiç çıkarmadık…

    Bir öğrenci ABD’de okul kazanıyor, okuması gayet zor bir okul, annesi gidip üniversitenin dekanı ile konuşarak bu okulun çok zor olduğunu, onun için başka bir bölüme geçirmesini istiyor çocuğunu. Dekan hay hay diyor, yalnız yavrunuzun kabak mı yoksa çınar mı olmasını istersiniz? Biri 3 ayda yetişir, diğerinin yetişmesi içinse en az 30 yıl ister!… işte bizler insana endeksli ve hep kazanmaya mecbur olan bir milletin evlatları olarak o çınardan aldığımız asaletle yolumuza devam etmek zorundayız… Tarih boyunca tüm değişmeler içten dışadır. Öyleyse ferden ferda değişmedikçe bu ülkenin Osmanlı olmaya hiç niyeti yok.

    En son olarak, I. Dünya savaşından çıkan ülkemiz, Yemen, Sarıkamış, Çanakkale’de binlerce şehit vermiş, yokluklar arenasında hasta adamın son anlarını yaşarken bir batılı gazeteci ülkemizi gezip görmeye geliyor, yolda ayakları çıplak, Per perişan çocuklar oynaşıyorlar, evlerinin ailelerinin olmadığı aşikar,onlara kiminiz kimseniz yok mu? size kim bakıyor diye sorduğunda bir nineyi işaret ederek bize o bakıyor diyorlar, kısa bir süre sonra çileyle pişirdiği aşından çocukların karnını doyurmak isteyen nine tek tek çocuklarını çağırıyor; GAZANFER! MUZAFFER!! MÜCAHİD!!! İşte, ayakları çıplak, isimlere bak! İnsana endeksli bir medeniyet her zaman kazanır!


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: Osmanlı İmparatorrluğunda İnce Düşünceler !!!!!!!!

          Kategori: Tarih

          Konuyu Baslatan: Vuslata Hasret

          Cevaplar: 0

          Görüntüleme: 1967


Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş