Türkiye’de hiçbir zaman bunalım eksik olmaz. Önemli olan bunalımların niteliğini tespit edip, gerekli önlemleri alabilmek ve sağlıklı çözümler üretebilmektir. Üstelik bunalım tek boyutlu da değil, hem ekonomik, hem sosyal, hem de kültürel, yani çok boyutlu. Acaba yaşadığımız bu karanlık manzarayı aydınlığa çevirecek sihirli bir değnek var mı? Yoksa aman boş ver deyip; memleketi kurtarmak bize mi kaldı mı demeli. Günümüz dünyasında sendikal haklar, asgari ücret, sosyal güvenlik, kâra ve

Bu konu 1098 kez görüntülendi 0 yorum aldı ...
Bunalımdan çıkış yolu (Sivil Çözüm) 1098 Reviews

    Konuyu değerlendir: Bunalımdan çıkış yolu (Sivil Çözüm)

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 1098 kez incelendi.

  1. #1
    -
    - - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Bunalımdan çıkış yolu (Sivil Çözüm)


    Türkiye’de hiçbir zaman bunalım eksik olmaz. Önemli olan bunalımların niteliğini tespit edip, gerekli önlemleri alabilmek ve sağlıklı çözümler üretebilmektir. Üstelik bunalım tek boyutlu da değil, hem ekonomik, hem sosyal, hem de kültürel, yani çok boyutlu. Acaba yaşadığımız bu karanlık manzarayı aydınlığa çevirecek sihirli bir değnek var mı? Yoksa aman boş ver deyip; memleketi kurtarmak bize mi kaldı mı demeli.
    Günümüz dünyasında sendikal haklar, asgari ücret, sosyal güvenlik, kâra ve yönetime katılma gibi meseleler daha aktif olarak sosyal hayatta ağırlığını hissettirmeye devam edeceğine şüphemiz yok. O halde bu sıraladığımız öğelerin asıl siyaseti belirleyen unsurlar olduğunu söyleyebiliriz.
    Türkiye’de ekonomi, anarşi ve kimlik krizi gibi üç önemli unsur, hala yumuşak karnımız olarak karşımızda duruyor adeta. Acaba yıllardan beri kriz halde yükselen bu üç mesele devam edecek mi? türden sorular toplumun zihnini meşgul edeceğe benziyor. O halde Türkiye’nin önünde her daim bunalım denilen sendromun gündeme gelmesi kaçınılmazdır.
    Bu meseleleri araştırmalı, araştırırken de problemlere masalcı, destanî ve hissi duygulardan uzak yaklaşmalı ve olaylara analitik düşünceyle bakmakta fayda var. Olaylara yol açan temel dinamikleri sebep netice ilişkisi çerçevesinde değerlendirmeli ve bugünkü dünya şartlarında 21. yüzyılda “nasıl bir Türkiye” oluşturulabilir noktasında hep birlikte zihni eksersiz yapmalıyız. Bu uğurda derhal bütün sivil toplum kuruluşları harekete geçirilip, toplumun refahı için biran evvel çözüm üretme seferberliği başlatılmalıdır.
    Bunalımın sebeplerini, sosyal vetirelerini ve neticelerini iyi etüt etmeden çare aramaya kalkışmak yanlış sonuçlar doğuracaktır. Çünkü kalkınmış ülkeler, önceden yaşadıkları bunalımlardan ibret alarak, ya da gerekli önlemleri zamanında aldıklarından dolayı meselelerin üstesinden gelebilmişlerdir. Ülkemizde ise zaman zaman nükseden bunalımın nedeni, bir yandan ekonomik, sosyal ve siyasi yapımızdan, diğer yandan da yenidünya düzeninin ortaya koyduğu konjonktürel şartlardan kaynaklanmaktadır.
    Gün karamsarlık ve ümitsizlik günü değil, gün bunalımı yerinde çözebilmek ve proje üretme günü. Hakikatleri “boş ver” mantığı çerçevesinde seyredip, ‘aman banana’ deme lüksümüz yok. Aksi takdirde hepimiz bunalım psikolojisine sürüklenebiliriz. Ki; bunun adı topluca cinnet geçirmek demektir. Üstelik bunalım konusunda yeteri derecede tecrübeye de sahip değiliz, aynı zamanda bu konulara yabancıyız da.
    Türkiye, nice badirelerden atlayıp, ancak ve ancak bugünlere gelebildi. Öteden beri aydınlarımız hep aynı bildiği nakaratı tekrarlıyor, yöneticilerimiz ne yapacağının telaşı içinde, toplum ise bütün bu yaşananlar karşısında şaşkın vaziyette. Anlaşılan soluk soluğa kalmış insanların imdadına yetişecek merhamet sahibi bir ele ihtiyaç var. Dolayısıyla ülkemizin “Kavmin efendisi, kavmine hizmet edendir” hadisi şerifini ışık kaynağı edinmiş bir lidere ve idari mekanizmaya kavuşması şart gibi. Nitekim toplumumuz Menderes, Özal vs. gibi öncü değişimci liderlere muhtaç hala.
    Bunalımdan çıkış yolu olarak önümüzde iki yol haritası var, ya sosyal patlamalara meydan vermemek için ekonomiyi “üst” birim, manevi ve sosyal değerleri “alt” birim olarak ele alacağız, ya da Marksizm’de olduğu gibi temel değerleri üst birim, maddi değerleri alt birim olarak kabul edeceğiz. Elbette ki bizim tercihimiz birinci seçenektir. Çünkü ikincisi bizim toplumsal yapımıza ters zaten. Zira bizim kültürümüz ve medeniyetimiz manevi temeller üzerine inşa edilmiştir, bu yüzden ısrarla ‘Medeniyetler para ile değil inançla kurulur’ sözünü baş tacı edindik bugüne dek. Tek zaaf noktamız sosyal meselelerin; değişme çizgisini, gelişme sürecini araştırmada bilgi eksikliği ve kabiliyetsizliğimizin senelerce devam etmiş olmasıdır. O halde üzerimizdeki bu ölü toprağı atacak yeni bir ruh ikliminin doğmasını oluşturacak zemini hazırlamalı ve bu yönde zaman kaybetmeden çalışmalara başlanılmalıdır.
    Moltke; II. Mahmut zamanında Türkiye’ye gelerek yaptığı toplumsal araştırma ve çalışmaları sonucunda, temel servet kaynağının “devlet kapısı” olduğunu gözlemlenmiştir. Gerçektende bu gözlem yerinde bir tespit olup, bugün itibariyle devlet mekanizmaların içine çöreklenmiş hantal anlayışın devam ettiği ve toplumumuzun hala devlete “ekmek kapısı” olarak baktığı artık bir sır değil. Belki Osmanlı’nın ilk dönemlerinde merkezi anlayış normal sayılabilirdi, ama bugünkü dünyanın sanayileşmiş bilgi ötesi hamlelerinin gerçekleştirildiği bu çağda aynı anlayışı devam ettirmek abesle iştigal olsa gerektir. Mutlaka geleneksel yapımızdan kopmadan modern çağın gelişmelerine ayak uydurmalıyız.
    Türkiye’de, insanımızın kendini ifade etmekte birtakım sıkıntılar yaşadığı bir vaka. Bu konuda yapılması gereken düşünce özgürlüğü önündeki tüm engelleri ortadan kaldırarak “Bilgi toplumu” olmanın yolunu açmaktır. Hiçbir toplum statik değildir ve her toplum zaman içinde değişmeye yelken açmak zorundadır. Hala tarım toplumunun zihni yapısıyla meselelere çözüm getirilmekte ısrar ediliyorsa, kapalı toplum olmaya adayız demektir. Gelişmelere sanayileşmiş bilgi ötesi toplum anlayışıyla yaklaşıp, insanımıza layık olan hayat tarzını sunmalıyız. Topluma sırtını dönen siyasilerin başarılı olması mümkün değildir. Militarist ve oportünist yaklaşımlarla toplumu üsten aşağıya formatlamakla bir yere varamayız. Çünkü bu yol çıkmaz sokak olup, İnsanımızı koyun misali gütmeye yönelik harekettir. Toplum bizzat yönetime katılmak ve yönetimde söz sahibi olmak istiyor.

    Demokrasilerde üç saç ayağı vardır.

    Parlamento, bürokrasi ve sivil toplum demokrasinin belirgin üç sacayağıdır. Ülkemizde parlamento ve bürokrasi var, fakat demokrasinin en önemli unsuru olan sivil katılım yok. Oysa “Parlamento-Bürokrasi-Sivil toplum” üçlüsü bir arada ahenkli bir şekilde çalışmadığı müddetçe demokrasiden söz edemeyiz. Parlamento bürokrasiden kopuk veya her ikisinin de “sivil katılım” anlayışından uzak olması sosyal bunalımları beraberinde getirmektedir. Artık yönetenlerle yönetilenler arasındaki uçuruma son verilerek, birbirini tamamlayan “üçlü sacayağını” işletir hale getirilmelidir. Bu üçlü öğe birbiriyle barışık olmalı ve aralarında kopukluk olmamalıdır. Toplumu tepeden dizayn eden demode uygulamalara son verme zamanı bugün değilse, ne zaman? Artık İnsanımız akıl istemiyor, hatta akılda verebiliyor ve yönetime katılmak istiyor. Bir zamanlar siyasilerimiz seçim zamanlarında toplumdan “oy” istiyorlardı, ama hiçbir zaman da insanımıza; “gelin sizi de aramızda görmek istiyoruz” denilmiyordu. Vatandaş onların nazarında “oy deposu” olarak telakki ediliyordu çünkü. Artık köprünün altından çok sular aktı ve düne göre insanlarımız kendilerini bir “oy deposu” olarak kullanılmasına tahammül edemiyor. İnsanımız her türlü platformda sivil inisiyatifini kullanacak kapıları açmak istiyor. Kitleler “örgütlü toplum” olma yolunda çaba sarf etmektedirler. Tepkilerini kurdukları sivil teşkilatlarla, ya da demokratik yollarla ortaya koymaktadırlar. Bu gelişmeler sevindirici, ama henüz özlenen “”sivil katılım” ve “sivil toplum” anlayışını yaşatacak anayasal ve kanuni düzenlemeler tamamlanmış değil. Sendikal kanunlar, sosyal güvenlik, dernekler, vakıflar ve bütün sivil kuruluşların demokratik teşkilatlanmasına ve yönetime katılmasını sağlayacak zemini hazırlamalıdır. Bu şartlar gerçekleştiğinde insanımızla devlet arasında mesafe kalkacak ve toplum kendi kendini idare etme şuuruna kavuşacaktır. Böylece her şeyin devletten beklenilir zihniyeti tarihin karanlık sayfalarına terk edilecektir. Demek ki; bütün mesele, demokrasilerde bulunması gereken üçlü öğenin, yani “Parlamento-bürokrasi-sivil toplum” mekanizmasını işlerlik hale getirebilmekte...

    GENÇLİK


    Türkiye’nin bir diğer “kanayan yarası” gençlik meselesidir. Bunalımın açtığı derin krizler gençliğin genlerinde mevcut olan delikanlılık aksiyonu da akamete uğratmıştır. Ülkemiz nerdeyse dünyanın en genç nüfusuna sahiptir. İhtiyar nüfusa sahip Avrupa’nın, mevcut genç nüfusumuzdan tedirgin olması düşündürücüdür. Bu arada yeterince genç nüfusumuzu değerlendirdiğimiz de söylenemez. Gençlerin gerek sosyal, gerek siyasi ve gerekse kültürel faaliyetlerine eğilmediğimiz gibi, bu alanlarda örgütlenmelerine de müsaade verilmemektedir. Gençliğin önündeki engeller devam ettiği müddetçe, dinamik toplum olamayız. Gençlik “Ben kimim?” sorusunun cevabını bulamamanın ezikliği içinde kıvranıyor adeta. Üstelik bunalımın boyutu derinleştikçe “kimlik krizi” de inkâr edilemez bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Etrafımızda kimlik krizi yaşayan gençler türedikçe, doğrusu kaygılanmamak elde değil. Maalesef normsuzluk, dağılma veya çözülme had safhadadır. Türkiye bu haliyle 21.yüzyıla koşamaz. Ülke olarak geçiş sürecini köklerinden kopmadan sancısız atlatmanın yollarını aramalı. Bunalımdan tek çıkış yolu maddi ve manevi değerlerle mücehhez olmuş Horasan erenlerine âşık Alperen tipi gençlik oluşturmaktır.
    Toplum yıllardır izlenen yanlış politikalar neticesinde dayanılacak takati kalmamıştır, huzursuz ve sabırsızdır. İnsanlar her şeyin bir gecede düzenlenmesini istemektedir artık. İşte tam bu noktada radikal hareketler belirmektedir. Radikal oluşumları önlemenin yolu, ülke gerçekleriyle barışık toplumcu modeller geliştirmek ve toplumun “sivil katılımını” sağlamaktan geçer. Bütün bu reformların gerçekleşmemesini ekonominin yetersiz kalışıyla izah edemeyiz. Bu yüzden hiçbir yuvarlak formül, hiçbir slogan ve hiçbir sihir bizi kurtaramaz. Bize ancak “yerel şuur” ve dünya gerçekleriyle yüzde yüz barışık modeller çare olabilir. Kelimenin tam anlamıyla kimlik krizi denen bir olayın içindeyiz. Dengeler altüst olmuş ve ipin ucunu daha da kaçırmışa ve toparlanamayacak duruma düşmüşüz sanki. Siyasette toplumun bütün kesimlerini temsilden alıkonulması, devletle belli kesimler arasında yabancılaşmayı ortaya çıkardığı gibi, temsilde adaletsizliğe de yol açmaktadır. Böyle bir ortamda hiçbir nutuk ve hiç bir etkileyici söz sosyal bunalımı önlemeye gücü yetemez elbet. Toplum, “laf” üretmekten çok “iş üretmek” sevdasında... Sözlerin “biri bin” ettiği günler artık çok gerilerde kaldı. Halkımız şimdi kim ülke meselelerine çözüm getirebilir? Kim iş yapabilir? Kim dürüst türünden sorulara muhatap şahısları arıyor. Geçte olsa ateşli ve hararetli konuşmalarla ülke meselelerinin çözülemeyeceğini anlamış bulunuyoruz. İlla da “nutuk” deniliyorsa konuşma hakkının yönetenlere ait olmadığını söz sırasının halkın bizatihi kendisinin olduğunu kitleler dile getiriyorlar ve ekliyorlar: “Bize nasihat yaraşmaz, icraattır insanın ayinesi!” diye.
    Türkiye’de bunalımdan çıkmak adına ekonomiyi “üst” birim, manevi ve sosyal değerleri “temel” birim olarak kabul etmeliyiz. Marksizm’de tam tersi durum söz konusu... Nitekim ekonomi her şeyin temeli, kültürel ve sosyal olan değerler üst birim olarak alınır. Onlar öyle düşüne dursun bizler Türkiye sevdalıları olarak mutlaka ve mutlaka sosyal gerginlikten sosyal bütünleşmeye gitmek için gerekli adımları atmalı. Hatta sivil katılımcı uygulamalarla sivil iktidara giden yolların önü açılmalıdır. Türkiye’nin aydınlığa giden çözümü bu noktada düğümlüdür. İdare edenlerin, yönetilenlerle doğrudan doğruya muhatap olacak çalışmalara hız verilmelidir. Kafadan ya da hayalî çözümler uydurulabilir, ama neye yarar ki. Öyle anlaşılıyor ki ilaç diye toplumun önüne getirilen reçetelerin uygulanabilir hale gelmesi, ancak toplumun yapısına uygunluğu oranında mümkün. Aksi takdirde “işte çözüm” diye öne sürülen doktrinler “hava”da kalmaya mahkûmdur. Uydurma reçeteler bazı kesimlerin ruhunu celp edebilir, ama doğruluk ve yanlışlık derecesi uzun vadeli uygulamalarla sonradan anlaşılabilir ancak. Malum olduğu üzere Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet reçeteleri körü körüne bilinçsizce “Avrupa’dan aktarma” formüller olduğu için bunalımı önlemeye yetmemiş, bilakis krizi daha da derinleştirmişte. Bilmem bu örnekler maksadımızı anlatmaya yetiyor mu?

    Dışımızda cereyan eden olaylar, Türkiye’nin Ortadoğu’da ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel bakımdan çok gelişmiş ve güçlenmiş olmasını zaruri kılıyor. Bilgi ve kültür formasyonumuzu geliştirmek mecburiyetindeyiz. “Maddi ve manevi kalkınma” şuuruna varmadıkça, ya da sürekli çözüm üretmedikçe 21.yüzyılı kazanmamız hayal olacaktır. Zira bilgi de tek başına yeterli değildir. Çünkü bilgi kendiliğinden “değer” üretmez. O halde sadece çok bilgili olmakla kalmayacağız, İslâm’ın telkin ettiği değerlere de sahip olacağız. İşte bu gerçekler ışığında topyekûn kalkınma seferberliği şuuruna varıp çoğulcu toplum içinde çözümler üretmek zamanıdır.
    Yıl 1929, Yani Amerika’da başlayıp hızla dünyaya yayılan kırk milyon insanı işsizleştiren bunalımın adıdır bu yıl. Bu kriz dalgası klasik kapitalist teorisini gafil avlamıştı. Tam o sırada kötü gidişi önleyecek “Keynes Modeli” ortaya çıkmıştı. Artık tüm ümitler bu modele bağlanmıştı. Keynes modeliyle devlet şu veya bu şekilde piyasaya para sürüp kendiliğinden “arz”ı(üretimi) canlandıracaktı güya. Neyse ki 1970’lere kadar bu modelin cazibesi devam edebildi. Fakat bu seferde yeni bir başka bunalım baş göstermişti. Bu sefer ki krizin niteliği başkaydı. Ortada her an patlamaya hazır talep enflasyonu söz konusuydu. Dolayısıyla Keynes piyasanın devlet harcamalarıyla yönlenebileceğini savunmuştu, ama şimdiki bunalım, yeni patronunun insafına bırakılmıştı.
    Demek ki; bütün “izm”lerin ortak paydası insanı temel değer olarak görmemeleri, yani insanı adeta köle kabul etmeleriymiş. Asıl sıkıntı bu noktalarda düğümlü. Asla bizim medeniyetimizde insan makine (meta) olmamıştır ve olmayacakta. Zira insanı hareket noktası olarak kabul etmeyen ideolojiler er geç, yıkılmaya mahkûmdurlar. İnsan makine değildir. Yani yaratılmışların en üstünü diye ifadelendirilen Eşref-i mahlûkattır. Yaratılmışların en üstünü olan insan, elbette ki sadece bizim kültürümüzde baş tacıdır. İnsanı Allah’ın mukaddes bir emaneti olarak görürüz çünkü. Sosyalistler “alt” birim olarak ekonomiyi esas kabul edip manevi ve sosyal değerleri burjuvazinin yutturması diye “üst” birime oturtmuşlardır. Bu durum materyalist zihniyetin kronik açmazıdır. Bu zihniyette insan bir hiçtir. Yani, insan bir makine! Çalıştığı oranda değer kazanır. Bilindiği üzere ihtilalle iktidara gelen Bolşevikler çarlığa da rahmet okutacak derecede kitleleri canından bezdirmişler. Netice malum; totaliter uygulamalarına yetmiş yıl ancak devam ettirebildiler. Hâsılı, Komünizm Sovyetlerde yıkılmak zorunda kaldı. Kapitalizm ise bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler mantığı ile hareket eder. Düşünün ki iki takım sahada futbol oynuyor, fakat hakemsiz. Varın oynanan oyunun getireceği neticeyi siz düşünün! Tam bir kargaşa ve fiyaskoyla neticeleneceği muhakkak... Bu noktada serbest piyasa ekonominin kuralları uygulanırken devletin hakem olması gerekmez mi? Hiç kuşkusuz ekonomik gelişmelerde devlet seyirci olmamalı. Devletin yapacağı tek şey ekonomik faaliyetlerde “hâkim” değil “hadim” zihniyeti içerisinde hakemce yaklaşmasıdır. Kısaca “hâkim devlet” değil “hakem ve hadim devlet” ilkesi esas alınmalı.

    Bize has olan anlayış, Türk-İslâm medeniyetinin ruhunda var olan diriliş modelidir. Bu model de toplumun her kesimine teşebbüs hürriyeti vardır, “sınıf” unsuru asla kabul edilemez. Çünkü toplum işçi, memur, köylü, bürokrat, teknokrat ve sermayedarlarıyla bir bütündür. İslami anlayışta ekonomi tek başına temel değer kabul edilmez. Ekonomi manevi ve sosyal değerlerin üstüne inşa edilir. Ekonomik faaliyetler “gaye” değil “vasıta” olarak telakki edilip manevi değerlerden bağımsız faktör olarak görülmez. Hakeza bütün bu sosyal dilimlerden birini esas alıp diğerlerini yok farz etmez, eşyanın tabiatına aykırıdır zaten. İster cemaatten cemiyete, isterse cemiyetten millet unsuruna geçişte olsun, her şart altında insanları kucaklamak, onları olduğu gibi kabul etmek ve örgütlenmelerini sağlamak “Sivil katılımcı”lığın dirilişi olacaktır elbet. Zira cemaatten cemiyete, cemiyetten millete geçişte vatandaş olmanı¬n bilincinde olmak zorundayız. Aksi takdirde “sınıfçı” anlayışların düştüğü çukura pekâlâ bizler de düşe biliriz. Sınıfçı ve ayırımcı zihniyet Avrupa’nın tarihten gelen bir hastalığıdır. Bu hastalığı model olarak sunmak bedbahtlıktır. Bunalımdan çıkmanın yolu maddi-manevi kalkınma şuuru ile gerçekleşebilir ancak, bunun böyle bilinmesinde fayda var.
    Mutlaka Komünizme, kapitalizme ve bütün “izm”lere kapalı çözümler üretmeliyiz. Kökü dışarıda bütün ideolojiler yaralarımıza merhem olamaz. Türkiye’nin kurtuluşu ideolojilerin kıskacından kurtulması ile mümkündür. Kaynağını Türk-İslâm medeniyetinden alan, yüzde yüz toplumun yapısıyla uyuşan ve dünyadaki gelişmelere de açık olan zihni hamle, inşallah dirilişimiz olacaktır. Bunalım her devirde olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Önemli olan yaşadığımız badirelerden ibret alıp geleceğimizi kurtarmaktır. Yeniden bize ait Rönesans’ımız ancak ve ancak özümüze dönmek ve bilgi toplumunun normlarına ulaşmakla gerçekleşir.

    Her alaca karanlığın arkasında mutlaka aydınlık vardır. Aydınlık yarınlar, belki de yarından da çok yakın!

    ALPEREN GÜRBÜZER


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: Bunalımdan çıkış yolu (Sivil Çözüm)

          Kategori: Gazete, Dergi, İnternetten Alıntılar

          Konuyu Baslatan: -

          Cevaplar: 0

          Görüntüleme: 1098


Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş