Huma Kuşu Türküsü Erzurum yöresi Seferberlik ilan edilmiş ülkedeki tüm gençler okuyan okumayan tümü askere çağrılmıştır. Erzurum’un Ilıca nahiyesine bağlı Tikkir (Çiğdemli) köyünde Mustafa ve Gülbahar'ın dillere destan aşklarını bilmeyen yoktur. Evlenmelerine izin verilir ve evlenirler. Mustafa askere alınır. Gülbahar’ın iki gözü iki çeşmedir ama yapacak bir şey yoktur. Vatan savunmasıdır. Mustafa gitmiştir ve Gülbahar her sabah kalktığında bahçeye çıkar yavuklusunun yoluna uzun uzun

Bu konu 23659 kez görüntülendi 28 yorum aldı ...
TÜRKÜLERİN HİKAYELERİ 23659 Reviews

    Konuyu değerlendir: TÜRKÜLERİN HİKAYELERİ

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 23659 kez incelendi.

  1. #1
    XARIBüLBüL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    14.10.2009
    Mesajlar
    69
    Konular
    6
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    530
    @XARIBüLBüL

    Standart TÜRKÜLERİN HİKAYELERİ

    Huma Kuşu Türküsü
    Erzurum yöresi
    Seferberlik ilan edilmiş ülkedeki tüm gençler okuyan okumayan tümü askere çağrılmıştır. Erzurum’un Ilıca nahiyesine bağlı Tikkir (Çiğdemli) köyünde Mustafa ve Gülbahar'ın dillere destan aşklarını bilmeyen yoktur. Evlenmelerine izin verilir ve evlenirler. Mustafa askere alınır. Gülbahar’ın iki gözü iki çeşmedir ama yapacak bir şey yoktur. Vatan savunmasıdır. Mustafa gitmiştir ve Gülbahar her sabah kalktığında bahçeye çıkar yavuklusunun yoluna uzun uzun bakarak geleceği günü bekler. Bekler ama ne gelen var nede haber. Gülbahar’ın bu durumu kaynanasını ve kayınbabasını çok üzmektedir. Gelin her geçen gün eriyip gitmektedir. Huma kuşuna bir cennet kuşu da denir. Çok yükseklerde uçar ve bu uçuşu günlerce sürer adeta bir haberci kuşu gibidir.
    Mustafa’dan yıllarca haber gelmez. Ev halkı artık umutlarını kesmek üzeredir. Kayınbabası gelinin her sabah yavuklusunun yolunu gözlemesini uçan kuşlardan haber istemesine o kadar üzülür ki bu ağıtı yakar. Huma kuşu yuvasından havalanan ve çok yükseklerde günlerce uçan bir kuştur. Mustafa’yı da Huma kuşuna benzeterek ve yine Huma kuşunun çok yüksekte uçması haberci bir kuş olmasına atıf ederek başlar söylemeye. Gülbaharın ağlaya ağlaya göz pınarları kurumuştur.
    Gülbaharın Kayınbabası gelininin bu haline içi yanar ve oğul hasreti gelininin acısı ile bu uzun havayı yani mayayı bakın nasıl söylemiş.
    Türkünün sözleri:

    Huma Kuşu Yükseklerden Seslenir
    Yar Koynunda Bir Çift Suna Beslenir
    Sen Ağlama Kirpiklerin Islanır
    Ben Ağlim ki Belki Gönül Uslanır

    Sen Bağ Olki Ben Bahçende Gül Olim
    Layık mıdır Yanim Yanim Kül Olim
    Sen Bey Olki Ben Kapında Kul Olim
    Koy Desinler Buda Bunun Kuludur

    Al Fadimem (Evlerinin Önü)
    Afyon yöresi
    Bu hikaye, Emirdağ�da yaşanmış gerçek bir aşk öyküsüdür.

    Yıllardır söylenir durur. Yıllardır da hikayesi anlatılır bu türkünün. Artık sadece Emirdağlılar�ın değil, türkü seven herkesin dilinde bayraklaşan Al Fadimem türküsünün kahramanları kimlerdir? Yaşadıkları olay nedir? Sonları ne olmuştur? Bu ve benzeri soruların cevapları farklı zamanlarda, farklı insanların açıklamaları, hikayeleri, anlatımları ile cevaplanmaya çalışılmış; özde türkü benimsenmiş ve önemsenmiştir.

    Efe Kadir ile Al Fadime�nin aşkı geçmişte yaşanmış gerçek bir aşk öyküsüdür. Çünkü; onlar türkü dizeleriyle aşk destanlarını zaten yazmışlardır. Bu nev�i olayların illa da hikaye ya da roman şeklinde okuyucuya aktarılması şart olmadığı gibi Fadime ile Efe Kadir�in bizlere bıraktıkları türkü dizeleri, altmış yıldan beri, bu aşkın masumiyetini, güzelliğini ve unutulmazlığını muhafaza etmektedir. Morcalı Aşireti�nden bu iki gencin dudaklarından dökülen aşk dizeleri efsaneleşmiştir.

    Al Fadime�nin Avustralya�da yaşayan kızı Leman Bostan�ın annesi hakkında ki açıklamaları şöyledir:

    Bu aşk serüveni bundan altmış yıl önce yaşanmıştır. Al Fadime; Emirdağ�ın Sağırlı Köyü�ndendir. Emirdağ Cevizli köyü eski adıyla (Konara) Köyü�nden Efe Kadir namıyla, Kadir Kilci isimli delikanlı ile Al Fadime birbirlerini severler. Bu köyler o zaman Bayat�a bağlıdır. Her ikisi de Morcalı Aşireti�ne mensuplardır.

    Efe Kadir, Al Fadime�yi ailesinden o günün törelerine uygun bir şekilde istetir. Fakat köyün en güzel kızı, al yanaklı, selvi boylu, ardı kırk belikli güzel Fadime'yi, Efe Kadir�e vermezler. Bunun üzerine Efe Kadir Fadime'yi kaçırmaya karar verir. Birbirini seven sevgililer kaçarlar. Ancak; Fadime�nin dayıları, o günün Morcalı Kolu�nda adı-sanı anılan, gözü kara, Babayiğit kişilerdir. İyi niyetle yola çıkan genç aşıkların bu küçücük aşk kervanını yakalamaya çıkarlar. Zira olayı hazmedemezler. Aşka, sevgiye, gönül sesine kulak veren yoktur. Sözde namuslarını kurtaracaklarını düşünürler. Oysa; Fadime, Efe Kadir�in helali olacaktır.

    Çok geçmez sıkı takip sonucu genç aşıkları Emirdağ merkezinde yakalatırlar.

    Sorgu hakimi, yaşının küçüklüğü nedeniyle Al Fadime�yi ailesine teslim eder. Efe Kadir de cezaevine gönderilir. Bir süre sonra Al Fadime de ailesinin baskısıyla kendi köyünden Musa Bostan, nam-ı diğer Kara Musa isimli şahıs ile evlendirilir. Fadimesi elinden alınan Efe Kadir dokuz ay mahkumiyetten sonra tahliye olur ve köyüne döner.

    Güzün atılan tohumlar, hasata dönüşmüş, haşhaş çizimi, arpa buğday biçimi gelmiştir. Morcalı Aşireti tamamiyle arazide, doğadadır. Haşhaş kozasına atılan çizgi, bıçağının ağlattığı kozağı görenler, koyun güden çobanlar, koyundan süt sağan gelinler, Efe Kadir'in türkülerini mırıldanmaya başlamışlardır artık. Tırpancılar işe başlamış, rüzgarla kelle döğen ak buğday başakları, poşulu tırpancılara teslim olmuştur. Dönüm başı yapıp, tırpanını �bileği taşı�'yla bileyen tırpancılar, nefes buldukça Efe Kadir'in hapishanede dokuz ay boyunca Fadimesi'ne yaktığı türkülerini çığırmaktadırlar.

    Türkünün sözlerinden de anlaşılacağı üzere; Efe Kadir, türkülerini Fadimesi elinden alındıktan sonraki dönemlerde yakmıştır. Türkülerinde Fadimesi'ne duyduğu sevda, ayrılığın acısı nakış nakış işlenmiştir.

    Fadime'nin Kara Musa ile olan evliliğinden altı çocuğu olmuştur: Güleser-Şehriban isimli ikizleri, Mustafa, Leman, Rasime ve Ali Osman... Üçüncü çocuğu olan Mustafa, yıldırım düşmesi sonucu vefat etmiş olup, diğer beş kardeş hayattadır.

    Yaşadıkları aşk türküye dökülen ve tüm sevdaları türkü sözleriyle anlatılan Fadime ile Efe Kadir�in yanan gönüllerinden dökülen sevgi sözcükleri sarışın, pembe yanaklı, sırma saçlı, uzunca boylu, ceylan bakışlı Fadime kıza, Al Fadime ünvanını kazandırmıştır.

    Morcalı Aşireti'nde ata binme, cirit oynama, lacivert urba giyme, Ege'de Manisa Yöresi'nde olduğu gibi kasket üzerine poşu dolayıp Emirdağ'a, Yukarı Maçaklı, Aşağı Maçaklı köylerinden geçip, Özburun Değirmen deresinden Bolvadin'e inmek, vilayete gitmek disiplin gösterilen şeylerdir o zaman.

    Gerek Köroğlu Beli'ne vardığımızda, gerek Bolvadin istikametinden seyir ederken Efe Kadir ve Al Fadime akla gelir. Alfadimem Türküsü her çalındığında sevdiğine kavuşamamış, sevdasını gönüllerine gömmüş yiğit Emirdağ Gençlerinin havas olduklarının fululaşmış hatıraları yaralı yüreklerini parçalar. Havası sert insanı mert, yiğidin harman olduğu, Emirdağ�larının Morcalı Aşireti'ne ait tüm köy ve obaları tabiat hali güzel ve bakirdir. Fadimeleri, Efe Kadirleri ve sevgileri yeni açan çiğdem çiçekleri, tabiat ana gibi güzeldir.
    Türkünün sözleri

    Evlerinin önü yoldur
    Yoldan geçen karakoldur
    Gurban olam sarı gelin
    Gel testini bizden doldur

    Al Fadimem bal Fadimem
    Yanakları gül Fadimem
    Uyan uyan sabah oldu
    Namazını gıl Fadimem

    Şu dağların burcu musun
    Kız boynumun borcu musun
    Gurban olam sarı gelin
    Sen kötünün harcı mısın

    Al Fadimem bal Fadimem
    Yanakları gül Fadimem
    Uyan uyan sabah oldu
    Namazını gıl Fadimem

    Evlerinin önü satır
    Atlı geçer güpür güpür
    Gurban olam sarı gelin
    Gel de bizim evi süpür

    Al Fadimem bal Fadimem
    Yanakları gül Fadimem
    Uyan uyan sabah oldu
    Namazını gıl Fadimem

    Koyun yola dizilirdi
    Bağlı ipler çözülürdü
    Ahranımış gavur oğlan
    Buz olsaydı çözülürdü

    Al Fadimem bal Fadimem
    Yanakları gül Fadimem
    Uyan uyan sabah oldu
    Namazını gıl Fadimem

    Al Fadimem suya gider
    Su yolunda çalım eder
    Çalım etme al Fadimem
    Ben cahilim aklım gider

    Al Fadimem bal Fadimem
    Yanakları gül Fadimem
    Uyan uyan sabah oldu
    Namazını gıl Fadimem

    Kiraz Aldım Dikmeden
    Bolu yöresi
    60-65 kadar sene önce Hüseyin Çavuşoğlu köyündeyiz… Hüseyin Çavuşoğlu’nun yarbaşında… Devrin ünlü Müderrislerinden Hüseyin Molla’nın oğlu Deli Mehmed ormana doğru şöyle bir geziye doğru çıkmış. Neden gezmesin ele güven olur mu hiç? Bakarsın kendilerine ait ormanda ağaç keserler. Nitekim ki öyle olmuş bir karı koca ağaç kesmişler. evlerine doğru dürüklerlerken Deli Mehmed çıkagelmiş karşılarına. Birden neye uğradıklarını anlayamamanın şaşkınlığı içinde donakalmış korkularından…
    Korkarlar tabii, koskoca Deli Mehmed kolay mı? Koskoca bir müderris oğlu , Müderris ki Hüseyin Çavuşoğlu ve civarı himayesinde. Deli Mehmed’in deliliklerine öylesine. Astığı astık. Kestiği kestik. Bıçağının önünde keser arkasında… Hele omuzun da tüfeği olunca, gel de çık karşısına.
    İşte durum böyle iken adamcağız Deli Mehmed’in ayaklarına kapanarak af dilemiş.Deli bu delirmiş de delirmiş; doğrultmuş namluyu adama vurur mu vurur…
    Karısı “Ben nasıl olsa kadınım bana bir şey yapmaz” düşüncesiyle onu vurma beni vur çocuklarımıza acı diyerek merhamete getirmeye çalışmış. Ne gezer merhamet çifteyi boşaltmış kadının bağrına.
    Kocası daha durur mu kaçıp gitmiş. Ne yapsın şimdi Deli Mehmed? Devrin kanunları sıkı.. Kaçmak düşmüş aklına ama babasına bir yol danışmaya ihmal etmemiş tutmuş evin yolunu. Babası önce fena halde kızmış oğluna ama ne kadar kötü olsa da oğul gene…
    Kaçmanın kanundan kurtulmanın yollarını sıralayıvermiş oğluna. Sevdiği ve aşık olduğu kızdan "Tombul Halime” ayrılmak bir yandan da her an zaptiyelere yakalanmak düşüncesi ve sıkıntıları sarıvermiş içine. İstemiş ki Halimesi de gelsin onunla beraber. Hizmetçilerin kapıyı her açtığın da Halime’yi geldi zanneder, bir yol hoplarmış yerinden. Zavallı anacığı yolluğunu hazırlayıp vermiş eline. Deli Mehmedimiz yola revan olmuş.

    Yarbaşından geçenken karşısında duran Halime ‘nin evine doğru bakmış derlenmiş, duygulanmış.Bir yandan da kar heryanı ağartmaya devam ediyormuş.

    Bakalım Halimesine neler demiş?

    “Kiraz aldım dikmeden
    Halimem dallarını bükmeden
    Bir armağan ver bana
    Halimem ben gurbete gitmeden

    Tombalacık Halimem
    Yarbaşına gel
    Ben gidiyorum Bolu’ya
    Düş peşime gel”

    Öyle ya Halimesinden bir yadigar almadan gidebilir mi buralardan hiç, Beklememiş öylece biraz Halimeyi yar başında… belki duyar düşer peşime diye… ne gelen var ne giden.Devam etmiş söylemeye:

    Tütün aldım hendekten
    Halimem hekim gelsin Devrek’ten
    Hekim buna neylesin
    Halimem yanıyorum yürekten

    Alçaklara kar yağdı
    Üşümedin mi
    Sen bu işin sonun
    Düşünmedin mi

    Bu sıkıntılı bekleyiş esnasında hendek’ten getirdiği tütünü dumanlayan Deli Mehmedimizin iç yaralarını Devrek’in nam salmış hekimin iyi edebileceğine inanmış bir yol…
    İnanmış ya, hekim neylesin buna?...

    Yine devam etmiş:

    Ocak başında kaldım
    Halimem ince fikire daldım
    Kapılar açılırken
    Halimem seni geliyor sandım…

    Aygın mısın halimem
    Baygın mısın gel
    Hiç haberin gelmiyor
    Dargınmısın gel

    Deyip gitmiş Deli Mehmed Bolu’ya


    Kaynak: Muzaffer Akyol 1969 Devrek Dergisi’nden alan. İbrahim Tığ (Gazeteci-Yazar)


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: TÜRKÜLERİN HİKAYELERİ

          Kategori: Türk Kültürü

          Konuyu Baslatan: XARIBüLBüL

          Cevaplar: 28

          Görüntüleme: 23659


  2. #2
    XARIBüLBüL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    14.10.2009
    Mesajlar
    69
    Konular
    6
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    530
    @XARIBüLBüL

    Standart TÜRKÜLERİN HİKAYELERİ

    Bir Yıldız Doğdu Yüceden

    Niğde yöresi
    Bir yaz mevsimi koyunculuk yapan bir grup yaylaya çıkar. Bu grup içinde sözlü olan iki de genç vardır. Gençler yaylada rahatça buluşabilecekleri için seviniyorlardı. Çünkü köyde evleri yakın olduğu için komşuların görme tehlikesi vardı.
    Bir gün iki sevgili gündüzden bir buluşma yeri tespit ederler ve derler ki; bu gece şu kayanın dibinde buluşalım. Gece olur ve oğlan erken saatte kayanın dibinde ayın inmesini ve sevgilisinin gelmesini bekler.
    Şans bu ya; ay iner inmez arkasından yörede "Sarı Yıldız" adı verilen Şafak Yıldızı doğar ve ay ışığından hiç de farkı olmayan yıldızın şavkı her yeri aydınlatır. Bu yüzden kız da kendisini bir gören olur diye sevgilisinin yanına gelemez. Oğlan da o gece sevgilisi ile buluşmasına engel olan sarı yıldıza bu türküyü söyler.
    Türkünün sözleri:

    Bir Yıldız Doğdu Yüceden
    Aman Bir Yıldız Doğdu Yüceden
    Yâr Yâr Yâr Yâr Yâr Yâr Aman
    Şavkı Vurdu Pencereden
    A Leylim Leylim

    Kavlim Var Dün Geceden
    Aman Kavlimiz Var Dün Geceden
    Yâr Yâr Yâr Yâr Yâr Yâr Aman
    Niye Doğdun Evler Yıkan
    Beller Büken Yıldız Dön

    Sarı Yıldız Tekerlendi
    Aman Sarı Yıldız Tekerlendi
    Bal Dudaklar Şekerlendi
    Şimdi Kızlar Şikarlandı
    Niye Doğdun Evler Yıkan
    Beller Büken Yıldız Dön

    Kırmızı Gül Demet Demet
    Kırmızı Gül Demet Demet
    Kırmızı gül demet demet,
    Sevda değil bir alamet,
    Balam nenni, yavrum nenni
    Gitti gelmez ol muhannet

    Şol revanda balam kaldı,
    Yavrum kaldı, balam nenni...

    Nenni ya! Nenni ki nenni!. Yavrum nenni! Bir demet kırmızı gülle gelen nenni!. Nasıl oluyor derseniz, türkünün dilini açmak gerek...

    Varıp sormak gerek türküye : ''Ey türkü nedir bu demet demet kırmızı gül ve de nenni!. Yavrum nenni... Balam, nenni''. Bu demet demet gül hem de kırmızısından, sevgiliye duygu mu taşıyor? Neden kırmızı gül de kır papatyaları değil? Şöyle sarılı beyazlı, düz sarılı, öküz gözü gibi, kırdan toplanmış papatyalar değil de, demet demet kırmızı gül? Onların sevgi dili yok mu?. Onlar duygu simgesi gül kat... Ama bir tek!. Benim tek gülümsün, gönlümdeki yerin kır çiçekleri kadar engin, kır çiçekleri kadar zengin ve doğal, demiş olmazmısın? Ama senden iyisini bilecek değiliz ya!. Kırmızı gülü seçmişsin sen. Hem de demet demet...

    Ha bir de 'balam' meselesi var! Yavrum diyorsun... 'Nenni' diyorsun 'Gitti gelmez' diyorsun. Yoksa bir ananın balasına, yavrusuna çağrısı mı bu? Şol Revan'da kalan balası üstüne mi söylenmiş?. REVAN, bugünkü adıyla ERİVAN, yani günümüzde Ermenistan'ın başkenti...

    Türkümüze konu olan olayın geçtiği zaman ise, büyük olasılıkla 17. yüzyıl sonrası... Neden derseniz, REVAN Osmanlının önemli bir ticaret merkezi o zamanlar. Ama bir ara elden çıkmış, Safeviler işgal etmiş. Yıl 1635. Dördüncü Murat ikiyüzellibin kişilik bir orduyla REVAN seferini düzenlemiş. Sekiz ay, yirmi dokuz günlük kuşatma sonunda, REVAN yeniden Osmanlı topraklarına katılmış. Eskisi gibi kervanlar gider gelir olmuş. Mal götürüp, mal getirmişler...

    Memet de gidip gelen kervancılardan birisi... Anasının da tek 'balası'... Tek oğlu!. Erzurum yöresinde üç beş dönümlük tarlalarını ekip dikiyorlar... Yetiştirdikleri ürünü de kervana katıp, REVAN'da satıyor Memet...

    Memet de Memet hani... Karayağız bir delikanlı... Taşı tutsa, suyunu çıkaracak kadar güçlü. Bir de alışkanlığı var Memet'in. Her akşam tarla dönüşü, bahçelerden derlediği demet demet gülleri getiriyor anasına.. Anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti... Sevgi saygı simgesi. Gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor ana... Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor... Hele Memet kervandaysa. Gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. Rüyaları hep Memet üstüne... REVAN yollarını düşlüyor hep.

    Kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. Kanter içinde uyanıyor. hayra yormaya çalışıyor. Kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. Bir hortum, yutuyor kervanı. Koca kervan döne döne göğe çekiliyor. Geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. Memet'i arıyor gözleri. Kara yağız, kaytan bıyık Memet, ellerini uzatıyor anasına. 'Tut ellerimi' diyor. Ama ne gezer. Anasının elleri boşlukta kalıyor. Sözün kısası günü gelip de kervan REVAN'dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.

    Bazen kışın yola saldığı oğlu yazın dönüyor .Bazen de tersi oluyor . Kervanın dönüşü, bayram gibi! Kimi kocasını, kimi yavuklusunu karşılıyor. Kimi analar da oğlunu. Sarılıp, ağlayanlar, sevinç gözyaşı dökenler. Yemen seferinden döner gibi. Gerçi savaş dönüşü değil ama; hastalığı sağlığı var... Karı var, ayazı var!. Bir de salgın hastalık söylentisi yayılmış. Veba hastalığı kırıp geçiriyor ortalığı.

    İlkin bir ateş sarıyor bünyeyi. Kusma, iltihap, baş dönmesi. En sonunda da sayıklama. Artık kurtuluşu yok. Sayıklaya sayıklaya götürüyor insanı. En erken üç gün. En geç yedi gün içinde başlıyor sayıklama... Kurduğu tüm dünya yok oluyor bir anda insanın. Sevgiliye özlem, alınan armağanlar. Söylenecek güzel sözler. ''Sensiz olamam. Sen benim her şeyimsin. Güne seninle başlıyorum. Seninle bitiyor gecem. Zaman yitirmemek gerek demiştin. Oysa günler su gibi geçti. Ne bir ses; ne bir nefes. Düşlerdeki yerin hariç. Oysa seninle her şeye yeniden başlayacaktık. Öyle demiştik. ''Yaşam o kadar kısa ki; hiç zaman yitirmek istemiyorum seninle olmak için''. Bunları sen söylemiştin. Sıcaklığın avuçlarımdaydı. Kuytu bir sokak arası mıydı?. Yoksa aşıklar yoluna girişte miydi? Bir tek gözlerin kalmış belleğimde. Bir de kuşların bitmeyen şakımaları. Ne de güzel batmıştı güneş. Alaca ışığın, alaca karanlığa dönüştüğü an. Akşam güneşinin, yavaş yavaş yok oluşu muydu güzel olan?. Yoksa alaca ışığın, alaca mutluluğa dönüştüğü an mıydı en güzeli. Bahar mı kokuyordu saçların. Yoksa gerçekten bahar günleri miydi? İşte böyle sevgili. Ben şimdi senden uzak. Seni sayıklıyorum. Ellerini tutabilsem yeniden. Yüzüme dokunsa saç tellerin. Ama ne gezer!. Kuytulardan kaybolmayı severim demiştin. Aniden yok oluyorsun düşlerimden. Ellerim boşta kalıyor. Hem anamın hıçkırığı niye. Uzattığım ellerimi tutsa ya! Ateşler içindeyim. Bildiğim türküleri mırıldanıyorum; yokluğunuzda.

    Gurbet elde baş yastığa gelende,
    Gayet yaman olur işi garibin,
    Gelen olmaz giden olmaz yanına,
    Bir çalıdır mezar taşı garibin.

    Bir çalının dibine gömüyorlar Memet'i. Söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. Kara toprak alıyor bağrına. Gençmiş... Sevenleri varmış... Anası yavuklusu yol gözlüyormuş. Ecel bu! Kimini sele, kimini yele verir. Memet'i de Revan'da vebayla yakalıyor. Sayıklaya sayıklaya gidiyor Memet. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Sevgiliye özlemi de dilinde!. Artık bir çalıdır mezar taşı Memet'in!.

    Bir tek Memet değil vebaya teslim olan. Kervanın çoğu kırılıyor. Sahipsiz mezar oluyor Revan ' da. Kalanlar perişan. Utangaç. Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... Sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... Ağır ağır Erzurum'a giriyor kervan. Analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... Meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. Aradığını bulan sarmaş dolaş. Gözyaşları hıçkırıklara karışıyor. Aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''Oğlum Memet'im nerede. Birlikte çıktınız kervana. Nerede kaldı''. Sen sen ol da gel yanıtla. "İlkin kusma başladı. Sonra da bir ateş. En son sayıklama başladı. Tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. Titreye titreye sayıkladı. Yedi gün dayandı Memet. Sonra... Sonra bir çalının dibine gömdük onu''. Gel de söyle bunu. Söyleyebil!. Hem de anasına...

    O ana deli olup dağlara düşmez mi?. Avuçlarını göğe açıp ol tabipten medet dilemez mi?. Kırmızı gülden merhemlik istemez mi?. Karayağızın güzeli oğlunu, canından parçayı alıp götüren ölüme, ilenmez mi? Ölümün hepsi kötü. Ana, baba, anneanne, dede. Hepsi kötü. Dün var olan... Soluyan, nefes alan; nefes veren. Bir anda yok artık. Yerinde yeller esiyor. Şekli şemali, son sözleri, yavaş yavaş yok oluyor. Belleklerden siliniyor. Yaşlı ölümü neyse ne! ''Öldü de kurtuldu" diyor insan. Ya gencecik ölümler. Muradı gözünde gidenler. Anadır, alıyor veriyor. veriyor alıyor. Oluru yok. Diline kırmızı gülleri doluyor. Ol tabipten medet diliyor. Olmuyor. Ver elini dağ yolları. Dilinde türküsü. Gönlünde oğlunun hayali. Deli olup dağlara düşüyor. O'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde ''Kırmızı gül demet demet. Sevda değil bir alamet Şol Revan'da balam kaldı. Yavrum kaldı''... diye diye haykırdığını söylediler.

    Türkünün sözleri

    Kırmızı gül demet demet
    Sevda değil, bir alamet
    Balam nenni, yavrum nenni,
    Gitti gelmez ol muhannet,
    Şol Revan'da balam kaldı,

    Yavrum kaldı,
    Balam nenni,

    Kırmızı gül her dem olmaz,
    Yaralara merhem olmaz

    Balam nenni,
    Yavrum nenni,

    Ol tabipten derman gelmez
    Şol Revan ' da balam kaldı,

    Yavrum kaldı,
    Balam nenni.

    Kırmızı gülün hazanı,
    Ağaçlar döker gazalı,
    Karayağızın güzeli

    Şol Revan ' da balam kaldı,
    Yavrum kaldı,

    Karadır Kaşların Ferman Yazdırır
    Eskişehir - Seyitgazi yöresi

    Karadır kaşların ferman yazdırır,
    Bu aşk beni diyar diyar gezdirir,
    Lokman Hekim gelse, yaram azdırır,
    Yaramı sarmaya yar kendi gelsin.


    bilinen bazı hikayelere göre de türkü Malatyalı Fahri'ye ait diyenlerde var. ama Yaşar Özütürk türkünün kahramınını bulduğunu onunla söyleşi yaptığını söylüyor ve şöyle ilave ediyor

    "Karadır Kaşların Ferman Yazdırır türküsünün kahramanı MUSTAFA TUNA ile 14 ARALIK 2002 tarihinde SEYİTGAZİ ‘deki evinde bir söyleşi yaptım Mustafa TUNA ,astım hastası..Zor nefes alıyor,arada bir yanındaki astım ilacı aletinden nefes çekiyordu. Zaman zaman konuşurken zorlandı. diyor ve

    -Sayın Mustafa Tuna yıl 1944...Siz Seyitgazi’lisiniz, komşu kızına tutuluyorsunuz. Ama babanız evlenmenize karşı çıkıyor. Neden?

    -Kızın babası Rum'dan dönme idi Babam ‘Ben soyuma Rum kanı katmam’ diye itiraz etti. Kanımıza karışmasın dedi. Belki de isabetliydi. Düşüncesi öyleydi. Ama gönül ferman dinlemediği için, biz kızı kaçırmak zorunda kaldık.

    -Nasıl ve kiminle kaçırdınız?

    -Arabacı Raşit vardı. Arkadaşımdı. Kız nişanlanınca, biz Raşit’in arabasıyla kaçırmaya karar verdik. Benim aracı kadınlarım vardı. Haber getirip götüren... Onlardan kızın ertesi gün çeşmeye geleceğini öğrendim. Bir yandan da kızın kına hazırlığı var. Bu iş bitiyor, biz bunu önleyelim dedik. Kızın eviyle, Kuruçeşme arasında dar bir sokak var. Arabayı sokağın başına çektik. Birgün önceden de atları nallatmışız. Herşey hazır. Kız testileri su doldurup, omuzuna almış. Sokak dar kaçacak-göçecek yer yok. Sabahın da körü... Saat 7-8 gibi. Kızı yakaladım. Duvara çarptım. Omuzundaki su testileri kırıldı. Kucaklayıp arabaya attım. Atları kırbaçladık. Yola koyulduk. Kalabalık bir gündü. Arabacı yolu şaşırdı. Planladığımız yola gitmedi. Eskişehir yoluna saptı. Zaten arabacı Raşit saralıydı. Nöbeti tuttu, titriyor. Kız bağırıyor. Bir elimle kızın ağzını kapatıyor, ötekiyle Raşit’i tutuyorum. Yuları kavrayıp, atların sırtına bineceğim ama, bu defa ötekiler arabadan düşecekler. Atlar başı boş koşuyorlar. Aniden bir de karşıdan kamyon çıktı. Eskişehir tarafından geliyor. Kamyonu gören atlar ürktü, anayoldan çıkıp, orman yoluna saptı araba.

    -Ve ormanların gümbürtüsü başladı. Hangi ormandı bu?

    -KIZILTEPE ORMANI diyoruz. Şu karşıdaki orman, Eskişehir yolunda. Atlar ormanın içine daldı. O arada millet de peşimize düşmüş... Jandarma süvarisi bir yandan çevirdi; kızın nişanlısının akrabaları öte yandan. Üstümüze geldiler. Nihayet arabayı çevirdiler. Teslim olmak zorunda kaldık.

    -Alıp götürdüler sizi...

    -Götürdüler, tevkif ettiler..27 gün yattım. Sorgu hakimi samimi bir arkadaşımdı. Ben o zamanlar Halkevi çalışmalarına katılıyorum. Oradan tanışıyoruz. Beni hapishane bahçesinde volta atarken görmüş, işaret etti bana. ‘Hayrola n’apıyorsun orada?’ diye sordu. Ben de ellerimi üstüste çaprazlayıp, tevkif edildim dedim. Gardiyanı gönderdi ‘yaz, tahliyemi istiyorum de’ dedi. Yazdım, imzaladım. ‘Sen aşağı in. Şimdi seni bırakacaklar’ dedi. Aşağı indim, beni tahliye ettiler. O zaman sorgu hakiminin yetkisi vardı. Ben tahliye oldum. Ama mahkeme devam ediyor. Dosya ağır cezaya, Eskişehir‘e gönderildi. Duruşmaya çağırdılar. Mahkemeye gittim. İlk duruşmada beni tevkif ettiler.

    -Suç kız kaçırma tabii ki ?

    -Evet evet. 431’e 62 inci madde gereğince dava açıldı. Mahkeme devam ediyor. İkinci duruşmaya kardeşimle babam, RAZİYE’yi de getirdiler.

    -Babanız araya girdi yani?

    -Evet, babam araya giriyor, kızın ifade vermesini istiyor. Alıp mahkemeye kızı getiriyorlar. ‘Ben gönlümle gittim. Beni kaçıran olmadı. Yaşım küçüktü,beni zorla evermek istediler, ben de Mustafa’ya rızamla kaçtım. Zorla filan götürülmedim.’ Bunlar zapta geçti. Savcı itiraz etti: ‘Kızın yaşı küçük, tanıklığı geçerli değil‘ dedi. Ben de ‘Sayın yargıç, akit kişiyi reşit kılar. O zaman küçüktü ama, olay olmuş. Kişi reşit sayılır ‘ dedim. Beraatimi ve tahliyemi istedim. İçeri girdiler, bir saat kadar kaldılar. Sonra kararı açıkladılar. Bir seneye mahkum edildim. Yalnız bu arada bir şey anlatmam gerek KARAKULAK diye biri var Seyitgazi’de... Varsıl. Benim onunla bir meselem var. Ben ilk 27 gün yatıp çıktığımda, peşime adam takıyor...Beni vurdurtmak istiyor. Adamın birine yüz lira veriyor. O da benim arkadaşımdı. Gelip bana durumu anlattı. Biz o yüz lirayla,gidip güzel bir rakı içtik. Sonra Karakulak’ı yolda çevirip rezil ettim. Beni vurdurtmak için verdiği yüz lirayla içki içtiğimizi söyledim. Boynuma sarıldı, gönlümü aldı. Dayı yeğen olduk. Aramız iyileşti. Ama sonradan öğrendim ki, bir senelik tevkifatımda onun parmağı var. Benim ceza almam için mahkemeyi etkilemiş. Yıl 1944, tek parti dönemi...Bu tür şeyler kolay oluyordu. Velhasıl biz bir yıl yatacağız. Ben temyiz ettim, fakat savcının kızı da mahkeme kaleminde memur olarak çalışıyor. Kayıttan geçirdiğim dilekçeyi, temyize göndermiyor. Ama dilekçenin tarih ve numarası elimde var. Bana karar tebliğ ediliyor, bakıyorum temyiz isteğim yok...Yazmamışlar. İtiraz ettim. Elimdeki tarih-numarayı gösterdim. Zaten tahliyeme iki ay kalmış. Gardiyana on lira verdim, yeni yazdığım dilekçeyi bakanlığa gönderdim. Tahkikat açıldı, müfettiş geldi. Haklı çıktım ama, bir sene yattım.

    -Siz bu arada olayı türküye mi döktünüz?

    -Ben Seyitgazi’deki ilk yirmi yedi günlük hapisliğimde, sazla türküyü söylemeye başlamıştım. Hapishaneden, dışarıya taştı türkü... Bütün Eskişehir’in dilinde. Öyle meşhur oldu ki türkü, Eskişehir yıkılıyor. Hapishanede berber Gazi vardı, idamlık. Seyitgazi’den. O beni koruyor. Kimse bana dokunamıyor hapishanede. Tatarlar var. "Leylalar" diye bir türkü söylüyorlar. Cümbüşün bini, bir para. Bizim türkü de her tarafa yayıldı. Ben günümü tamamlayıp çıkacağım sırada, Hakkı Efendi, yani kızın babası haber gönderiyor, "tahliye olduğunda doğruca bizim eve gelsin görüşelim" diyor. Ama babam kabul etmiyor. Ben babamı karşıma alıp da onlara gitmedim.

    -Yani görüşmediniz...

    -Ben kızla görüşüyorum, ama babasına gitmedim. Hatta hiç unutmuyorum, aracılar vasıtasıyla kız bana bir çevre göndermişti. Baktım olmayacak, babam reddediyor, 1948‘de terk-i diyar eyleyip, Ankara’ya gittim. Orada iş bulup çalıştım. İnşaatlarda çalıştım, taşeronluk yaptım.

    -Eşiniz Hikmet Hanımla nasıl tanıştınız?

    -Benim çalıştığım insanların akrabası idi. Her zaman görüyordum. Kısmetmiş, istettim evlendik.

    -Şimdi şunu öğrenmek istiyorum 'Karadır Kaşların Ferman Yazdırır Türküsü' bu anlattığınız yaşam öykünüzün yansıması mı? Yani size ait değil mi?

    -Bestesi de güftesi de bana ait.

    -Başka türkü yaktınız mı?

    -Şiirlerim çok, ama başka türküm yok.

    -Bu türkü çok tutuldu. Herkes kendinden bir parça buluyor bu türküde... Öğrenmek istiyorum ‘Karadır Kaşların Ferman Yazdırır’ ne demek sizce?

    -Yani hatıra yazdırıyor demek.

    -Kaşları kara mıydı?

    -Karaydı, çok da güzeldi rahmetli canım ...(Burada Mustafa Tuna’nın gözleri doluyor... Ağlamaklı oluyor)

    -‘Bu aşk beni diyar diyar gezdirir’...

    -Gezdirdi, uzun yıllar gurbette yaşadım. Yirmi iki yıl Seyitgazi’ye hiç gelmedim...

    -‘Lokman hekim gelse, yarem azdırır’...

    -Çare yok yani...

    -Çare yok ‘Yaremi sarmaya yar kendi gelsin’

    -Çok sözleri var türkünün ...Ama unutmuşum.

    ‘Anası Ümmü de babası Hakkı,
    Bizi ayırmaya var mıydı hakkı,
    Kuruçeşme suyu çağlayıp akar,
    Anası çıkmış da yollara bakar.’

    -Anasının adı Ümmü, babasının adı da Hakkı mıydı?

    -‘Ormanların gümbürtüsü başıma vurur, Sevdiğimin hayali karşımda durur.’ ne demek?

    Atlar ormana girdi ya...Onu kastediyorum.

    -‘Kızıltepe ardıçları sallanır, Birgün evvel atlarımız nallanır’. Bir gün evvel Raşit atları nallatıp, arabayı hazırlamış yani...Öyle mi?

    -Evet evet...Kızıltepe ormanı da Eskişehir yolu üzerindeki orman...

    -Sonra Hikmet Hanımla evlendiniz. Siz mutlu oldunuz, karşı tarafın durumu n’oldu?

    -O çok üzgün öldü canım...

    -Yakında mı öldü?

    -1989’ın 21 Temmuz’unda öldü. Şu şiirle andım ben..

    ‘Açmış kollarını kara toprak,
    Seni bağrına basmak için,
    Niçin niçin niçin,
    Çektiğin ızdıraplar için.’

    (Sözün burasında Necati Albay, araya giriyor.)

    -Mustafa Abi, senin türküde unuttuğun yeri ben hatırlatmak istiyorum.

    ‘Dolana dolana geldim bacana,
    Çay mı demletirsin Kadir kocana,
    Danıştın da mı geldin Sultan Elif Hocana
    Ölüm ver Allahım, ayrılık verme’

    -Bunlar kim?

    -(Necati Albay) Kadir evlendiği adam, Sultan Elif de , Demirci Guru Memed’in kardeşi, aracılık yapıyormuş.

    -Benim yirmiyedi günlük hapisliğimde düğün yapıldı, evlendi. Altı ay, bir sene kocasıyla kaldı. Benim için ifade verdikten sonra, kocasının evine gitmedi, babasının evine döndü. İşte o zaman babası hapisten çıkınca doğru bize gelsin dedi. Resmen boşanmamışlardı; ayrıydılar. Babam da rıza göstermeyince ben buraları terkettim.

    -Ne zaman terkettiniz; kaç yıl sonra döndünüz Seyitgazi’ye?

    -1948 yılında terkettim; 1975 yılında döndüm. Çocukların çoğu gurbette doğdu.

    -(Necati Albay) Babasıyla küsken arada bir ‘Köylü Gazetesi’ gönderirdi Seyitgazi’ye. Beni de aralarına alırlardı, babası Ahmet Amca bana okuturdu gazeteyi. Mustafa Abi’nin haberini öyle alırdık.

    -Mustafa Bey, siz uygar bir insansınız, türkü yakanların duygusallığı fazladır. Hayatını o türküye bağlar, etkisinden kurtulamaz. Ama siz bunları aşmışsınız. Mutlu bir evlilik yapmışsınız. Meslek edinmişsiniz. Yetişkin çocuklarınız var. Yaşamda başarılısınız. Ama burada benim öğrenmek istediğim şey şu; kızı başkasına zoraki vermeleri, babanızın da itirazı mı sizi etkiledi? Olayın nedeni bu mu yani?

    -Evet.

    -Kız ile sonra hiç karşılaştınız mı?

    -Kocası öldükten sonra bir iki karşılaştık. Ailesiyle sürekli görüşüyoruz. Tabii konu hassas olduğu için kimse üstüne gitmiyor.

    -Mustafa Bey, peki bu türkü burada, Seyitgazi‘de doğmuş, Zonguldak’a nasıl maledilmiş?

    -Vallahi bilmiyorum ki...

    -(Necati Albay) Ağabey benim hatırımda kalan şu; ben sana hatırlatayım da sen ne dersen de... Bu türküyü sen Zonguldak’ta çalışırken, hani orada bir yerde çalışmışsın ya!

    -Bartın’da ...

    -Hah!. Oralarda çalışırken, Zonguldak türküsü diye verdin. Buraya maledilmesin, aileler üzülmesin diye. Benim hatırladığım, 1975’te sen buraya döndüğünde seninle konuştuk. O zaman sen bana böyle anlattın.

    -Bu hastalık bende unutkanlık yaptı. Birçok şeyi hatırlayamıyorum. Türkünün çok sözünü de unuttum. Hatıra defterim vardı. Onu da yaktım.

    -Şimdi işi yerine oturtmak gerek. Bu türkü Seyitgazi’li iki gencin yaşadığı olay üstüne yakılmış. Olayın taze olması nedeniyle kimi ayrıntılar gizlenmiş. Ama artık olan olmuş, ölen ölmüş... Gerçek neyse ortaya çıksın. Türkü de doğduğu yere maledilsin.

    -Elli altmış sene geçti aradan. Ben yazdığım şeyleri hatırlamıyorum

    -Bartın’da ne iş yaptınız?

    -Tapu Kadastro’da çalışıyordum. Geçici görevle gittim. 1950’li yıllar olsa gerek.

    -Mustafa Bey, bu bir fikri ürün. Araba üretmek, tarlada bir şey yetiştirmek gibi... Fikir üretimi... Size ait olan bu ürünü başkaları sahiplenmiş. Hem de siz sebep olmuşsunuz. Allah gecinden versin size bir şey olsa, bina mal-mülk geçer gider. Ama bunlar kalıcıdır. Bunlarla anılırsınız.

    -İşte bilmiyorum gayri... Benim adıma bir şey kaydettirmedim. Kimse üzülsün istemedim

    (Necati Albay elindeki dizeleri okuyor.)

    ‘Minareye çıkıp bize baktılar,
    Arkamıza candarmayı taktılar,
    Arabada sarılıp da yattılar,
    Ölüm ver Allahım ,ayrılık verme.’

    -Necati Bey daha iyi biliyor. Halka malolmuş. Ben unutuldum artık, halkın oldu türkü.

    -Necati Bey, siz bir ay öncesine, yani 3 Kasım 2002 seçimlerine kadar DSP Eskişehir Milletvekili idiniz. Benim de çok eski bir arkadaşımsınız. Bana da bu türküyü araştırmam için yardımcı oldunuz. Anlaşılıyor ki, ‘Karadır Kaşların Ferman Yazdırır’ türküsü, doğduğu yere mal edilmemiş. TRT kayıtlarında Zonguldak görünüyor. Oysa olay burada, Seyitgazi’de geçmiş. Sizin de çocukluk anılarınızda yeri var. Bana bu türkünün bu bölgeye ve Mustafa Bey’e ait olduğunu nasıl açıklayabilirsiniz?

    -Şimdi Yaşar’cığım, Mustafa Abim, benim çok sevdiğim birlikte olduğum, beraber gün geçirdiğim bir kişi. Mustafa Abi yetişme çağında, Seyitgazi’yi terketti gitti. Nedeni bir kız kaçırma olayıdır. Mustafa Abi’nin babası ile de yakınlığım vardı. Zaman zaman bir araya geldiğimizde, 'Ah oğlum, benim bir oğlum var, şimdi buralarda değil’ der iç geçirirdi.

    -Bu olaya müdahalesinden ötürü üzüntü duyar mıydı?

    -Duymaz mıydı? Ben gerçekten Mustafa Abi’yi çok merak ederdim. Onu tanımamıştım. Ama Ahmet Amca’nın anlatımından biliyordum. Nerede olduğunu bilmezdim. Ama zaman zaman ondan ‘Köylü Gazetesi ‘ gelirdi. Kahvede oturan ihtiyarlara gazeteyi okurdum. Yani benim bu aileyle böyle bir yakınlığım vardı. Bu Köylü Gazetesi, Ahmet Amca ile oğlu arasında ve bizler arasında bir iletişim aracıydı. Sonra aradan yıllar geçti, sanıyorum 70’li yıllardı. Mustafa Abi emekli oldu. Seyitgazi’ye geldi. Tanıştık. Bu şimdi içinde bulunduğumuz evleri yaptırdı. Buraya yerleşti. Dostluk öyle başladı.

    -Bu türkünün ona ait olduğu konusu...

    -Bu türkünün ona ait olduğunu bilmeyen yoktur Seyitgazi’de... Türkünün sözlerinde geçen yerler de Seyitgazi’nin yer adlarıdır. Örneğin Kızıltepe, Eskişehir’den Seyitgazi’ye gelirken yol üstünde gördüğümüz tomruk yığılı tepenin adıdır. Ve de ardıçlar vardır. ‘Ardıçlık’ denir. Bu da geçiyor türküde. Kızıltepe’nin altında deve yolu vardır. ‘Develerin gümbürtüsü’ diye geçiyor. Eskiden deve kervanları bu yoldan geçerdi. Boyunlarında çanlar vardı. ‘Develerin gümbürtüsü , başıma vurur’ lafı da budur. Yani ‘Derelerin gümbürtüsü’ değil...’Develerin gümbürtüsü’ dür o. Ve bu da Kızıltepe’nin yanından geçen deve yoludur. Kahramanları belli olan ‘Karadır Kaşların’ türküsü Seyitgazi’de yaratılmış bir türküdür. Ama Mustafa Abi bunu kimseye zarar vermemek için geçici olarak çalıştığı Zonguldak’a maletmiştir. Çünkü aileler rencide olsun istemiyordu. Kız evlenmişti. Çocukları vardı. Böylece türkü oradan halka maloldu. Her Seyitgazi’li bu türkünün olayını bilirdi. Vaktiyle bu türkü radyodan çalınırken, Seyitgazi’liler olaya duydukları saygıdan ötürü radyolarını kapatırlardı. Yani sözün kısası bu türkü sazıyla, sözüyle Seyitgazi’lidir. Mustafa Abi’nin yaşam öyküsüdür.

    -Peki Mustafa Bey sizin eğitiminiz neydi?

    -Burada Seyitgazi’de o zaman ortaokul yoktu. İlkokulu burada bitirdim, Kalecik‘te ortaokul diploması aldım. Tapu Kadastro’ya girdim. Orada tekamül kurslarına devam ettim. Kademe kademe ilerleyip, tapu müdürlüğünden emekli oldum.1921 doğumluyum.

    -Mustafa Bey sizi bu hasta halinizde epeyce yorduk. Çok teşekkür ederim. Ama önemli bir saptama yaptığımıza inanıyorum. Eğer izin verirseniz, türkünün kimliğinin değişmesi için gerekli girişimleri yapacağım. MESAM ve TRT’ye bu anlattıklarınızı aktaracağım. Türk Halk Müziğimizin önemli ürünlerinden biri olan Karadır Kaşların Ferman Yazdırır türküsünün’nün asıl kaynağına, yani SEYİTGAZİ’ye ve şahsınıza kaydedilmesi için çaba göstereceğim.

    -Kimseye zarar gelsin istemiyorum. Hatta kızın adı hiç geçmese iyi olur. Gerisi size kalmış, n‘aparsanız yapın

    Türkünün sözleri


    Karadır kaşların ferman yazdırır,
    Bu aşk beni diyar diyar gezdirir,
    Lokman Hekim gelse, yaram azdırır,
    Yaramı sarmaya yar kendi gelsin.

    Ormanlardan aşağı aşar geçerim,
    Nazlı yari kaybettim ağlar gezerim
    Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
    Nazlı yarin hayali karşımda durur.

    Karadır kaşların benzer kömüre,
    Yardan ayrılması zarar ömüre,
    Kollarımdan bağlasalar demire,
    Kırarım demiri, giderim yare.

    Ormanlardan aşağı aşar giderim,
    Nazlı yari kaybettim,ağlar gezerim,
    Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
    Nazlı yarin hayali karşımda durur.

    Uzaklara gittim,gelirimdiye,
    Tabancamı doldurdum vururum
    Hiç aklıma gelmez ölürüm diye,
    Ölüm ver Allahım ayrılık verme.

    Ormanlardan aşağı aşar giderim,
    Nazlı yari kaybettim,ağlar gezerim,
    Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
    Nazlı yarin hayali karşımda durur.

    Üç güzel oturmuş karaya bakmaz,
    İnsan sevdiğini dilden bırakmaz,
    Hey Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz,
    Gönül defterinden sildin mi beni.

    Ormanlardan aşağı aşar giderim,
    Nazlı yari kaybettim,ağlar gezerim,
    Ormanların gümbürtüsü, başıma vurur,
    Nazlı yarin hayali karşımda durur.

    KAYNAKLAR:
    1-TRT Müzik Dairesi Y. THM Sözlü Eserler Antolojisi -2 Sayfa 519,Yöre Zonguldak,Kaynak: İ.Yeşilgül , Derleyen :A.Yamacı
    2-TRT Müzik Dairesi Y.THM’den Seçmeler, 1998 2. Baskı Sayfa 314,315 Yöre:Zonguldak, Kaynak: Feriha Özen, Derleyen : S.Yaver Ataman
    3-Folklor ve Türkülerimiz, Mehmet Özbek Ötüken Y.2. baskı 1981,Sayfa:175, Yöre: Giresun, Kaynak kişi: Feriha Kınalı


    Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar

    Tekirdağ - Malkara yöresi
    Bu öykü Malkara köylerinden alınmış olup belli bir kişinin dilinden yazıya geçirilmiş değildir. Çevrede herkes tarafından bilinen bir öyküdür. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. Onaltıya yeni bastığında Zeynep'i köylerindeki bir düğünde aşırı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür. Ali Zeynep'i çok beğenir ve köyüne döndüğünde kızın babasına hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp aşırı köyüne götürür.

    Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışırmış.

    Oysa kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep'i yataklara düşürür.

    Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep'in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hala türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır.

    Zeynep hasretini giderir, giderir ama artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur.

    Türkünün sözleri



    Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar

    Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler

    Annesinin bir tanesini hor görmesinler



    Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim

    Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim



    Babamın bir atı olsa binse de gelse

    Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse

    Kardeşlerim yolları bilse de gelse



    Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim

    Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim



    Kaynak: Türk Halk Müziği ve Oyunları Sayfa 164 Cilt1 Sayı4 Yıl1 - 1982

  3. #3
    XARIBüLBüL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    14.10.2009
    Mesajlar
    69
    Konular
    6
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    530
    @XARIBüLBüL

    Standart Hey Onbeşli Onbeşli :)

    Hey Onbeşli Onbeşli
    Tokat yöresi
    Taş döşeli yollardan şakırtılı at arabalarının gelip geçtiği demlerde Tokat bir dağ içindeyken, gülü bardağı içindeyken, yüzü kaleye bakan ahşap evlerden birinin şenliğiydi Hediye, üç eteği sırma işleme, başı Tokat işi yazmalı, yazmasının ucu pembe oyalı. Endamı fidandan narince, boyu gül ağacı misali küçücük, alımlı, edalı bir kızcağız.

    Kınalı Kazova üzümlerinin toplanıp pekmez yapıldığı aylarda Tahtaoba Köyü'nün saygın ailelerinden birinin oğlu Hüseyin görüverdi onu. Tenhada buluştular, iki gencin yüreği birbirine ısındı.

    Çok geçmedi aradan, Tahtaoba'dan dünürcüler geldi Hediye kızın evine. Köy ağası babanın biricik oğlu Hüseyine'e istediler onu. ''Yaşı küçücük ''dedi anası ''Baba ekmeği yemedi doyuncaya dek''. Ekleyeceklerini söyledi oğlan tarafı. ''Bizim oğlumuzda yeni yetme...Söz edelim, aht verelim, bakleyelim. Gül yanaklı Hediye bu yaz gelinimiz olur.''

    Tez büyür kuzu misali, kız kısmının da yuvadan kuş misali kanatlanıp tez uçanı makbuldür. Hele talibi Tahtaoba'nın efendilerindense, bol haneye geln gidecekse, anasının babasının adını saydıracaksa fırsat kaçırılmaz. ''oldu'' dedi büyükleri. Hediyenin ak ellerini bu bahar kınalayacaklardı. Madem insan evladıydı isteyen, hayır işte acele etmek en güzeliydi. Verdiler Hediye'yi bıyıkları yeni terlemiş Hüseyin'e. Şerbetini içtiler, sözünü kestiler. Tahtaoba'nın ağası koçlar kurban etti. Hüseyin, endazesi on yedi kuruşa mor kadifeden fistanlık kumaş aldı Hediye'ye. İpek bürüğe bürüdüler genç kızı, boynuna gümüş hamaylılar, alnına Hamidiye paralar taktılar. Bakır tepsilerin arkasını tıkırdatarak oynadı kadınlar.

    Kış geçmeden yaprak küpleri basıldı. Erik ezmeleri, tarhanalar, sebze kuruları, bulgurlar, setikler, yarmalar hazırlandı. Bahar başında toplanıp yazıda kurutulmuş madımaklar çıkınlandı. Kasım yağmurları Yeşilırmak'ı coşturmadan tahtaları kararmış ahşap evlerin dış kapıları kapatıldı. Baba evinde artık misafir muamelesi gören Hediye çeyiz teleşına düştü. Kafesli pencerenin önündeki sedirde oturup yoldan geçen herkesi ''Belki Hüseyin'dir'' ümidiyle süzerek küçücük ellerinin ak parmaklarındaki iğne ile al yazmaları, kara yazmaları renk renk, çiçek çiçek oya ile çevirdi. Ayvalar toplanırken ayıldı haber. Ateş düşmedik ocak bırakmayan seferberlik memleketin her köşesinden yine delikanlıları istiyordu. Bu kez yaşı on sekize değmiş delikanlılarda... Şehirden şehire, köyden köye haber uçuruldu. Sırtını kayalara dayamış Tokat'da titredi bu havadisle. Bin üç yüz on beş doğumlular kışlada toplanacaklar. Karayağız Türkmen delikanlıları kalktı geldi, zıpkalı Karadeniz uşakları beşer onar gruplar halinde akın etti çevre köylerden, kimini Çanakkele'ye yazdılar,kimini Filistin'e, kimini Yemen'e. Gözü yaşlı duacı analarla sabırlı yavuklular kaldı geride. Ardından bir maşrapa şu döktükleri delikanlıları için yanaklarından süzülen yaşlarını yazmalarının ucundaki gül oyalarına sildiler. Geride kalan kalbi kırık yavuklular içlerindeki yangını türkü yaptı. On sekizlik yiğitlerin ardından ağlayarak söylediler.



    Hey onbeşli onbeşli

    Tokat yolları taşlı

    Onbeşliler gidiyor

    Kızların gözü yaşlı.

    Tahtaoba Köyü'nden bölüğe çağırılan gençlerin arasında Bey Hüseyin'de vardı. Al atını topuklayıp ayrıldı köyünden yaşıtlarıyla birlikte. Tokat'ta Örtmeliönü'ndeki kararmış tahtalarla kaplı evciğinin kapısını çaldı önce. Sözlüsünün ana babsının elini öptü. Göz ucuyla baktı utançtan yüzü kızaran Hediye'ye. ''Vatan borcu ödeme zamanı, sağlıcakla kalın. Dua edin çocuklarınız için. Döner gelirsem ahtımdayım. Çift davullar çaldırıp toy yaparım.'' dedi onalra. Sonra helallik dileyip ayrıldı Hediye'nin evinden. Başını çevirip tekrar tekrar ardına bakarak sürdü atını.

    Gidiyom gidemiyom

    Seni terk edemiyom

    Sevdiğim pek küçücük

    Koyupta gidemiyom.

    Boynunu büküp asker yolu bekleyen bir sürü genç kızdan biriydi artık Hediye. Her gece dua ederek baş koyduğu yastığını sabaha kadar gözyaşlarıyla ıslattı. Günleri saya saya, aylar sonra yerine varabilen sarı zarfların içinden bir hayır haber alma ümidiyle bekleyerek geçirdi mevsimleri. Hasretini nakış nakış döktü iğne oyalarına, dantel perdelere, kilim tezgahlarında dokunan cecimlere.

    Tokat'ın çıplak dağlarını bembeyaz karlar örttü önce, sonra karlar çağıl çağıl eridi, kuru ağaçlar canlandı, tomurcuklandı, yapraklandı. Asmalar gözyaşı gibi salkım üzümlendi. Kah Batmantaş Köyü'ne bir ateş koru gibi kara haber düştü, kah Yatmış'a, kah Hampınar'a Salavatlarla uğurladıkları delikanlılarının toprağa düştüğü haberini alan kara bahtlı analar, kara çatkılı yavuklular, dul kalan tazeler maşrapalarla su döküp ıslattıkları kapı önlerini gözyaşlarıyla suladılar.

    Memlekette yangın düşmedik ocak kalmadı. Eli yüreğinde uyandı her sabah Hediye. Komşu kadınlara rüyalarını tabir ettirdi. Mahsun mahsun yollara bakıp bir haber bekledi karayağız Hüseyin'inden, uçup giden turnalardan haber umdu. Sabah esen serin rüzgara selam asıp yolladı. Çok mu uzktı Yemen dedikleri yer, şu çıplak dağların ardına gitse bulurmuydu yarini? Buluverse al kanlı yarelerini sarar mıydı pembe çevirmeli ipek mendiliyle? Bekleyiş derde dönüştü. Gelen her şehadet haberiyle kavuşma ümidi biraz daha kırıldı.

    Analar, askere gitmiş babalarını soran bebelere ''Az kaldı, dönecek.'' derken ciğerleri sızım sızım sızlar oldu. Seneler geçiverdi yüzlerde çizgi bırakarak. Yiğitsiz kalmış evleri bekleyen köpekler yabancıya ürkmez olmuştu artık. Dağlarda eşkıyalar peydahlandı. Asker kaçakları, arsızlar, hırsızlar kol gezmeye başladı ortalıkta. Bir gün falanca köyden baskın haberi geldi, bir gün filancı köyden. Para eder herşeyi toplamışlar, yiğidinin yasını tutan taze gelinleri dağa kaldırmışlar, ıssıza çökertmişler.

    Hükümet başedemiyormuş artık onlarla. Şehirlerde, kasabalarda kimse kimsenin selamını almaz olmuş. Güven diye birşey kalmamış. Hediye'nin anasıyla babası yanlarına çağırdı. Utana sıkıla açtılar endişelerini ona. ''Kara yazgılı kızım, dört yaz bitti bir haber yok Tahtaobalı'lı Hüseyin'den. Böyle susup beklemekle olmaz. Haberini alıyoruz nice yiğitlerde şehit olduğu halde evine haber uçurulmazmış. Kim gitti de geri geldi ki bu Yemen denen ilden? Devletimiz her gün il il geri çekilirmiş. Biz artık kocadık. Namusundan endişeliyiz. Yama ustası Emin sana talip oluyor. Erkeğin yaşlısı olmaz, Emin Efendi zengin bir tüccardır. Oğlu uşağı yok, koca evde bir fidai başın olacak. Biz gitmenden yanayız. Git evini ocağını kur. Yuvanı bil sende. Dönüp dönmeyeceği bilinmeyen bir sözlüyü beklemekle olmaz.''

    Bahtsız Hediye yaşın yaşın ağlayarak çıkardı parmağındaki söz yüzüğünü. Ana babasının isteğine olmaz diyebilecek bir kız yok o zamanlar, kötü yazgısını kabullenip oturdu. Birkaç hafta sonra sessiz bir törenle Dimorta hanı'nda yazmacılık yapan altmışına gelmiş Emin Efendi'ye nikahladılar onu. Son güne kadar Hüseyin'in döndü, haberini alma ümidiyle bekledi kızcağız, türküler mırıldanıp pencere kafeslerinin önünde ağladı, ağladı.

    Gidiyom işte bende

    Bir arzum kaldı sende

    Ayva olup sarardım

    Din iman yok mu sende

    Çifte davullu hayallerine yandı Hediye. Gelin kınası görmemiş küçücük elleriyle sildi göz yaşlarını. Bir kaç kez görüp yüreğine nakşettiği Hüseyin'in yasını tutmasına fırsat olmadan, kızıl işlemeli bindallı giymeden gelin olup Emin Efendi'nin evine girdi.

    Tokat bezlerine tahta kapılarla desen vuran yazma ustalarındandı Emin Efendi. Uzun beyaz sakallı, yün papaklı, vaktinden önce çökmüş bir koca esnaftı. Yamru yumru elleriyle yazma desenledikten sonra Meydan Cami'sinde namazını eda etmeden evine gelmeyen bir yalnız adam... Önceki evliliğinden olan çocuklarının her birinin şehitlik haberi gelmişti çeşitli cephelerden. Değil Hediye kızın tazeliğini, dünyayı hediye verseler içinde ölen yaşama sevinci dirilesi değildi. Hediye kız bu kocamış erin vakitsiz ayazlarla çiçekleri dökülmüş bir kiraz ağacı gibi mahsun kederli Hediye kadın olup çıkıverdi.

    ''Hayalde gör düşte gör, hele bir de düş de gör'' demiş ya eskiler, insanın işi bir kez ters gitmeye görsün nasıl da yağar başına belalar yağmur misali. Yüzünü güzel yaratmıştı Mevla ama talihi kötüydü Hediye kızın. Yaşlı olsada kadrini kıymetini bilen, başına kapak olan, namusuna sahip çıkan erini Azrail alıp götürdü çok geçmeden. Daha evleneli bir yıl olmadan dul kaldı Hediyecik.

    Aniden uçuverdi Emin Efendi.Bir öğle üzeri kapıyı çalan çırağı ''Yenge, Emin emmi öldü'' diye haber getirdiği zaman felaketi ir çığlıkla karşıladı. Tokat'ın örfüydü ya cenazeyi hemen hazırlayıp bekletmeden defnettiler. Vakitsiz açılan güllere döndü Hediye. Tazecik yüzünü zamansız soldurdu kötü kaderi. Şad olup gülmeden yas bağladı, gelinlik giymeden dul kaldı, çiçek açmadan hazan olmuş dallar misali yeşillerden allardan soyunup karalara büründü. Tokat'ın orta yerinde Yeşilırmak çağıl çağıl akarken, Hediye kadın akıtıp oturdu köşesinde.

    Ölüm acısı geçip yasını unutmadan yalnızlıkla baş başa kaldı bahtsız kız. Emin Efendi'nin malının mülkünün idare edilmesi gerekliydi. Yaşlı adamın bıraktığı çarkı tek başına çevirmeliydi. Yuvasını bırakıp baba evine dönse evini ocağını ne yapacak? İyi kötü benimsemişti yeni hayatını, hem baba evine sığamadığı için evlendirmemişler miydi onu. Kocasından kalan malın mülkün icarıyla geçinip giderdi. İbadet edip ölümü beklemekti bundan sonra ona düşen.

    Ne Hak'tan, ne hükümetten korkusu kalmamıştı azgın çeteler komadı Hediye'yi yasıyla başbaşa. Şehrin kıyısında koskoca konakta tek başına yaşayan bu taze dulda çokça para olmalıydı. Hem kimi kimsesi yok. Koruyanı sahip çıkanı bulunmayan bu kadıncağızın malına mülküne el koymak kolaydı.

    Ay karanlık bir gecede koca evin çift kanatlı kapısının önüne vardılar. Bakır tokmağını tıklattılar yavaşça. Masum kadın kapıyı açmaya korkunca omuzladılar hep beraber. İçeri daldılar azgın kurt sürüsü misali, sepet sandık dağıttılar, feryadına çığlığına kulak vermeyip sırladılar Hediye'yi. Hoyrat eller dağdan dağa dolaştırdılar onu. Zorla sahip oldular, kirli elleriyle birbirine sundular, kalaylı siniler üzerine çıkartıp el çırparak oynattılar.

    Nice zaman sonra gönülleri geçti kızdan, bastıkları başka köylerden başka talihsiz tazeleri görünce bir sabah atın arkasına atıp Tokat'a getirdiler onu. Tan yeri kırmızı bir utanç içindeyken sabah namazında dönen yaşlılar kaldırıma düşmüş bir kız buldular. Üstü başı yırtılmış ağlayan biçarenin başına toplanıp konuştular da bir el uzatıp ''Kalk'' demediler.

    Tokat yolu kaldırım

    Düştüm beni kaldırın

    Sevdiğimin uğruna

    Vurun beni öldürün

    Hediye'nin adı kötü kadına çıktı gayri. Yemen'den Çanakkale'ye nice kez ciğer delici kurşunlara uğrayıp, ihaneti, zulumeti, açlığı, hastalığı yaşayıp da geri dönen olur mu?...

    Hak Teala kulun alnına ölümü yazmayınca olur işte. Gözü yaşlı Anadolu'nun ''Giden gelmiyor'' diye türküler yaktığı cephelerde kah vuruşarak, kah esir düşerek seneler geçiren Hüseyin dağın, taşın çiçeğe büründüğü bir bahar başında çıkıp geliverdi memleketine.

    Tahtaoba'dan savaşa yollanmış bin üç yüz on beş doğumlu yirmi delikanlıdan bir o sağ kalmıştı. Yüzü yaylaya bakan, içinden boz bulanık seller akan köyün girişinde madımak toplamaya koyulmuş tazaler tanıyamadı bu hırpani kılıklı adamı, köpekler seğirtti üzerine. ''Benim ben! Memleket aşırı diyarlara gönderdiğiniz Hüseyin'im ben. Hak alnıma yaşa yazmış, kaderde size kavuşmak varmış, döndüm...

    Emmi, dayı kızları, yad el değil bu gelen. Bey oğlu Hüseyin'im ben.'' Köyün genci yaşlısı kuşattı çevresini, boynuna boğazına sarıldılar. Ardına düşüp evine götürdüler onu. Yolun otu çiçeği sarıldı yorgun ayaklarına. Ağsıvayla sıvanmış bahçe duvarının önünde yabancı bir erkeği görünce yaşmaklanacak oldu... Hüseyin'in anası. Sonra sekiz yıldır ağlaya ağlaya ferifi tükettiği gözlerinden çok yüreğiyle tanıdı oğlunu. Kollarını açıp ''Oğlum'' diye inledi. Tahtaoba Köyü şenliği durdu o gün. Savaşa yolladıkları yirmi civanın yerine geriye dönen bu bitkin genç için toy vuruldu, düğün kuruldu, kurbanlar kesildi. Anası başındaki kahır kasnağını çıkardı. Seferberliğe giden de geri gelirmiş demek...

    Bekledi Hüseyin. Susup bekledi birilerinin Hediye'den bahsetmesini. Ne anası, ne bacısı adını anmadı gelinlerinin. ''Yoksa ahtını bozup kocaya mı verdiler sözlümü ? diye bir kuruntu zihnini yakıp geçti. Olamazdı ama aht vardı ortada. Hem ailesi verecek olsa da yavuklusu çiğnemezdi yar hatırını. Dayanamadı, töreyi bozup sordu sonunda.

    -Ana Hediye'm nasıl?

    Gözlerini oğlundan kaçırıp başını iki yana salladı anası. Birilerine ilenerek döğündü.

    -Hediye'yi sorma oğul, kız kısmı bunca sene duru mu? Uçurdular yuvadan, alıcı kuşlar kaptı onu.

    Anlayamadı Hüseyin. Söz vermişti ana babası, nasıl uçururlardı yuvadan. Anasının ağzından daha fazlaca gidemedi ama bin bir türlü kuruntuyla geçirdi geceyi.

    Sabah Tokat'a giden at arabasına binip Örtmeliönü'ndeki ahşap evin önüne geldi. Kalbi pıtır pıtır atarak sekiz yıldır kavuşmayı düşlediği yavuklusunun evini seğirtti uzaktan. İşte çoğu şey bıraktığı gibi duruyor. Gözeler şırıldıyor yol ortasındaki arktan.

    Hediye'nin bahçesinde kirazlarda çiçek açmış. Evin kafesli penceresinden yavuklusu onu seğrediyor belkide. Siyah perçemleri lal yanağını gölgeliyordur. Öyleyse ne demek istemişti anası. Bakır kapı halkasını vurdu elleri titreyerek. İçeride ses soluk yok, bir daha denedi, yine cevap veren olmadı. Geri çekilip pencerelere baktı, kimsecikler görünmüyordu. Karşı evin önünde kendisini seğreden bir adama sordu,

    - Evdekiler nerede?

    - O evdekiler buradan ayrılalı çok oluyor.

    - Nereye gittiler ki?

    - Geyras'ta bir çiftliğe.

    - Ya Hediye

    - Hediye'ye ne olduğunu bilmeyen mi var Tokat'ta. Kötü yola düştüydü yosma. El elinde eğlence olduydu. Laf söz ettiler çevreden. Gözümle görmedim ama birileri alıp, götürüyormuş bazan. Ana babası utancından terk etti buraları

    zaten. Hediye'de alıp başını gitti. Dedikoduya dayanamadı dediler. Hatta giderken söylediği mani kızların dilinde.

    Gidiyom elinizden

    Kurtulam dilinizden

    Yeşil baş ördek olsam

    Su içmem gölünüzden

    Can alıcı kurşunlara uğradığında bu kadar yıkılmamıştı Hüseyin. Er başına iş gelir demiş ya atalar, böylesi işte gelirmiş demek. Eli ayağı kesiliverirmiş insanın, yıldırım çarpmışçasına yanarmış demek. Karşısındaki adamın anlattıklarını duymuyordu artık. Sekiz yıldır yüreğinde muhabbetini sakladığı, uğrun uğrun hasret çektiği yavuklusunun sesi kulaklarında çınlıyordu. Vedalaşmaya geldiğinde pencerede beliren gölgeyle hatırlıyordu onu. Cephede üzerine top mermisi düşüp parçalanan dostları geldi gözlerinin önüne. O mahşerin içindeyken bile ölümü istemeyen delikanlı bir haberle ölüden beter hale gelirmiş demek.

    Ah dönmez olaydım sılaya. Başımın üzerinde vızıldayan kurşunlardan biri yüreğimi parçalasaydı keşke. Canlı canlı kumlara gömülen dostlarımın içinde bende olsaydım. Geri dönmeye sevinmek ne gafletmiş meğer, diye inledi. Ardını döndü konuştuğu adama. Yedi düvel düşmanın yıkamadığı yiğit, omuzları düşmüş bir şekilde döndü köyüne.

    Aslan yarim kız senin adın Hediye

    Ben dolandım sende dolan gel beriye

    Fistan aldım endazesi on yediye

    Az mı geldi gönderdiğim hediye

    Bundan böyle Hüseyin'e bahtsız yiğit dediler.''Sevdiceği hoyrat ellerde dolaşırmış, yarine haram olmuş.'' dediler. Örtmeliönü'nün nazlı güzeli, yüzü hiç gülmeyen bir kadın olmuş. Sekiz yıldır hasretini çeken yavuklusu kan kusar olmuş da yabanın destursuzu safasını sürermiş. Aldı başını gitti Hüseyin. Hediye gibi onun nereye gittiğini bilen çıkmadı.

    Bereketli elleriyle kızgın sac üzerinde çökelekli gözleme yapan reyhan kokulu Türkmen kadınları bir türkü mırıldanır ki nağmesini duyan, mutlu kızın türküsü sanır onu. Bilinmez ki dünyanın yedi köşesinde gök esin misali tutam tutam biçilen Anadolu evlatlarının yasıdır anlatılan. Çok değil, iki nesil önce al fistanlı bir yosma , çakır gözlerinden akan yaşı kına görmemiş elinin tersiyle silip söylerdi bu türküyü. Irmaklar gibi çağıl çağıl ağlardı söylerken. O da kayıplara karıştı Tokat'ın yitirdiği yağız yiğitlerle beraber. Hac Dağı'nda yatan kırk kızlar kadar meçhul artık.

    Üfleme ateşi sönmüş külleri oğul. Kabuk bağlamış yaraları kakşatma. Sus, bilen olmasın Hediye'nin hikayesini. İçleri kıpır kıpır olarak ünlesin kızlar. Varsın onu bir cilveli yosmanın türküsü sansınlar. Hangi yarayı sarmadı zaman, hangi gözyaşı kurumadı toprağa düşünce? Yitirdiğimiz hangi canın yası bizle kaldı ki? Kapat bu bahsi balam, ört kimsenin bilmediği ayıbı. Hediye namuslu bir kadındı.

    Cepheden dönen Hüseyin bir daha yavuklusunun yüzünü gördü mü bilmiyoruz. Yahut bildiklerimizi söylememek belki en iyisi. Şuarası kesin ki onların kara bahtını Tokat'ın ipek bürüklere bürünmüş fidanlara benzeyen kızlar türkü yapıp söyledi. Tarihler yazmadı savaşa giden gençlerin geride bıraktığı yüreği yaralı kızların acısını. Onların hatırasını yaşatacak anıtlar dikilmedi hiçbir yere. kara sevdalı gençlerin her biri yaşadı, kocadı, dünyayı terk etti ama halkın hafızası o felaket günlerinde solup gitmiş gülleri canlı tuttu. O gün bu gündür Tokatlı bir güzele vurulana derler ki;

    Tokat bir dağ içinde

    Gülü bardağ içinde

    Tokat'tan yar sevenin

    Yüreği yağ içinde.

    Türkünün sözleri (toplu olarak)



    Hey onbeşli onbeşli

    Tokat yolları taşlı

    Onbeşliler gidiyor

    Kızların gözü yaşlı.



    Gidiyom gidemiyom

    Seni terk edemiyom

    Sevdiğim pek küçücük

    Koyupta gidemiyom.


    Gidiyom işte bende

    Bir arzum kaldı sende

    Ayva olup sarardım

    Din iman yok mu sende


    Tokat yolu kaldırım

    Düştüm beni kaldırın

    Sevdiğimin uğruna

    Vurun beni öldürün


    Gidiyom elinizden

    Kurtulam dilinizden

    Yeşil baş ördek olsam

    Su içmem gölünüzden



    Aslan yarim kız senin adın Hediye

    Ben dolandım sende dolan gel beriye

    Fistan aldım endazesi on yediye

    Az mı geldi gönderdiğim hediye


    Tokat bir dağ içinde

    Gülü bardağ içinde

    Tokat'tan yar sevenin

    Yüreği yağ içinde.

    Editörün Notu: Ne hazindir ki şimdi bu türkü söylenirken insanlar göbek atıp oynuyor ahhhhhh memleketim ahhhhhhhhh

    Kaynak: Hulusi ÜSTÜN Tokat Reşadiyem Dergisi 2002

  4. #4
    XARIBüLBüL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    14.10.2009
    Mesajlar
    69
    Konular
    6
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    530
    @XARIBüLBüL

    Standart Erisinde Dağların Karı Erisin

    Erisin De Dağların Karı Erisin
    Beypazarı yöresi

    Erisin ya! Erisin de sular düz ovayı bürüsün. Cümle alem de baharı geçip yaza ulaşsın... Yaylaya yürüsün. Eee n'olacak cümle alem yaylaya yürürse? Hüseyin de Emine'yi alıp kaçacak. Yani eskilerin deyişiyle, ölme eşeğim yaz gelsin!...

    Emine bir köy kızı... Ama köyün varsıllarından. Hüseyin de aynı köyden... Ama yoksul. Aynı havayı soluyorlar. Aynı pınardan su içiyorlar. Ama biri varsıl. Öteki yoksul. Ne ki Hüseyin'le Emine birbirine vurgun. Emine için ya Hüseyin olur; ya da hiç kimse. Hüseyin için de varsa yoksa Emine. Neden derseniz diyelim!

    Bir gün sığır sürerken köy meydanında göz göze gelmişler. Bakışmış, gülüşmüşler. Sonra da ıpılık bir dostluk başlamış. Arada bir buluşup, kavilleşmişler. Hüseyin yüzünü kızartıp, Emine'yi babasından istetecek. Olursa olur; olmazsa Emine'nin bohçası hazır olacak. Yani ki kaçacaklar. Köyden hatırlı üçbeş emmi dayı. Köyün imamı, öğretmeni, muhtarı...

    Herkes Hüseyin'i seviyor. Emine'yle evliliğine yardımcı olmak istiyor. Ama ne mümkün? Emine'nin babası: "Yahu gerçekten Hüseyin efendi çocuktur, çalışkandır, dürüsttür. Verdim gitti!" der mi ki!. Demez. İlkin hoşgeldiniz, beşgittiniz. Sonra da: "Ey imam efendi, ey öğretmen, ey benim güzel muhtarım, bu işin oluru var mı? Ne zahmet edip geldiniz. Hüseyin kim, ben kim? Sizin bu iş için gelmeniz bile benim kredimi düşürür. Davul dengi dengine vurur... herkes yoluna gitsin" der.

    Emine derseniz telaşlı... Babası yok derse, bohçası hazır. Anasına demiş zaten. "Ölürüm de Hüseyin'den başkasına varmam. Ya Hüseyin; ya hiç kimse!" Gözü kulağı da babasının vereceği yanıtta. Bir yandan kahve cezvesini sürmüş ateşe; öte yandan gözü kulağı içerde konuşulanlarda...

    Kahve tepsisi titriyor elinde. Ya babası yok derse. Vermem derse. Giriyor içeri... Sırayla kahve sunuyor konuklara. Ama durum iyi değil. Babasında surat bir karış. Emine içeri girince, konuşmalar kesiliyor. Bir şey duymuyor. Ama durumun iyi olmadığı da açık.

    Çok geçmeden, konuklar ayaklanmış. El sıkışıp gitmişler. Babası cin atında. Açıyor ağzını yumuyor gözünü. "Köyde örf kalmadı. Düşünce sıfır! Ulan Hüseyin kim oluyor da benim kızımı istiyor. Hüseyin kendi karnını doyursun ilkin. Tövbe tövbe!" deyip dolanıyor evin içinde.

    Hüseyin sonucu duyunca, deli koyunlara dönmüş. N'apsa ki! Emine'yi kaçırsa nereye gider ki! Kışın ortası. Yol-bel kar altında. Hele bir yaz olsun. Karlar erisin. Akan sular düz ovayı bürüsün. Cümle alem yaylasına yürüsün. Koyunlar koça karışsın. Ak kuzular melesin de ondan sonra gidelim. Nedeni de sığınak meselesi... Hiç değilse birkaç ay sığınacak yer gerek. Bu kışın ayazında kime sığınırlar ki... Yaz olsa, bir tarlaya ırgat olurlar. Bir sürüye çoban. Kafalarını sokacak bir yer bulurlar. Sabır gerekli. Şunun şurasında ne kaldı ki kışın bitmesine, karların erimesine.

    İyi, hoş ama, Emine'nin babasının kulağına da kar suyu kaçmış bir kez. "Kızın vakti geldi. Hayırlı bir kısmet çıksa da başını bağlasak... Al duvağıyla gelin etsek" diyor Emine'nin anasına... Ne desin anası... "Aman ha herif... Kızın kanlısı olma. O Hüseyin'den başkasına varmam diyor" diyemez ki. Derse dayak hazır. "Demek öyle hal. Deyip değneği almaz mı eline". Hem de nasıl... Ana suspus! Sanki o kızı o doğurmamış. Hiç söz hakkı yok...

    Onun için bir yabancı sanki. Susup dilini yutuyor. Emine telaşlı. Durmadan haber salıyor Hüseyin'e. "Karı kışı bıraksın, götürsün beni. Yoksa geç kalacak" diyor. Korkusu da gelip gidenlerin çokluğu. Ya bunlardan birisi kendisini istemeye geldiyse. Ya babası "Verdim gitti" derse. Sanki içine doğmuş Emine'nin. Iraklardan bir atlı gelmiş. Atın terkisindeki heybe armağan dolu. Anasına ayrı, babasına, kendisine ayrı armağanlar. Belli ki varsıl. Atı da bakımlı. İlkin atın sırtındaki heybeyi omuzlamış konuk, sonra da atı ahıra çekmişler..

    Selam verip selam almışlar. Bir yorgunluk kahvesi içilmiş. Tabakalar açılıp, tütünler sarılmış. Laf lafı açmış, gelip Emine'ye dayanmış. "Bak değerli ağam... Bunca yolu bu karda kışta tepip neden buralara geldin diyeceksin. Elini öper bir oğlum var bilirsin. Gözümün, nuru tek oğlum.

    İyi çocuktur. Hatırlıdır. Yol yolak bilir. Yakışığı yerinde, gücü kuvveti iyidir. Ehh mal mülk dersen, şükür Allaha, kimseye muhtaçlığımız yok. Tarla takım, koyun sığır... Çok şükür! Ne var ki zamane bozuk... Şöyle temiz süt emmiş biriyle başgöz edelim de, gözümüz arkada kalmasın dedik. Varıp kapına geldik. "Hee" dersen, gerisini düşünme... Başlıkmış, takıymış, düğün dernekmiş... Ne derseniz o olur,"

    Emine'nin babası içten içe seviniyor. Gönlüne göre bir dünür çıktı diye... Hatırlı insan. Mal mülk de yerinde. Ee... üç köy uzaktaymış, ne çıkar. Kız dediğin nasıl olsa yabana gidecek.. Ha bu köy, ha o köy! Bunları geçirmiş içinden. Ama renk vermemiş.. "Ağam sağolasın, var olasın. Bizi belleyip, kapımıza gelmişsin. İyi. Hoş. Ama bi yol düşünelim de, haber salalım sana.." demiş. Yenmiş, içilmiş..

    Baş köşeye serilen yatakta geceyi geçiren konuk, ertesi gün geldiği gibi atına atlayıp, yola düşmüş. Emine'de yürek selanik. Alıyor, veriyor; veriyor alıyor. Varıp anasına: "Ana bak ben sana demiştim. Hüseyin'den başkasına varmam. Sakın ola bu işe he demiyesin" diyor. Diyor da, anasını dinleyen kim. Babadan söz düşer mi. "Tam da bize layık bir aile. Malı mülkü yerinde. Başlığı da, ne istersen veririm dedi. Gerisi can sağlığı.. İşi uzatmaya gerek yok... Haftaya haber salalım.. İstemeye gelsinler."

    Saat o saat! Söz o söz! Emine komada. "Ben mal mıyım, istediğinize satıyorsunuz. Malı da mülkü da başını yesin. Ben varmam o adamın oğluna" diyor. Bir yandan da Hüseyin'e haber salıyor. "Yetti gayri. Al götür beni. Yoksa avcunu yalarsın. İş işten geçer" diyor.

    Hüseyin'dir, doluya koyuyor almıyor; boşa koyuyor dolmuyor. Başını iki elinin arasına alıyor, düşünüyor, düşünüyor. Ne yapsa ki? Alıp karşı köye götürse, kim evine alır. Emine'nin babasının zulmünü kim göze alır. Uzaklara nasıl gitsin. İş yok, güç yok. Bir yaz gelseydi. Karlar eriseydi. Ak kuzular meleseydi... Olsaydı. Kalsaydı. Yatakta döne döne sabahı ediyor. Derken, alacakaranlık ağarırken çat kapı! Emine...

    Elinde bohçası "Geldim Hüseyin" diyor. "Fırsat eldeyken, ne yapacaksan yap! Durma köyden çıkalım. Yoksa babam bizi bize komaz." Hüseyin şaşkın. Çaresiz. Ama, "geldiğin yere geri git" diyemez. Sonra ne der köylü. "Kapısına gelen kızı koruyamadı. Bu ne biçim erkeklik," demezler mi? Derler. Alıyor Emine'yi terkisine, atlıyor ata... Ama nereye? Dağların karı erimemiş ki. Akan sular düz ovayı bürümemiş ki...

    Ak kuzular melemiyor ki... Öyle olsa, vur yolun uzağına; kısmette ne varsa.. Ama şimdi? Ağa uyanıp da duyarsa... Adamlarını bindirip salarsa... Candarmalar yola düşerse... Akacak kan damarda durmaz...

    Dediği gibi de olmuş. Çok geçmeden, bir yandan Emine'nin babasının adamları; öte yandan "Kızımı zorla kaçırdı" şikayeti üstüne candarmalar! Çok uzaklaşmadan yakalanmışlar. Hüseyin nezarete; Emine babasına teslim. "Ben ayrılmam. Ölsem de ayrılmam Hüseyin'den" diye yakarmış Emine. Ama boş! Hüseyin kodese; Emine baba evine! Gel zaman, git zaman duruşma günü yaklaşmış. Emine'den koparılan Hüseyin, öte yandan da yıllarca hapis yatacak. Tek umudu Emine. Eğer doğruyu söylerse ben kendi ayağımla gittim. O beni kaçırmadı. Eğer suç varsa benimdir" derse, Hüseyin kurtulur. Yoksa işi zor. Ya babası?

    Babası bırakır mı Emine doğruyu söylesin. Karakolda bu böyle! Ya mahkemede? "Mahkemede bildiğimi söylerim" diyor Emine. Hüseyin derseniz telaşlı. Ya babasına uyarsa. Ya beni zorla kaçırdı derse. Umudu Emine'nin ifadesinde. Yoksa yıllarca çürüyecek hapiste. Alıyor veriyor... Derken mırıltı halinde dile getiriyor duygularını. Bir dilek bir istek oluyor düşünceleri, dilinden dökülüyor bu türkü.

    Emine karakolda babasının dediği gibi ifade veriyor. Ama mahkemede iş değişiyor. Doğruyu olduğu gibi söylüyor. "Ben kendim gittim. O beni kaçırmadı" diyor. Hüseyin hapis yatmaktan kurtuluyor. Ama Emine'yi alıyorlar elinden. Olay bir türkü olup, yılların ötesinden, günümüze taşınıyor.

    Türkünün sözleri

    Erisin de dağların karı erisin,
    Akan sular düz ovayı bürüsün,
    Cümle alem yaylasına yürüsün,
    Ak kuzular melesin de gidelim.

    Aman da Eminem nasıl ettin bu işi,
    Bitmedi ki dağ yolların kışı.

    Pazarcılar gelir pazardan düzden,
    Sırtındaki gömlek,ketenden bezden,
    Nasıl ayrılırım sen gibi kızdan,

    Aman da Eminem nasıl ettin bu işi,
    Bitmedi ki dağ yolların kışı.

    Yazı yazdım ottan pınar başına,
    Neler geldi şu gençlikte başıma
    Felek zehir kattı tatlı aşıma

    İfaden de doğru söyle Emine
    Mahkemede kurtar beni Emine.

  5. #5
    XARIBüLBüL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    14.10.2009
    Mesajlar
    69
    Konular
    6
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    530
    @XARIBüLBüL

    Standart ALİM (Uyan Alim Sabah Oldu)

    Alim ( Uyan Alim Sabah Oldu)
    Sandıklı yöresi

    Sandıklı ilçesinin güneydoğusunda bir dağ vardır. Bu dağın doruklarında kar, yaz kış eksik olmaz; onun için midir bilinmez adına "Akdağ" demişler. Çünkü başı daima uzaktan bakıldığında ağarır durur. Karlarla kaplı, göğsü çimenlerle dolu bu dağa sırtını yaslamış ağaçların arasında şirin bir köy vardır. İşte hikayemizde bu köyde 1970' li yılların başında yaşanmıştır.

    Bu köyde Ali adında bir delikanlı vardır. Kendi halinde işinde gücünde bir yiğittir Ali. Ali'nin gönlü birgün yakın köylerde yaşayan güzel mi güzel bir kıza düşer. Ali'nin annesi ve akrabaları kızı birkaç sefer istemeye giderler. Her seferinde de yanıt hayırdır. Bizim yabana verilecek kızımız yoktur. En son gidişlerinde cevapları yine hayırdır. İşte o zaman dünürcü kadınlardan bir tanesi "Verecekseniz verin artık yoksa biz yapacağımızı biliriz" der. Yani kızı kaçıracaklarını ima eder. O zamana kadar kızın babası böyle bir olasalığa ihtimal vermez, "Benim kızıma güvenim tamdır, eğer böyle birşey olursa düğünlerini kendi elimle yaparım" der.

    Velhasıl, Ali bir geceyarısı köpek havlamaları ve silah sesleri arasında kızı kaçırır ve köyüne getirir. İşte kızın ailesi o zaman yumuşar ve barışırlar. Üç gün üç gece düğün dernek kurulur, Ali dünya evine girer ve muradını alır. İki ay sonra da askere gider, lakin amansız bir hastalık Ali'nin yakasına yapışır ve bırakmaz; düğününden altı ay sonra bu dünyadan göçer gider, geriye bu yanık ağıdı kalır.

    Türkünün iki ayrı türüne rastlanır. bunlardan birincisi

    Türkünün Sözleri (1)

    Evimizin önü kavak
    Kavaktan dökülür yaprak
    Elim kına yüzüm duvak
    Uyan Alim sabah oldu
    Uyanmazsan güller soldu

    Evimizin önü ceviz
    Cevizin içini yeriz
    Sanki bizde gelin miyiz
    Uyan Alim sabah oldu
    Uyanmazsan güller soldu

    Evimizin önü iğde
    İğdenin dalları yerde
    Altın kemer ince belde
    Uyan Alim sabah oldu
    Uyanmazsan güller soldu

    Evimizin önü fındık
    Fındığın dalını kırdık
    Sanki bizde gelin olduk
    Uyan Alim sabah oldu
    Uyanmazsan güller soldu

    Evimizin önü meşe
    Sana vardım koşa koşa
    Ümitlerim çıktı boşa
    Uyan Alim sabah oldu
    Uyanmazsan güller soldu

    Gökte yıldız beşyüzelli
    Elim kına saçım telli
    Gelin oldum nerden belli
    Uyan Alim sabah oldu
    Gün doğmadan neler oldu

    Evimizin önü kamış
    Uzar gider vermez yemiş
    Allah seni bana vermiş
    Uyan Alim sabahlar oldu
    Gün doğmadan neler oldu

    Alimin bindiği atlar
    Gül menekşe kokan atlar
    Koynuna girmesin yatlar
    Uyan Alim sabah oldu
    Gün doğmadan neler oldu

    Evimizin önü yazı
    Yazıdan gelir kuzu
    Seccadeden kaldır yüzü
    Uyan alim sabah oldu
    Gün doğmadan neler oldu


    Türkünün ikinci türü (2)


    Evimizin önü yazı
    Gelir geçer koyun kuzu
    Secdeden kalkmaz yüzü

    Uyan Ali'm tan yüzüne
    Sıralanmış ben yüzüne

    Evimizin önü iğde
    İğdenin dalları yerde
    Altı tavan yüksek evde

    Uyan Ali'm tan yüzüne
    Sıralanmış ben yüzüne

    Evimizin önü mezar
    Mezarda kumrular gezer
    Kınalı eller uçkur çözer

    Uyan Ali'm tan yüzüne
    Sıralanmış ben yüzüne

    Evimizin önü taşlık
    Taşlığa düşürdüm beşlik
    Boşa gitti kahpe keşlik

    Uyan Ali'm tan yüzüne
    Sıralanmış ben yüzüne

    Evimizin önü nane
    Ben kül oldum yana yana
    Yarim isen gel imana

    Uyan Ali'm tan yüzüne
    Sıralanmış ben yüzüne

    Evimizin önü kavak
    Kavaktan dökülür uvak
    Elim kına başım duvak

    Uyan Ali'm tan yüzüne
    Sıralanmış ben yüzüne

    Evimizin önü çardak
    Çardakta asılı bardak
    Burnumuzdan geldi gerdek

    Uyan Ali'm tan yüzüne
    Sıralanmış ben yüzüne

    Evimizin önü susam
    Su bulsam mendilim yusam
    Soyunsan koynuna girsem

    Uyan Ali'm tan yüzüne
    Sıralanmış ben yüzüne

    Annem ineği sağmadan
    Babam camiden gelmeden
    Eller evimize dolmadan

    Uyan Ali'm tan yüzüne
    Sıralanmış ben yüzüne

    Ali'min bindiği atlar
    Atlayıp geçtiği çağlar
    Ali'm ölmüş kimler ağlar

    Uyan Ali'm gül yüzüne
    Güneş doğdu yeryüzüne

    Ali'min evinin önü yazı
    Yazıda yayılan kuzu
    Seccadeden kalkmaz yüzü

    Uyan Ali'm gül yüzüne
    Güneş doğdu yeryüzüne


    kaynak:
    Ahmet Şükrü Esen "Anadolu Türküleri", Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Emel Matbaacılık, 1986 - Ankara, s.259

  6. #6
    XARIBüLBüL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    14.10.2009
    Mesajlar
    69
    Konular
    6
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    530
    @XARIBüLBüL

    Standart Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını

    Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını
    Divriği yöresi

    Her biri bilinmez bir mezar şimdi.Mezar taşları ürpertir, ürkütür insanı. Ama beni, o hassas melteme bile dayanamayacak kadar hafif vücutları, yüreklerinin çektikleri,katlandıkları ve yaşadıkları dillere destan, ateş dolu, acı dolu hayatları daha çok ürpertmiştir hep. Mezar taşlarından daha fazla.“Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu” demiş ozan.Demiş ya! Ne yürekten demiş, ne Doğru demiş. Anadolum benim. Günde bin güzellik görüp, birine vurulduğumuz.Gam ile dert ile yoğrulduğumuz. Gök gözlü,güneş yüzlü,derin sözlü,yarım özlü. Ekmek’ini el ile paylaşan, çarşambasını sel alan, sevdiklerini el alan. Kor yürekli, demir bilekli, başı bulutlarda yiğitlerin, vefalı, sadık, vefakar, örük saçlı, uzun boylu yapalakların, tuğ sunaların, toraşamların, gül yüzlü güzellerin, ceylanların, efsanelerin, lav gibi fişkıran yüreklerin, düğünlerin, halayların, türkülerin, ağaların, beylerin, ozanların, ve dillere destan aşıkların diyarı Anadolum. Anadolum benim. Kerem ile Aslı’sı var, Ferhat ile şirin’i var, Leyla ile Mecnun’u var, Elif ile Mahmut’u, Sürmeli bey’i, Şah İsmail’i, Sümmani’si var. Dil hangi birine döner,yürek hangi birine katlanır.Ve kalem hangi birini yazabilir. Yazıpta başedebilir ki.
    İşte Senem ile Yazıcıoğlu da bu yürek yangınlarını çekmiş binlerce kor yığınından sadece ikisi.

    Tülü mayalar, kırk atlar koçlar, taylar kuzular, gökçe gelinler ve koç yiğitlerden kurulu yörük kervanı Binboğa dağlarının üstünden aşıp, güneş’in kızıla boyanıp battığı Tanır yaylasına doğru ince bir çizgi gibi, bir uçtan bir uca süzülüp geçti. Günlerdir at üstündeki aşiret mensupları yorulmuşlar, bunalmışlardı. Ama yol bitmiş sınırın hemen yanıbaşındaki konak yeri Yapalak görünmüştür. Akşamüstü yaylaya ulaşınca kervanın en önünde giden tülü mayadan yaşlı bir yörük beyi sıçrayıp indi.Arkasında uzanan kervana dur etti ve bağırdı. “Konak yerimiz buradır.Atlar bağlana, denkler çözüle tez elden çadırlar kurula Allah hayıra getire dedi”. Yiğitler atlarından, gelinler tülü mayalarından indiler.Birkaç genç kadın, yörük beyinin indiği devenin yedeğindeki al bir at’tan, genç bir kızı incitmekten korkar gibi tutup indirdiler yere. Altına kilim serildi.Üstüne gölgelik çekildi hemen. Bağdaş kurup oturdu genç yörük kızı yere.Omzunun bir ucundan bir ucuna fişeklik çevriliydi.Belinde gümüş saplı bir hançer takılıydı.İran ipeğindendi tüm giysileri. Samur saçları başındaki yeşil berenin içinde toplanmış, kenarlarından taşmıştı.Uzun boylu, beyaz tenli, simsiyah gözlü, ceylan bakışlı, bakanın bir daha baktığı, görenlerin yüreklerini yaktığı bir ahuydu bu. Ne Tanır, ne Binboğalar nede bu küçük Yapalak, böyle bir güzele çadır açmamış, böyle bir ceylana rastlamamışlardı.Yayla böyle bir güzel görmemişti.

    Tez elden çadırlar kuruldu.Atlar kuzular koyunlar çayır’a salındı.Beyin siyah çadırından geniş obası kuruldu.Tüfekler, sazlar asıldı çadır direklerine.Ay orta yere gelip dolandı.Mehtap bir uçtan bir uca ışığıyla doldu yapalak’a.Yörükler meydan yerinde yaktıkları, gökyüzüne uzanan bir ateş yığınının başında, geceye teslim ettiler ilk günlerini.

    Ertesi sabah hemen duyuldu Tanır’a yörüklerin gelip yerleştikleri.Adettendi, yerli halk gelip hoşgeldiniz derdi.Birkaç ay kalıp sonra gidecek olan bu göçebe yörükleriyle kardeş gibi geçinirlerdi.Hoşgeldine gitmek bölgenin ağasına düşerdi.Ağa yanına bölge büyüklerini toplar,kadın’ını yanına alır, gider yeni misafirleriyle tanış olurdu. Yine öyle oldu. Tanır’ın şanlı Bey’i Yazıcı oğlu köyünün büyüklerini çağırıp, başlarına da oğlu Osman’ı katıp hoşgeldine gönderdi yörük içine. Atlayıp atlarına, vardılar yörük yaylasına yerliler. Yörükler hürmetle yürekten karşıladılar gelenleri. Koşup ağaya haber verdiler. Kara çadırından önce ak saçlı yörük beyi,ardında o ahu gözlü, fidan boylu ceren çıktı. Bir hançer gibi dikildi karşılarına. Başı yularda iki eli böğründe Daha buyrun diyemeden, ziyaretçilerin başında atın üstünde bir kartal gibi duran yemyeşil gözlü, kartal bakışlı çınar gibi heybetli Osman'a takıldı gözleri. Bir yıl gibi sürdü ikisi içinde bu bakışlar. Bakıştılar.

    Buyrun dedi yörük bey’i.Yanında hala,yere saplı bir hançer gibi duran kıza döndü.Senem dedi: Atı tut kızım.Koştu Senem adetleri gereğince, gelen kafilenin bey’i ile hanım ağasının atının yularına sarıldı.Kadın da Osman da indiler atlarından. Tam kafile yörük illeri gelenekleri gibi halka tutup oturdular.Hoş geldiniz edildi.Kahveler, katıklar içildi, konuşulup tanışıldı. Ama iki gencin aklı ve gözleri bir an bile ayrılmadı birbirlerinden. İşte diyordu Senem! Kendimi kollarına teslim edebileceğim, erim, erkeğim diyebileceğim çınar gibi bir yiğit. İşte diyordu Yazıcı oğlu Osman’a.Yazıcı oğlu Osman'da; Baba evine götürebileceğim, övünç duyup yaslanacağım, bir ahu diyordu kendi kendine.

    Akşama kadar kalındı yörük yaylasında.Geniş sofralar yazıldı yere, koyunlar kızartıldı, katıklar yayıldı,yenildi içildi.Ama Senem le Osman bir kere düşen bir kor yığını gibi, bakıp durdular birbirlerine. Akşam yörüklerden ayrılıp Tanır’a doğru yola çıktıkları zaman,Osman yüreğinden bir parçanın yapalakta kaldığını hissetti.Senem yüreğinden bir parçanın kopartılıp alındığını, içinden bir şeylerin eksildiğini sandı. Günler akıp geçti.Ne Senem nede Osman unutamadılar birbirlerini. Bir bahane bulup yeniden gidemedi Osman yörük çadırına.Senem obadan dışarıya ayak atamadı.

    Ama seven yürek neler etmez ki, her şeyin çaresi bulundu. Bir yörük kadını yardım etti bey kızına Bey oğlu atlayıp atına Seneme koştu. Ay ışığında her buluşup konuşmalarında daha çok yandı yürekleri, Daha çok sevdiler, daha çok bağlandılar birbirlerine.

    Sevda bu. Çaresi olmazsa sarartıp soldurur, öldürür adamı.Senem de Osman da aynı ateşte kavruldular.Senem seviyordu ama çaresizdi.Biliyordu ki babası oba dan dışarı kız vermezdi.Töreler böyleydi.Osman düşündü, bir yörük kızını eve almazdı babası. Kaçalım dediler bir gün. Yok dedi Senem. Kaçalım dedi oğlan yok dedi Senem. Ben böyle bir ateşle yana yana ölürümde kaçmam.Kaçıp yere yıkmam başını babamın.Babamın başını yere yıkamam. Başka çare yok. Kaideleri yıkacak, iki sevdalıyı birbirine kavuşturacak, ağır kuvvetli Yörük beyine bir dünür kafilesi gerekti.

    Bir yiğit sararıp solar erir giderde,bir bey kadını hatun ana’sı hissetmez mi.Gayrı sordular, Osman anlattı.Bir tek oğlanın derdine çare bulmak,onu bu dertten bu acıdan kurtarabilmek için kaideleri bir bir yıktı babası.Etraf çevrelerden ağalar toplandı.Dünür kafilesi ve hediyeler hazırlanıp vardı yörük ağasına. Bir sevinç bir umut düştü içine senemin,bir sevinç doldurdu içini Osman ağanın.Ne kaldı ki aha bugün olsa yarın kavuşuverirler.Birbirlerine yakışan nazarlık bir çift olular. Allah'ın emriyle dediler kızını istediler.Allah yazdıysa biz ne edek velakin obamızın kanunları vardır. İhtiyarlarımıza soralım, bir kaç gün izin verin düşünelim,iletiriz kararımızı.İsteriz ki kızımız oğlunuza kurban ola,böyle bir beyin gelini ola.Ama töreler dediler.

    Umut içinde döndü dünür kafilesi.Bir yangın düştü içine yörük beyinin.Ama ölürde törelerini yıkmaz, aşiretin dışına kız vermezdi.Fakat bu çevrenin en güçlü adamı dünür geliyor.Vermezlerse basarlar obayı alır kaçırırlar kızı.Onlar basmadan biz kaçmalıyız dedi oba yaşlılarına. Hemen o gece çadırlar söküldü, sürü toplandı, kervan hazırlandı.Ve Senem içi kan ağlıyor.Bir ölüden farksız.Tüm oba yiğitlerinin arasında çekilip gittiler Yapalaktan.Bir gecede toplandılar gittiler.

    Ertesi gün tüm Tanırlılar boş buldular yaylayı.Bin yerinden hançerlenmiş gibi inledi yıkıldı , bir ölüden farksız oldu Osman. Her yana haberler salındı, sözcüler gönderildi.Aylar yıllar sürdü bu arayış.Ama ne yörük kervanının izine rastlandı, nede Senemden bir haber alındı.

    Yıllar geçti aradan yandı yıkıldı Osman, ama Senemden bir haber alamadı.Talih’i her gün biraz daha karardı.Bir düğünde bir gözünü kaybetti.Değen saçmalarla birlikte anası babası öldü.Günler yel gibi geldi geçti.Onun içindeki yangın geçmedi unutamadı Senem’i.On yıl, yirmi yıl, elli yıl, atmış yıl geçti, bir haber gelmedi Senemden.

    Sonra bir yaz günü evinin önünde oturup çocuklarıyla oynarken; Köyün çerçicisi bir ermeni vardı.O geldi koşarak yanına. Ağam dedi! Ağam kurban olam haberler ne ki haberler.Desem yıkılır mısın yoksa sevinir misin. Eski bir yaraya tuz mu atarım. Anlat dedi Yazıcıoğlu.Anlat hele ne istersin.Haberin hayırlıysa tarla veririm, değilse çek git.

    Kozan’daydım dedi ermeni çerçi, mal satardım. Açmış oturmuştum metamı, buğday almış kumaş verirdim.İki büklüm bir ihtiyar geldi yanıma.Saçları ak, gözlerinin feri sönmüş bir ihtiyar kadın.Oğul dedi nerelisin.Tanırlıyım ana dedim. Osman ağayı bilir misin dedi.Bilirim elbet dedim.İnsan köyünün ağasını bilmez mi?

    Kuşağından bir çıkını çıkarttı.Aha bu lapatan’ı elime tutuşturup, Osman ağaya söyle Senem ananın selamı var, yüreği yüreğinle birdir.Kimseye yar olmamıştır.Bir yayla kızı gibi sevmiş bir yayla kızı gibi sadık kalmıştır de,Ama gayrı her şey geçti.gelip aramaya, arayıp sormaya de. Ağam selam yerde kalmazmış getirdim sana, Gayrı sen bilirsin dedi ermeni çerçi. Yüreğinde yetmiş yıl evvelin koru yeniden yandı.Osman Ağanın içinde kaynar bir şey aktı.Altınlar tarlalar verdi ermeni çerçiye.At hazırlattı, yanında iki adam düştü kozanın yoluna. Osman Ağa Senem'le buluştu mu bunu bilmiyoruz ama, Maraş'ta Tanır da. Toros'larda,Avşar illerinde ne zaman bir düğün kurulsa;Önce Osman ağanın aldığı haberden sonra söylediği türküyü söyler kadınlar erkekler.Yankıları Torosların Binboğaların ötesine doğru yanık bir ses, yanık bir yürek. Nerede bir gece toplantısı olsa, yaşlılar genç'lere Senem ile Yazıcıoğlu Osman'ın sevdalarını anlatırlar hep.

    Türkünün sözleri

    Aşan bilir karlı dağın ardını
    eken bilir ayrılığın derdini
    Bülbül kaça aldın gülün narhını
    Gül alıp satmanın zamanı değil

    Selvinin dalları boyundan uzun
    Yavrular gözüme bir salkım üzüm
    Ölmeden o yari görürse gözüm
    Koyun kuzu kurban olur o zaman

    Yaprak gazel olmuş durmuyor dalda
    Vefasız güzelden bize ne fayda
    Bu ayda olmazsa gelecek ayda
    Ölürüm vazgeçmem sevdiğim senden

    Kaynak : Nuri Üstünses – Divriği

  7. #7
    XARIBüLBüL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    14.10.2009
    Mesajlar
    69
    Konular
    6
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    530
    @XARIBüLBüL

    Standart Ela Gözlü Nazıl Yarim

    Ela Gözlü Nazlı Yari

    Gönlü yaralı bir ozan Ferrahi. Dediği gibi bir yar uğruna yanıp yakılmakla geçmiş ömrü. 1934 yılında Ceyhan'ın Kıvrık köyünde doğmuş. Asıl adı Mehmet Ali Metin. Saz vurmaya küçük yaşlarda başlamış. Çevrenin sevilen bir genci olmuş Söz erliği, yanında çalıştığı ağanın kızına sevdalanmasıyla başlıyor. Ağa önceleri kızım Ferrahi'ye vermeye razı olu yor ama sonraları çevrenin dedikodularının etkisiyle bundan cayıyor.

    Türkülerinden de anlaşıldığı gibi ağa kızının adı Emine'dir. İki gönlün bir olması engellenince, alır başım çıkar sıladan. Başlar gurbet ellerde sazıyla çile doldurmaya. Bundan sonra Ferrahi'nin öyküsü daha da yanıktır. Otuz yaşlarındayken bir Aşık için en önemli şeyini, sesini kaybeder. Sazıyla kalır bir başına. Bir ara evlenir ve bir kızı olur. Adım Emine koyar. Küçük Emine beş yaşından sonra babasının sesi, soluğu olur. Baba çalar, küçük Emine söyler. 1960 doğumlu olan Emine'nin söyledikleri yalnızca babasının türküleri değildir. Daha o zamandan dağarında yüz elli türkü vardır. Böylece baba-kız geçim derdini birlikte yüklenir, birlikte paylaşırlar. Yurdumuzun çeşitli yörelerinde yapılan Aşıklar Bayramları'na katılırlar. Şimdi 1967 yılında Konya'da yapılan Aşıklar Bayramında Mihri Hatun ödülünü kazandıran türküsünün sözlerini sunuyoruz.

    Ela gözlü nazlı yari
    Görem dedim göremedim
    Boş kalmıştır kavil yeri
    Varam dedim varamadım.

    Gönlümün gülü nerede
    Engeller durmaz arada
    Emine'yle ben murada
    Erem dedim, eremedim.

    Şeker kaymak tatlı dili
    Kınalamış nazik eli
    Koynundaki gonca gülü
    Derem dedim, deremedim.

    Şahinim yok çıkam ava
    Ne yaptımsa aldım hava
    Kuşlar gibi ben bir yuva
    Kuram dedim kuramadım.

    Gel derdini bana anlat
    Ben kimlere edem minnet
    Dediler ki, bağın cennet
    Girem dedim, giremedim.

    Mehmet Ali asıl adım
    Ferrahi'yi pirle kodum
    Gurbet elden dönem dedim
    Duram dedim, duramadım...

    Kubbede kalan bir hoş seda diye boşuna dememişler. İşte Ferrahi'yi artık yaşatanlar da radyolarımız Halk Türküleri dağarında bulunan bu türküler oluyor. Çünkü Ferrahi'nin dolmak bilmeyen çilesi 1969 yılının 26 Nisan günü aramızdan ayrılmasıyla tükendi. Usta aşık ardında bir bir çok koşma, güzelleme gibi türküler bırakarak göçüp gitti. Son senelerinde iki Aşıklar Bayramı'na katılmıştı. Her ikisinde de kızı Emine'yle birlikte birincilik ödülü aldı. 1967 Yılında Konya'da < türkü ödülünü, ertesi yıl da yine Konya'da Köroğlu ödülünü aldılar. Ferrahi'nin öyküsünü çok sevilen bir türküsünün şiiriyle erdiriyoruz.

    Ah neyleyim gönül senin elinden
    Her zaman ağlarım gülemem gayrı
    Ben bıktım usandım elin dilinden
    Terk ettim sılayı dönemem gayrı.

    Gönül ben sırrına eremedim ki
    Gonca, gonca güller deremedim ki
    Kaybeyledim (aneyledim) dostu göremedim ki
    Aylar yıllar geçse göremem gayrı.

    Ey Ferrahi, yandım yar ateşine
    Neler gelir gariplerin başına
    Ağlayarak geline mezar taşıma
    Uyanıp da sana gülemem gayrı.



    Kaynak:
    Ahmet Günday

  8. #8
    XARIBüLBüL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    14.10.2009
    Mesajlar
    69
    Konular
    6
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    530
    @XARIBüLBüL

    Standart ZAHİDEM

    Zahidem
    Halk arasında “Zahidem” adıyla ün yapan türkünün şairi Aşık Arap Mustafa, 1901 yılında Çiçekdağı’na bağlı Orta Hacı Ahmetli köyünde dünyaya gelmiştir. Babasını annesini çok küçük yaşlarda yitirdi. İlk önce bir akrabasının himayesinde, daha sonraları da onun bunun yanında büyüdü.

    Arap Mustafa’nın babası düğünlerde, toplantılarda “Koca Oyunu” adı verilen oyunda “Arap” rölünü üstlenirdi. Bu nedenle Mustafa’ya da “Arap” lakabı takılmıştır. Kimsesiz kalan Arap Mustafa 10 yaşına gelince Yukarı Hacı Ahmetli köyünden Hacı Bürozadeler’den Mehmet’e çiftçi durdu. Zaman içinde çalışkan, babayiğit, giyimine özen gösteren yakışıklı bir delikanlı olan Arap Mustafa, Ağasının yeni yetişen Zahide’ye gönlünü kaptırdı. Fakir ve kimsesiz olduğundan bu sırrını bir türlü açığa vuramadı.

    20’sinde askere giden Mustafa’nın aklı, deliler gibi sevdiği Zahide’de kalmıştı. Köydeki dostlarına mektuplar göndererek Zahide’den haber almaya çalışan Arap Mustafa, Zahide’nin başka biriyle evlendirildiğini ve düğünün’ün de bir hafta sonra olacağını duyunca üzüntüsünü aşağıda içli mısralara dökmüştür. Türküyü Neşet Ertaş plağa okuyup tanıtmıştır. (1)

    Zahide Kurbanım n'olacak Halim
    Gene bir laf duydum kırıldı belim
    Gelenden gidenden haber sorarım
    Zahidem bu hafta oluyor gelin

    Hezeli de deli gönül hezeli
    Çiçekdağı döktü m'ola gazeli
    Dolaştım alemi gurbet gezeli
    Bulamadım Zahidem'den güzeli

    Ay ile doğar da gün ile aşar,
    Zahide’mi görenin tebdili şaşar
    İyinin kaderi kötüye düşer,
    Diken arasında kalmış gül gibi.

    Zahide’m kurbanım kurtar bu dardan
    Baban anlamadı bizim bu haldan
    Kekiline sürmüş kokulu yağdan,
    Derdin beni del’ediyor Zahide’m.

    Ziyaret’ten çıktım Cender’in özü
    Kum gibi kaynıyor Zahide’m gözü
    Aslını sorarsan esalet yerden
    Hacı Bürolardan Mehmet’in kızı.

    Gurbet ellerinde esinim esir
    Zahide’m kurbanım hep bende kusur
    Eğer baban seni bana verirse
    Nemize yetmiyor el kadar hasır.

    Çiçekdağı’nda da hiç gitmez duman
    Zahide’m kurbanım hallarım yaman
    Yapamadım şu babayın gönlünü
    Fakir diye bana vermedi baban.

    Anamdan doğalı çok çektim cefa,
    Şu yalan dünyada sürmedim sefa,
    Adımı namımı soran olursa,
    Orta Hacı Ahmetli Arap Mustafa.

    Arapoğlu Mustafa’nın kendisine Mecnun gibi aşık olduğundan etkilenen Zahide, Mustafa için şiirler söylemiştir. Bu şiirin üç kıtasını H. Vahit
    Bulut, 1973 yılında Yukarı Hacı Ahmetli köyünden Zahide’nin yakın arkadaşı ve sırdaşı Fatik’ten derlemiştir.(2) Baştaki iki kıta tarafımızdan derlenmiştir.

    Bu nasıl sevdaymış geldi başıma
    Felek ağu kattı tatlı aşıma
    Sevda çekenlere zor gelir gurbet
    Gece gündüz elim kalkmaz işime.

    Aşağıda sap kağnısı geliyo
    Derdin beni elik elik eliyo
    Kurbanlar olayım gara Mustafam
    Babam beni yad ellere veriyo.

    Arapoğlu derler gayeten atik
    Gözleri kara da, kaşları çatık
    Git nazlı y de bir haber getir
    Bastığın yerlere kurbanım Fatik.

    Ağlayarak yayığımı yayarım
    Yarim gitti günlerini sayarım
    Çıksa Büyüköz’e mendil sallasa
    Islık çalsa ıslığını duyarım.

    Coşkuna da deli gönül coşkuna
    Aşkından Zahide döndü şaşkına
    Sensiz edemiyom nazlı civanım
    N’olur bir yol görün Allah aşkına.

    KAYNAK
    - Doğuş Gazetesi, Sayı, 8,9-18 Ekim 1973.
    - H. Vahit Bulut, Kırşehir Halk Ozanları, Filiz Yay. 1983, S. 109.


    Kaynak:
    Öyküleriyle Kırşehir Tütküleri, Destanları, Ağıtları (sayfa: 206,207,208)

  9. #9
    XARIBüLBüL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    14.10.2009
    Mesajlar
    69
    Konular
    6
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    530
    @XARIBüLBüL

    Standart Dağlar seni delik delik delerim

    Yozgat Sürmelisi

    Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının, yeşillik, etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır, hayatlarını bu yoldan sağlarlardı.

    Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat´tan Akdağmadeni´ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar, aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.

    O sevgili ki güzelliği Bozok yayla´sına yayılmış, ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ayyüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey, ailesini salarak, babasından sevdiğini istetir, mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.

    Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beş çamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını, yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına, obasına ve Akdağlar´a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediğ, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey´in türküleri.

    SÜRMELİ KIZIN ÖYKÜSÜ

    Sürmeli Yozgat´ta yaşanmış Türk Halk Edebiyatının en güzel örneklerinden birisidir. Yozgat Sürmelilerinin ortaya çıkışı 19. yy. sonlarında İkinci Cihan Harbinin sona erdiği dönemdir. Hepsi 96 beyittir.

    Sürmeli güzel gözlü sevgiliye bir hitaptır. Eskiden genç kızlar dışarıya çıkarken gözlerine sürme çekerlerdi ve gözleri daha alımlı olurdu. Bol feracelerinin içinde sadece gözleri görünürdü kızların.

    Yozgat Sürmelileri yaşanmış öykülerin getirdiği birer sevda, hatta karasevda türküleridir. Bu bir anlık sürmeli gözlere bakış, yüreklerde büyük aşklara kara sevdalara başlanmış olur kor düşen yürekler sessiz sessiz yanar, ateşini genişletir ve ağızlardan sürmelinin sözleri olarak dökülür. Söylenen sözlerde acı vardır, hasret vardır, gurbet vardır. Sürmelileri dinlerken bu kadar duygulanmamızın sebebi bu sürmeli öykülerinde yakaladığımız duyguların kendimizde de bir yeri, bir acısının olmasındandır. Kısaca kendi aşklarımızı, hasretimizi buluruz Yozgat Sürmelilerinde.

    Sürmeli Beyin en tanınmış türküsü ;

    Of ooof !
    Yozgat seni delik delik anam delerim
    Kalbur olur toprağını anam elerim
    Vay vay anam sürmelim

    Eğer sürmelini yitirirsen anam
    Koyun olur peşin sıra melerim
    Vay vay anam sürmelim

    Of oof ! Çamlığın ardında bir yuva yaptım
    Yuvamın içinde sürü otlattım
    Ben sürmelimi gurbete attım
    Vay vay anam sürmelim

    Yozgat türkülerinde hasret, sevda ve hepsinden daha çok yayla ve yayla ile ilgili konular işlenmiştir. Yozgat’ı en iyi anlatan “Türkü Yozgat Sürmelisi”dir. Sürmeli Türküsünden bir dörtlük şöyledir.

    Dersini almış da ediyor ezber
    Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler
    Bu dert beni iflah etmez del eyler
    Benim dert çekmeye dermanım mı var

  10. #10
    XARIBüLBüL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    14.10.2009
    Mesajlar
    69
    Konular
    6
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    530
    @XARIBüLBüL

    Standart KARAKOYUN

    Kara Koyun
    Sürüden ayrılma karakoyunum,
    Sulağa sarılma karakoyunum,
    Gördünse darılma karakoyunum,
    Kanlım olma karakoyun dön geri!

    Karakoyun da karakoyun. Kanlı canlı. Atik. Ama kindar. Çobana kin tutmuş bir kez. Derler ki, karakoyun gözünü çobanın kucağında açmış. Kuzuluğu çobanın kollarında geçmiş. Onun sevgisiyle şımarmış, onun azarlarıyla üzülmüş. Günlerden bir gün de, çobanı ağasının kızı Gülhanım ile öpüşürken görmüş. Kinlenmiş. Kin, o kin. Sürüp gelmiş. Gelmiş de çobanın ölüm kalım gününe, dayanmış.

    Olay çok eski. Yozgat'lılar "Bizde geçti" Çukurovalılar "Bizde geçti" der. Nevşehir'in Akpınar'lıları da kendi yörelerinde geçtiğini söyler olayın. Önemli mi? Önemli olan olayın halkın diline dolanıp ilden ile, dilden dile dolaşıp günümüze dek gelmiş olması. Bir de şu var ki; bu türkü ötekilerden farklı olarak yalnızca kavalla çalınıp söyleniyor. Ağzı dili kaval oluyor bu türkünün. Biz diyelim Ahmet, siz deyin Mehmet. Adı önemli değil. Çoban kendisi. Günlerden bir gün, bir Türkmen obasına gelip iş istemiş. Oba Beyi durumuna bakmış, temiz yüzlü, dürüst bir insan: Yanına alıp sürüyü teslim etmiş.

    Çoban da yakışıklı. Genç. Boypos yerinde. İşi gücü koyunlar. Sabahın erinde dağ yolunu tutuyor, akşamın geç vaktine kadar şu yamaç senin, bu yamaç benim dolaşıp duruyor. Koyunlarının sağlığıyla seviniyor, onların hastalığıyla üzülüyor. Bir koyunun tırnağına taş batsa, uykusu haram oluyor. Sabaha dek, kırk kere kalkıp bakıyor, kırk türlü ilaç sürüyor yaraya, iyi olana dek omuzunda getirip götürüyor koyunu. Avucunda ot yedirip, külahında su içiriyor. Ha! Bir de şu var, çok iyi kaval çalıyor çoban. Zaman zaman diğer çobanlarla düzenlenen yarışmalarda hep birinci oluyor. Kavalıyla yürütüyor koyunları, kavalıyla durduruyor.

    Çoban bu! Kavalı da ortada. Bir de Oba Beyi'nin kızı var. Adına Gülhanım derler. Diğer çobanlar bir övgülüyor, bir övgülüyor ki Gülhanım'ı; çobanın içini bir ateş yakıyor. Daha tanımıyor oysa. Görmüşlüğü de yok. Şundan ki, kendisi çok erken alıyor koyunları ağıldan, çok geç dönüyor. El ayak çekilmiş oluyor o zamana dek. Ama, gün gün de büyüyor içinde Gülhanım. Günlerden bir gün, akşam karanlığı basmadan dönüyor obaya. Yanında diğer çobanlar da var. Ağır ağır sürüyü indiriyorlar ağıla.

    Tam çeşmenin yanından geçerken bir fısıltı tutuyor çobanları. İşaretle Gülhanım'ı gösteriyorlar. Çoban başını çevirip bir bakıyor ki ne görsün. Ay parçası gibi bir kız. Kırmızı basma fistan. Uzuna yakın boy. Saçları da dizinde. Parlak ela gözler. Başında bir sıra altın dizili. Çoban ufaktan kavala sarılıyor Gülhanım'ı görünce. Bir başlıyor üflemeye ki, Gülhanım sesin geldiği yana başını çevirmeden geçemiyor. Gün o gün; saat o saat! İçinden bir şeyler kaynayıp akıyor ikisinin de. Diyeceksiniz biri ağanın kızı, biri çoban. Ama gönül ferman dinler mi? Göz görüp gönül sevmeye görsün bir kez.

    Günler günleri, aylar ayları eskitiyor. Oba koşullarında görüşüp gönüllerini hoşediyorlar. En güzeli de çobanın akşam sürüyü ağıla getirmesi. Kavalıyla her demek istediğini iletiyor Gülhanım'a çoban. Artık öylesine tanıyor çobanın kavalını Gülhanım, çok uzaklardan bile kavalla dediklerini bir bir anlıyor. Diyelim, çoban sürüyü tepeden bayıra indiriyor, kavalına da üflüyor bir yandan. Elin diliyle dediklerini, o kavalıyla söylüyor. Aslında söyleyenden çok dinleyende keramet Dinleyen de öylesine alışmış ki kavalın sesine şıp diye anlıyor kavalın dilini.

    Günler böyle geçip gidiyor. Hani çıkıp Oba Beyi'ne, "Böyleyken böyle. Gülhanım'ı Allah'ın emriyle bana ver" dese güler adam. "Ben ki koskoca Karakeçili Aşireti'nin beyiyim, kızımı çobana verecem. Güler elin adamı be!" demez mi? Der elbette. Devir eski devir. Değer ölçüleri böyle. Zenginin kızı zengine, çobanın kızı çobana. Yani ki, "Bu iki genç birbirine yakışıyor. Parası, malı mülkü de önemli" değil denmez. Çoban da bunlan bildiği için gidemez kızın babasına. Bir gün, beş gün derken günler geçip gider. Gizli gizli bakışırlar. O kadar!

    Bir akşam üstü, çoban koyunları sağılımdan alıp gece yayılımına çıkarır. Yayılım yeri de çok uzak değildir köye. Bir yandan koyunları yayar, bir yandan veryansın eder kavala. Gülhanım da yatağının içinde bir o yana döner, bir bu yana. Çobanın kavalıyla anlattıklarını dinler. Derken ses kesiliverir birden. Gülhanım daha bir kulak kabartır. Daha dikkatli dinler. Iıh. Ses yok Herhalde uykuya daldı der, keser umudunu yatar yatağa. Ama kulağı yine kaval sesindedir.

    Çoban derseniz, sürüyü otlağa yayıp yan gelmiştir bir kayanın dibine. Keyfince Gülhanım'a çalıp söylüyordur kavalıyla. Birden karabaş köpeğin havlaması hızlanır. Derken canhıraş sesi duyulur köpeğin. Sonra da hepten susar. Çoban fırlar yerinden. Kavalını bırakıp silaha sarılır. Ama firsat kalmaz. Dokuz kişi birden sarar çevresini. Elini kolunu bağlayıp koyarlar bir kenara. Sürüyü dehleyip götürmek isterler. Ama bir tek koyun yerinden kıpırdamaz. Meleyip bağırmaya başlarlar. Çoban dayanamaz "Benim koyunlar alışıktır. Kavalımla onlara yol vermezsem şurdan şuraya gitmezler. Kollarımı çözerseniz, kavalımla yola düşürürüm sürüyü" der. Elini çözerler. Kavalını verirler. Çoban başlar üflemeye. Başlar üflemeye ya, bir yandan koyunları kımıl kımıl kımıldatır; öte yandan durumu Gülhanım'a bildirir. Şöyle der kavalıyla çoban:

    Dokuz atlı geldi sürüyü bastı,
    Kıl bağı çok sıktı kolumu kesti,
    Kara köpeciğim kanları kustu,
    Sürünüz gidiyor ulaşın beyler.

    Gülhanım fırlar yatağından birden. Kulak kabartır. Çobanın söylediklerini anlayıp babasına koşar. "Baba baba sürüyü uğrular bastı. Köpeği öldürüp çobanı bağladılar. Sürüyü önlerine katıp götürüyorlar. Acele önlerini çevirirseniz kurtarırsınız. Yoksa elinizi yuyun sürüden" der. Babası, oğullarını atlarına bindirip vurur özengiyi. Şura senin bura benim derken kavalın sesini duyarlar.

    Yolun kuytu yerini seçip pusu kurarlar. Tam uğrular önlerinden geçerken üstlerine atlayıp ver ederler dayağı. Kimi sağa kimi sola kaçıp kaybolur uğruların. Sürüyü önlerine katıp obaya dönerler. "İyi, hoş. Ama bu işin içinde bir bit yeniği var" der babası. "Nasıl oldu da uğruların sürüyü bastığını, köpeği öldürdüğünü bildin." Gülhanım ilkin hık mık eder. Sonunda boynunu büküp, "Çoban, kavalıyla anlattı bana" der. "Kaval konuşur mu?" diye karşı çıkar babası. Gülhanım, "Bizim çobanın kavalını ben anlarım" der.

    Babası işin içinde iş olduğunu sezinler. Çağırır çobanı yanına "Tez zamanda obayı terket. Sen kim oluyorsun ki benim kızıma göz koyuyorsun" diye küplere biner. Çobanın boynu eğik. Ne desin. Suspus olur. Çevreden olaya tanık olanlar, durumu obanın yaşlılarına iletir. Yaşlılar bir araya gelip duruma el koyarlar. "Dur" derler Oba Beyi'ne. "Böyle kaldırıp atamızsın bu adamı. Bir fırsat verelim ona. Oba törelerine uygun olarak sorgulayalım". Üç kişilik bir oba meclisi kurarlar. Bu meclis ne derse o olacak. Çağırırlar Oba Beyi'ni de, çobanı da. İlk, çoban anlatır. "Göz gördü gönül sevdi" der. "Gönül ferman dinlemiyor ki" der. Şunu der, bunu der. Sonunda "Gülhanım'ı gördüm vuruldum. O da bana vuruldu. Ben onu sevdim, o da beni sevdi. Bugüne dek yüreklenip, Tanrı buyruğuyla isteyemediysem, suç benim değil, kötü törelerin. Kusur ettiysem bağışlayın. Meclisiniz ne karar verirse boynum kıldan ince" der, saygılar meclisi çekilir.

    Söz Oba Beyi'ne gelince; "Ben ki bu obanın beyiyim. Ağasıyım ünüm şanım yerinde. Gözüm nuru kızımı, dengimde birine vermek isterim" der. Daha başka şeyler de der ya, sonunda "Benim aklımın almadığı bir kaval meselesi var. Bu işin içindeki bit yeniği kafamı bozuyor. Nasıl oluyor da kavalıyla konuşabiliyor. Nasıl oluyor da kızım bunları anlıyor. Aklım almıyor. Bu danışıklı döğüş gibi geliyor bana. Beni rezil etmek için uydurdular bunu. Aslında hırsız da, sürünün çalınması da bir oyundu gibi geliyor bana. Ama yüce meclisiniz ne karar verirse razıyım" deyip noktalar sözlerini. Meclistekiler verir kafa kafaya. Doluya koyarlar almaz; boşa koyarlar dolmaz.

    Sonunda şöyle bir karar verirler. Çoban, koyunlarına üç gün, üç gece tuz yalatacak. Sonra da suyu geçirecek. Suyu geçecek koyunlar ama, bir tek damla su içmeden. Eğer üç gün, üç gece yaladığı tuza rağmen koyunlar su içmeden çayı geçerse, kızla evlenecek çoban. Yok koyunlardan bir tanesi bile su içerse, çoban davayı kaybedecek. Obayı terkedecek. Çoban da Oba Beyi de karara "evet" demiş. Ve üç gün, üç gece koyunlara tuz yalatmışlar. Üç gün sonunda, ihtiyar meclisi, Oba Beyi ve çoban gelmişler çayın kenarına.

    Bir yandan da koyun sürüsü koyverilmiş ağılından. Koyverilmiş ki aman aman. Yazın sıcağında güneş tepeden vurur. Üç gün üç gece de tuz yalamış ki koyunlar; yürekleri yanıyor. Bir damla suya hasret. Bir koşu yönelmişler çaya. Koyunlar çayırı bir yakasından gelir; çoban çayın öbür yakasında. Ve elinde kavalı çobanın. Elinde kavalı ki, tüm umudu kavalında. Bir de, Karakoyun var sürünün içinde, elinde doğmuş çobanın. Karakoyun yaman koyun. Leb demeden leblebiyi anlıyor. Kaval sesine de bir alışkın ki Karakoyun eh! Ne demek istediğini anlar çobanın. Ve de nerde duyarsa duysun, tanır kendi çobanlarının kaval sesini. İşte, suyu içirmemek için bir kavalına, bir de Karakoyuna güveniyor çoban. Ne zaman ki sürü yamaçtan görünmüş, elindeki kavalı ufaktan ufaktan ağzına götürmüş çoban. Başlamış üflemeye. Çoban üflüyor kavalını ve sürüdeki her bir koyuna ayrı ayrı yalvarıyor. Ne dediğini, neler söylediğini koyunlar bir bir anlıyor. Şöyle yalvarıyor çoban koyunlara:

    Koyun seni yedi yıldır güderim,
    Sizi kor da nerelere giderim,
    Gülhanım'ı yedi yıldır severim,
    Bildin mi sevdiğimi Alakoyunum.

    Ben sürümü yaydım yaydım getirdim,
    Keyfi yetti, argacına yatırdım,
    Bacın sağdı, ben südünü götürdüm,
    Ablanı seveyim Ağcakoyunum.

    Ak taşlara tuzunuzu ekerim,
    Siz yedikçe, melül melül bakarım,
    Ben aşkımla yüreğimi yakarım,
    Gördün mü sevdiğimi Karakoyunum.

    Çoban bunları dillendiriyor kavalıyla ya, koyunlar üç gündür tuz yalamış. Bir tek damla su içmeden, tam üç gün, üç gece tuz yalamış koyunlar. Yürekleri yanıyor. Bir de güneş var ki tepede; fırın gibi ortalık. Yürek yanığı bir yandan; güneş bir yandan. Çay da bir akıyor ki şırıl şırıl. Çoban yine Karakoyuna dil eder kavalını...

    Karakoyun sana tuzlar yalattım,
    Yalattım da ciğeciğim doğrattım,
    İşte seni su başına ilettim,

    İçme koyun içme haydi dön geri,
    Sözümü tutmanın şimdi tam yeri.

    Tanla gelir sarı çanın avazı,
    Kimi allar giymiş, kimi kırmızı,
    Dönüp kılsam ben bir sabah namazı,

    İçme kayun içme haydi dön geri,
    Sözümü tutmanın şimdi tam yeri.

    Eğilip içenler onup yetmesin,
    Yedip güden çoban gayri gütmesin,
    Yaydığı yerlerde otlar bitmesin,

    İçme koyun içme haydi dön geri,
    Sözümü tutmanın şimdi tam yeri.

    Koyunlar iniyor tepeden, ama ne iniş! Yürümüyor koşuyorlar; koşmuyor uçuyor koyunlar. Koyunların yüreği yanık. Çoban korkulu. Ver ediyor kavala. Bir bir adlarını sayıp, döngeri etmek istiyor koyunları.

    Hangi çoban size kaval çalacak,
    Taze çimen, mor sümbüller solacak,
    Gülhanımın gönlü öksüz kalacak,
    Kanlım olma Akkoyunum dön geri.

    Ak koyunum koyunların beyidir,
    Karakoyun yüreğimin yağıdır,
    Yaylası da Üçkapılı Dağıdır,
    Kanlım olma Alakoyun dön geri.

    Sürü suya yaklaştıça yaklaşıyor. Girdiler girecekler. Karakoyun duruyor birden. Kulak veriyor kaval sesine. Biraz daha yalvarmalı, biraz daha umutlu çalmaya başlıyor çoban. Kaval kavallıktan çıkmıştır artık. Kaval, kaval değil doğa yaratığı bir dil olmuştur. Bir dil olmuştur ki, koyunların anladığı lisandan konuşur. Ağlar. Yalvarır. Umutlanır. Velhasıl, her bir duyguyu alır çobandan, götürür Karakoyun'un kulağına koyar.

    En çok Karakoyuna güvenmektedir çoban. En çok da Karakoyun'dan korkmaktadır. Neden derseniz. Karakoyun kinci koyun. Yaman koyun Karakoyun. Sürü kendi başına gidiyor, Karakoyun kendi başına. Ayrılıyor sürüden, bir koşu varıp suya ulaşıyor. Uzatıyor kafasını suya. Uzatıyor ki içti içecek suyu. Çoban daha içten daha yalvarmalı üflüyor kavalını.

    Sürüden ayrılma Karakoyunum,
    Sulağa sarılma Karakoyunum,
    Gördünse darılma Karakoyunum,
    Kanlım olma Karakoyun dön geri.

    Kuzunu taşıdım, bahar çağında,
    Gezdirdim otlattım, Çiçekdağı'nda,
    Kurutma gülümü gönül bağımda,
    Kanlım olma Karakoyun dön geri.

    Karakoyun meler. Zıplayıp çıkar çayın kıyısına. Ve fırlayıverir birden sürünün önüne. Öyle bir yay çizer ki, koyunların önünde, hızları kesilir. Yavaşlar dururlar birden. Sonra Karakoyun önde, sürü peşinde ağır ağır girerler suya. Girerler ki, bir tek koyun kafasını uzatmaz suya. Karakoyun tırnak tırnak atar suyu. Boz bulanık olur suyun yüzü.

    Güneş bir yandan, üç gün üç gecelik tuz yalayış bir yandan. Susuzluk bir yandan. Dayanamaz koyunlar susuzluğa. Ama Karakoyun durur mu? Öyle çekip çevirir ki sürüyü, bir teki bile suya uzatmaz kafasını. Vurur geçerler suyu. Çobanda bir heyecan, bir telaş, bir sevinç. Hepsi karışır birbirine.

    Oba Beyi şaşkın. İhtiyar meclisi hafiften sevinçli. Karakoyun sürünün başında. Çoban bu kez yalvarmayı bıralap bir minnetle dillendirir ki kavalı; neler der, neler demek ister onu kendisi, bir de kavalını anlayanlar bilir.

    Böyleyken böyle. Çoban kazanır davayı. Gülhanım'a kavuşur. Ancak Oba Beyi kızıyla çobanı evlendirmeden önce sorar: "Doğruluğunu, yiğitliğini kanıtladın oğul. Ama, anlamadığım bir şey var. Karakoyun neden diğer koyunlardan aynldı ilkin. Kinli kinli suya girdi. Sonra sana bakıp da suyu içmekten vazgeçti". Çoban yeniden sarılır kavala, soruyu kavalıyla cevaplar.

    Yıllar var ki koyunları güderim,
    Akşam gelir, sabahları giderim,
    Koyun gibi, aşkımı da güderim,
    Bağışla suçumu beylerin beyi.

    Eridim su gibi ama akmadım,
    Ne çiçeğe, ne çimene bakmadım,
    Geceleri ışık bile yakmadım,
    Bağışla suçumu beylerin beyi.

    Gülhanım aşkında bana adaştı,
    Kapandı gözümüz, gönlümüz taştı,
    Bir gündü dudağım biraz yaklaştı,
    Bağışla suçumu beylerin beyi.

    Sel oldu çağlattı Karakoyunum,
    Yüreğim dağlattı Karakoyunum,
    Bunları anlattı Karakoyunum,
    Bağışla suçumu beylerin beyi

    Der ve kavalı bir yana atıp, eline sarılır Oba Beyi'nin. Oba Beyi de kucaklar çobanı. Gülhanım derseniz, sevincinden uçuyor. Sonunda onlar da erer muradına.

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş