A) XVI. YÜZYIL DÎVÂN ŞİİRİ 1) ZÂTÎ ( 1471–1546 ) a) HAYATI Zâtî, Balıkesir’in Karesi vilayetine bağlı bir kasabada hicrî 876, mîladi 1471–2 tarihinde dünyaya gelmiştir. Divan edebiyatımızın ünlü şairlerinden olan Zatî’nin asıl adı konusunda çeşitli kaynaklarda değişik bilgiler verilmektedir. Zati şiir mahlası olup asıl ismi Latîfî, Sehi, Kınalızâde tezkirelerine göre Bahşî, Âşık Çelebi’ye göre Satılmış ve bugün halk tarafından kısaltılmış olan Satî’dir bu ismi “Zâtî” ye

Bu konu 8294 kez görüntülendi 14 yorum aldı ...
16.Yüzyılın Türk Şairleri 8294 Reviews

    Konuyu değerlendir: 16.Yüzyılın Türk Şairleri

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 8294 kez incelendi.

  1. #1
    ŦєŁєรмє - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    539
    Konular
    168
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @ŦєŁєรмє

    Standart 16.Yüzyılın Türk Şairleri

    A) XVI. YÜZYIL DÎVÂN ŞİİRİ
    1) ZÂTÎ ( 1471–1546 )

    a) HAYATI

    Zâtî, Balıkesir’in Karesi vilayetine bağlı bir kasabada hicrî 876, mîladi 1471–2 tarihinde dünyaya gelmiştir. Divan edebiyatımızın ünlü şairlerinden olan Zatî’nin asıl adı konusunda çeşitli kaynaklarda değişik bilgiler verilmektedir. Zati şiir mahlası olup asıl ismi Latîfî, Sehi, Kınalızâde tezkirelerine göre Bahşî, Âşık Çelebi’ye göre Satılmış ve bugün halk tarafından kısaltılmış olan Satî’dir bu ismi “Zâtî” ye çevirerek mahlas edinmiştir. Şair hayat hikayesini Âşık Çelebi’ye anlatmıştır. Aşık Çelebi, şairin kendi ifadesiyle asıl adının “İvaz” olduğunu belirterek bu kelimenin ebced hesabı ile şairin doğum tarihi olan 876 (1471-72)’yi verdiğini kaydetmektedir. ( TDEA, C.8, ss.645-646)
    Zâtî’nin ailesiyle ilgili fazla bir kaynak yoktur. Babasının bir dükkanı olduğu ve burada çizmecilikle uğraştığı bilinmektedir. Şüphesiz Zâtî’de de şiire ve edebiyata karşı bir ilgi bir yönelme olmasaydı O da babası gibi çizmecilikle uğraşıyor olacaktı. Şairin babasının cahil bir insan olması dolayısıyla Ali Nihad Tarlan “Zâtî Divanı” adlı eserinde oğluna ebced hesabı ile doğum tarihini gösteren bir isim koymasını uzak bir ihtimal olarak değerlendirmiş, Zatî mahlasına telaffuz itibariyle yakın olan Sati isminin olmasını muhtemel görmüştür.
    Şair şiirle uğraşmaya başladıktan sonra Bursa, İznik, Edirne ve Manisa’da bulunmuştur. Yaklaşık 1500 yılında II. Beyazıd zamanında İstanbul’a geldi. Burada devrin şairleri ile tanıştı. Bilgi ve görgüsünü artırdı. Sultan Beyazıd’a yazdığı İydiyye, Bahariye ve Şîtâiyye kasidelerle onun ihsanlarına nail oldu. Ali Paşa’ya yazdığı şiirleriyle onunda gönlünü kazanıp himayesine girdi. Birçok para, elbise ve yiyecekle ödüllendirildi. Vezir Ali Paşa’nın emriyle biri nevruz ikisi de şeker ve kurban bayramları olmak üzere senede üç tane kaside yazıp bunlar karşılığında bolca para ve hediyelik eşyalar alıyordu. Ekonomik olarak oldukça rahattı. Refah içinde bir ömür geçiriyordu.
    Zâtî’nin bu imkanlarının yanı sıra bir özrü vardı. O da kulaklarının çok ağır işitmesiydi. Bu nedenle birçok şeyi tam anlayamıyor ve eksik kalan çok şey oluyordu. Fakat bu açığını zekâsı ile tamamlıyordu. Padişaha yazdığı bir gazeli çok beğenilmiş ve padişah tarafından ona bir memuriyet verilmesi istenmiş ama sağırlığı nedeniyle bu mümkün olmamıştır. Bunun üzerine Bursa’da 20–30 akçelik bir tevlîyat verildi fakat sahip olduğu imkanları ve ihsanları bırakıp gitmek istememiştir. Bunun acısı ise daha sonraları kendini göstermiştir.
    Ali Paşa’nın şehit edilmesinden sonra Zâtî’nin hayatı değişti ve fakir düştü. Eski günlerini özler oldu. Remîl sayesinde geçimini sağladı. Sultan Selim, padişah olduğu zaman ona kasideler sundu ve onun ihsanlarına mahzar oldu. Durumunu yeniden düzeltmeye başladı fakat talihi bir kere kötüye dönmüştü. Sultan Süleyman zamanında kasideler yazıp padişaha sundu ama fayda etmedi. Çünkü bu dönemde İbrahim Paşa’nın gözde şairi Hayâlî ile yolları kesişti. İki tarafta birbirinden hoşlanmıyordu. Zâtî’nin sözlerine göre Hayâlî onu kıskandığı için onunla ilgili Vezîr-i Âzam’a telkinatta bulunup Paşa’yı sevmediğini söylüyor ve Zâtî’yi sürekli kötülüyormuş. Hayâli ile girdiği bu çekişmelerden mağlup ayrılan Zati, yine remîl dökerek kazancını sağlamaya başladı.
    Zâtî’nin evi Sarıgüzel Mahallesinde, dükkanı ise Bayezıd Camisi’nin avlusunda idi. Her gün dükkana yürüyerek giderdi. İhtiyarladığı için bu durum onu gittikçe yormaya başladı ve artık gidemez oldu. Geçimini devam ettirebilmek için de çalışması gerekiyordu. Bu sefer dükkanını evinin yakınında bir yere taşıdı. Üç dört ay böyle devam etti ve nihayetinde 953 (1546) senesi Ramazan’ının ikinci yarısında vefat etti. Öldüğünde 77 yaşındaydı fakat cenazesini kaldıracak parası yoktu. Parası olmadığından cenazesi Âşık Çelebi, Selikî, Yahyâ Bey gibi şairlerin yardımıyla kaldırılarak Edirnekapı dışarısına gömülmüştür.
    Şairin vefatına Zuhûrî Acem ( Eş’ar kaldı yadîgar ), Abdî ( Suhanver göçdî ) ve Âşık Çelebi ( Gitti zali nazım ) tarih düşmüştür. ( TARLAN, 1976, ss.XI-XVIII )

    b) EDEBİ ŞAHSİYETİ

    Âşık Çelebi Tezkîresinde şairin, çiçek bozuğu büyük burunlu ve ağır işiten biri olduğunu yazıyordu. Hoş sohbet, nüktedan, hazırcevap bir kişiliği vardır. Yakınları onu tahrik ederek haklarında bir nükte beyit veya kıt’a söyletir; bundan zevk alırlarmış. Letâif’i bu çeşit fıkralarla doludur. Gelibolulu Ali dışında bütün şuara tezkireleri şairliğini övmektedir. Necatî Bey’den sonra gelen en büyük şair olarak gösterilir. ( TDEA, C.8, ss.646 )
    Zâtî, Velut bir şairdir. Latîfî’ye göre 3000 gazeli, 100rubaisi ve kıt’ası şehrengizi, lugazları, Hikayet-i Ahmed ü Mahmud’u, Siyer-i Nebî’si, Mevlîd’i, Şem ü Pervane’si, Hüsrev ü Şirin tarzında Ferruhnâme’si vardır.
    Bu kadar çok yazmış bir şair olması Zâtî’nin değersiz eserler meydana getirmesine yol açmıştır. Çoğu ısmarlama yazılmış bu basit manzumelere bakarak Zâtî’yi değerlendirmek ve onu küçültmek kuşkusuz hatalı bir davranıştır. Geçimini sağlamak için bir floriye bazen 30’a yada 20 akçeye bir kaside yazmak zorunda kalan bir şairin sık sık tekrarlara düşmesi ve aldığı ücret karşısında basit şeyler yazması doğaldır. Zâtî’nin gerçekten güzel, değerli gazelleri, kasideleri de elimizdedir ki bunları Zâtî gibi yarım yamalak bir öğrenim görmüş bir kimsenin yazmasına ihtimal verilmez. Bu bakımdan Zâtî’nin bilinenden daha fazla okumuş olduğunun ya da olağanüstü bir zekaya ve sanat kudretine sahip bulunduğunun kabulü gerekir. Çağının en değerli şairlerindendir. Genç şairlere hocalık etmiş zaman zaman devlet büyüklerinin de takdirini görmüş ama layık olduğu hayat düzeyine erişememiştir. Bunda sağırlığı kadar avare yaradılışının da etkisi olduğu söylenir. Çağdaşları bile şayet yoksul ve sağır olmasaydı verdiklerinden kat kat daha değerli eserler verebileceğini ifade etmişlerdir. (CENGİZ, 1972, s.302)
    Zâtî hayatının muayyen bir devresinden sonra sağırlığı ve fakirliği dolayısıyla kimseye yaklaşmaz, büyüklere gidip gelmezdi. Dükkanın da müşteri beklerdi. Onu tanıyanlardan bir kısmı eğer sağırlık ile fakirlikten halas bulsaydı, dostlarıyla sohbet eder, şairlerle görüşür, şiirler üzerinde fikir teali ederdi. Bu suretle şimdi olduğunun on misli olurdu, derler. Bir kısmı da şiirdeki bu kudreti, bu iki arızadan dolayıdır. Zira dostları ile daima musahabet onun dikkatini dağıtır, onun başka şeylerle meşgul olmasına sebep olurdu derler. Halbuki bu şekilde bütün gayretini şiire hars edebiliyordu derler. İkisinin de bazı cihette hakları vardır. Evinde yalnızca otursa onu kimse ziyaret etmezdi. Dükkan ana sermaye, remilse onu avutan bir meşgale idi. Şairler dükkanına gelirler ona şiirlerini gösterirler. O da böyle manaları alır kendi şiirlerinde ya aynen alır ya da biraz değiştirerek kullanırdı. Böyle başkasının malına sahip çıkma kabullenme kendine söylendiğindeyse ; “Bir hoş manacıktır, gördüm siz gerçekten şair değilsiniz, divanınız yoktur, hep bunlar zail olur. Biz divan sahibi şairleriz. Kıyamete kadar divanımız durur ve gazellerimiz hokkabazlar, kasebazlar ve canbazlar, belki ağaç ayaklıklarla şarka ve garba yürür. Bizim divanımızda bulunan zayi olmaz. Bu manacığı esirgediğimden divanıma aldım. Yoksa ona karşı bir heves ve ihtiras beslediğimden değil” derdi. Lakin bir diğeri kendisinin bir beytini bozsa, evini barkını elinden almışlar gibi bî-huzur olurdu. Tamam gazelini alsalar adeta çıldırırdı.
    Bu asrın ilk yarısına damgasını vuran Zatî, asrın ikinci yarısına ve Türk edebiyatına damgasını vuran büyük şair Bakî’ye hocalık yapmış, onun yetişmesine katkıda bulunmuştur. Bu yönüyle de büyük değer görmüştür.
    Zâtî’nin en büyük eseri Divan’ıdır. Ömrü boyunca binlerce gazel ve yüzlerce kaside söylediği rivayet edilen şairin bütün şiirlerini bir araya toplayan bir divana rastlanmamıştır. Bazen çok zengin hayallerle süslediği ve zaman zaman çok düzgün söylediği şiirlerle bu yaptığı hizmete rağmen ciddi bir mesleği olmayışı ve hatıralarda gönlü kırık bir insan intibaı bırakması yüzünden Tanzimat şairi Ziya Paşa onun şiirini ve şiire hizmetini anarken:
    “Eslafta Ahmed ü Necâtî
    Âvâre vü dil-şikeste Zâtî.”
    Türkî suhane temel komuşlar demek ihtiyacını duymuştur. ( BANARLI, 1998, C.1 , s.573 )


    c) ESERLERİ

    I) ŞEMS Û PERVANE : 5000 beyti aşan eser benzerlerinden oldukça farklıdır.

    II) MECMU’ATÜ’L-LETAÎF: İki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım devrin şairleri, ileri gelenleri ve sıradan kişilerle ilgili manzum latifeleri ihtiva eder. Diğer kısım ise ahkam risaleleri tarzındadır. Devrin her türlü meslek ve sanat erbabını birer cümleyle mizahi şekilde tanıtır. Bunların dışında bir başka latifesi Delibirader Gazali’nin Mekke’den gönderdiği padişahtan başlayıp bütün devlet adamlarının ve diğer dostların ahvalini soran manzum mizahi mektubuna Zatî’nin aynı üslup ile verdiği cevaptır.

    III) EDİRNE ŞEHRENGİZİ: II. Bayezıt zamanındaki Edirne’yi ve oranın güzelliklerini tasvir eder. Zatî’nin bunların dışında kaynaklarda adları verilen lakin ele geçmemiş olan şu eserleri bulunmaktadır; Sırf birinin ısrarı üzerine para karşılığında yazılan Ahmed ü Mahmud, Siyer-i Nebî, Mevlûd, Ferruhnâme ve Kur’an Falı. ( TDEA, C.8, s.647 )






    ç) ZÂTÎ’DEN ÖRNEKLER

    GAZEL I

    1- Ey felek döne döne alma günâhum hazer et
    Yıldırım kamçılı bir kimsedür âhum hazer et

    1- Ey felek! Dönüp dönüp günahımı alma, bana iftirâ etme; Benim âhım yıldırım kamçılı bir adam gibidir; ondan kendini koru.
    (Felek, gökyüzü ve baht anlamlarında, döne döne de hem gökkubbesinin dönmesi, hem de tekrar tekrar anlamında da kullanılmıştır. Aşıkların ahı kara dumanlı ve ateşlidir; göğü yakar. Yıldırım gibi, günahsız bir kişinin günahını almak yani iftira etmek, ahını almakta tehlikelidir).

    2- Şâh-ı aşkum şerer-i âteş-i âhum sipehüm
    Yanar addur benüm ey şâh sipâhum hazer et

    2- Ben aşk sultânıyım.Âhımın ateşinin kıvılcımları askerimdir.
    Sultanım , benim askerim kor halinde harlı bir ateştir;ondan kendini koru.

    3- Ey gözümün nûrı beni yakma firâk âteşine
    Âlemi zulmet eder dûd-i siyâhum hazer et

    3- Ey gözümün nuru! Beni ayrılık ateşine yakma. Yoksa gönlümden çıkan âhın kara
    dumanı, dünyayı kapkaranlık eder, bundan sakın.

    4- Hırmen-i mâh yanar dâne-i encüm kül olur
    Âh etdürme bana ey yüzi mâhum hazer et

    4- Ey yüzü aya benzeyen sevgili! Bana acı cektirip âh ettirme.Yoksa aynı harmanı yanar , yıldız tâneleri kül olur . Bundan çekin.

    5- Zâtî`yâ sâ’i kadan hırmen-i sabrun tutuşur
    Çekilürken göge bu ejder-i âhum hazer et


    5- Ey Zâtî! Bu âhımın ejderhası güğe çekilirken ağzından fışkıran şimşeklerle sabrımınharmanı tutuşa bilir Bundan çekin,bana ah çektirm.
    (Ejder , ejderhâ masal ve destanlarda görülen yedi başlı ve ağzından ateş saçan büyük yılanlardır.Başları kesilince iki baş birden çıkar.Ançak kesilen başlar dağlanırsa öldürüle bilir.İnanışa göre yüz yıl yaşayan yılan ejderha olurmuş meleklerbunları zincirlere bağlar ve Kaf dağının ardına atmak için göğe fırlatırlarmış)

    GAZELII


    1- Her kimün lâle –veş destinde lâ`lin câmı var
    Gül gibi gâyetde vakti hoş güzel eyyâmı var

    1- Her kimin elinde –lâle biçiminde yâkut renkli bir kadehi varsa, onun gül mevsimi gibi çok hoş vakti , güzel günleri var demektir.

    2- Vakt-i sâki mülâyim sûfiyâ meyen bana
    Tevbe etdürme yüri her nesnenün eyyâmı var

    2- Ey kaba sofu! Şimdi tam güllerin açıldığı ilkbahar mevsimi iken , şarap sunan da yumuşak davranırken bana içkiden tövbe ettirmeğe kalkma , yürü git.Herşeyin bir zamanı var.

    3- Sûfiyâ bin serv-i Firdevs-i berîne dik gelür
    Gülsitân-ı meclisün bir serv-i sîm-endâmı var

    3- Ey kaba sofu! Toplantı gül bahçesinin gümüş bedenle, selvi boylu öyle bir güzeli var ki , yüce cennetin binlerce selvi ağacına kafa tutar.
    (Dik gelmek, önünde dikilmek, dik dik konuşmak, kafa tutmak ve direnmek mânâlarında kullanılmıştır).

    4- Mest olup ol serv-kamet gözlerinden dökdi yaş
    Benmümüz bir baga döndi kim gül ü bâdâmı var

    4- O selvi boylu güzel sarhoş olup gözlerinden yaşlar dökmeğe başladı. Böylece toplantımız bir bahçeye döndü; badem çiçeğimizde var.
    (Gül, aslında çiçek demektir. Gül-i nâr: nar çiçeği, gül-i nergis: nergis çiçeği ).



    5- Zâtî`ye vasf-ı cinân eylersin anda vâizâ
    Sâkî-i meclis kadar bir dilber-i ra`nâ mı var

    5- Ey öğüt veren! Zâtî`ye durmadan cennetleri anlatır, öğersin. Acaba orada toplantımızın şarap sunucusu kadar güzel bir dilber var mı? Hiç bundan söz etmiyorsun.

    GAZEL III



    1- Göricek hüsnüm inân-ı ihtiyâr eden gider
    Tîg-i hışmı lûtf et ey çâbük-süvâr eden gider

    1- Güzelliğini görünce düşüncemin , kararımın dizgini elimden kaçar.Ey usta binici sevgilim , lûtfen bu öfkeli bakış kılıcını elinden bırak.

    2- Başın için nakş edüp ayağa salma âşıkı
    Reng-i hınnâ-yı melât ey nigâr eden gider
    2-Ne olur , başın için hileler edip âşıkı ayaklara düşürme Güzelim , güzellik kınasının engi bir gün gelir , elden gider

    3- Gırre olma bunca murg-ı dil şikâr ettüm deyu
    Âkıbet şehbâz-ı hüsn ey şehriyâr elden gider

    3- Sultânım , bunca gönül kuşunu avladım diye grurlanma .Sonunda güzellik doğanı elden kaçıp gider, unutma.
    (Güzellik doğan kuşuna benzetilmiş. Kuş avlanmakta kullanılan doğan avcısının kolunda durur ve avı yakaladıktan sonra avcıya getirir).

    4- Murgueş el üzre tut âşıklara râğbetler et
    Bu tarâvet âhir ey kaddi çınâr elden gider

    4- Ey boyu çınara benzeyen sevgilim , âşıklara iyi davran sygı göster; kuş gibi el üstünde tut . Çünkü sonunda bu tazelik bu güzellik yok olup gider.
    (Sevgili Çınara âşıklar kuşa benzetilmiş . Çınar yapraklan el biçimindedir. Sevgilininde çınarında tazeliği kalmayınca âşıkta kuşta kalmaz).

    5- Zâtî-i mûra elünden geldügince eyle lûtf
    Hâtem-i hüsn ey Süleymân-iştihâr eden gider


    5- Ey Süleyman gibi namlı sevgilim! Bu, karınca gibi küçük, değersiz Zâtî’ye elinden geldiğince iyilik göster Çünkü güzelliğin Mührü bir gün olur kaybolur gider.
    (Hz. Süleymân kibrit-i ahmerden ve üzerinde Tanrı adlı yazılı mührüyle bütün insanlar, hayvanlar, kuşlar, cinler ve devlere, hatta rüzgara emrederdi. Parmağında taşıdığı bu yüzük mührünü şeytana kaptırmış ve geri alıncaya kadar saltanatını kaybetmişti.
    Hz. Süleyman bir gün savaşa giderken karıncalar ülkesinde karınca beyinin adamlarına “yuvanıza girin Süleymân’ın askerleri sizi çiğnemesin “seslendiğini duydu. Atından inip beyle konuştu ve ondan çok öğütler aldı. Karınca beyinin sunduğu bir çekirge buduyla ordusunu doyurduğu gibi yarısını da azık olarak yanında götürdü).

    GAZEL IV



    1- N`oldu inlersin felek hercâyi cânânun mı var
    Sery eder her menzili bir mâh-ı tâbânum mı var

    1-Felek ne oldu sana, inleyip duruyorsun? Yoksa seninde benim gibi hevâyi, kararsız bir sevgilin mi var? her yerde dolaşan, her yanı gözleyen parlak bir ayın mı var? (Felek kelimesi gökyüzü, baht, çark mânâlarında kullanılır. Durmadan dönmesiyle Botan dolabına ve çarka benzetilir. Bu yüzden dolap gibi inlediği düşünülür).

    2- Benzüni ey bûtsân hazân mı etdi zerd
    Yohsa başı taşra bir serv-i hırâmânun mı var

    2- Ey bahçe! Benzimi güz mevsimi mi böyle sapsarı etti? Yoksa seninde benim gibi boyu yüksek, aklı başka yerlerde, vefâsız salınan bir selvi boylun mu var?

    3- Ağlayup feryâd edersin her nefes ey abdelîb
    Hâr ile hem-sâye olmış verd-i handânun mı var

    3- Ey bülbül, böyle her an ağlayıp inliyorsun.Yoksa sende benim gibi dost olan, gülüp açılmış bir güle mi âşıksın.
    (Bülbül güle âşıktır. Diken ise aralarına girer. Şâirinde, sevgiliye kavuşmasını önleyen, onun yüz verdiği rakiptir).

    4- Yoluna cânum revân etsem gerek cân`a dedüm
    Yüzüme bin hışm ile baktı dedi cânum mı var

    4- Canım sevgilim! Yoluna canımı akıtmalı, sana kurban olmalıyım, dedim. Yüzüme öfkeyle baktı, dedi; Senin canında var mı?


    5- Zülf-i dilber gibi ey Zâti perîşânsın yine
    Cevri bî-had yohsa bir yâr-ı perişânum mı var

    5- Ey Zâti! Yine sevgilinin saçı gibi dağınık, bitkinsin. Yoksa cefâsı, eziyeti sınırsız peri gibi güzel`bir sevgilin mi var?


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: 16.Yüzyılın Türk Şairleri

          Kategori: Edebiyat

          Konuyu Baslatan: ŦєŁєรмє

          Cevaplar: 14

          Görüntüleme: 8294


    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]

    Ŧєℓєรмє

    !!!...υğяαşмα вαвα уσяgυη...!!!




    ßoşver,hep aynı masal..."Hayat ve ßen"işte hepsi bu kadar.....

    Ŧєℓєรмє

    вιяαz ѕєνιηç вιяαz нüzüη.

  2. #2
    ŦєŁєรмє - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    539
    Konular
    168
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @ŦєŁєรмє

    Standart

    2) HAYÂLÎ BEY ( ?-1556 )

    a) HAYATI

    Hayâlî Bey 16. asrın Fuzûlî’den sonra gelen en büyük şairleridir. Asıl adı Mehmet, lakabı ise bekâr Memi’dir. Selanik vilayetinin kuzey doğusunda bulunan Vardar Yenicesi’nde doğmuştur. Vardar Yenicesi Hayâlî devrinde ufak bir ilim ve edebiyat merkezi idi. Hayretî, Usûlî, İlâhî, Garîbî gibi şair ve mutasavvıflar yetişmiştir. Orada istinsah edilmiş klasik kitaplardan başka birçok da laik ilimlere ait kitaplara rastlanır.
    Hayâlî, Kınalızâde’nin “Mecma’ı Şu’arâ” ve “Menba’i Bulagâ” dediği Vardar Yenicesi’nde II. Bayezıd zamanında 886–918 (1481–1512) dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi belli değildir. İlk tahsilini memleketinde yapmıştır.
    Âşık Çelebi, kendi üslubu ile bu tahsilin Gülistan ve Bostan gibi o zaman klasik olan edebi eserler etrafında olduğunu ima ediyor. Hayâlî’nin kuvvetli bir medrese tahsili görmediği eserlerinden anlaşılır. Bu tahsili yaparken de muhtelif memleketleri dolaştığını zikreder. O sıralarda Baba Ali Mest-i Acemî adlı bir Kalenderî mürşîdi dervişleri ile beraber Yenice’ye uğramıştı. Hayâlî, bu serazat dervişlerin sohbetinden pek zevk aldı. Daha çocuk denecek yaşta iken bunların içinden bir ışık dilberine aşık olarak o kafileye katıldı. İstanbul’a gelip gitmeye başladı. Hayâlî, bu seyahatleri sırasında gerek Baba Ali Mest-i Acemî’den ve gerek içinde bulunduğu muhitten tasavvufa dair bir çok şeyler öğrenmiştir. Hayatının bu ilk devresinin geçiş tarzı kendisinin baba ihtimamından mahrum kaldığını gösterir. Yine böyle bir gelişte İstanbul Kadısı Sarıgürz Nurettin Efendi böyle güzel, yakışıklı bir genci Kalenderiler arasında bulunması “ne meşru ve ne de makuldür” diyerek Hayâlî’yi onlardan ayırarak “Şehir muhtesibi Uzun Ali’ye emanet etti.” Bu devrede dev Hayali, tahsile ve belki de biraz medrese tahsiline devam etmiştir. ( TARLAN, 1992, ss.13-14 )
    Hayâlî, ruhen kuvvetli istidada sahip olduğu için kısa zamanda şiirler söylemeye başlayıp yavaş yavaş şöhret yolunu tutmuştur. Bu sırada Defterdar İskender Çelebi’nin dikkatini çeken şair, daha sonra Sadrazam İbrahim Paşa’ya takdim edilir ve zamanla Kanunî Sultan Süleyman’ın nedimleri arasına girer. Âşık Çelebi’nin ifadesiyle “pençe-î sultanîden tu’me yiyub sâid-i saadette karar îden bir şahbaz” olur. Utangaç bir mizaca sahip olan Hayâlî, padişahın meclisinde bir müddet şiir söyleyemez. Kendisi bu durumu şöyle ifade eder.

    “Bir bezm-i hasa mahrem oluptur Hayâlî kim
    Açılmaz onda gonca-i cennet hicabdan”

    Ancak şair daha sonra takdim ettiği gazel ve kasidelerle padişahın lütfüne fazlasıyla karşılık vermiştir. Bir kaçı istisna olmak üzere kasidelerinin tamamına yakını padişaha sunulmuştur. Rodos’un fethi dolayısıyla verdiği kasidede görünen uzun ve canlı tasvirler şairin bu savaşa iştirak ettiği hissini uyandırmaktadır.
    Padişahın yakın dostluğunu kazanan Hayâlî’ye yapılan ihsanları tezkire sahipleri anlata anlata bitiremez. Şaire önce ulufe sonra da tımar ve zeamet verilmiştir. Ayrıca sunduğu her gazel ve kaside karşılığında bahşiş ve ihsanda bulunulmuştur. Bu insanlara padişahın yanında İbrahim Paşa ve İskender Çelebi’nin de katıldığı görülmektedir. O devre ait bir mevâcîb ( maaş, ulufe ) defterinde Hayâlî’nin 1525–1526 yılında günlük 10, aylık 290 akçe aldığı kayıtlıdır. Şairin bu ikbali başta Yahya Bey olmak üzere devrin diğer şairleri tarafından kıskançlıkla karşılanmıştır. En büyük hamileri İskender Çelebi ve İbrahim Paşa’nın katlinden sonra şairin talihi döndü. Yeni gelen Rüstem Paşa edebiyata fazla değer veren bir insan değildi. Önemsemediği gibi şair olarak da Yahya Bey’i destekliyordu. Hayâlî Bey kendisini kıskanan ve çekemeyenlerin kışkırtmalarından çekinerek hayatını emniyette hissetmediğinden İstanbul’dan uzaklaşmak istedi. Bu düşünce ile padişahtan “Sancak Beyliği” istedi. Daha sonra da Rumeli Kethûdalığı istedi. Şair bu istekleri kendi iradesiyle vermemiş yakın çevresindeki eşinin dostunun ısrarı üzerine vermiştir. Daha sonra yaptığı bu hareketin hatalı olduğunu düşünmüş ve pişman olmuştur. Hamilerinin ölümünden sonra da padişah tarafından iltifat gördüğü söylense de bu pek inandırıcı olarak görülmemektedir. Çünkü bu derece de bir kişiliğe ve sanat gücüne sahip bir insanın bu tür isteklerde bulunması söylenilenlerin aksini doğrulamaktadır.
    Padişah ile Hayâlî Bey arasındaki soğukluk İskender Çelebi ve İbrahim Paşa hayatta iken de olduğu tahmin edilmektedir. Hatta bir defasında Edirne’ye giden padişah Hayâlî’ye iltifat etmeyip onu yanında götürmemiştir. Bu durum ise şairi çok üzmüştür. Şair padişahtan daha farklı isteklerde de bulunmuştur. Fakat bunların ne olduğu konusunda bir fikir yoktur. Bazı kasidelerinde ise bıçağın kemiğe dayandığını söyleyerek tevliyet ve dirlik istemiştir. Bir başka kasidesinde padişaha vasf-ı halini dinlemesi için adeta yalvarır ve bunu bile büyük bir ihsan görür. ( KURNAZ, 1996, ss. 21-26 )
    Ahmet Reşit Efendi, “Tarihi Osmanlı” eserinde Sultan Mustafa’nın katli hadisesinde Hayâlî’nin bir etkisi olduğunu söylemekte ancak Hayâlî Bey gibi rind, meşreb, dünya nimetlerinden uzak bir insanın bunu yapması pek ihtimal işi değildir. Zira sebep olarak Şehzade Mehmed Han’a mersiyeler yazdığı halde Sultan Mustafa hakkında bir şey yazmaması gösterilmiştir. Sultan Mustafa için çok kuvvetli bir kaside yazan Yahya Bey ile araları açık olduğu için böyle bir şey yazmamış olması yüksek ihtimaldir.
    Hayâlî Bey 1557 senesinde Edirne’de vefat etmiştir. Âşık Çelebi : mezarının Salh hane yolunda Haydarhane Hatîresinde bulunduğunu söyler. Bu gün Edirne de mezarının bulunup bulunmadığını Edirne Halkevinden soran Ali Nihat Tarlan’ın aldığı cevaba göre Hayâlî, Edirne’de Uzun Kaldırım Mezarlığına karşı dedelerinden kalan Vize Çelebi Mescîdî’nin avlusu önüne kendi yaptırmış olduğu iki lüleli denmekle maruf çeşmenin sol tarafına pencere boyuna gömülmüştür.
    Uzun yıllar boyunca bekar yaşamış olan Hayali Bey’in evlendiği ve iki çocuk sahibi olduğu bilinmektedir. Eşi kendisinden önce vefat etmiştir. Çocuklarından Ömer Bey, Muradiye Camîsi’nde uzun yıllar mesnevi okutmuştur. 20 yıl Halep Defterdarlığında bulunmuş ve emekli olduktan iki yıl sonra vefat edince Koca Mustafa Paşa Mezarlığına defnedilmiştir. Hayâlî Bey’in diğer oğlu İbrahim Bey’de şair ve edip bir insandır. (TARLAN, 1992, ss.16-19 )

    b) EDEBİ ŞAHSİYETİ

    Hayâlî Bey’in en önemli özelliği çok cömert bir insan olması ve dünyevi değerlere kıymet vermemesidir. Âşık Çelebi Tezkîresinde onun bu özelliğini uzun uzun anlatmaktadır. Hayâlî, zamanında kendisine verilen değer noktasından incelersek bu günkü düşüncelerimize oldukça aykırı bir sonuca ulaşmakla beraber o devir şair ve tezkirecilerinin şiara büyük kıymet verdiklerini görürüz.
    Hayâlî, doğuştan şair yaradılışlı bir şahsiyettir. Kuvvetli bir şair ve tarikat kültürü merkezi olan bir muhitte yetişmişti. Doğal yeteneği tesirini derhal göstermiş ve Hayâlî, on dört yaşında şiir söylemeye ve şöhret yapmaya başlamıştır.
    Şairin yirmi yıllık arkadaşı Aşık Çelebi, tezkiresinde Hayâlî’ye ait bir çok aşıkane maceralar anlatır. Lakin hayatına ait aşk maceraları ilk Kalenderîlik devresinde aldığı tasavvufi terbiyenin altında bu tefekkür sitemine bürünerek şiirine intikal etmiştir. (TARLAN, 1992, ss.22-23 )
    Hayatında şiir yoluyla az şaire nasip olacak bir takdir ve imkan elde eden ve bu yüzden çeşitli kıskançlık hiciv ve dedikodulara hedef olan şairin aslında tok gözlü zengin gönüllü, onurlu eli açık, paraya, mevkîye, mala değer vermeyen, dünyayı hiçe sayan, kayıtsız, serbest yaşamayı seven, sıkıntı ve zora girmeyen, çatışma ve huzursuzluklardan hoşlanmayan bir yaradılışa sahip olduğunu Aşık Çelebi, açık ve etraflı bir dille ortaya koyar. Hoşgörü ve dost canlısı olup kendine hiciv yazılmadıkça başkalarını hicvetmezdi. Böyle olmakla beraber ikbal ve şöhreti etrafında doğan kıskançlıklar karşısında mevkisini korumak için bazen yakın dostları aleyhinde bunu yapmaktan çekinmediği belirtilmektedir. ( TDEA, C.4, ss.170-171)
    Vardar Yenicesi, Hayâlî Bey’in edebi şahsiyetinin tekamülünde önemli bir yer teşkil eder. “Gaziler Ocağı ve Arifler Durağı” olarak nitelendirilen bu küçük Rumeli Kasabası Şeyh Abdullah-ı İlahi olmak üzere çok sayıda edebi şahsiyet yetiştirmiştir. Vardar Yenicesi, o dönem itibariyle tam bir kültür ve sanat merkezi özelliğindeydi. Bu edebiyat ve sanat merkezinde doğan büyüyen şair hem bu yörenin olanaklarından hem de kendisinin sahip olduğu olanaklarla ve yeteneklerle önce burada sonra da İstanbul’da namını duyurmayı başarmıştır. Tabi ki onun yetişmesinde Ali Mest-i Acemî’nin katkılarını göz ardı etmemek gerekir. Çünkü bu şahsiyet, Hayâlî’yi oğlu gibi sevmiştir. Nitekim Hayali’nin şiirlerindeki tasavvufi unsurlarını doğduğu yerin manevi havası yanında Baba Ali tesirini görmek mümkündür.
    Hayâlî Batınî olmasına rağmen ehl-i sünneti incitecek bir tarafın olmadığını Ali Nihat Tarlan yaptığı incelemelerde göstermiştir. Şiirlerindeki tasavvufi unsurlara rağmen onu kuvvetli bir mutasavvıf şair saymak yanlış olur. ( TDVİA., 1998, C.17, s.6 )
    Devrinin tezkire yazarları ve şairleri onun dönemin en büyük şairi olduğunda birleşir ve ona “Diyâr-ı Rum’n Sultânü’ş Şuarâsı, meşhur maraf Hayâlî Bey” adını vermişlerdir. Hatta bazı şairler Hayâlî’yi Hafız-ı Şirâzî’ye benzeterek onun şairlik değerinin yüksekliğini göstermeye çalışmışlardır.
    O dönemin en önemli şairi Zâtî’yi, Hayretî, Kara Fazlî ve Yahya Bey gibi şairleri şiir alanında yaptığı mükemmel yükselişle gölgede bırakmış ve ne kadar büyük bir şair olduğunu göstermiştir. Ali Şîr Nevâî ve İran şairleri hakkında saygın bir ifadeyi daima kullanan Hayâlî, kendisini onlarla eşit görür. Osmanlı şairleri arasında da kendisinin Necatî Bey’in yerini tuttuğunu söyler. Bu yönüyle birlikte atasözü,deyim ve halk tabirleriyle şehirli Türkçe’sini kullanma yolunda Necatî Bey’in takipçisi olduğunu da ifade etmektedir. O dönemde Hayâlî’ye rakip olabilecek tek kişi Fuzulî idi. Ancak o bu şöhreti gölgelemeyecek kadar İstanbul’dan uzaktaydı. Ali Nihat Tarlan’a göre, Hayâlî tasavvufi özellikleri itibariyle Bakî’den üstündür.
    Canlı ve kuvvetli bir üslupla yazılmış olan kasideleri olan Hayâlî asıl şöhretini yansıtan şiirleri ve gazelleri olmuştur. Bu şiir ve gazellerinde Rumeli şairlerinde görülen samimiyet, ilham kudreti, gurur ve istiğna, mahalli renklere itina gibi özellikler dikkati çeker. Klasik edebiyatta fazlaca kullanılan “müşebbehün bih”lerdeki benzetme unsurlarını kendi şiir anlayışında eriterek kullanmayı bilmiştir.
    Şiirlerinde tasannu bazen ruhundan doğan şiddetli ilhamın heyecanı içinde kaybolur. Mısralarındaki şekil mükemmelliğinin olmayışı, onun kayıt altına girmek istemeyişinden ve yeteri kadar bir tahsil görmemesinden kaynaklanmaktadır. Bunun kanıtı olarak şiirlerindeki bazı imla ve söyleyiş kusurlarını Aşık Çelebi’nin düzeltmesi olarak gösterebiliriz.
    Hayâlî, çağdaşı olan Sufî, Huşuî vb. gibi şairlerce övüldüğü gibi Fuzûlî, Ulvî, Vahîdî, Rahmî gibi şairler üzerinde de etkili olmuştur. Fuzûlî’nin meşhur “Su Kasidesindeki su redifini” Hayâlî’den almış olması kuvvetli bir ihtimaldir. Devrinden başlayarak Hayâlî’nin gazallerinin Gunâhî, Ali, Şeyh Galip, Keçecizade İzzet Molla, İzzet Ali Paşa, Bayburt’lu Zihnî gibi şairler tarafından tanzir ve tazmin edilmiş olması tesirinin ne kadar etkili ve sürekli olduğunu gösterir.
    Hayâlî’nin divanındaki neşre göre, Kanunî Sultan Süleyman hakkında olmak üzere yirmi beş kaside, sekiz musammat, bir terkibi bend, beş müteferrik manzume, 688 gazel ve 33 kıt’a mevcuttur. ( TDVİA., 1998, C.17, s.6 )

    c) ESERLERİ

    Hayâlî Bey’in divanından başka eseri bilinmemektedir. Bazı kaynaklar kendisinin divanını bizzat tertip etmediğini hatta Kanûnî bir defasında Divan’ı görmek istediğinde divanın onun şiirlerini toplamış olan Vefalı Şehzade Ali Çelebi’de bulunabildiğini kaydederler. Bununla birlikte bazı şiirlerinde bizzat divan tertip ettiğini gösterir.
    Âşık Çelebi bir mesnevi yazması konusunda Hayâlî Bey’e baskı yapmış olsa da bu bir işe yaramamıştır. Fakat bir gün bir mesneviye başladığını ve iki yüz beyit yazdığını söylemişse de Aşık Çelebi’nin kaydetmesine razı olmamıştır. Bazı kaynaklarda onun Leyla ve Mecnun Mesnevisi bulunduğu yazılıdır. Fakat bunun Hayâlî mahlaslı başka bir şaire ait olduğu anlaşılmıştır.
    Hayâlî Bey’in divanının Ali Nihat Tarlan tarafından İstanbul Kütüphanelerindeki On üç nüsha karşılaştırılarak bunlar arasında yedi nüshası üzerinden tenkitli neşri yapılmıştır.
    Hayâlî Bey divanı kasideler, musammatlar, (murabba, muhammes, tahmis, muaşşer vs.) gazeller ve mukattaat bölümlerinden meydana gelmiştir. 668 gazel, 25 kaside, 15 musammat ve 33 mukatta bulunmaktadır. Kasidelerden 12’si, gazellerden 449’u rediflidir. Redifli şiirler şairin muhayyilesinin bütün genişliği ile aksettiği şiirlerdir. Denilebilir ki müşahhas rediflerde şairin en geniş manasıyla kültürü ve hayal gücü aksederken dil ve mefhum zenginliği kazanmaktadır. Redifin ahenk yönünden şiiri kanatlandırdığı ve bir bütünlük kazandırdığı da unutulmamalıdır.
    Ayrıca divandaki 668 gazelden 604’ü beş beyitten meydana gelmiştir. Zaten gazelin 5,7,9 tek rakamlı beyitlerle yazılması gelenektir. Bu sebepten 6 ve 8 beyitli gazellerin bir kısmı nüsha farkıyla ortaya çıkmış olmalıdır. ( KURNAZ, 1996, ss.31-33 )
    Hayâlî Bey divanı ile ilgili bir çok çalışma yapılmıştır. Bunlardan biri Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan tarafından incelenerek 1946’da İstanbul’da neşredilmiştir. Ayrıca Hayâlî hakkında geniş çapta bilgi için Prof. Fuat Köprülü’nün “Anadolu’da Türk Dili Ve Edebiyatı’nın Tekamülü” makalesine: Ali Nihat Tarlan’ın Hayâlî Bey Divanı Mukaddimesine ve bu konuda bibliyografik malumat için de Th. Manzel’in Türkçe İslam Ansk.’deki Hayâlî maddesine bakılmalıdır. ( BANARLI, 1998, C.1 , s.574 )










    ç) HAYÂLÎ ‘DEN ÖRNEKLER

    GAZEL I


    1- Cihân-ârâ cihân içindedür ârâyı bilmezler
    O mâhîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler.

    1- Dünyâyı süsleyen dünyânın içindedir. Ama insanlar onu aramasını bilmezler. Tıpkı denizin içinde olup da denizin ne olduğunu bilmeyen balıklar gibi.
    (Beyitte tasavvufun esası anlatılmış: Mutassavvuflara göre Tanrı, vücûd-ı mutlaktır ve ondan başka bir varlık yoktur; bütün kâinât, hayvan, nebât ve eşyâ Tanrı zâtının görüntüsüdür. Tasavvufta ana kaide “Lâ mevcûdu illallah” -Tanrı`dan başka varlık yoktur - sözüyle özetlenmiştir.)

    2- Harâbât ehline dûzah azâbın anma ey zâhid
    Ki bunlar ibn-i vakt oldı gam-ı ferdâyı bilmezler

    2- Ey ham sofu, meyhanede oturup burayı mesken edinenlere cehennem azabından, çekecekleri cezâlardan söz etme. Bunlar vaktin oğlu oldular, geleceğin sıkıntısını çekmezler.
    (İbna`l-vakit zamanın oğlu, yaşadığı zamana uyup, gereklerini yerine getiren, insan demektir. Tasavvuf terimi olarak da geçmiş ve gelecekle uğraşmayan, geleceği düşünmeden Tanrı`nın her hükmüne, her-emrine itiraz etmeden uyan, gerçek sofi anlamındadır. Çıkarcı, dalkavuk anlamında ise İbnu’z-zamân sözü kullanılır. Beyitteki hârabât, dünyâ ve ilâhî aşk şarabının içildiği tekkedir.)

    3- Şafak-gûn kan içinde dâğını seyr etse âşıklar
    Güneşde zerre görmezler felekde aynı bilmezler.

    3- Âşıklar kıpkızıl kan içindeki yaralarına baka baka güneşi zerre kadar görmezler, gökyüzünde ay oldugunu bile fark etmezler.
    (Şafak, güneş batarken gökyüzündeki kızıl aydınlıktır. Türkçe’de daha çok güneş akması doğarken görülen kızıllık ve alaca karanlık anlamında kullanılır. Kan maddedir. Kanın maddeden kurtulmaktır. Gerçek aşka ulaşan âşıklar acılarıyla baş başa kalıp yaralarını seyredince artık dünyâdan soyutlanmışlardır, hiç bir şeyle ilgilenmezler. Hayâlî Bey kendini ilahî aşka yönlenmiş bu âşıklardan sayıyor.)


    4- Hamîde kadlerine rişte-i eşki takup bunlar
    Atarlar tîr-i maksûdi nedendür yayı bilmezler

    4- Bu âşıklar yay gibi iki büklüm boylarına gözyaşı ipliğini takıp, istek okunu hedeflerine atarlar. Ama yayın neden yapıldığını düşünmezler bile.
    (Göz yaşı sürekli aktığından ipliğe benzetilmiş Bugünde sicim gibi gözyaşı dökmek deyimi kullanılır. Âşıkların boyu her zaman iki büklümdür. Çeng aletine, dal harfine yada yaya benzetilir.Beyitte âşıkların amacı; Tanrı ya kavuşmaktır. Kullandıkları yayın kendi vücuttan mı, yoksa Tanrı zâtının tecellisi mi olduğunu düşünmüyorlar ilâhi aşkla o kadar sarhoş olmuşlardır.)

    5- Hayâlî fark şalına çekenler cism-i uryânı
    Anunla fahr ederler atlas u dîbâyı bilmezler.

    5- Hayâlî! Çıplak vucûtlarını yoksulluk şalına sararlar,bununla öğünenler . Bunların atlas ve dibâ gibi değerli kumaşlarda gözleri yoktur.
    (Fakr tasavvufta Tanrı`dan başka her şeyi bırakma, dünyâ ile ilgiyi kesmektir. Kulun Tanrı karşısında hiçliğini ve yokluğunu duymasıdır. Fakr, gönül zenginliğidir. Beyitte “El-fakru fahri “-Fakirliğim ile övünürüm “ hadisine tehmil yapılmış Sahih hadiselerden olmayan ve Hicri üçüncü yüzyılda ortaya çıkan bu hâdis mânâsı doğrudur diye benimsemiştir.


    GAZEL II



    1- Ol gün kanı ki gün gibi sûzân idüm sana
    Olsan revâne sâye-i bî-cân idüm sana

    1- Güneş gibi sana yandığım o günler nerde kaldı? Sen yürüyüp gitsen, cansız bir gölgen gibi ardından ayrılamazdım.
    (Bu gazel tümüyle tasavvufidir. İnsanların henüz can verilip yaratılmadan Tanrının varlığıyla bir odluları günlerden sözedilmiş).


    2- Esrâr-ı kâ`inâta azel cüradân iken
    Ben hânkaah-ı aşkda hayrân idüm sana

    2- Ezel toplantısı, kâinâtın esrârından birer nefes çekilen eski kabağı iken, ben aşk teknesinde senin hâyranın idim.
    (Tanrı`nın insanların ruhlarını topladığı Bezm-i ezel, bir esrâr kabağına benzetilmiş. İnsanlar ilâhi sırlardan biri nefes alıp varlık âlemine inanıyor. Hayâlî Bey, ben daha o zaman, henüz yaratılmadan senin aşkınla kendimden geçmişim demiş. Hayrân, aynı zamanda esrâr sarhoşu mânasındadır.)

    3- Ne gülde reng ü bû var idi ne sabâda fer
    Ben gülşenünde bülbül-i nâlân idüm sana

    3- Henüz ne gülde renk ve koku, nede sabah yelinde tâzelik varken, ben senin gül bahçende aşkından inleyen bülbülün idim.

    4- Sen nâz ederdün ehI-i niyâza Medîne-vâr
    Ben Ka’be gibi çâk-i girîbân idim sana

    4- Sen büyük şehirler gibi, sana yalvaran kullarına naz ederken, ben Ka`be gibi, yakamı açmış, sana buyur diyordum.
    (Medine, şehir demektir. Büyük şehirler, dışarıdan gelen yersiz yurtsuzları kabul etmek istemezler. Her devirde dışardan gelenlerin yerleşmeleri için bazı kısaltmalar konmuştur. Beyitte Medine iki anlamda kullanılmış Ka`be ise beytu`llah, yâni Tanrı`nın evidir. Her kulu kabul eder. Ka`be örtüsünün açılması, yaka yırtıgına benzetilmiş. Yaka yırtığı âşıkların işâretidir. Acıdan, kederden âşıklar yakalarını yırtarlar. Tanrı, kulun gönlünde tecelli eder. Gönül Kâ’be’ye benzetilir. Hayâli Bey, gelip gönlüme girip yerleşsin diye yakamı parçaladım, diyor.)

    5- Şâhum Hayâlîyem ki cihân lâ-mekân iken
    Ben bir mekân-ı hâsda mihmân idüm sana

    5- Sultânım! Dünyâ henüz yaradılmamışken, yeri belli değilken, ben özel bir yerde senin konuğun olan Hayâliyim.
    (Mekân-ı hâs sözüyle bezm-ı ezel anlatılmak istemiştir.)



    GAZEL III







    1- Bir âleme ermiş durur erbâb-ı harâbât
    Kim düşde dahî görmez anı ehl-i münâcât

    1- Meyhâne halkı öyle yüce bir âleme erişmişlerdir ki, yalnız, duayla, yalvarmayla ham sofular bunu düşlerinde bile göremezler.
    (Meyhâne, tasavvufta tekke, şarap ilahî aşktır. Meyhâne ehli de tekkedeki derviş, sofi anlamında kullanılır. Mutasavvıflara göre Tanrı`ya yalnız ibadete değil aşkla ulaşılır).

    2- Mey telh oluçak hâlet olur anda ziyâde
    Zevk ehline yeter bu kadar keşf ü kerâmât

    2- Şarap acı olursa, ondaki lezzet de çok olur. Zevk sahibi olanlara bunun sırrını anlatmak ve erimişçe buluş yeter.

    3- Ârâm edemez dil göricek sâgarı pür-mey
    Hurşîdi göricek n`ola raks eylese zerrât

    3- Gönül, kadehi şarapla dolu görünce, yerinde duramaz, olur; zerreler güneşi görünçe oynaşmağa başlasalar şaşılırmı?

    4- Ferzîn gibi kec-revliği ko nat`-ı felekde
    Çarh etse gerektür seni bir lu`b ile şehmât

    4- Felekle oynadığın satranç oyununda vezir gibi eğri gitmekten vazgeç. Felek seni bir oyun yapıp mat eder, bozguna uğratır.

    5- Sevdâ-yı cihânı koma gönlünde Hayâlî
    Ol Kâ`be-i ulyâyı niçün mesken eder Lât

    5- Hayalî! Dünyâ sevgisini gönlünde yaşatma; kaldır at. Lât, o yüce Kâ`be`de niçin yerleşip otursun.
    (Lât, Müslümanlıktan önce Arabistan yarım adasında Uzzâ ve Menât gibi çok inanılan bir ilâhedir. Sülü, beyaz birtaş biçiminde yapılırdı. Kâ`be de bulunan putlardan biridir)

    GAZEL IV






    1- Başumda mûy-ı jülîde tenümde taze dâgum var
    Melâmet mülkünün sultânıyam tûgum otagum var

    1- Başımda karmakarışık saçlarım , vucûdumda taze yaralarım var.Ayıplanıp kınanma ülkesinin sultanıyım;tuğum da ortağımda var.
    (Melâmet, ayıplanma, kınanma dile düşüp rezil olma demektir. Melâmiyye ve melâmetiyye, usûl, zikir, özel giysi ve tekkeye önem vermeyen bir inanış biçimidir. Bir tarikat olup olmadığı tartışılmıştır. Taraftarlarına Melâmî veyâ kalbiyyun denir. Saç, baş karışık: perişân durumda dolaşır. Halk, değişik davranışları ve giyinişleri yüzünden Melâmileri küçük görmüş, ayıplamıştır.

    2- Diyâr-ı sûzub oldum şem` gibi ben de serdân
    Nice Ferhâd ile Mecnun gibi yanar çerâgum var

    2- Mum gibi ben de yanım tutuşma ülkesinin başkomutanı oldum. Nice Ferhâd ve Mecnûn gibi yanan kandilim var.
    (Çerağ kelimesi kandil ve çırak, öğrenci anlamlarında kullanılmış. Âşıkların pîri sayılan Mecnûn ve Ferhâd, benim çıraklarım, öğrencilerimdir; ben onlardan çok yanan bir âşığım denmiş).

    3- Fezâ-yı aşkda ben ol Nihâl –i ser-firâzam ki
    Nihâl-i Sidre gibi sâye salmış bir budağum var

    3- Ben aşk göğünde başı göklere ulaşan öyle bir fidanım ki, Sidre fidanı üstüne gölge salan bir dalım var.
    (Sidre, Arabizstan kirazı denen bir ağactır. İnsan ilminin ve idrakının sınırı sidretü-I-müntehâ. Arştaki yüksek, kutsal ağactır. Ondan ötesi Tanrı`nın zât âlemidir. Mi’râç sırasında Cibril aleyhisselam “ Bir parmak daha ilerlersem yanarım” deyip Sidre`de kalmış. Hz. Peygamber ilerlemiştir).

    4- Sipâh-ı gussa vü gamdan beri saklar penâhumdur
    Yüzünde hâl-i müşginün gibi bir kara dâğum var

    4- Senin yüzündeki mis kokulu benim gibi beni gam ve keder askerlerinin saldırılarından koruyup saklayan kara bir yaram var.

    5- Hayâlî şâh-ı aşk oldum dahi bu akl-ı hercâî
    Gönül mülküne ayak basmasın muhkem yasağum var

    5- Hayâlî, aşk diyarının sultanı oldum. Bundan böyle bu kararsız akıl gönül ülkesine ayak basmasın: kesin olarak yasakladım.

    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]

    Ŧєℓєรмє

    !!!...υğяαşмα вαвα уσяgυη...!!!




    ßoşver,hep aynı masal..."Hayat ve ßen"işte hepsi bu kadar.....

    Ŧєℓєรмє

    вιяαz ѕєνιηç вιяαz нüzüη.

  3. #3
    ŦєŁєรмє - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    539
    Konular
    168
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @ŦєŁєรмє

    Standart

    3) KANÛNÎ SULTAN SÜLEYMAN (1494-1566)
    (MUHİBBÎ)

    a) HAYATI

    Kanûnî Sultan Süleyman; Avrupalıların ona verdiği isimle Muhteşem Süleyman, Büyük Türk.
    Yavuz Sultan Selim’in oğlu olan Kanûnî Sultan Süleyman, 6 Kasım 1494 tarihinde Trabzon’da dünyaya geldi. Annesi Hafsa Sultan’dır.
    Osmanlı kaynaklarında kanun koyuculuğundan dolayı “Kanûnî” unvanıyla anılır. Tarihçilerin genel kanaatlerine göre Osmanlı tahtının onuncu padişahı olmasına karşın bazı batılı tarihçiler Yıldırım Beyazıt’ın şehzadelerinden Emir Süleyman’ın Fetret devrinde (1402-1413) Edirne’de saltanatını ilan etmesine dikkatleri çekerek Kanûnî’nin onuncu padişah olmadığına dikkat çekmektedirler. “On” rakamı sayı başı olmasından dolayı uğurlu sayılmaktadır. Tarihçi Ali ise Emir Mûsa’nın da tahta geçtiğini söyleyerek on ve on iki sayılarının faziletlerinin Kanûnî’de toplandığını belirtmektedir.
    Kanûnî’ye isim verilmesinde isimlerin gökten indiği hakkındaki inanışa uyularak Kur’an’dan bu hususta faydalanılmış ve rast gele açılan bir sayfadaki “innehu min Süleyman” ayetinden alınarak kendisine Süleyman adı verilmiştir. (İSLAM ANS., 1970, C.10, S.99)
    Süleyman ilk öğrenimini Trabzon’da tamamlamış ve on beş yaşına gelinceye kadar babası tarafından görevlendirilen değerli hocalardan ders görmüştür.
    Şehzadelere on beş yaşına gelince idari bakımdan yetişmeleri için bir sancak idaresi verilirdi. Şehzade Selim’de oğlu Süleyman için padişahtan bir sancak beyliği istedi. Sancak beyliği olarak Süleyman’a önce Şebin Karahisar bölgesi verilmiş bunu kabul etmeyen Sultan Ahmet’in itirazı üzerine Bolu sancağına tayin edilmiştir. Hükümdar olmayı kafasına koyan Sultan Ahmet sancak beğliğinin kendisine çok yakın olduğunu öne sürdüğü için Sultan Süleyman’ın yeri tekrar değiştirilerek Kefe Sancağı beyliğine gönderilmiştir. Kanûnî Sultan Süleyman bir müddet de İstanbul’da kaymakam olarak kalmıştır. (ÇUBUK, 1980, SS.11-12)
    1513’de Saruhan sancak beyliğine gönderilen Kanûnî, babası Sultan Selim’in .Çorlu (Edirne) civarında ölümü üzerine Piri Paşa’nın davetiyle Üsküdar’a gelip 1 Ekim 1520’de Osmanlı tahtına oturdu. Aynı gün tahta çıkma merasiminden sonra babasının cenazesine katıldı ve saraya dönerek cülüs bahşişi dağıttı.
    Yuvarlak yüzlü, ela gözlü, arası açık kaşlı, doğan burunlu ve seyrek dişli olarak tarif edilen Kanûnî, uzun boylu mevzun ve yakışıklı idi. Söz ile hareketleri ölçülü ve son derece nazik idi. Alim, şair ve hekimlerle bulunmaktan hoşlanır, hoşsohbet, hülasa maddi ve manevi bütün iyi özellikleri kendinde toplayan biridir.
    Kanûnî’nin devlet idereciliğinden, kanun yapıcılığından, muhteşem hükümdarlığından ve birbirinden önemli sefer ve zaferlerinden bahsetmeye gerek yok. Ancak kırk altı senelik saltanatının on altı seneden fazlasını seferlerde geçirmiş ve milletinin tarihine Mohaç gibi nice zaferler kazandırmıştır. (AK, 1987, S.1)
    Yavuz Sultan Selim’in ölünde 6,557,000 km olan devletin yüz ölçümü Kanûnî döneminde iki mislinden fazla büyüyerek 14,893,000 km’ye yükselmiştir. Osmanlı’nın en geniş sınırlarına ise torunu III. Murat zamanında ulaşılmıştır.
    Bunların yanında Kanûnî, Osmanlı’nın en ballı padişahlarındandı. Devletin başına geçtiği zaman dopdolu bir hazine, çok güçlü bir ordu ve deneyimli devlet adamlarına sahipti. (YILMAZ, 1996, S. 5)
    Kanûnî bir lafıyla ortalığı yerle bir edecek kudrete sahip olup bir tatar kızının karşısında yerin dibine giren tek padişahtır.

    Stanbulum Karamanım diyâr-ı milket-i Rumum
    Bedahşanım ü Kıpçağım ü Bağdadım Horasanım

    (BANARLI, 1998, C.1, s. 568)
    Kanûnî Sultan Süleyman bu beytiyle sahip olduğu devletin tüm sınırlarını çizerek sevdiği kişinin de bunlar kadar değerli olduğunu dile getirmiştir. Eşi Hürrem Sultan’a karşı büyük bir aşk beslemektedir. Zekası ve güzelliği ile kısa zamanda Kanûnî’nin gözdesi olmayı başarmıştır.
    Şehzade Mustafa, Kanûnî’nin ilk eşi Mâhidevrân Hâtun’dan doğan oğludur. Eşi Hürrem Sultan tahta varis olan bu en büyük oğlu yerine kendi oğullarından birini geçirmek için damadı Sadrazam Rüstem Paşa ile türlü entrikalar çevirerek ihtiyar padişahı onun ölümüne ikna etmişler. Nihayet Nahcivan seferi sırasında 6 Ekim 1553 Cuma günü Kanûnî’nin huzuruna çıkan Şehzade Mustafa karşısında sağır ve dilsiz cellatları bulmuş uzun bir boğuşmadan sonra bedeni padişah çadırı önünde orduya gösterilmiştir. Bu durum asker arasında bir hoşnutsuzluk yaratmış ve Kanûnî’nin Sadrazam Rüstem Paşa’yı görevden azletmesi ile isyana dönüşmemiştir. Fakat memleketin her köşesine matem ve nefret havası çökmesine engel olamamıştır. Bu matem Türk edebiyatı tarihinde Şehzade Mustafa’ya hiçbir şahsa nasip olmayacak sayıda mersiye yazılmasına sebep olmuştur. (ŞENTÜRK, 1999, s. 392)
    Hayatının yaşlılık yıllarında tekrar sefere çıkan Kanûnî Sultan Süleyman Avusturya üzerine yürür Zigetvar’ı kuşatır. Bir aydan fazla süren kuşatma çok fazla zayiata mal olur. Padişahı bir hayli yoran bu kuşatma nihayet fetihle sonuçlanır ancak yaşlı ve yorgun padişah kuşatmanın son günlerine yaklaşılan 7 Eylül 1566’da fethi göremeden vefat eder. Hastalığının eklemlerde meydana gelen ağrılı bir hastalık olan nikris olduğu ileri sürülür.
    Kanûnî iki mezar sahibi bir padişahtır. Sefer sırasında vefat ettiği için cenazesinin İstanbul’a getirilmesi yaklaşık iki aylık bir zaman alıyordu. Bu süre içinde çürüme ve kokmayı engellemek için iç organları sefer yerine defnedilip vücudu da kısa bir süreliğine mumyalanarak İstanbul’a gönderilmiştir. İstanbul’a gönderilen cenaze Süleymaniye Camisi’nin avlusuna gömülmüştür. (ÇUBUK, 1980, C.1, s. 28)
    Kanûnî’nin ölümünden sonra O’nun ve Hürrem Sultan’ın istediği gibi II. Selim tahta geçmiştir. Osmanlıda da bu dönemden itibaren başlayan bozulmalar devletin giderek zayıflamasına ve çöküşe geçmesine sebep olmuştur.
    Kanûnî, Şehzade Mustafa’dan sonra şahsiyet, kültür ve askeri bakımdan II. Selim’den daha üstün olan Şehzade Bayezid’i de öldürttüğü ve tahta kadın-kız düşkünü, içki müptelası II. Selim’i geçirttiği için bir nevi Osmanlı’da duraklamanın başlamasına sebep olarak gösterilmiştir. (BANARLI, 1998, C.1, s. 567)

    b) EDEBİ ŞAHSİYETİ

    Kanûnî Sultan Süleyman siyasi hayatında gösterdiği başarıyı sanat hayatında da gösterebilmiş bir padişahtır. Onun ilim ve sanat adamlarını koruması, sık sık meclislerinde bulunması, şiire olan ilgisi ve şair yaratılışlı bir kişi olması en fazla şiir yazan padişah olmasını sağlamıştır. Zaten Osmanlı padişahları şair yaratılışlı kişilerdir. Divanları olanların sayısı ondan fazladır. Ayrıca diğerlerinin de divan oluşturacak kadar olmasa da parça parça şiirleri vardır. (ÇUBUK, 1980, C.1, s.29)
    XV. yüzyılın ortalarında Fatih Sultan Mehmet ile başlayan Osmanlı devletinin yükselme devri siyasi ve ekonomik alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da çok hızlı bir gelişme gösterdi. Özellikle Yavuz sultan Selim’in İran ve Mısır’ı fethedip burada bulunan bilgin ve sanatkarları İstanbul’a getirmesi Kanûnî’nin de bunları himaye etmesi kültür ve sanat faaliyetlerinin yüksek düzeye çıkmasını sağladı. Padişahtan yardım gören bu bilgin ve sanatkarlar çok değerli eserler ortaya koydular. (BANARLI, 1998, C.1, SS.567-568)
    Bu gelişmeler içinde Kanûnî Sultan Süleyman’da edebiyata merak saldı ve güzel şiirler ortaya koydu.
    Arapça, Farsça, ve Sırpça’yı çok iyi bilen Kanûnî Sultan Süleyman doğu İslam kültürüne vakıf olduğu gibi batı kültürünü de çok iyi tanımaktaydı. Devrinde İstanbul’da iki yüz kadar şair ün kazanmış ve bunların bazıları dönemlerini aşarak günümüze kadar ulaşmışlardır. Bu kişiler arasında Ahmet Paşa, Necâti Bey, Zâtî, Bâkî, Hayâlî, ve Fuzûlî gibi üstatları söyleyebiliriz. Türk divan şiiri bunlar sayesinde en yüksek seviyeye ulaşmıştır.
    İşte şair Muhibbî mahlaslı Kanûnî Sultan Süleyman da bu şairler arasında çok güzel şiirler yazmış ve onlardan etkilenmiştir.
    Muhibbî, kelime manası olarak Arapça “hubb” kökünden “seven, sevgi besleyen, dost” anlamlarına gelir. Kanûnî, Muhibbî mahlasının dışında Meftûnî ve Âcizî mahlasları ile de şiir yazmıştır. Meftûn, Arapça “fitne” kökünden gelir. Anlamı ise 1) fitneye düşmüş, 2) gönül vermiş, tutkun, vurgun, 3) hayran olmuş, şaşmış. Âcizî mahlası ise kabiliyetsizlik, beceriksizlik ile tevazu ve alçak gönüllülük anlamına gelir.
    Devrinin ünlü şairlerinden Zâtî, Bâkî ve Hayâlî gibi şairlerin etkisinde kalan Muhibbî, İran şiirinde de başta Nizâmî olmak üzere Selman ve Sâdi’den etkilenmiştir.
    Aruza genellikle hakim olmasına karşılık bazen vezni bulamamakta ve bu yüzden şekil ahengi bozulmaktadır. Zaten devrinde büyük şairlerin yetişmesi, devlet işlerinin ağırlığı dolayısıyla kendini şiire tam olarak verememesi, çok şiir yazması ve yazdıklarıyla yeniden uğraşacak vakit bulamaması gibi sebeplerden dolayı devrinde ikinci sınıf bir şair olarak tanınmıştır. Diğer asırlar göz önünde bulundurulursa Muhibbî, kuşkusuz daha başarılıdır. Çünkü bu dönem Osmanlı’nın zirvede olduğu bir dönemdir.(ÇUBUK, 1980, SS.30-31)
    Şairler genellikle övülmek veya padişahtan maddi bir karşılık almak için şiir yazarlardı. Kanûnî için böyle bir şey söz konusu olmadığından şiirleri şairler tarafından sürekli övgü görüyordu. Bu durum da Kanûnî’nin kusurlarını ortadan kaldırmasını engelliyordu.
    Şiirlerinde babası ile birlikte Şehzade Cem ve Fatih’in de etkileri görülmekle beraber daha çok aşk ve tabiat konularının dışına çıkılmaması şiirlerinin bu iki konuda toplanmasını zorunlu kılmıştır.
    Kanûnî Sultan Süleyman hemen hemen bütün şiirlerinde aşk ve tabiat konularını işlemiştir. Sosyal ve siyasi konulardan tamamen uzaktır. Yalnız bir-iki şiirinde kahramanlık duygularına kapılıp İran üzerine askeri ile yürümeyi arzu ettiğini dile getirmiştir. Kendine olan övgüsü bile büyük bir tevazu halinde tezahür etmektedir.
    Muhibbî’nin şiirlerinde nadir olarak dini-tasavvufi unsurlara da rastlanmaktadır. Yalnız bu şiirler bir amaç olmaktan uzaktır. Bir İslam halifesi olarak dini unsurları çok iyi biliyor, zaman zaman Allah’a olan şükran duygularını dile getiriyor, Hz. Peygamber’den övgü ile bahsedip şefaat diliyordu.
    Kanûnî Sultan Süleyman’ın şiirleri oldukça sadedir. O devrin klasik Osmanlıcacısıdır. Terkipler fazla değildir. Arapça ve Farsça kelimelerin en çok kullanılanlarını seçmiştir. Her türlü sana endişesinden uzaktır. Şiirlerinde aynı manaya gelen farklı kelimeleri sıkça kullanmıştır. Kullandığı kelimelerin çokluğu onun hem kültür hem de kelime hazinesi bakımından oldukça zengin bir yazı diline sahip olduğunu gösteriyor. (ÇUBUK, 1980, C.1, s.32)
    Belli başlı Osmanlı şairleri tezkirelerinde Muhibbî’nin edebi yönüne temas etmekteler. Sehî Bey, Ahdî, Beyâni, Âşık Çelebi, Riyîzi, Hasan Çelebi, Latîfî ve Seyyit Rıza tezkirelerinde Muhibbî’den övgü ile bahsetmektedir. (AK,1987, s.2)
    Şairleri bu derece koruyan, onları her zaman mükafatlandıran Kanûnî Sultan Süleyman bizzat kendiside edebi eserlerin konusu olmuştur. Şairler tarafından hayatını, kahramanlığını ve şahsiyetini anlatan müstakil eserler yazılmıştır. Eyyûbî’nin yazdığı Padişah-nâme ve Celâl Zâde Sâlih tarafından yazılmış olan Süleyman-nâme bunun iki güzel örneğidir. Kanûnî, ayrıca divanlarda yer alan kasidelerin de konusu olmuştur. Bu kasidelerde Kanûnî’ye çeşitli isimler verilmiştir. Hükümdar olarak “cihân padişahı, hüsrev-i âfâk (ufukların padişahı), şeh-i hâverâne (doğunun ve batının padişahı), pâdişâh-ı bahr u berr (denizlerin ve karaların padişahı)” dini şahsiyet olarak da “zıllu’llah, sâye-i Hâk, şîr-i Hüdâ (Allah’ın aslanı) ve mücâhit (Allah yoluna cihad eden)” gibi isimler verilmiştir. Bu kasidelerde Kanûnî’den çeşitli isteklerde bulunuyorlardı. Bunlar umumiyetle ekonomik maksatlı isteklerdi. Örneğin Hayâlî; sıkıntılarının giderilmesini, kendi köyünün dirliğinin ona verilmesini ve bir beylik makamı, Fuzûlî; padişahın övgüsünü almayı ve rahata kavuşmayı, Figânî ise turna kuşuna gösterdiği ilgi kadar kendisine de ilgi gösterilmesini istiyor.
    Kanûnî Sultan Süleyman gerek devleti iyi yönetmesi, gerek sanatkar ve şairlere gösterdiği ilgi gerekse başarılı bir şair olması nedeniyle XVI.. yüzyıla damgasını vurmuş ve gelecek asırlara da ulaşmış başarılı bir şahsiyettir.
    Yazdığı aşk, tabiat ve kahramanlık şiirleriyle büyük bir divan meydana getirecek başarıyı gösteren Muhibbî bilhassa ilk beyti dillerden düşmeyen şiiri ile akıllara kazınmıştır. Bu şiirin güzelliğinin yanı sıra onu Kanûnî‘nin söylemiş olması ona daha büyük bir değer kazandırmıştır.

    c) ESERLERİ

    Muhibbî en fazla şiir yazan Osmanlı padişahıdır. Ayrıca Zâtî’den sonra en çok gazel yazma rekoruna sahiptir. Biri Farsça olmak üzere dört divançesi vardır. Bunlardan birincisi 30 yaprak, ikincisi 118 yaprak, üçüncüsü ise 261 yapraktır.
    Divanları üzerine yapılan araştırmalarda 2799 gazeli, 1 terci-i bendi, 30 murabbası, 18 muhammesi, 56 kıt’ası ve 217 beyti olduğu ortaya çıkmıştır.














    ç) MUHİBBÎ’DEN ÖRNEKLER

    GAZEL I



    1- Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi
    Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi

    1- Halkın gözünde iktidâr gibi, zenginlik gibi değerli bir şey yok. Halbuki şu cihânda bir nefes sıhhat gibi hiç mutluluk olamaz.

    2- Saltanat didükleri ancak cihân gavgasıdur
    Olmaya baht ü saâdet dünyede vahdet gibi

    2- Saltanat dedikleri sadece bir dünyâ kavgasıdır. Bu kavga, gürültüden uzak yalnızlık gibi büyük saâdet ve baht açıklığı olamaz.

    3- Ko bu ayş ü işreti çünkim fenâdur âkıbet
    Yâr-ı bâkî ister isen olmaya tâat gibi

    3- Bu eğlenceyi yeme içmeyi bırak, sonu kötüdür. Eğer ebedî bir sevgili istiyorsan ibâdetten ayrılma.

    4- Olsa kumlar sağışınca ömrüne hadd ü aded
    Gelmeye bu şîşe-i çerh içre bir saât gibi

    4- Ömrün, kumlar sayısınca sınırsız ve hesapsız olsa bile, o, şu dünyâ içinde bir saât gibi geçip gider.

    5- Gel huzûr etmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol
    Olmaya vahdet cihânda kûşe-i uzlet gibi

    5- Ey Muhibbî, eğer huzûr içinde olmak istersen, ferâgat sâhibi ol, dünyâdan vazgeç. Yalnızlık köşesi gibi dünyâda huzûr olmaz.


    GAZEL II



    1- Müjde ey bîçare dil kim nâzla dilber gelür
    Hicr içinde mürde iken yine cisme cân gelür

    1-Ey çaresiz gönül, müjdeler olsun sevgili naz ile yanına gelir. Ayrılık içinde ölmüşken, ölmüş bedene can gelir.

    2- Girye ile gözlerüm Ya’kup-veş a’mâ idi
    Rûşen adlı gün gibi çün Yûsuf-ı Kenan gelür

    2- Gözlerim ağlamaktan Yakup gibi kör olmuştu. Şimdi gün gibi aydınlandı. Çünki Kenan Yusuf’u gelir.

    3- Ey dil-i şûrîde bülbül gibi efgân eyle kim
    Ol letâfet ma’deni ol gonce-i handân gelür

    3- Ey perişan gönül, bülbül gibi sende ağlayıp inle. Zira o boşluk madeni, o gülen gonca gelir.

    4- Firkât ile hâlümi sorsan şehâ görsen ne der
    Dem olur kim yâş yirine gözlerimden kan gelür

    4- Ey pâdişah, eğer sensiz, ayrılık ile halimi sorarsan, zaman olur gözlerimden yaş yerine kan gelir.

    5- Bu harâb olmuş gönül ma’mûr olısardur yine
    Ey Muhibbî nâz ile çün ol şeh-i hûbân gelür.

    5- Ey Muhibbî, bu harap olmuş gönül yine yapılacaktır. Çünki naz ile güzeller padişahı gelir çeker.








    GAZEL III



    1- Geç kaşıyla gözleri her lahza âl üstündedir
    Kırmağa âşıkları her dem hayâl üstündedir

    2- Bilse idin rahm ederdin derd-i dil ahvâlini
    Görse idin gözlerim yaşı ne hâl üstündedir

    3- Dâd sarsaydın Bi’hamdullah ki kurtuldu zemin
    Mevsim-i güldür havalar i’tidâl üstündedir

    4- Sahn-ı gülşende yine sultan gül divan edüb
    Ayak üzre sorular kendü nihâl üstündedir

    5- Bağlanup virmez Muhibbî dâr-ı dünyâya gönül
    Anınçün kim bilür anı zevâl üstündedir

    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]

    Ŧєℓєรмє

    !!!...υğяαşмα вαвα уσяgυη...!!!




    ßoşver,hep aynı masal..."Hayat ve ßen"işte hepsi bu kadar.....

    Ŧєℓєรмє

    вιяαz ѕєνιηç вιяαz нüzüη.

  4. #4
    ŦєŁєรмє - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    539
    Konular
    168
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @ŦєŁєรмє

    Standart

    4) MURÂDÎ (1546-1595)


    Osmanlı padişahıdır. II. Selim ile Haseki Nur-Bânû Sultan’ın oğludur. Babasının Saruhan sancak beyliği sırasında (4 Temmuz 1546) Pazar günü, Manisa’nın Boz-Dağ yaylasında dünyaya gelmiştir. On bir yaşına geldiğinde (1557) Manisa’da yapılan bir törenle erkekliğe ilk adımını atmış sünnet edilmiştir. Sultan Selim’in 1558 yılında Karaman valiliğine nakli üzerine Şehzade Murat’a da Akşehir sancak beyliği verilmiş ve Konya ovasında meydana gelen savaş sırasında Konya kalesi muhafazasında bulunmuştur. Büyük babası Sultan Süleyman’ın kendisini görmek istemesi üzerine bir ara İstanbul’a gelmiştir. Murat, babasını9n Konya valiliğine getirilmesi üzerine 1562 martında Manisa sancak beyliğine tayin edilmiş ve padişah oluncaya kadar bu vazifede kalmıştır.
    II. Selim’in vefatı üzerine Sokullu Mehmet Paşa tarafından büyük oğul olma sıfatıyla saltanata da çağrılan Sultan Murat Manisa’dan çıkarak saraya gelmiştir. II. Selim’in ölümü ve III. Murat’ın cülûsu ilan edilerek ilan edilerek kabul ve tasdik merasimi yapılmış ve Sultan Selim’in boğdurulan beş şehzadesinin cenaze namazları kılınmıştır. Daha sonra padişah kapı-kullarına cülûs bahşişi dağıtıp Eyüp Sultan Türbesine giderek kılıç kuşanmış, sonra Edirne kapısından şehre girerek ecdadının kabirlerini ziyaret etmiştir. İçerde bu olaylar yaşanırken dışarıda da III. Murat’ın cülûsu üzerine muhtelif devletler elçiler göndererek tebriklerde bulunmuşlar ve hediyeler göndermişlerdir. (İSLAM ANS., 1960, C.8, s.615)
    III. Murat yirmi bir yıl süren saltanatı boyunca İstanbul dışına çıkmamıştır. Onun döneminde Yavuz Sultan Selim’in doğuda sağladığı huzur bozuldu ve 1587’den itibaren Safavi devleti ile savaşlar devam etti. Bu savaşlar Lala Mustafa Paşa, Özdemiroğlu, Osman Paşa, Ferhat Paşa gibi vezirlerin idaresinde bulunmaktaydı. Daha sonra 1590 yılında barış sağlandı ve bu barış III. Murat’ın vefatına kadar bozulmadı. Fas’da Akdeniz Hıristiyanlığının son haçlı ordusuna karşı 1578 yılında büyük bir savaş kazanıldı. Bu zafer Osmanlı Devleti’nin Kuzey ve iç Afrika’daki nüfuzunu artırdı. Bazı eyaletlerde (Lübnan, Yemen, Trablus, Kiği) zaman zaman çıkan isyanlar bastırıldı. Batı da ise 1593’ten itibaren Avusturya ile yapılan savaş devam etti. Bu savaş aynı zamanda kuzeydeki Hıristiyan devletleri arasında Osmanlı Devletine karşı kutsal bir ittifakın kurulmasına zemin hazırladı.
    Osmanlı Devleti’nin çöküşe başladığı dönem III. Murat dönemi olmuştur. Uzun süren savaşlar ve iktisadi gerileme devlet makamlarına rüşvet nedeniyle hakkı olmayan kişilerin getirilmesi bu çöküşü hızlandırmıştır. Akçe giderek değerini kaybetmiştir, kapıkullarının maaşları zamanında ödenememiş bu sebepler de sık sık huzursuzluk çıkmasına yol açmıştır. Çift bozan reayanın da kapıkulu zümresine dahil olmak istemesi önde gelen meselelerdendir. (TDEA, C.8, s.442)
    III. Murat, kumral, orta boylu, sağlam yapılı, kuvvetli, iyi silah kullanan ve ata iyi binen bir kişiydi. İhtişamlı elbiseler giyer, mücevheratı çok sever ve kavuğu üzerinde çok kıymetli taşlar bulundururdu. Yani süsüne fazlasıyla düşkün bir insandı. Servete hırslı olmakla birlikte sevdiği kadınlara, çocuklarına ve onların hocalarına karşı çok cömert idi. Öldüğü zaman sekiz yüz yük akçe borcu çıkmış ve devlet hazinesinden karşılanmıştır. Neşeli, yumuşak huylu ve merhametliydi. Kan dökmekten çelinirdi. “Hayır” kelimesini pek fazla kullanmazdı. (İSLAM ANS., 1960. C.8, s.624)
    Padişahın bu kişiliğe sahip olması eskiden görülen askeri başarıların görülmemesine sebep olmuştur. Ayrıca padişah zevk ve eğlenceye de çok düşkündü. Musiki ve raksı sever, etrafına musikişinaslar, rakkaslar ve toplardı. Uğursuzluğa inanışı ve bilhassa rüya tabirlerine meraklı olması sebebiyle sarayı müneccimle ve rüya tabircileri doldurmuştur. Nakşibendi şeyhi Şaban Efendi ve bilhassa daha şehzadeliğinde yaptığı isabetli rüya tabirleriyle takdirini kazanan Halveti şeyhi Şeyh Şu’ca devrinde büyük nüfuz sahibi olmuşlardır. Yirmi bir yıllık saltanatı boyunca İstanbul’dan hatta saraydan çıkmayan Sultan Murat, dedesi Kanûnî Sultan Süleyman devrinden beri devleti başarı ile idare etmiş olan Sokullu Mehmet Paşa’ya değer vermeyerek onun nüfuzunu kırmış ve ölümünden sonra on sadrazam değiştirmesine rağmen kuvvetli bir şahsiyet bulamamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun epeyce zayıflamaya başladığı devirde siyasi ve iktisadi çöküntü ile birlikte şiir ve edebiyatta eski parlak devri ile mukayese edilemeyecek derecede zayıflamıştır. Kendisi de şair olduğu halde sanatkarlara fazla ehemmiyet vermemiştir. Padişahın himayesini ve iltifatını yakın muhitte olan şairlerin çoğu kazanmış, bunların en büyükleri ise babası, hatta dedesi döneminden kalan şairler olmuştur. Bu şairlerin başında Bâkî, Nev’î, epeyce zayıflamaya başladığı devirde siyasi ve iktisadi çöküntü ile birlikte şiir ve edebiyatta eski parlak devri ile mukayese edilemeyecek derecede zayıflamıştır. Kendisi de şair olduğu halde sanatkarlara fazla ehemmiyet vermemiştir. Padişahın himayesini ve iltifatını yakın muhitte olan şairlerin çoğu kazanmış, bunların en büyükleri ise babası, hatta dedesi döneminden kalan şairler olmuştur. Bu şairlerin başında Bâkî, Nev’î, Yahya, Gelibolulu Ali gibi şahsiyetler gelmektedir. (İPEKTEN, 1996, ss.125-126)
    Sultan Murat dedeleri kadar büyük hatta babası kadar tedbirli bir padişah değildi. Bununla beraber çok iyi yetiştirilmiş ve iyi bir eğitim görmüştür. Hoca Sâdeddin Efendi gibi âlimlerden tarih ve siyaset dersi almıştır. Osmanlı Türkçesi’ne hakim olmanın yanı sıra Arapça ve Farsça’yı bu dillerde şiir söyleyecek kadar iyi öğrenmiş bir hükümdardı. Maneviyata bağlı bir ruhu, kuvvetli bir tasavvuf kültürü ve imanı vardı. Sade bir Türkçe ile özellikle gazel şeklinde yazdığı şiirlerinin çoğunu tasavvuf duygu ve düşünceleriyle yazmıştır. (BANARLI, 1998, C.1, s.571)
    Şair padişah şiirlerinde “Murâdî” mahlasını kullanmıştır. Daha çok din ve tasavvufla ilgili yazdığı şiirlerde coşku ve heyecandan ziyade kudretini geniş bilgiden aruza ve lisana hakimiyetten alan bir hava hakimdir. Ayet ve hadisler Arapça ve Farsça beyitler ile mülemma şiirleri içeren divanında çok miktarda gazel bulunmaktadır. Mecmualarda ve tezkirelerde bazı şiirleri bulunmaktadır. Bazen anlaşılamayacak derecede kapalı olan Arapça ve Farsça gazelleri padişahın arzusunu yerine getirmek ve hediyeler almak için zamanın edipleri tarafından şerh edilmiştir. Çoğu Arapça ve Farsça olan bazı şiirlerinin Hâşimî, Bâkî, Subhî, Hoca Sadeddin, Zekeriyâ vb. tarafından yapılmış şerhleri bulunmaktadır. (İSLAM ANS., 1960, C.8, ss.624-625)
    Sultan III. Murat’ın murabba, mesnevi, müferdât gibi istisna şiirleri olmakla beraber nerdeyse tamamı gazellerden oluşan oldukça büyük bir Divan’ı vardır. Gazelleri alfabe harfleri sırasıyla düzenlenmiştir. Sultan Murat’ın Fransız Milli Kütüphanesi’nde 1030 numarada kayıtlı bir Divan’ı vardır. Bu divan II. Murat adına kaydedildiği için heyecan uyandırmıştır. Divan çok güzel bir nesihle, lüks bir yazma halinde tertiplenmiştir. 270 yaprak tutarındaki bu divanın içinde 750’ye yakın gazel vardır.
    Yine aynı kütüphanede 274 numarada kayıtlı Levayih-i Tayyibe adlı bir mecmua vardır. Bu eser III. Murat’ın seçme gazelleri ile tertiplenmiş daha küçük bir yazmadır. Ancak bu eser çok güzel bir yazı ve süsleme ile meydana getirilmiş olduğu için çok değerlidir. III. Murat’ın ayrıca İstanbul kütüphanelerinde de yazmaları bulunmaktadır. (BANARLI, 1998, C.1, ss.571-572)



    a) MURADÎ’DEN ÖRNEKLER

    GAZEL I



    1- Âh kim her dem kılar ben mübtelâyı zâr aşk
    Bilmez idüm müşkil imiş dostlar bu kâr-ı aşk

    1- Ne yazık ki ben tutkunu aşk sürekli ağlatır, inletir. Dostlar aşk işinin bu denli zor olduğunu bilmezdim.

    2- Tîg-i gamla dembedem bu sînemi çâk eyledi
    Yakdı yandurdı bu bağrum ey dirîga nâr-ı aşk

    2- Gam kılıcıyla sürekli bu sinemi parça parça etti; yazık ki aşk ateşi bu bağrımı yaktı, yandırdı.

    3- Bir saçı leylî nigâra şöyle mecnûn etdi kim
    Tâ kıyâmet etmeyiserdür benihuşyâr aşk

    3- Beni bir saçı kara güzele öylesine mecnûn etti ki, kıyamete dek aklım başıma gelmez.
    (Leylâ ve Mecnûn kelimeleri siyah ve deli anlamları yanında, şark dünyasının tanınmış aşk hikayesi. Leylâ vü Mecnûn’a da delâlet eder.)

    4- Ol cemâle şöyle kıldı âşık u şeydâ beni
    Eyleyiser âkıbet Mansûr-veş berdâr aşk

    4- Aşk beni o güzele öylesine çılgınca âşık etti ki sonunda beni Mansûr gibi idâm ettirecektir.





    5- Bende kıldı ise sultân u gedâyı gam degül
    Hükm ederse âleme cânâ eger hunkâr-ı aşk

    5- Ey sevgili eğer aşk sultânı bütün evrene hükmettikten sonra, sultânı ve dilenciyi kendine kul yapmış, ne gam!

    6- Ol lebi gonca nigâra bülbül edelden beni
    Kıldı cümle âlemi bu gözlerüme hâr aşk

    6- Aşk, o dudağı goncaya benzeyen güzele beni aşık ettiğinden beri bütün âlem gözlerimi diken görünür oldu.

    7- Aşkı âsân mı sanursın ey Murâdî bilmiş ol
    Nakd-ı cân ile olur dâim hemân bâzâr-ı aşk

    7- Ey Murâd, sen aşk işini kolay mı sanırsın, bilki aşk pazarlığı dâimâ can sermâyesiyle olur.

    GAZEL II

    1- Hum-hâne-i vahdetde ben mestâne-i akşam yine
    Kâşâne-i uzletde ben dîvâne-i akşam yine

    1- Birlik meyhânesinde yine ben aşk sarhoşuyum. Yalnızlık köşkünde de yine ben aşk çılgınıyım.

    2- Bu kâr u bârı terk edüp râh-ı fenâyı gözleyüp
    Ummân-ı irfâna talup dürdâne-i aşkam yine

    2- Bu işi gücü terk edip, fânilik yolunu gözlüyorum. İrfân okyanusuna dalıp yine ben aşk incisi oldum.

    3- Kâlû belâ bezminde çûn ahd eyledüm cânân ile
    Hikmet kitâbın okuyup ferzâne-i aşkam yine

    3- Çünkü ben kâlû belâ meclisinde sevgili ile sözleştim. Hikmet kitabını okuyup yine ben aşkta üstün oldum.
    (Tanrı, insanları yaratıp onlara, “Elestü bi-rabbiküm = Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediği zaman, onlarda “Kâlû Belâ = Evet” dediler.)

    4- Bu yerde bir olmag içün ikilik etmem ihtiyâr
    Agyâr oluben gayrîye cânâne-i aşkam yine

    4- Bu yerde tek kalmak için, ikiliği kabul etmiyorum. Başkalarına düşman olup yine ben aşkın dostuyum.




    5- Her dem murâd olan Murâd’a dilberun maksudıdur
    Aşk âteşinde mahv olup pervâne-i aşkam yine

    5- Her an, Murâd’ın arzu ettiği, sevgilinin isteğidir. Aşk ateşinde yanan, aşk pervânesi yine benim.

    GAZEL III

    1- Gülistan-ı aşka girdim bülbül güyâ menem
    Yârimin gördüm cemâlin vâle ü şeyda menem

    2- Pâdîşâh-ı dehrim oldum yâr eşiğinde gedâ
    Çün gedâyım âlem içre rütbe vâlâ menem

    3- Râzımı bildirmezem ağyâr nâ-hemvâra ben
    Gene sere dâyımâ çün hâkim-i a’lâ menem

    4- Ey halîlim ka’be- î kasdın eyleyüb çekme elem
    Gel tavat eyle beni kim ka’be-î âliyâ menem

    5- Ey Murâdî âlem-i vahdetde kesretdir vahîd
    Sen temâşâ kıl beni kim kesret-ü tenhâ menem

    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]

    Ŧєℓєรмє

    !!!...υğяαşмα вαвα уσяgυη...!!!




    ßoşver,hep aynı masal..."Hayat ve ßen"işte hepsi bu kadar.....

    Ŧєℓєรмє

    вιяαz ѕєνιηç вιяαz нüzüη.

  5. #5
    ŦєŁєรмє - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    539
    Konular
    168
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @ŦєŁєรмє

    Standart

    5) TAŞLICALI YAHYA BEY (?-1582)

    a) HAYATI

    XVI. asır Osmanlı şiirinin önde gelen temsilcilerinden olup divan ve hamse sahibi, mesnevi sanatkarı birinci sınıf bir şairdir. Fuzûlî’den sonra yüzyılın en üstün mesnevi sanatkarı sayılır. Dîvân’ında ve Hamse’sinin çeşitli yerlerinde Arnavutluk asıllı olmasından dolayı “sengistandan, taşlı yerden, taşlıktan” koptuğunu söyler. Muallim Naci’nin Esâmî’sinden sonra bu güne kadar “Taşlıcalı” diye anılmıştır. Arnavutluk’un ünlü Dukakin ailesine mensuptur. Milliyeti ile her zaman övündüğü halde mücahit Osmanlı gazisi hüvviyetini daima korumuş, şiirlerimde büyük bir heyecanla terennüm etmiştir. Yahya Bey devşirme olarak alınıp Acemi Oğlanlar Ocağı’na getirildi. Burada ilim ve sanata olan hevesi ile tanındı. Şairin odabaşsısı da bilgili ve hünerli bir kişiydi. Dışarı çıkıncaya kadar bu zatın himmet ve kendi gayreti ile o zaman için lüzumlu bilgileri öğrendi. (İSLAM ANS., 1997, C.13. s.343)
    Yahya Bey, Yeniçeri Ocağı’na geçince buranın kâtibine çırak oldu ve onun sayesinde yeniçerilere uygulanan teklifattan muaf tutuldu. Böylece birçok şair ve nâsirle tanışma imkanı buldu. Nihayet bölüğe çıktı ve pek çok sefere katılıp “Yayabaşı” rütbesini kazandı. Divanından ve Yavuz Sultan Selim’e takdim ettiği bir kasidesinden onun Çaldıran ve Mısır seferlerine katıldığı anlaşılmaktadır. Kanûnî Sultan Süleyman’ın tahta çıkışından sonra alimlerin meclislerine ve devrin şairleri arasına katılarak şöhreti yayılmaya başladı. Divan’ında ne Selim’e bir mersiye ne de Kanûnî’ye bir cülûsiye vardır. Bu da şairin o dönemde devrin henüz büyük şairleri arasında yer edinecek kadar ilerlemediğini göstermektedir. Bizzat kendisi Kemal-paşazâde’den ders okuduğunu, Kadri Efendiye üstadım dediğini ve Fenârizade Muhyiddin Efendi’den istifade ettiğini söylemiştir.
    Hayatı Anadolu ve Rumeli’de bir savaştan ötekine koşmakla geçen Yahya Bey, Kanûnî’nin Viyana ve Alman seferlerinde bulundu. I. Irakeyn seferine katıldı. Bu sırada Defterdar Çelebi’ye, sefer esnasında çekilen sıkıntı ve açlığı tasvir ile yiyecek ve para talebinde bulunduğu bir kaside sundu. Aynı dönemde orduda bulunan Hayâlî Bey ile aralarında bir rekabet başladı. Kaynaklarda açıkça belirtilmemekle birlikte divanında bulunan “Su” redifli gazelden aynı redif ve kafiyedeki meşhur na’tın şairi Fuzûlî ile bu sefer esnasında tanıştığı muhakkaktır. O sıralarda Bağdat’ta bulunan Hayâlî Bey’in de aynı tarzda bir gazeli vardır. 1548 yılında açılan II. Irakeyn Seferi dolayısıyla Kanûnî’ye sunduğu bir kaside de Hayâlî Bey ile kendisini mukayese edip padişahın ona iltifatından yakınır. Bununla da yetinmeyerek Hayâlî’ye hakaretlerde bulunur. Bu sırada kendisi sipahi zümresine dahil olmuştu. Selefi İbrahim Paşa’nın koruduğu Hayâlî Bey’i pek sevmeyen Rüstem Paşa, Yahya Bey’e hemen Eyyûb-ı Ensâri tevliyetini verdi. Seferden dönüşte Kaplıca, Orhan Gazi ve Bolayır tevliyetleri ile İstanbul’daki Bayezid tevliyetleri buna eklendi.
    Yahya Bey saray çevresindeki şairler gibi yaltakçı değildi. Kendisine verilen hediyeleri şairlik ve kahramanlığının doğal bir karşılığı olarak görüyordu. Kanûnî’nin Nahcivan seferi sırasında Konya Ereylisi yakınlarında oğlu şehzade Mustafa’yı katletmesi üzerine Yahya Bey’in yazdığı meşhur mersiye Rüstem Paşa ile aralarındaki bağı koparmakla kalmadı onu kendisine düşman yaptı. Padişah isyan çıkmaması için Rüstem Paşa’yı görevden aldı fakat askerin hislerine tercüman olan Yahya Bey’e dokunmadı. Bu durun aynı zamanda Türk Edebiyatı Tarihi’nde hiçbir şahsa nasip olmayacak kadar Şehzade Mustafa’ya mersiye yazılmasına sebep oldu. Rüstem Paşa 1555’te yeniden sadrazam olunca Yahya Bey’in talihi tersine döndü. Otuz bin akçe ile İzvornik Sancağına sürüldü. Süleymaniye Camisi için her mısrası tarih olan bir kaside yazarak Kanûnî’ye sundu ve içinde bulunduğu zorluğu sıkıntıları anlattı. Rüstem Paşa’nın 1561’de ölümü üzerine bir hicviye yazarak ondan intikamını aldı. Şair, yeni sadrazam olan Semiz Ali Paşa’ya ve diğer devlet ricaline zaman zaman şiirler sundu ama umduğu ilgiyi göremedi. Sonunda Rumeli serhaddına varıp Yahyalı Akıncıları Ocağı’na katıldı. Son kasidesini padişaha Zigetvar seferi sırasında sundu. Padişahtan kendisi için bir şey istemeyip çocuklarının himayesini diledi. Hayatının son yıllarında Gülşeni şeyhi Uryani Mehmet Dede’ye bağlandı kendisini tasavvufa verdi. Kaynaklarda ölüm tarihi ile ilgili çeşitli bilgiler vardır. Üzerinde anlaşılan ortak tarih ise 1582’dir. İzvornik’te toprağa verilmiştir. (TDEA, C.8, ss.542-543)

    b) EDEBİ ŞAHSİYETİ

    Yahya Bey kuvvetli bir Divan şairi olmakla birlikte Türk Edebiyatı’ndaki asıl yeri mesnevi sahasındaki ustalığı dolayısıyladır. Bu taşralı şairin bir başka özelliği de sadece mesnevilerinde değil kaside ve gazellerinde de sade ve temiz bir dil kullanmış olmasıdır.
    Yahya Bey beş mesnevi yazarak bir hamse sahibi olmaya çalışmış ve bu idealine ulaşmıştır. Divan Edebiyatı’nda büyük İran mesnevicisi Nizâmî’den beri beş mesnevi sahibi olmak Klasik Doğu romancılığının en sevgili ideallerindendir. Türk Edebiyatı’nda hamse sahibi olmuş şairler az değildir. Fakat Yahya Bey gibi beş mesnevisinin her biri ayrı bir değer taşıyan kıymetli mesnevi yazmak her şahsa nasip olamamıştır. (BANARLI, 1998, C.1, s.599)
    Yahya Bey’in mesnevicilikte en üstün tarafı İran’da yazılmış olan örneklerden aktarmayarak kendi buluş ve ilhamlarına bağlı kalmasıdır. Eserlerinin önsözlerinde bu hususu önemle belirtmektedir. Bundan dolayı devrinin bazı tiplerini, kıyafetlerini, manzaralarını, düşünce tarzlarını Yahya’nın Hamse’sinde görebiliriz. Gelecek asırlarda bilhassa Lale devrinde gelişerek yerleşme akımının ilk belirtilerini Necâti ile birlikte Taşlıcalı Yahya Bey’de görmekteyiz. Sırf mesnevilerinde değil kaside ve gazellerinde de yerli çizgiler bulunmaktadır. Gününden aldığı motif ve intibaları aşırı süse kapılmaksızın oldukça açık bir üslupla anlatmıştır.
    Dışa dönük, sinirli ve hırçın kişilikte olan Taşlıcalı Yahya Bey, Hayâlî’nin içe dönük mutasavvıf derviş mizacına uymayan ona aykırı denilebilecek bir karakter taşıyor. Şiirlerinde değişiklikler yenilikler arıyor. Şiirde kapalılık anlayışı onu ancak XVII. yüzyılda “Sebk-i Hindi” ile derinleşen Nâilî, Neşâtî, gibi şairlere yaklaştırıyor. Mesnevilerinin konularında, mecazlarında, şaşırtıcı orijinallik, mahalli tasvir, töre yorumu ve az çok sadelik gösterdiğini belirttiğimiz Yahya’nın bazı gazellerinde bu özellik derinleşiyor. (KABAKLI, 1990, C.2, ss.528-529)
    Bunların yanı sıra Taşlıcalı Yahya Bey, korkusuz ve atılgan bir karaktere sahiptir. Divanında, mesnevilerinde kendinden bahsederken kahramanlığı ve savaşlarda gösterdiği kahramanlıklarla iftihar ettiğini belirtir. İçkinin ve içki içenin aleyhinde dindar bir kişidir. Divanının pek çok yerinde bilhassa kaside, musammat ve şehrengizlerde, ayrıca hamsesinde devrinin siyasi, içtimai ve askeri özelliklerini aksettiren çok kıymetli bilgiler vardır.
    Giyim kuşamı, kişiliği, üslup ve muhtevası ile kendine has bir karakter gösterir. Bilhassa kasidelerinde onun savaşçı ruhunun ve askerlik mesleğinin tezahürleri hemen fark edilir. İlk gazellerinde aşıkane bir eda görülse de Üryâni Mehmet Dede’ye intisab ettikten sonra yazdıklarında tasavvufi fikirler hakimdir. Dili sadedir. Orijinal olmak için düşünce ve duygularını lafız ve mana sanatları ile perdelemek gayesine kapılma ve yapmacıklığa düşmez. Türkçe kelimeleri aruza uydurmak için başvurulan tatsız imaleler onda yoktur. Samimi ve akıcı bir üslubu vardır. Türkçe düşünmek ve Türkçe söylemek yolunda Necati’den başlayıp gelen ve Zâtî’nin çevresinde devam eden geleneğe bağlıdır. Bu özelliği seferlerde geçirilen bir ömür memleketin her köşesini tanımak ve her sınıf vatandaşla ilgilenmek sonucu elde etmiştir. (TDEA, C.8, ss.543-544)

    c) ESERLERİ

    Yahya Bey’in elimizde bir Divan’ı bu divan içinde yer alan biri Edirne diğeri İstanbul hakkında iki şehrengizi ve beş mesneviden oluşan Hamse’si bulunmaktadır. Bunların dışında Latîfî, “Nâz u Niyâz” adlı bir eserin varlığından bahseder. Ancak elimizde böyle bir eser yoktur. Ayrıca 2000 beyitlik “Süleyman-name” yazdığı ve Peygamber’in mucizelerinden bahseden “Gül-i sadberk” adlı eseri olduğu kaynağı meçhul rivayetlerdir. Kendisi Gülşen-i envâr’ının “Hatimetü’l-kitab” bölümünde ve Divan’ının dibacesinde hamse sahibi olduğunu belirtir. Hamsesinin tamamı Kanûnî döneminde yazılmış ve ona ithaf edilmiştir.

    1) Divan: Yahya Bey divanını üç defa tertip etmiş olup her seferinde önemli değişiklikler yapmıştır. Bağdat’ın fethi sırasında İbrahim Paşa’ya takdim ettiği “livâ” redifli kasideyi de sonradan bazı değişiklerle Kanûnî’ye sunması bu hususu açıkça göstermektedir. Âdem Çelebi, şairin divanını ölmeden önce tertip ettiğini söyler. Buna göre divanının son tertibi 1575’ten sonradır. Yahya Bey, Necâtî Bey gibi önce zamanın padişahını (III. Murat) övdükten sonra Divan’ını Zigetvar’ın fethinde Rumeli Beylerbeyi olan Şemsî Ahmet Paşa’ya ithaf etmiştir. Altı nüshası karşılaştırılarak Mehmet Çavuşoğlu tarafından tenkitli basımı yapıldı. (İSLAM ANS.,1997, C.13. s.345)

    2) Şâh u Gedâ: Eser, sevgili’de ilahi güzelliği görerek ona platonik bir aşkla vurulan Gedâ adlı biriyle Şâh adlı sevdiğinin hikayesidir. Burada bir insanın mecazi aşka kapılması bu aşkı dolayısıyla çektiği sıkıntılar ve nihayet kalp gözünün açılarak hakiki aşka yönelişi nakledilmektedir. Kitap, Tevhîd, Münâcât, Naat gibi dini manzumelerle başlar. Kasidelerden ve kitabın yazılış sebebinden sonra İstanbul’a ait bir bölüm bir bölüm ile devam eder. İstanbul surlarının, Ayasofya, At meydanı (Şimdiki Sultan Ahmet meydanı) ve buralardaki güzelliklerin tasviri mesneviye bir hayli zengin bir mahalli renk verir. Esasen Yahya Bey’in hemen bütün ederlerinde bu mahalli renk vardır. Nitekim eserinin sonunda kimsenin eserinden bir şey almaksızın tamamını kendi buluşlarıyla yazdığını belirtmeye ihtiyaç duyar.

    3) Yusuf u Züleyha (Zeliha): Bir aşk macerasıdır. Yahya Bey’in bu eseri Türk Edebiyatı’nın belki de Şark Edebiyatı’nın bu konuda meydana getirdiği en muvaffakiyetli eserdir. Şark Edebiyatı’na önce Tevrat vasıtasıyla giren, sonra Kur’an-ı Kerim’in en güzel suresini teşkil eden Yusuf’un hikayesi aslında Şark’ın hem ilahi hem de cismani bir aşk ve ihtiras macerasıdır. İran Edebiyatı’nda dini-tasavvufi inanışlarla da birleştirilen hikaye aslında bir İbrani menkıbesidir.
    Mesnevisinin konusunu bu menkıbeden; onun Kur’an-ı Kerim’de “Kıssaların en güzeli” halindeki hikayesinden ve Şark Edebiyatı’nda kendisinden önce Yusuf u Züleyha yazan tanınmış mesnevicilerin eserlerinden alan Yahya Bey bütün bunlara rağmen orijinal bir eser meydana getirmiştir. Eser, Kıssa-i Yusuf’taki diğer hadiseleri de bulundurmakla birlikte bilhassa aşk ve ihtiras sahneleriyle dikkate değer bir sanat eseridir. Şair, ahlak ve iman ötesine taşmayan, platonik bir aşkın değil daha çok beşeri bir aşkın insan ruhunda ve insan hayatında yarattığı arzu ve ihtiraslarını kısa fakat kuvvetli çizgilerle ve büyük ustalıkla göstermeye muvaffak olmuştur. Eserde aşk ve ihtirasın hakim karakteri Züleyha’dır. Dini ve ahlaki inanışlarla kendini Züleyha’nın dayanılmaz cazibesine kapılmaktan korumaya çalışır. Yusuf, nefse hakimiyetin kuvvtli fakat hayali bir tipidir. (BANARLI, 1998, C.1, s.600)

    4) Gencine-i Râz: Yahya Bey, Nizâmî’nin Mahzan al-asrar, Câmî’nin Tuhfat al-ahrar mesnevileri ve Sa’di’nin Gülistan ve Bostan’ı gibi ahlaki ve dini hikayelerden oluşan bu eserini Peygamber’i rüyasında görmesi üzerine yazdığını söylemektedir. Eser Kanûnî’ye ithaf edilmiştir. Çeşitli konularda yazılan makaleler kırk bölüme ayrılmıştır. Her makalenin sonunda konu ile alakalı bir hikaye vardır. Eser Hamse içinde telif tarihi taşıyan tek mesnevidir. 1540’ta yazılmıştır. (İSLAM ANS., 1997, C.13, s.346)

    5) Kitâb-Usûl: bu eserin ismi gerek bazı kaynaklarda gerekse son zamanlarda yazılan bazı monografilerde “Usulnâme” diye geçmekteyse de Yahya Bey eserine “Kitâb-ı Usûl” adını vermiştir. Değişik konuları ele almış ve bunları yüzün üzerinde hikaye, temsil ve latife ile açıklamıştır. Ele aldığı meseleler çoğunlukla kendi hayatının ve müşahedelerinin mahsulü olup devrin genel manzarasına ışık tutmaktadır.

    6) Gülşen-i Envâr: Yahya Bey’in hamsesinin sonuncu kitabıdır. Bu eserde Gencine-i Râz ve Kitâb-ı Usûl tarzında tertib edilmiştir. Dini-ahlaki hikaye ve temsillerden oluşur. Süleymaniye Cami’sinin övgüsü eserin en dikkate değer tarafıdır. “Sebeb-i telif” bölümü kendi hayatını özeti, mürşidi Mehmet dede ile tanışması hamsesinin tamamlanışının hikayesini verir. Kitabın sonunda iyice ihtiyarlayıp belinin büküldüğünü, yazarken ellerinin titrediğini, ayrıca gözlük kullandığını belirtir. (TDEA, C.8, s.544)


    ç) TAŞLICALI YAHYA BEY’DEN ÖRNEKLER

    GAZEL I


    1- Dâr-ı dünyâ delü gönlüm gibi vîrân olsa
    Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa

    1- Dünyâ evi deli gönlüm gibi vîrân olsa; ne dünyâ olsa, ne can olsa, ne de ayrılık olsa.

    2- Kâşki sevdüğümi sevse kamu ehl-i cihân
    Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa

    2- Keşke sevdiğimi herkes sevseydi de hepimiz onu konuşsak, sürekli ondan söz etseydik.

    3- Bir demür tağı delüp boynına almak gibidür
    Her kişi âşık olurdı eger âsân olsa

    3- Aşık olmak demir dağı delip boynuna almak gibidir; eğer bu iş kolay olsaydı herkes âşık olurdu.

    4- Şâdmânam gam-ı yâr ile sevinmez yokdur
    Bir gedâ cümle cihân mülkine sultân olsa

    4- Bende sevgilinin derdi var diye mutluyum; bir dilenci bütün dünyâya hâkim olsa sevinmez mi?

    5- Cân atar karşu çıkar izzet eder ey Yahyâ
    Hançer-i dilber ile bir çıkışur cân olsa

    5- Sevgilinin hançeri ile baş edebilecek bir can olsaydı, hemen karşılar, can atar, ona saygı gösterirdi.

    GAZEL II


    1- Mecnûn-ı aşkı lâle gibi taga saldılar
    Hem taga hem benefşe gibi bâga saldılar

    1- Aşk delisini lâle gibi dağa saldılar; hem dağa hem de menekşe gibi bağa saldılar.
    (Mecnûn, deli anlamı dışında Mecnûn anlamında da tevriyeli kullanılmıştır.)

    2- Başlandı çünki kasr-ı mahabbet yapılmaga
    Ferhâdı taşa Husrevi topraga saldılar

    2- Sevgi sarayı yapılmaya başlanınca; Ferhâd’ı taşa, Husrev’i toprağa saldılar.

    3- Kayd-ı gam-ı cihândan alup dest-i aşk ile
    Şehbâz-ı rûh-ı âşıkı uçmaga saldılar

    3- Dünyânın gam bağını aşk eliyle alıp, âşıkın rûh doğanını uçmağa bıraktılar.

    4- Cânânı kalb-i âşıka sôfiyi Kâ’beye
    Kimin yakına kimini uzaga saldılar

    4- Sevgiliyi âşıkın kalbine, sofuyu Kâbe’ye, kimini yakına, kimini ise uzağa saldılar.


    5- Müstagrak etdi gözyaşı Yahyâyı nâgehân
    Berg-i hazânı sanki bir ırmaga saldılar

    5- Ansızın Yahyâ’yı gözyaşı, hazan yaprağını nehre atmış gibi sürükleyip boğdu.


    GAZEL III


    1- Cihânın cânısın sensiz vücûdumda hayat olmaz
    Bana senden cüdâ olmak gibi müşkil memât olmaz

    2- Seni ben câna teşbiye etdim amma cândan â’lâsın
    Zehîr-i hüsn melahat-zât pâkin gibi zât olmaz

    3- Ne gam uşşâkna gâhi vefâ gâhi cefâ etsin
    Kuluna pâdişâhdan hemîşe iltİfât olmaz

    4- Gözümden çıktı yaşım gibi dünyâ aşık olaldan
    Menâl ü mâlı dünyânın bana lât ü menât olmaz

    5- Muhabbet mihneti dâl etse tekmî kadd Yahyâ’yı
    Cihânda bir kapudan geçmez olakim iki kat olmaz

    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]

    Ŧєℓєรмє

    !!!...υğяαşмα вαвα уσяgυη...!!!




    ßoşver,hep aynı masal..."Hayat ve ßen"işte hepsi bu kadar.....

    Ŧєℓєรмє

    вιяαz ѕєνιηç вιяαz нüzüη.

  6. #6
    ŦєŁєรмє - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    539
    Konular
    168
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @ŦєŁєรмє

    Standart

    6) NEV’Î (1533-1599 )

    XVI. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiş Osmanlı şehzadelerine hoca seçilerek ve onları yetiştirmeye memur edilecek kadar ilmi ve faziletiyle mevki ve takdir kazanmış müderris bir şairdir. Pir Ali-zade Nev’î olarak bilinir asıl adı ise Yahya’dır. 1533’de Malkara’da doğmuştur. Halveti tarikatı şeyhlerinden Pir Ali Efendi’nin oğludur. İlk öğrenimini sıbyan mektebi muallimi olan babasının yanında tamamladıktan sonra 1550’de İstanbul’a gitti. Asıl ilmi kimliğini burada aldığı tahsille kazanmıştır. ( BANARLI, 1998, C.1, ss.578 )
    Nev’î’nin hayatında dönüm noktası olan İstanbul’a gelişinden sonra Mollo Aheveyn adıyla bilinen devrin tanınmış âlimlerinden Karamanlı Ahmed ve kardeşi Mehmed Efendilerden ders aldı. Bilhassa Karamanlı Mehmet Efendi’den büyük feyz alan Nev’î hocasının 1558 yılında Edirne’deki Bayezid Medresesine tayin edilmesi üzerine onunla birlikte Edirne’ye gitmiş ve 1563’te yine birlikte İstanbul’a dönmüştür. Nev’i 1566 yılında tahsilini bitirdi. Aynı yıl önce Gelibolu’da Balaban Paşa Medresesine, ardından da Mesih Paşa Medresesi müderrisliğine getirildi. Sonra İstanbul’a döndü. 1572 tarihinden sonra İstanbul’da Şahkulu daha sonra sırasıyla Murad Paşa, Cafer Ağa, Edirnekapı’da Mihrimah ve Fatih’te Çınarlı Medreselerinde müderrislik yaptı. 1590’da Bağdat kadısı oldu. İki hafta sonra Sultan III. Murad tarafından kendisine Şehzade Mustafa’nın öğretmenliği görevi verildi. Ayrıca Şehzade Osman Beyazîd ve Abdullah’ın eğitimiyle de görevlendirildi. 1595 yılına kadar görevde kalan Nev’î daha sonra Kazaskerlik rütbesinden emekli oldu. 24 Haziran 1599’da vefat etti. Şeyh Vefa Haziresinde Şeyh Şaban Efendi’nin yanına defnedildi. Vefatına oğlu Nevizade Ata’i şu tarihi düştü, “Cihân gülzârını câ etti Nev’î” (BTK, 1986, C4., ss.66 )
    Devrinin seçkin bilginlerinden olan Nev’î bulunduğu en yüksek ilmi mevkilere rağmen mütevazı ve yoksul kalmıştır. Öldüğünde cenazesini kaldıracak para bırakmayan bu içli şair, dürüstlüğü, kibarlığı, faziletiyle temiz şöhret sahibidir. (KABAKLI, 1990, C2, ss.532 )
    Nev’î XVI. asırda Bâkî’den sonra gelen şairlerin ilki kabul eldir. Hatta bazıları onu Bâki’den bile üstün bulurlar. Rind edalı derviş meşrepli, tasavvuf ve takvaya mütemayil bir kişidir. Devrinin şeyhlerinden Bâlî Efendi, Kurt Mehmet Efendi ve Şaban Efendi’ye intisab etmiştir. ( TDEA, C7, ss.42 )
    Şiirde üslubu sade ve doğaldır. Süslü söyleyişi sevmez hatta XVI. asırda bir moda halini almaya başlayan süslü söyleyişlerden, sanat ve manzum merakından hoşlanmazdı.

    Bu sade nazmı ehl-i sanayi beğenmese
    Nev’î ne gam bizim sözümüz aşıkanedir.

    diyecek kadar da şiirde dahi söyleyişin zevkinde ve farkında idi. Halis şiirin kendi devrindeki en sade lisanla istifini yapacak kudrette bir şairdi. Nev’î bir şeyh olan babasının rind ve olgun derviş ruhunu aynen sürdürmüş ve hemen bütün hayatı boyunca tasavvuf, tefekkür ve heyecanından uzak kalmamıştır. Devrinin tanınmış şeyhlerinden tasavvuf kültür ve terbiyesi almaya devam etmiştir. ( BANARLI, C.1, ss.578-79 )
    Türkçe, Farsça, Arapça birçok şiirleri, eserleri bulunan ve şiir kadar nesirde de güçlü olan Nev’î bilhassa gazelleri ile ün salmış ve Divan şiirinin klasik üstatlarından birisi sayılmıştır. Gazelleri lirizm, sadelik, rahat söylemişlik aşıkane ve hazan hikmetli eda bakımından Bâki’nin şiirlerine denk hatta üstün tutanlar görülmektedir. (KABAKLI, 1990, C2, ss.532 )
    Nev’î’nin müretteb bir divanı; ilmi, edebi çok sayıda eserleri ve risaleleri vardır. Kasideler, tercihi bend, muhammes, tahmis, tesdis manzumeleri ve kıt’alardan müretteb divanında 400’den fazla gazel bulunmaktadır. Kasidelerinin tasvir ve girizgah bölümleri de takdir toplamakla beraber bu samimi aşk şairinin en güzel şiirlerine gazelleri arasında rastlanır. Bu gazeller çoğunlukla âşıkane, rindane ve kısmen felsefi-tasavvufî bir eda ile terennüm edilmiştir. ( BANARLI, 1998 , C2, ss.579 )
    Nev’î’nin divanının yanı sıra hikmet, mevize, tevazu, sıdk vb. gibi konularda 40 hadisin manzum tercümesi olan Hadîs-i Erbâi’n, tasavvufi aşkı terennüm eden ve başında II. Selim’e bir mehdiye bulunan Hasb-ı Hal, Nevî’nin en önemli mensur ansiklopedik eseri olup tarih, hikmet hey-et, kelam, usul-i fıkıh, hilat, tefsir, tasavvuf, rüya tabiri, remel, tıb, nuzum, fal ve zic gibi konularda bilgi veren III. Murad’a ithaf edilmiş. Başında “Civan-ı Fazıl” sonunda “Beşir ve Şadan” hikâyeleri bulunan “Netâicül Fünûn” ve “Mehasinül Mutûn” ve İbn Arabi’nin meşhur eserinin tercümesi ve şerhi olan “Fususu’l Hikem” tercümesi vardır. Bu eserin yazılmasında Şeyh Şaban Efendi’nin de büyük etkisi olmuştur. Sade bir dil yazılmış bu tercümede yer yer manzum parçalarda bulunmaktadır. Ayrıca oğlu Nevizade Ataî’nin bahsettiğine göre Nev’î, tefsir, kelam, tasavvuf, âkâid, fıkıh, mantık vb. gibi mevzularda otuzdan fazla risale yazmıştır. Bunlardan çoğu ele geçmemiştir. Bazıları: Risâle-i Nevayı Uşşak, Risale-i Mantık, Hace-i Cihan’ın münşeatından tercümeler, Kıssa-i Hızır ve Musa Tercümesi, Munazara-i Tûtîbûzağ olarak sıralamak mümkündür. (TDEA, C.7, s.43 )
    a) NEV’İ’DEN ÖRNEKLER
    GAZEL I



    1- Senün mahzûnun olmak bana şâdân olmadan yegdür
    Gamunla aglamak ilerle handân olmadan yegdür.

    1-Senin başkalarıyla yüzünden mahzun olmak beniö için mutlu olmaktan, gamınla ağlamak gülüp eğlenmekten yeğdir.

    2- Cihânuz izz ü câhın böyle iz`ân eyledüm ben kim
    İşigünde kul olmak dehre sultân olmadan yegdür

    2-Cihânın ululuk ve yüceliğini ben şöyle anlıyorum; eşiğinde kul olmak kâinâta sultân olmaktan yeğdir.

    3- Düşüp kûy-ı harâbât içre sûfi kâse-lis olmak
    Serîr-i devlete fağfûr u hâkan olmadan yegdür

    3- Düşüp harâbât köyü içinde çanak yalayan sûfi olmak devlet tahtına sultân olmaktan yeğdir.

    4-Cihân-ı bî-sebâtun rağmına devr itdürüp câmı
    İçüp lâ-ya`kul olmak şâh-ı devrân olmadan yegdür

    4- Dönek dünyâya rağmen kadehi elden ele dolaştırıp çeyrek akıl kaydından kurtulmak, dünyâ pâdişâhı olmaktan yeğdir.

    5-Şarâb-ı aşk ike Nev`î gibi mest-i müdâm olmak
    Bakup bu ni`met-i dünyâya hayrân olmadan yegdür.

    5- Aşk şarabıyla Nev`i gibi sürekli sarhoş olmak, bu dunyâya bakıp hayrân olmaktan yeğdir.



    GAZEL II



    1-Geldümse n`ola ben şuarâ devrine âhır
    Âdet budur âhırda gelür bezme akâbir

    2- Ben bu şairler toplantısına en son geldimse ne çıkar. Âdet budur, büyükler toplantıya en son gelirler.
    (Derv kelimesinin, zaman, dünya, baht anlamları yanında kadeh anlamı da vardır. Toplantılarda çepçevre oturulur. Kadeh elden ele dolaştırılır).

    2- Sôfi zarar etmez sana etfâl ile sohbet
    Gam çekme girür cennette erbâb-ı sagâ`ir

    2- Ey sofi! Küçük çocuklarla görüşmek sana zarar getirmez. Üzülme, küçük günahları onlar da cennete girerler.

    3- Ey meh n`ola şehbâz-sıfat el üzre
    Şehründe bizüz şimdi gözi boğlumüsâfir

    3-Ey ay yüzlü güzel, şimdi senin şehrinde gözü bağlı, garip misafirler biziz. Doğan kuşu gibi bizi el üstünde tutsan ne olur.

    4- Hiç neyleyenin bu dil-i âvâreyi bilmem
    Ne vuslata kâdir sana ne fürkata sâbir

    4- Bu başıboş gönlümü ne yapayım bilmem; ne kavuşmağa gücü yetiyor, nede ayrılığına dayana biliyor.

    5- N`etsün ya güzel sevmeyüp Allah`ı seversen
    Nev`î gibi bir rind hususâ ola şâir

    5-Nev`î gibi bir rind, özellikle şâir de olursa, söyle Allahını seversen; güzel sevmeyip de ne yapsın!





    GAZEL III



    1- Belâ dildendür ol dildâr elinden dâdumuz yoktur
    Gönüldendür şikâyet kimseden feryâdumuz yoktur

    1-Bela gönlünden geliyor; o sevgilinin yüzünden bir şikâyetimiz yok. Bizim şikâyetimiz kendi gönlümüzdedir; başka kimseden şikayetçi değiliz.

    2- Niçün aşk ehlini yâd etmez ol lâ`l-i Mesîh-âsâ
    Bilür hod âlem-i ervâha nisbet yâdumuz yoktur

    2-Bizim kimsenin ölüler âlemi kadar bile anlamadığını bilir de, o İsâ gibi dudakları can veren sevgili âşıkları niçin hiç anlamaz.

    3- Harâbât ehline rûz-ı hesâbı anma ey vâiz
    Bizüm hergiz bu varlık defderinde adumuz yoktur

    3- Ey öğüt veren! Meyhanedeki oturup kalkanların meyhanedeki hesap gününü hiç anma. Bizim bu varlık defterinde adımız, sanımız hiç geçmez.
    (Varlık defderi sözüyle harabat ehlinin yazıldığı defder ve dünyada yaşayanların defderi söylenmek istemiş).

    4-Toğup kumrî-sıfat biz anadan tavk-ı mahabbetle
    Esî-i kayd-ı derd ü mihnetüz âzâdumuz yoktur

    4- Biz, kumru gibi, anamızdan boynumuzda aşk halkasıyla doğmuşuz. Bunun için dert ve keder bağının tutsağıyız. Kurtulup, serbest kalma umudumuzda yok.
    (Tavk, gerdanlık ve suçluların boyunlarına geçirilen zincire bağlı halka anlamındadır. Buna lâle de denir. Kumru gibi bazı kuşların boyunlarındaki değişik renk teki tüylerden halka ya da tavl adı verilir).

    5-Mukarrer şâir-i şirin-zebânuz nev`iyâ ancak
    Bu derv içinde bir şöhret verür Ferhâd `umuz yoktur

    5-Ey Nev`î! Şüphesiz biz, tatlı dilli bir şâiriz, ama bu devirde bizi üne kavuşturacak bir Ferhad`ımız yok .
    (İlk mısra`daki şirin sözü hem tatlı, hem de Ferhâd`ın sevgilisi Şirin anlamındadır.Şirin`i dünyâya tanıtan Ferhâd`ın ona olan aşkıdır).

    GAZEL IV



    1- Âşıkuz dîvâneyüz bağ ile gülzâr isterüz
    Bir güle bağlanmışuz illâ bi-hâr isterüz

    1-Âşıkız, deli divâne olmuşuz; bağda, bahçede eğlenmek isteriz. Bir güle bağlanmışız ama ille de dikensiz olsun isteriz.

    2- Şâm-ı herci mihr-i ruhsâriyle rûz-i id eder
    Âşıkun kadrin bilür âlemde bir yâr isterüz

    2- Ayrılık, akşamını, yanağının güneşini gösterip bayram gününe döndüren; yani dünyâda âşıkının değerini bilen bir sevgili isteriz.

    3- Gül gibi her gördügi hâr u hasa yüz vermeyüp
    Mâil-i ehl-i hevâ bir serv – reftâr isterüz

    3- Gül gibi, her gördüğü çalı çırpıya yüz vermeyen, gerçek âşıklara düşkün selvi
    yürüyüşlü bir güzel isteriz.


    4- Kasd ederse gerd-i râhın görmeye çeşm-i rakib
    Sürmeyi gözden siler bir şûh-ı ayâr isterüz

    4- Yabancının gözü ayağının tozunu görmeğe kalksa, gözünden sürmeyi çeken,
    aldatıcı bir sevgili isteriz.

    5- Hatt-ı bâkî bulmağa gülzâr-ı-fânîden bugün
    Nev`iyâ sâgar sunar bir lâle-ruhsâr isterüz

    5- Ey Nev`î! Bu geçici dünyâ gül bahçesinden ölümsüzlüğe giden yolu bulmak için,
    şarap sunan lâle yanaklı güzel isteriz

    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]

    Ŧєℓєรмє

    !!!...υğяαşмα вαвα уσяgυη...!!!




    ßoşver,hep aynı masal..."Hayat ve ßen"işte hepsi bu kadar.....

    Ŧєℓєรмє

    вιяαz ѕєνιηç вιяαz нüzüη.

  7. #7
    ŦєŁєรмє - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    539
    Konular
    168
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @ŦєŁєรмє

    Standart

    7) CİNÂNÎ ( ?-1595 )

    a) HAYATI VE ŞAHSİYETİ

    Osmanlı’nın en önemli kültür merkezlerinden biri olan Bursa’da doğdu. Asıl adı Mustafa’dır. Babasının adı ise Mehmet’tir. Bu asrın ikinci sınıf sayılan şairleri arasında önde gelenlerindendir. Şairin kullandığı mahlas yeni harfli bazı metinler de “Cenânî” şeklinde geçmektedir. Bilindiği gibi “Cinân” cennetler demektir : “cenan” ise gönül manasına gelmektedir. Başta S. Nüzhet ve Fuat Köprülü olmak üzere bütün Türk müelliflerinin de bu şekilde tercih ettikleri görülmektedir. Fakat şairin “Ciânu’l-Kulûb-ni eseri incelendiğinde bunun “Cinânî” olması gerektiği anlaşılır. (OKUYUCU,1994, s.III. )
    Doğum tarihi kesin olarak tespit edilemeyen Cinânî’nin küçük yaşlarda tahsil hayatına atıldığı bilinmektedir. Manisa müderrisi ve müftüsü olan Muallimzâde’den mulazemet olarak tahsilini bitirdi. Hocasının Rumeli Kazaskerliği sırasında onun yanında kazaskerliği yaptı. Bir müddet Karesi’de kassam ( miras taksimini yapan memur ) olarak da bulunan şair daha sonra ilmiye sınıfına geçti. 1581’de Malülzâde Mehmet Efendi’nin yerine meşihata getirilen Çivizâde tarafından 1586’da Köserler Medresesine tayin edildiği bir tarih manzumesinden anlaşılmaktadır. Cinânî aynı yılın sonlarına doğru Bursa’daki Îvaz Paşa Medresesine müderris oldu. Bir ara bu medresedeki görevinden azl edildiyse de Ekim 1594’te tekrar aynı medreseye tayin edildi. Cinânî, buradaki görevi sırasında vefat etti ve Hazma Bey Mezarlığına defnedildi. Tezkirelerde vefatı dolayısıyla yazılmış birçok tarih manzumesi bulunmaktadır. ( TDVİA., 1993, C.8, s.11 )
    Cinânî’den bahseden biyografik eserler onun bazı fiziki özelliklerine de temas etmektedirler. Güldeste, şairin sağ gözünün kör olduğunu söylerken, Şakayık Zeyli’de şişman olduğunu söyler. Yine şairin şiirlerinden anlaşıldığına göre, oldukça uzun boylu bir yapıya sahiptir. Hayatının birçok kısmında hastalıklarla uğraşmış sıhhatli bir hayat geçirememiştir.
    Cinânî’nin Divan’ını dolduran caîzenâmelere, şikayetlere ve yardım taleplerine dayanarak pek rahat bir hayat sürmediğini söyleyebiliriz. Şair sık sık evinin harabeliğinden, atının olmayışından, kışlık yakacağını ve giyeceğini temine güç yetirememekten, iaşe hususundaki fark u zaruretinden bahisle etrafındaki varlıklı insanlardan yardım ister.
    Şairin eserlerinde gerek babası gerekse diğer aile fertleri ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Babasının Mehmet Efendi isminde bir zat olduğundan bahsetmiştik. Caize talebiyle yazdığı bir kaside de ailesinin kalabalık olmasından şikayet eder. Abdulbâki isminde bir çocuğu ve ilmiye sınıfına mensup bir kardeşi olduğundan bahsetmiştir. Şair Riyâzü’l-Cînân isimli mesnevisinde üst üste gelen birader ve hemşeri vefatlarından bahsediyor.
    Cinânî, Osmanlı Devleti’nin hem siyasi hem de edebi bakımdan kemal devrini idrak eden bir şairdir. Klasik edebiyatımızın en büyük temsilcileri ile aynı devirde yaşamış pek çoğunu şahsen tanımak ve bazılarına da nazireler yazmak, söylemek imkanı bulmuştur. İşte bütün ikinci sınıf şairler gibi Cinânî de bu büyük kıymetlerin gölgesinde kalmış ve belki biraz da bu yüzden edebiyatımızda orijinal bir şahsiyet olduğu halde hak ettiği şöhreti kazanamamıştır.
    İlk edebi kaynaklardan olan Âşık Çelebi ve Kınalızâde tezkireleri telif edildiği yıllarda şair, henüz edebi kişiliğini ortaya koymaktan uzak idi. Herhalde bu iki kaynakta şairimize kısa çizgilerle yer verilmesi bundandır. Daha sonraki eserlerden Atâyî’nin Şakâyık Zeyl’inde ve Beliğ’in Güldeste’sinde ise onun uzun uzadıya ele alındığı ve hararetle övüldüğü görülmektedir. Kaynaklara göre, Cinânî, Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazmış ve hat sanatıyla da meşgul olmuştur. Şairin Farsça’yı iyi bildiği anlaşılmaktadır. Divanındaki Farsça şiirlerin tutarı bir divançe teşkil edecek sayı ve kalitededir. Genellikle basit bir Farsça ile yazmakla beraber arada pek kullanılmayan kelime ve tabirlere de yer vermektedir.
    Cinânî’nin Fars edebiyatının temsilcileri arsında en fazla Nizâmî, Hüsrev, Camî, Attar, ve Firdevsî etkisinde kaldığı söylenebilir. Mevlana’nın da ismi hiç geçmemesine rağmen gerek fikirleri gerekse ondan tercüme sayılabilecek bazı beyitleri ile derin bir surette hissedilir. Cinânî, Türk şairleri içinde gerek kendi muasırlarına gerekse kendisinden evvelki hemen belki belli başlı bütün şairlere nazireler yazmıştır. Şairin hayatı daha çok tahmis ve tesdis vadisinde inkişaf etmiştir. Cinânî, kaynaklarında bahsettiği üzere nazm ve nesri sağlam, kıymetli, orijinal bir şahsiyet olarak anılmaya layıktır. Kendisi de bunun farkındadır ve büyük şair gibi övülmeyi sever. Bıraktığı eserleri onun övünmelerini haklı çıkarır niteliktedir.
    Cinânî’nin eserleri incelendiğinde dünya ve hayat karşısında divan edebiyatındaki umumi temayüllere uygun görüşler ortaya koyduğu görülür. Buna göre, dünya fanidir, bir geçiş yeridir. Bu düşünce ise divan şairlerinde; dünyadan gam almak, geçici günleri zevk u sefa ile değerlendirmek vs. şeklinde tezahür eder.
    Cinânî, Kainat karşısında bazen müşteki, bazen isyankar bazen de mütevekkildir. Mütevekkil anlarında her şeyde bir hikmet arayan arif tavrı ile alemi müsamahalı bakışlarla seyr eder. Bütün şikayetlerine rağmen insanlar dünyadaki hayatlarından memnundurlar. Allah herkesi bir şeyle avutmakta, teselli etmektedir. ( OKUYUCU , 1994, ss.III.-XX. )

    b) ESERLERİ

    1) DÎVÂN: Cinânî divanının üç nüshası mevcuttur. Bunlardan biri İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde biri İsveç Uppsala Üniversitesi Kütüphanesi’nde diğeri ise Gemlik’te ikamet eden şair Dr. A .Özdemir Hacıtarihoğlu’na aittir. Bu nüshaları yanında pek çok şiir mecmuasında şairimizin epeyce yekûn teşkil edecek sayıda manzumesi mevcuttur.
    Cinânî divanında yaklaşık yedi varak tutan mensur bir dibace vardır. Gayet ustaca bir üslup ile kaleme aldığı bu kısımda şair, eserin telif sebebini hikaye ediyor. Bu divanda toplam 41 kaside yer alır. Bunlardan dokuz tanesi Sultan III. Murat’a ithaf edilmiştir. Sultan Mehmed’e ise bir cülüsiye kaleme almıştır. Diğer kasideler umumiyetle saray efradına ve devrin ulemalarına ithaf edilmiştir. Cinânî, edebi türler içerisinde en çok musammat vadisine hususunda tahmis ve tesdise iltifat etmiştir. Musammatlar kısmında başka divanlarda rastlanmayacak sayıda tahmis ve tesdis mevcuttur. Bu kısımdaki musammat sayısı 7 mersiye de dahil 108’dir. Divandaki gazeliyet kısmında toplam 311 gazel mevcuttur. Gazellerde üslup nispeten sade ve akıcı, tasvirler ise oldukça realist ve beşeri aşk çerçevesindedir. Şairin en fazla ilgi gösterdiği alanlardan birisi de müfretlerdir. (OKUYUCU , 1994, ss.XXI.-XXIV. )



    2) RİYÂZÜ’L-CÎNÂN: Cinânî’nin önemli eserlerinden birisi Riyazü’l-Cinân isimli mesnevisidir. Bu eser hem şairin hayatı hemde edebi kıymeti itibariyle tedkike layık olmakla beraber üzerinde yapılan çalışma bir talebe tezinden ibarettir. Eserin yurt içi ve yurt dışında pek çok nüshası bulunmaktadır.
    Eser didaktik-ahlaki bir mesnevidir. Yaklaşık 3310 beyit tutarındadır. Eser birbirini takip eden çeşitli nasihat ve hikayelerden müteşekkül olup 53 fasla ayrılmaktadır. I-VII bölümler arası klasik mesnevi tertibine uygun olarak münacat, naat, mirac, söz ve kalemin vasıfları gibi konulara yer veren şair XIII. bölümde de seletleri olan Nizâmî, Câmî ve Nevayî hakkında takdirlerini izhar eder. Fasıl eserin telif sebebi ve X.bölüm Sultan Murad’ın mehdine ayrılmıştır. Asıl eser bundan sonra başlamakta ve 20 nasihat ile her nasihati takiben yer alan 20 destan hikaye birbirini takip etmektedir. XI. ve XII. Ravzalar padişahların vasıfları hakkındadır. (OKUYUCU , 1994, ss.XXV.-XXVII. )

    3) CİLÂLI’L KULUB: Şairin bu ikinci mesnevisi yirmi bölüm üzerine tertip edilmiş didaktik-ahlaki bir eserdir. Bu eser Cinânî’nin vefatına yakın yıllarda telif edilmiş olduğu cihetle Riyazü’l Cinân’a nisbetle daha ağır başlı dini tarafı daha kuvvetli bir mahiyettedir. Bu sebeple metinde sık sık ayet ve hadislerin yer aldığı görülür. Yirmi “ıkd”a ayrılan eser baş tarafta yer alan; kalemin vasıfları münacat, naat ve sözün ehemmiyeti gibi kısımlardan sonra Sultan III. Murat’ın mehdi ile devam eder. (OKUYUCU , 1994, ss.XXVII.-XXXII. )

    4) BEDAYÎÜ’L ÂŞÂR: Cinânî’nin çeşitli hikayelerinden meydana gelen bu mensur eseri onun en büyük teliflerinden biri olarak kabule layıktır. Sultan III. Murat’ın isteği üzerine tertip edilmiştir. Eserin birbirinden hacimce farklı birkaç nüshası bulunmaktadır. Devrin içtimai durumu, günlük hayat, folklorik bilgiler, inançlar, bazı vaka ve şahsiyetlerle ilgili malumat bakımından büyük bir öneme sahiptir.
    Eserde çeşitli konularda hikayeler bulunmaktadır. Bunlar kadınların hile ve fitneleri cinsinden hikayeler, cin, peri, sihir, şekil, değiştirme vs. dini hikayeler, kara ve deniz harpleri ile efsanevi hikayeler ile acibe ve garibe türünden hikayelerdir.
    c) CİNÂNÎ’DEN ÖRNEKLER

    GAZEL I


    1- Hokka-i la’l-i güherdir bu dehân-ı şi’râ
    Şah-ı merândır anın içre zebân-ı şi’râ


    2- Bilmez kıymetini her kişi açılmayacak
    Çü her ma’nî şimşir beyân-ı şi’râ

    3- Rüstem Zâl ile bu menzili hallac etmez
    Berkir ey kaşı ya seht-î güman şi’râ

    4- Yazmağa deftere dîvân muhabbet-i şi’rin
    Safha-i levha kalem oldu beyân-ı şi’râ

    5- Hâtif gaybdan olursa Cinânî nü ola feyz
    Vahdır hafya-i ilhâm lisân şi’râ




    Testis Cinânî Efendi Serbendeş ez ân Fuzûlî
    1

    Men edüb kadden hevâsı dil ribâlardan beni
    Kesdi şimşir mizan gayri hevâlardan beni
    Her peri rû add iderken mübtelâlardan beni
    Kurtarub aşkın senin bu ibtilâlardan beni
    Ferâğ etti mührün özge mübtelâlardan beni
    Harz imiş aşkın senin saklar belâlardan seni

    5

    Ey Cinânî olmasa yâr-ı suhandânım benim
    Sine de bir lahza arâm eylemez cânım benim
    Girye mâil değil çün kalb-i nâlânım benim
    Nâ ola dirsem yâre ey ser-ü harânım benim
    Ferâğ etti mührün özge mübtelâlardan beni
    Harz imiş aşkın senin saklar belâlardan seni

    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]

    Ŧєℓєรмє

    !!!...υğяαşмα вαвα уσяgυη...!!!




    ßoşver,hep aynı masal..."Hayat ve ßen"işte hepsi bu kadar.....

    Ŧєℓєรмє

    вιяαz ѕєνιηç вιяαz нüzüη.

  8. #8
    ŦєŁєรмє - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    539
    Konular
    168
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @ŦєŁєรмє

    Standart

    8) ÂŞIK ÇELEBİ (1519–1571)

    a) HAYATI VE ŞAHSİYETİ

    Asrın hem şair hem münşî olan mühim bir tezkîre yazarıdır. Âşık Çelebi’nin asıl adı Pîr Mehmet’tir. Dedesinin babası Mehmet Nattâ, XIV. yüzyılın sonunda Emir Sultan İle Bursa’ya gelerek yerleşmiş bir seyyîd ailesindendir. Babası Seyyid Ali meşhur âlim ve kazasker Müeyyedzâde’nin kızı ile evlenmiş ve Aşık Çelebi bu izdivaçtan doğan çocuklardan biri olarak babasının Üsküp’te Kadılık yaptığı bir tarihte Prizen’de doğmuştur.
    Çocukluğunu Rumeli’de okuma çağını İstanbul’da geçiren Pîr Mehmet, Âşık mahlasını kullanmış ve bu mahlasla şiir söylemeye başladığı zaman tanınmıştır. Daha çocukluğundan itibaren kendini edebi ve ilmi bir muhit içinde bulan Âşık Çelebi ilk bilgileri öğrendikten sonra mesnevi şairi Surûrî, Taşköprülüzâde, Arapzâde, Saçlı Emir, Hasan Çelebi, Ebussuûd Efendi ile eniştesi Muhîddîn Fenârî gibi büyüklerden ders aldı. Tezkîresini yazabilmek için gereken bilgileri de yine İstanbul’da talebelik yıllarında karıştığı edebi çevrelerde toplamaya başlamıştır. Bu devirde başta Zatî, Hayâlî ve Yahya Bey olmak üzere devrin bir çok büyük şairi ile tanışmıştır. ( BANARLI, 1998, C.1, s.616 )

    Âşık Çelebi önce Bursa Mahkemesinde kâtiplik vazifesi aldı. Daha sonra Emir Sultan Vakıflarına mütevelli tayin edildi. Burada beş yıl görev yaptıktan sonra Bursa vakıflarını teftiş eden Rûşenizâde’nin kendisi hakkında iyi bir rapor vermemesi sonucu bu vazifeden azledildi ve İstanbul’a döndü. Eski hocası Gisû sayesinde İstanbul’da mahkeme kâtipliğinde bulundu. Daha sonra Ebussuud Efendi’nin fetva kâtipliğini yaptı. Âşık Çelebi hocası Muhyîddîn’in ölmesi sebebiyle zorlukla da olsa icazetnamesini aldı. Emîr Gisû’nun destekleriyle mulazım oldu. İlk kadılık görevine Silivri’de başladı. Daha sonra kendisini Silivri’den Priştine’ye naklettirdi. Priştine’den Serfiçe’ye oradan Narda’ya tayin edildi. Burada da fazla kalamayan Âşık Çelebi Manavgat’a bağlı Alâiye’ye( Alanya ) kadı olarak gönderildi.
    Kanunî Sultan Süleyman’ın;

    “Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi
    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”

    Matlalı gazeline yazdığı tahmis üzerine 1963’te Niğbolu kadılığına tayin edildi. Burada çok mutlu olduğunu tezkiresindeki Tuna redifli manzumesinden öğrenmekteyiz. Bir hadise üzerine tekrar azledilen Âşık Çelebi bu aziller ve tayinlerle bir müddet daha kadılık yaptıktan sonra tezkiresini tamamlayarak II. Selim’e bir Şakayık Zeyl’î yazarak Sokollu Mehmet Paşa’ya takdim etti. Bunun üzerine ölünceye kadar aynı vazifede kalmak şartıyla Üsküp Kadılığına tayin edildi. Bir süre sonra da vefat etti. ( TDEA, C.2, s.187 )
    Nesirde olduğu kadar nazımda da maharet sahibi olan Âşık Çelebi’nin rind meşreb, hoş sohbet, arkadaş canlısı, vefakâr ve zeki şahsiyetinin yanı sıra çok keskin bir gözlemci olduğu ünlü eseri Meşâirü’ş-Şuarada açıkça görülür. Mahlas olarak Âşık adını seçmesi ise onun güzelliklere düşkünlüğünü ve hayata bağlılığını göstermektedir. Türkçe’den başka Arapça ve Farsça’yı da çok iyi bilen Âşık Çelebi asıl şöhretini klasik edebiyatımızın gerçekten en önemli ve güvenilir kaynaklarından biri olan tezkiresi ile yapmıştır. Tezkiresinde kullandığı süslü nesir üslubu da ayrıca eserin bir özelliğini teşkil etmektedir. Arkadaşlarını, eğlence yerlerine kişilerin özel hayatı ile ilgili ayrıntıları öylesine güzel bir dille anlatır ki canlı tasvirleri ile okuyucuyu adeta çizdiği tablonun içine çeker. Nesrine göre, nazmı oldukça basittir. (TDVİA, 1991, C.3, s.549 )

    b) ESERLERİ

    1) Meşâirü’ş-Şuârâ: Âşık Çelebi’nin bir çok eseri içinden adı günümüze ulaşmış ve en tanınmış eseridir. Bu tezkire, Anadolu’da yazılan dördüncü ve tarihimizde tezkire türünün en güzel örneklerinden biri olan bu eser 1556 yılında tamamlanmış ve II. Selim Han’a sunulmuştur. Âşık Çelebi böyle bir eser meydana getirmeyi çok gençken düşündü. Bu amaçla hazırlıklar yaptı ve daha önce bu alanda yazılmış eserleri inceledi. Yaradılış olarak girişken ve meraklı mizacının yardımıyla Osmanlı şairleri hakkında teferruatlı bilgiler toplayıp derlerdi. Bu arada Latîfî de tezkire yazmak niyetindeydi. İkisi anlaşıp birlikte bir tezkire yazmak konusunda anlaştılar. Âşık Çelebi şekle ait bir orijinalite ile o güne kadar denenmemiş bir tasnif usulü düşünerek eseri alfabetik olarak düzenlemeyi teklif etti. Fakat iş birliğini Latîfî, bu tekniği de alarak bozdu ve tek başına eserini tertip etti. Bunun üzerine Âşık Çelebi tezkiresini ona benzemesin diye ebced usulüne göre tasnif etti. Tezkîre nüshalarına göre şair sayısı, 360 ile 324 arasında değişmektedir.
    Âşık Çelebi, XIV ve XV yüzyıl şairleri hakkında Sehî Bey ve Latîfî’den fazla bir bilgi vermez. Ama eser yaşadığı dönem olan XVI. yüzyıl için eşsiz bir kaynaktır. Tezkîre konu edindiği şairlerin karakter özelliklerini belirttiyse onların hayat ve çevresi hakkında küçük dedikodulara kadar inerek bilgi verişi ile bu türden eserler içinde tek olmak gibi seçkin bir hüviyete sahiptir. Verdiği bilgilerin çoğu gördüklerine, bildiklerine ve işittiklerine dayanır. Zaten şairlerin hemen hemen tamamıyla yakın dosttur. Tezkirenin asıl değerli yanı anlatılan şairlerin psikolojisini, iç dünyalarını samimi bir görüş ve derin bir anlayışla tahlil ve tasvir etmesinde onların portrelerini güçlü bir tarzda resm etmesinde ve canlandırmasındadır. Bu yüzden şairlerin hal tercümelerini anlatırken sözlerini fıkra ve hikayelerle süslemiş, araya ortak hatıralarını katmış böylece eserine ayrı bir renk ve hava vermeyi başarmıştır. Ayrıca bu eser zengin bir nesir örneğidir. Çok kez secî, cinas ve süslerle dolu ağır ve ağdalı bir dille karşılaşılır. Fakat bu samimi üslubu, renkli tasvirleri, okuyucuyu sürükleyecek kadar çekici ve canlıdır. ( BTK, 1986 , C.3, ss.418-419 )

    2) Tercüme-i Revzatü’ş-Şühedâ: Yazılışı 1546’dan önce olduğu tahmin edilmektedir. Hüseyin Va’iz-i Kaşifî’nin maktel türündeki eserin Türkçe’ye tercümesidir. Tesbit edilebilen üç nüshası vardır. Ayasofya nüshasının sonu eksiktir.

    3) Tercüme-i Şakâikun-Nûmâniyye: Taşköprülüzâde’nin aynı addaki Arapça eserinin Türkçe’ye çevirisidir. Atai’nin bildirdiğine göre Âşık Çelebi bu eserini Taşköprülüzâde’ye bizzat kendisi sunmuştur. Mevlânâ bizde Türkî gibi yazmış idik, bîhude zahmet etmişsiniz diyerek kitabını kolay bir Arapça ile yazdığını söylemiştir. Nedense Mecdî’nin tercümesi kadar tutulmayan eserin nüshasına da henüz rastlanmamıştır.

    4) Tercümetü’t-Tibri’l-Mesbük Fî Nasîhati’l Mülük: Gazzalî’nin Sultan Sencer’in emriyle kendi huzurunda geçen konuşmaları Farsça olarak kaleme aldığı eserinin Arapça’sında Türkçe’ye yapılan bir tercümedir. Bir nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.

    5) Şerh-i Ehâdis-i Erbaîn: Ataî’nin bildirdiğine göre, Aşık Çelebi’nin iki Hadisi-i Erbaîn’i vardır. Birisi kendi derlemesi diğeri ise Kemalpaşazade’nin Arapça olarak derlediği eserin ve şerhinin Türkçe’ye tercümesidir. Aşık Çelebi’nin kendi eserinin nüshası henüz ele geçmediği halde diğeri Hadis-i Erbaîn Tercümesi adıyla basılmıştır.

    6) Tercüme-i Ravzü’l Ahyâr: Muhyîddin Mehmet Hatipzâde’nin Siyasetnâme türündeki eserinin Arapça’dan Türkçe’ye tercümesidir. II. Selim adına çevrilen ve aslında Zemahşehrî’nin Rebiü’l Ebrar adlı eserinin iki nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir.

    7) Mi’racü’l-Ayâle ve Minhâcü’l-Adale: II.Selim adına Türkçe’ye yapılan bir tercümedir. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde kayıtlı iki nüshası vardır.

    8) Zeylü’ş-Şakâik: Sokollu Mehmet Paşa’ya sunulan bu eserde kırk iki şahsın biyografisi bulunmaktadır. Şakayık’a zeyl olarak yazılmıştır. Eserin tam nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır. Berlin Devlet Kütüphanesi ile Paris Milli Kütüphanesi’nde iki nüshası daha vardır.

    9) Sigetvarnâme: Kanûnî Sultan Süleyman’ın Sigetvar seferi ile ilgili bir gazavatnamedir. Mesnevî tarzında kaleme alınan bu eser henüz ele geçmemiştir.

    10) Şehrengiz-i Bursa: Kınalızâde Hasan Çelebi Sunî’nin hayatını anlatırken yakın arkadaşı olan Âşık Çelebi’den de bahseder ve Onun Bursa’nın güzelliklerini anlatan bir Şehrengiz yazdığını söyler. Âşık Çelebi, Şehrengizi 1541’de yazdığını bizzat kendisi de söylediği halde eserin nüshasına henüz rastlanmamıştır.

    11) Divan: Tek nüshası Millet Kütüphanesinde kayıtlıdır. Divandan ziyade divançe niteliğinde olan bu eseri Âşık Çelebi, Serfiçe Kadılığı sırasında düzenlemiştir. (TDVİA, 1991, C.3, s.549-550).
    c) ÂŞIK ÇELEBİ’DEN ÖRNEKLER








    Aşık Çelebi Tezkiresinden
    Ahmed Paşa

    Veliyü’d-dîn oğlu Ahmed Paşadır ki babası Sultan Mehmed merhûma kazı asker olmuştur. Bahsibü’l-hab fevâzil ü fezâyil ile mevsûf ü benesibü’l-nesb sıhhat-i intisâb hazrele ma’rûdur. Mehûm Sultan merkûm ki gülşen-i zaman saltanatında nevş ü nemâya kâbil ko nihâl emellerin nesîmat-ı semât karbiyeti reşhât sehâb tenmiyeti ile seyrâb ü şâdâb olmasın zimmet-i himmetlerine lâzım ‘ad iderlermiş merhûm Ahmed Paşa’nın nehâdında kubule kâbiliyet ü hüsn terbiyyete ehliyet-i fehm idüb pertev-i mihr-i sipher nevâzişiyle geliben isti’dâdına nümâyiş ü reşh’-i nisân ahsâniyle sıdf-ı terbiyette güher her merdâne perveriş verübnisâb atfından müsayyibi enva’kemâl ü ma’rifet ü pâye irtekâsı rütbe-i münassib vüzArat oldu belî beyt.

    Himmet eli der yrdd-i beyzâ olan Er nefsi der dem ‘iysâdan

    Mûcibince nesîm kabûl şâhı ravza-i ahvâline vezân olmağla şukûfe-zâr emeli vezân olmağla şukûfe-zâr emeli tasâvet buldu ve himmet-i bâğbân ikbâl-i pâdişah ile behcet buldu. Ba’de tedrîcile kedilere hoca eylemşler ondan sonra vezîr idüb kaderin yüce eylemişler.münassib vezâretde iken birkaç ehl-i fesâd hased âmin ‘and enfesihim harîm hasda olan üç oğlanlardan birine ‘âşık olub ‘Âşık bazlık vü sevda-yı hâmile beden simitini dem-sâzlık eder diyü isnâd-ı töhmet ederler Sultan Mehmed imtihan için ol galamı Sûyar Ahmed Paşa’yı bile kendiyle hamama koyar ol galâmın zülfünü teraş eyler Ahmed Paşa dahi bedihe bu beyti diyub râz derûni fâş eyler. Beyt:

    Zülfün gidermiş ol sanem kâfir legen komaz henüz
    Zenârını kesmiş veli dâhi Müslümân olmamış

    Pâdişah evvelâ katl-i kasd eyler ba’de kapucılar odasına hasb eyler kapucılar odasında iken pâdişâha Kerem Kasîdesin gönderir. Sultan Mehmed mürevved edüb otuz akçe ile berûsede Orhan Vakfına mütevelli eyler ba’de Hazret-i Emir Evkâfına mütevelli eyler ol halde iken Emir Efendi’nin esrâr tayyibesinden istimdâd edüb bu terci-i bendi der. Beyt:

    Ey ‘âlim vilayete sultân olan emir
    Vey-i melik revme rahmet rahmân olan emir

    Rûhâniye emir Ahmed Paşa’nın hâline rûh kester olub eğlenmeyub Sultan evini sancağın verüb müteselli eyler ba’de Sultan Bayezid serir saltanâtına cülüs edüb Bursa sancağın verüb kaderin ‘âlî eyler oluncıdan ‘örü Bursa’da şi’râ vü zarîfâ müsâhebeti ile güzer edüb evkâtın tevzi’ edüb her fasılda keşiş tağı bayraklarının bir münâsib mekânında ‘ıyş ü ‘iret edüb âhir kasîde ömrüne mukatta‘ erüşüb diyâr-ı âhireti mahlas eyledi. Tarihin eflâtunzâde bu menvâl üzere demiştir. Târih sene esneyn ü tamâh da vâkı’a olmuştur……
    Hakka ki şi’râyı ruma mukaddim ü kendi zamanına dek olan şi’râdan râcih eydü ki müsellem ü ol zümreye muhattır sâhib tıbl ü ‘âlimdir fi’l-hakika eşârı metin ü kâ’ide nazmı muhkem ü rasîn ‘izleri üstâdâne ü kasâyidi hod latîf ü yekdeset ü hemvâre ü muhakkakâne der ba’zı müverrihin merhûm Necâti’den merhûmu tercîh etmişlerdir. Hattâ Necâti’den söz ü gele Ahmed Paşa’nın mâbeyni nicadır diyenlerinde Necâti ki adı ‘îsa idi ol sebebten kendiden tercihe işâret edüb bu mısra’ ile cevab vermiştir. Mısra’ ulusu yektir. Ahmed’in deriyyesinden müseyyihâ’nın beyt.

    Necâti’nin derisinden ölüsü Ahmed’in yokdir
    Ki ‘îsa gönüllere agısa yine dem urur ahmed’den

    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]

    Ŧєℓєรмє

    !!!...υğяαşмα вαвα уσяgυη...!!!




    ßoşver,hep aynı masal..."Hayat ve ßen"işte hepsi bu kadar.....

    Ŧєℓєรмє

    вιяαz ѕєνιηç вιяαz нüzüη.

  9. #9
    aZaT07 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    27.04.2009
    Mesajlar
    1.746
    Konular
    156
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    819
    @aZaT07

    Standart

    Zati ve HayaLi bey İsimLerini hiç duymamıştım. BiLgiLer çin sağoLasın. ELLerine sağLık...
    DeĞeR VeRDiĞiN iNSaN SeNiN DeĞeRiNi BiLMiYoRSa;
    BıRaK KeNDi DeĞeRi iLe KaLSıN !!!!!!!!!!

  10. #10
    ŦєŁєรмє - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    30.07.2008
    Mesajlar
    539
    Konular
    168
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    100
    @ŦєŁєรмє

    Standart

    B) XVI. YÜZYIL TEKKE ŞİİRİ
    1) İBRAHİM GÜLŞENÎ ( ?-1533)

    a) HAYATI

    İbrahim Gülşenî evliyanın büyüklerindendir. İsminin uzunca söylenişi İbrahim bin Muhammed bin İbrahim bin Şehabeddin bin Aydoğmuş bin Gündoğmuş bin Oğuz Ata şeklindedir. Lakabı Gülşenî’dir. Doğum yeri ile ilgili birçok kaynakta farklı bilgiler bulunmasına karşın genel kanaat Diyarbakır Amid’de dünyaya geldiğidir. Bu konuda ileri sürülen bir diğer iddia ise Azerbaycan’ın Barda şehrinde doğduğudur. Fakat şairin Amidî nisbesini taşıması ve türbesinin Diyarbakır’da bulunması ileri sürülen bu iddiaların doğru olmadığını göstermektedir. Yinede bu konu ile ilgili kesin bir yargıya ulaşabilmiş değiliz. (İSLAM ALİMLERİ ANS., C.14, s.135 )
    İbrahim Gülşenî’nin hayatı hakkında bilinenlerin büyük bir kısmı oğlu Hayâlî’nin halifesi Muhyî-i Gülşenî’nin Menâkıb-ı İbrahim Gülşenî adlı eserine dayanmaktadır. Ancak bu eserde Muhyî onun nerede doğduğuna ilişkin herhangi bir bilgi vermemiştir. İbrahim Gülşenî’nin doğum yeri olduğu gibi doğum tarihi de tartışmalıdır. Ataî, Şakayık Zeylî’nde “830-1426” da doğduğunu yazar. Muhyî de onun 1534’te vefat ettiği zaman 114 yaşında olduğunu söyler. Bu duruma göre 826-1422 senesinde doğmuş olması gerekir. Yine Muhyî’nin eserinden alınan bilgiye göre babası Muhammed Amidî anlatılırken onun Akkoyunlu Sultanı Hamza Döneminde (1434-1444 ) yetişmiş ve İbrahim iki yaşındayken ölmüştür. Buna göre, babasının Sultan Hamza’nın saltanat devri olan 1434- 1444 tarihleri arasında veya 1444’ten sonra ölmüş ve İbrahim Gülşenî’nin de hemen hemen bu tarihlerde doğmuş olması gerekir. (TDEA., C.3, s.398)
    Muhyî başka bir yerde İbrahim Gülşenî’nin 15 yaşında Tebriz’e gittiğini ve orada Uzun Hasan’ın kazaskeri Molla Hasan ile görüşerek ondan bazı görevler aldığını anlatır. Fakat onun bu sıralarda 15 yaşında acemi bir çocuk olmaktan ziyade yaşının biraz daha büyük olması en azından aldığı görevi bilinçlice tetkik edebileceği olgun bir yaşta olması gerekir. Aksi halde bir kazaskerin görevlerini bir bölümünü bu yaştaki bir çocuğa bırakması pek fazla akıl karı olmaz. Uzun Hasan’ın Tebrîz’i alışı ve burayı başkent yapışı 1468 yılına denk gelir ki daha önceki ihtimaller göz önüne alındığında İbrahim Gülşenî’nin 38-40 yaşlarında olması gerekir. Muhyî, İbrahim Gülşenî’nin kendi soyunu yedi kuşakla Oğuz ataya ulaştırdığını söyler. Onunla aynı zamanlarda yaşayan Uzun Hasan’ın soyunun da 52. veya 54. kuşakta Oğuz ataya dayandırıldığı bilinmektedir. Ayrıca İbrahim Gülşenî’nin kendi soyunu Hz. Peygamber’e veya Sahabeye değil, Oğuz ataya bağlaması Akkoyunlular da kavmiyetçi duyguların canlanması sürecinin başlamasıyla ilgili olarak düşünülmüştür.
    Gülşenî, kültürlü bir ailenin çocuğudur. Babası kelam, fıkıh, mantık konusunda eserleri olan bir âlimdi. Dedesi ise müderristi ve aynı zamanda “Tekkü’l Muğlak” adlı bir kitabın ve tasavvufa dair bir çok eserin müellifiydi. Aynı şekilde amcası da ilimle uğraşan ve yaklaşık 200 müridi olan bir şeyhti. Gülşenî’nin babası ölünce onu amcası yanına aldı ve eğitimini üstlendi. İlk öğrenimini burada yaptı. Çok küçük yaşta eğitime başladığını hatta 4 yaşındayken Kur’an-ı hatmettiği, Türkçe kitaplardan ayet ve hadisler okumaya başladığı, 10 yaşında ise mübarek geceleri ihya ettiği, oyun ve eğlenceye değer vermediği Muhyî tarafından söylenmektedir. Daha sonra bilgisini ve görgüsünü daha da arttırmak için Maverâünnehir’e gitmek için yola çıkmıştır. Tebrîz’e vardığında Uzun Hasan’ın kazaskeri Molla Hasan ile karşılaşır, onun kabiliyetini fark eden Molla Hasan, tahsil görmek için Maveraünnehre gitmeye gerek yok diyerek Tebrîz’de de bunu yapabileceğini söyleyerek
    İbrahim Gülşenî’yi kalması konusunda ikna eder. Burada Uzun Hasan’ında yardımıyla medrese eğitimini görür ve Molla İbrahim olarak tanınmaya başlar. Tebrîz’de itibarı gittikçe artan İbrahim Molla daha sonra Uzun Hasan’la tanışma imkanı buldu ve sürekli huzuruna girip çıkabilmesi için ona “tarhan” unvanı verildi. Daha sonra Herat’a gönderildi. Burada Abdurrahman-ı Cuma ile tanıştı. ( TDVİA., 2000, C.12, s.302 )
    Gülşenî, Halvetiyye tarîkatı ikinci pîri Seyyîd Yahyâ’yı Şirvanî’nin halîfelerinden Dede Ömer Rûşenî ile tanışıp ona intisab etti. İbrahim Gülşenî, bir süre daha onunla kaldıktan sonra Tebrîz’e geri döndü. Bunun ardından sıkı bir zühd ve riyazet hayatı yaşamaya başladı. Dede Ömer Rûşenî, Uzun Hasan döneminde Tebrîz’e geldiğine göre İbrahim Gülşenî ona 1487 yılından önce intisab etmiş olmalıdır. Dede Ömer Rûşenî vefatından birkaç gün önce İbrahim Gülşenî’yi halife ilan etti. Rûşenî’den hilafet alarak tarikat kurmaya koyuldu. Gülşenî’ye Sultan Yakub’da büyük değer vermiştir. Hatta onu kendisiyle birlikte bazı savaşlara götürerek askerlerinin maneviyatını yükseltmeye çalışmıştır. Gülşenî de Tebrîz’i anlattığı bir şiirinde Sultan Yakub’dan övgü ile söz etmiştir. ( TDEA, C.3, s.398 )
    Sultan Yakub’un ölümünden sonra Akkoyunlu ailesi içinde meydana gelen taht kavgaları nedeniyle sıkıntılı bir dönem geçiren İbrahim Gülşenî 900 yılında çok sayıda müridi ile birlikte hacca gitti. Mekke de bazı Mısır’lı âlimlerle tanıştı ve sonra Tebrîz’e döndü. Şah İsmail, Tebrîz’e girince ailesi ile birlikte buradan ayrılıp Diyarbakır’a gitti. Burada “Ma’nevi” adlı eserini yazmaya başladı. Burada ona intisab eden Müslümanların yanı sıra gayri Müslimler de intisab etmeye başladı. Ancak devlet cizye gelirlerinin azalmasından endişe ettiği için bunu kabul etmez. İbrahim Gülşenî, Diyarbakır’dan ayrılıp Kudüs’e gitmek istediyse de isteği her defasında reddedildi. Ardından Aleüddevlenin daveti üzerine Maraş’a gitti ve oradan Kudüs’e gitmek için yola çıktı. Kudüs yolu ile Mısır’a gitti ve buraya yerleşti. Şöhreti kısa sürede her yere yayılmaya başladı. Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethedip Kahire’ye geldiğinde onu ziyaret edip Müeyyediye Camisi önündeki, yanındaki araziyi dergah yapılması için kendisine ricada bulunması üzerine onlara bağışlamıştır. Gülşenî, dostlarının da yardımıyla zaviyesini inşa ettirip tarikatını yaymaya başladı. Ünü bütün Mısır’a yayıldı. Zavîyesi dolup taşmaya başladı. Bu büyük şöhreti duyan Kanunî Sultan Süleyman kendisini İstanbul’a çağırmıştır. Fakat bazı yanlış anlaşılmalar dolayısıyla padişahın karşısına tahtına göz diktiği söylentisi nedeniyle çıkartılmadığı ve kimilerince ancak 1528-1529 yılında ulaştığı kaydedilmiştir. Önce İbrahim Paşa onu padişahın karşısına çıkarmayıp hakkında söylenenlerle ilgili kanıt toplamaya çalışmış sonrada suçsuz olduğu anlaşılmıştır. Gülşenî, Kanûnî Sultan Süleyman’la görüşme imkanı bulmuş ve padişah ona saygı göstermiştir. Ayrıca Kehhalbaşına şeyhin gözlerini iyileştirmesini emretmiş ve ilerlemiş yaşına rağmen gözleri açılmıştır. Kanûnî, Gülşenî’nin İstanbul’dan ayrılıp Mısır’a gideceği zaman onun şerefine bir ziyafet vermiş ve ona İstanbul’da kalmayı teklif etmiştir. Çok yaşlı olduğunun ileri sürülmesi üzerine Hasan Zarîfî’yi halife olarak bırakmıştır. Mısır’a döndükten sonra yaklaşık beş yıl daha yaşayan İbrahim Gülşenî 23 Nisan 1534’te vefat etmiştir. Ölümüne “Mate Kutbüz Zaman İbrahim” ibaresi tarih düşürülmüştür. ( TDVİA, 2000, C.21, ss.302-303 )





    b) ŞAHSİYETİ

    Gülşenî’nin tarîkat silsilesi Halvetiye’nin ana kollarından Rûşenîyye’ nin Pîri Dede Ömer Rûşen vasıtasıyla tarîkatın ikinci pîri Yahya’yı Şirvâniye ulaşır. Mürşîdi Dede Ömer Ruşen’inin kendisine bir gül vererek “sen ol bağı bekanın gülşenisin” demesi üzerine mahlası Heybeti’yi değiştirerek Gülşenî’yi kullanmaya başladığından kurduğu tarikata Gülşeniyye denilmiştir. İbrahim Gülşenî’nin öğrenim durumu hakkında kaynaklarda kesin bir bilgi yoktur. Abdülvehhah Eş-Şe’rânî onunla bir çok defa görüştüğünü onu beğendiğini fakat dili tutuk bir ümmî olduğunu söylemek istediklerini güzel bir şekilde anlatamadığını söyler. Ancak oldukça hacimli bir Arapça, Farsça ve Türkçe manzum eserleri Şa’rânî’nin bu sözlerinde haklı olmadığını göstermektedir. Ayrıca Muhyî, onun aynı anda üç ayrı kitabe, üç dilde irticalen şiir yazdığını kaydeder. (TDVİA, 2000, C.21, s.303 )
    İbrahim Gülşenî, inancı çok kuvvetli bir insandı Allahü Teala’nın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmaktaki gayreti pek fazla idi. Dünya malına hiç değer vermez, çok şüpheli korkusu ile yapılmasında sakınca olmayan davranışların ve işlerin fazlasından kaçınırdı. Allahu Teala’ya olan korkusundan günlerce yemek yemek aklına gelmezdi bile. Asla başkalarından hediye kabul etmez, üstelik eline geçen malları fakirlere dağıtırdı.
    İnsanlara karşı davranışları çok tatlı, hoş ve yumuşaktı. Dost düşman fark etmeksizin herkes onu çok severdi, takdir ederdi. Müslümanların gönlünü kazandığı, huzuruna getirttiği gibi kâfirleri de alçak gönüllülüğü ile ikna edip seve seve Müslümanlaştırırdı. Sultan, İbrahim Gülşenî’yi sever hürmet ederdi. Sultan bir gece acayip bir rüya gördü rüyasında iri yarı siyah bir kimse kendisini öldürmek kasdıyla elinde kılıçla saldırdı. Sultan öldürülme korkusunda iken İbrahim Gülşenî Hazretleri talebeleriyle geldi. Talebelerin her birine altın bir kılıç verdi. Gülşenî’nin talebeleri o siyah kimseye kılıçlarını vurup, parça parça ettiler. Sultan ertesi gün İbrahim Gülşenî’yi sarayına davet etti. Hürmet ve saygısını gösterdi. İzzet ve ikram da bulundu. Sultan daha rüyasını anlatmaya fırsat bulamadan İbrahim Gülşenî rüyanın tabirini söyledi. “Sadaka belayı giderir, ömrü uzatır.” buyurdu. Böylece Sultanın İbrahim Gülşenî’ye olan itikat ve bağlılığı artmış oldu.
    Bir gün şehzadelerden biri düşman olduğu birinin zarar görmesini istedi. Bu maksat ile İbrahim Gülşenî’ye gelip, o kişinin zarar görmesi için bir yazı yazmasını istedi. İbrahim Gülşenî de “İşi Hak Teala’ya havale etmek iyidir. Kin tutarak, öfkelenerek bir Müslüman zarar vermeye kalkmak hatta uğradığı bir zarara sevinmek caiz değildir.” buyurdu. İbrahim Gülşenî’den bu yazıyı alamayacağını anlayan şehzade atına bindi, başka bir kimseden böyle bir yazıyı almak için yola çıktı. Yolda at şahlanarak iki ayağı üzerine doğruldu. Şehzade atın arkasından düştü ve kendinden geçip bayıldı. Görenler yetişip bu haliyle evine getirdiler. Ayılıp kendine gelen şehzade: “İbrahim Gülşenî’ye gidin, ben tövbe ettim, pişman oldum. Beni affetsin” diye haber gönderdi. İyi olup ayağa kalkınca hemen İbrahim Gülşenî’nin yanına gitti. Huzurlarında tekrar tövbe etti. Sadık talebelerinden oldu.
    İbrahim Gülşenî yine bir gün talebeleriyle sohbet ediyordu. Bir ara talebeleri : “Efendim! Allahu Teala’nın ihsanı ile kabirdeki insanların azapta veya nimet içinde oldukları biline bilir mi? Dua edilerek azapta olanın azabı kaldırılabilir mi? Diye sordular.” İbrahim Gülşenî de; Allahu Teala’nın sevdiklerinden biri kabre uğradığında, kabirdekinin azap içinde olduğunu gördü. Aradan bir müddet geçtikten sonra tekrar o kabrin yanına uğradı. Kabre teveccüh ettiğinde azabın kaldırılmış olduğunu gördü. Hayret ederek düşünceye daldı. O sıra da kendisine bir hitap geldi. Deniyordu ki “Bu kabirde yatan kimsenin küçük bir çocuğu vardı. Annesi o çocuğu ilim öğrenmeye gönderdi. Çocuk Besmeleyi öğrenince Besmelenin hürmetine babasının azabı kalktı.” (İSLAM ALİMLERİ ANS., C.14, ss.136-137 )
    Halvetî tarikatının Gülşenî kolunu kurmuş olan İbrahim Gülşenî’nin eserlerinde Mevlana, Yunus Emre ve kısmen Nesimî’nin tesiri hissedilmektedir. Tam bir mutasavvıf olarak yaşamıştır. Sağlam bir dili ve akıcı bir üslubu vardır. Özellikle Türkçe divanındaki gazel-ilahileri ile büyük bir yaygınlık kazanmıştır. Gülşenî’nin geleceği Mevlânâ Celaleddin-î Rumî’nin “Dîdem ruh-ı hub-ı Gülşenî râ / Ân çeşm-i çerağ-ı Rûşenî râ” (Gülşenî’nin güzel yüzünü gördüm, o Rûşenî’nin gözünün ışığıdır.) beytiyle müjdelenmiştir.
    İbrahim Gülşenî de Ma’nevî adlı eserinde bu beyiti ihtiva eden gazelle başlamıştır. Gerçekte bu eser Mevlânâ’nın mesnevisine nazire olarak yazılmıştır. Bu da Gülşenî’nin Mevlana’ya olan ilgisini göstermektedir. İbrahim Gülşenî üzerinde etkili olan bir şahsiyet de Muhyiddin İbnü’l Arabî’dir. Etkilendiği diğer bir sufî de İbnü’l Farız’dır. Arapça divanını onun Et-Ta’iyyetü’l-Kübrâ’sına nazire olarak yazmıştır. ( TDEA, C.3, s.398-399 )

    c) ESERLERİ

    Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere ortalama 75.000 şiir yazmıştır. Eserlerinin başlıcaları ise şunlardır:
    1) Ma’nevî: Mevlânâ’nın Mesnevî’sine nazire olarak yazılan bu eser Farsça olup 40000 beyitten oluşmaktadır. Diyarbakır’da on ay içinde tamamlanmıştır. Gülşenî, İstanbul’da iken eseri Şeyhülîslam Kemalpaşazâde’ye inceletmiş, Kemalpaşazâde de sıradan insanların bunu anlamayacağına ve eserin bir çok ilahi sırı ihtiva ediğini söylemiştir. Hulvî bu eserin bir nüshasının Kemalpaşa zade’nin türbesinde muhafaza edildiğini söyler. Mesnevi’den alınma pek çok hikaye de bulunmaktadır. Kitabın hemen hemen hepsi müellifi hayata iken yazılan ayrıca ciltlerin de değerli olan pek çok nüshası vardır. Eserin ilk beş yüz beyiti La’li Mehmet Fenâî tarafında şerh edilmiştir.
    2) Dîvân : 17.000 beyitten oluşan Farsça divanda şairin Mevlânâ ve Yunus Emre’nin etkisinde kaldığı görünmektedir.
    3) Kenzü’l–Cevâhir : Tasavvufî konulara dair bazen tuyuğ bazen de rubai vezinlerinden meydana gelen bu Farsça eser 7500 beyitten meydana gelmekte olup tek nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir.
    4) Şîmurgnâme : Muhyî tarafından bu eserin 30000 beyit olduğu söylenmektedir.
    5) Divan :1700 beyitten oluşmaktadır bu Türkçe divanda Yunus Emre ve Nesimî’nin şiirlerin etkisi belli olmaktadır. En önemli nüshası Ankara’da Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Başka bir nüshası da İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde kayıtlıdır. Gülşenî’nin diğer Türkçe eserleri de şunlardır ; Manzum olanları, Pendnâme ve Cobannâme’dir. Manzum olan bu iki eserden başka “Tahkîka-ı Gülşenî” adlı mensur bir Türkçe eserde İbrahim Gülşenî’ye nisbet edilmektedir. İbrahim Gülşenî’nin İbnü’l Farız’a ait Et-Ta’iyyetü’l-Kübrâ’nın etkisi altında yazdığı şiirlerinden oluşan 5000 beyitlik Arapça Divanı bulunmaktadır. Bu divanın tek nüshası Ankara’da Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi’ndedir. ( TDVİA, 2000, C.21, s.304 )





    ç) İBRAHİM GÜLŞENÎ’DEN ÖRNEKLER

    GAZEL I

    1- Gaflet ile geçdi günüm âh n’ideyim ömrüm seni
    Çün bozıla bu düzenün âh n’ideyin ömrüm seni

    2- Ecel irişe nâgehân cânın ala çü Kahramân
    Döndüre yasa düğünün âh n’ideyin ömrüm seni

    3- Gice gündüz çalışduğın hırs u emelle yığduğın
    Kala sensüz hânümânun âh n’ideyim ömrüm seni

    4- Anma mısın öleceğin kara yire gireceğin
    Azrâîl’e virüp cânın âh n’ideyim ömrüm seni

    5- Terk itmedün bir dem heves elindeyken almadun ders
    Çün kim hevâyadur yönün âh n’ideyin ömrüm seni

    6- Kıyâmet kopar haşr içün dirilür ölen neşr içün
    Cânun olıser düşmanun âh n’ideyin ömrüm seni

    7- Zikir budur ey Gülşenî telkîn idelden Rûşenî
    Cân atmadun sevdün teni âh n’ideyin ömrüm seni


    GAZEL II

    1- Ben bu mülke gelmedin nerdenliğüm bilmişem
    Bilmeyene o mülki bildürmeğe gelmişem

    2- Od u su toprak hevâ bulmadan neşv ü nemâ
    Gelübeni bu eve girmeğe yönelmişem

    3- Evveli yok evvele gün gibi mir’at ile
    Mahzar olup zât ile ayn-ı safâ olmışam

    4- Işk ile aklın ilin tayy kıluban cüz’ külün
    Yokluğ ile varlığın bilmek içün gelmişem

    5- Ma’rifetin haline münkir olan kaline
    Cehl ile ıdlâline ağlar iken gülmişem

    6- Işk ilşe hamr-ı ezel içeliden lem-yezel
    Sarhoş olup sahv ile sanmanuz yanılmışam

    7- Rûşenî’den ay gibi Gülşenî devrân ile
    Ay ile gün yoğ iken buluşuban dolmışa

    GAZEL III

    1- Işk ile den hâlümi n’olasıdur âkıbet
    Nem var ise çün anun olasıdur âkıbet

    2- Işk ile mecnûnluğum vâlih ü meftunluğum
    Fâş oluban hâs ü âm bilesidür âkıbet

    3- Işk akuban aklumı unutdurup naklümi
    Deli gibi dağlara salasıdur âkıbet

    4- Işk ile şeydalığum ağlar iken güldüğüm
    Yâd ü biliş görüben gülesidür âkıbet

    5- Işka olup müptelâ bir dime yüz bin belâ
    Başuma andan kazâ gelesidür âkıbet

    6- Dilin ile varlığın sal yerine yokluğ al
    Almaz isen bî-makâl alasıdur âkıbet

    7- Işk izini izleyen doğrı yolın gözleyen
    Rûşenî’den Gülşenî bulasıdur âkıbet


    KOŞMA

    Benüm gönlüm alan dilber
    Gider dirler gider dirler
    Beni Mecnûn tek o Leylî
    İder dirler gider dirler

    Kapup aklumı başumdan
    Komadı bilgi hûşumdan
    Soraram yad bilişümden
    Gider dirler gider dirler

    Ne sevdâdur dey’nüz bana
    İşidüp kalmanuz tana
    Gönül benden kaçup ana
    Gider dirler gider dirler

    İşitdüm ışk ile sevdâ
    Kılanda âşıkı şeydâ
    Düşüp deli gibi dağa
    Gider dirler gider dirler





    N’idem ey uslular dey’nüz
    Delirmeden ganum yey’nüz
    Çü başdan aklumı yaz güz
    Gider dirler gider dirler

    Görüp ışk ile medhûşi
    Bilün âşık o bîhûşı
    Çü anun akl ile hûşı
    Gider dirler gider dirler

    [Linkleri Görebilmek İçin Üye Olmanız Gerekmektedir. Üye Olmak İçin Tıklayın...]

    Ŧєℓєรмє

    !!!...υğяαşмα вαвα уσяgυη...!!!




    ßoşver,hep aynı masal..."Hayat ve ßen"işte hepsi bu kadar.....

    Ŧєℓєรмє

    вιяαz ѕєνιηç вιяαz нüzüη.

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş