Yöre: Samsun / Çarşamba Çarşamba deyince bir yabancı hemen çarşambayı sel aldı türküsünü anımsar..çarşamba her şeyden önce bu türküyle ünlenmiştir..bu ün ardında nice acı ve gözyaşını taşıyor..tarih boyunca yeşilırmak nice canlar almıştır..1970 lerde suat uğurlu ve hasan uğurlu barajlarıyla doğal akışa son verilmiştir..artık yeşilırmak tan insan hayvan cesetleri..evler..beşikler ve birçok hayat nesnesi geçmiyor..kısacası artık çarşamba yı sel almıyor.. yıllardır söylenen..söylenecek olan bu

Bu konu 5422 kez görüntülendi 5 yorum aldı ...
Çarşambayı Sel Aldı türkü hikayesi 5422 Reviews

    Konuyu değerlendir: Çarşambayı Sel Aldı türkü hikayesi

    5 üzerinden | Toplam: 0 kişi oyladı ve 5422 kez incelendi.

  1. #1
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    672
    @GARAGIZ

    Standart Çarşambayı Sel Aldı türkü hikayesi

    Yöre: Samsun / Çarşamba Çarşamba deyince bir yabancı hemen çarşambayı sel aldı türküsünü anımsar..çarşamba her şeyden önce bu türküyle ünlenmiştir..bu ün ardında nice acı ve gözyaşını taşıyor..tarih boyunca yeşilırmak nice canlar almıştır..1970 lerde suat uğurlu ve hasan uğurlu barajlarıyla doğal akışa son verilmiştir..artık yeşilırmak tan insan hayvan cesetleri..evler..beşikler ve birçok hayat nesnesi geçmiyor..kısacası artık çarşamba yı sel almıyor.. yıllardır söylenen..söylenecek olan bu güzel türküyü ve bu türkünün hikayesini hemşehrimiz sayın faik okutgen derlemiştir...
    çarşamba yı sel aldı... ahmet abdal deresinin kıysında yerleşmiş yoksul köy ailelerinden birinin oğluydu..baharla birlikte yıllarca süren karasevdası karşılık bulmuş..melek kalbini açmıştı..kısa zamanda yüzük takıp nişanlandılar.. ahmet yapraklar sararmaya durduğunda orduya yollandı..
    melekse gözyaşlarıyla başbaşa kaldı..ağaoğlu mehmet ali melek e gözkoydu..ahmet in arkadaşları ne kadar uyardılarsa kar etmedi.. melek reddetti mehmet ali yi..bunun üzerine ağaoğlu adamlarıyla melek i dağa kaldırdı..kötü haberi kuşlar uçurdu ahmet e..kısa günde uçageldi aşkın delikanlısı..kuşandı atını silahını..arkadaşlarıyla düştü yollara..dağ tepe demedi gece gündüz melek i aradı.. ´meleeeeek..meleeeeek..´ diye çığıra çığıra sesi uçtu.. önce bir çakal yağmuru uç verdi..
    sonra şimşek şimşek içinden çıktı..çatırdadı koca gökyüzü..ışınlar çarşamba ovasını renkten renge soktu..ne yağmur ne silinen izler aşkın atlılarını durduramadı.. tufan ikinci kez yaşanıtordu sanki..yağmur yeşilırmak ı boğuverdi..çarşamba ovası kaynayarak akan bir göle dödüştü..canik dağları ndan aşağılara doğru bir çığ gibi önüne kattığı her şeyi sürükledi sel..evler..insanlar..bebek beşikleri..hayvanlar..kağnılar..ağaçlar.. büyük küçük kayıklar çaltı burnu na doğru sürükleniyordu.. sonunda duruverdi yağmur..güneşle parladı yeşil çarşamba..usul usul bir gökkuşağı belirdi..sular günbegün çekildi..çekildikçe hayat yeniden kurulmaya başladı..yaralar sarılıyor..evler onarılıyordu..abdal deresi nin-yeşil ırmak a katılmak üzere-döküldüğü yamanın başında ahali toplanmaya başladı..derenin eğimle indiği yamanın dibinde büyük bir kaya parçası vardı..onun üstünde ise iki insan..
    melek ve ahmet ti onlar..elele tutuşmuş sırtüstü öylece yatıtorlardı..ahali sel acısını unutmuş onlara yanıyordu..hüzün gözyaşına döndü.. o büyük kaya parçası..ahalinin üstünde toplandığı o taş..yedi yerinden ayrıldı..ve her birinden bir servi boyu su fışkırmaya başladı.. bu hazin aşka doğa gözyaşı döküyordu..
    ahali şaşkınlığın ardından dualar okumaya başladı..dualar içten mırıltılara..yıllardır can alan insanların acısını dile getiren dizelere dönüştü.. işte rivayet o rivayet..derler ve hikaye ederler ki çarşamba yı sel aldı türküsü o acı mırıltılardan doğdu.. yedi yerinden su fışkıran kayanın olduğu yerde bir su değirmeni kuruldu..
    ve o yöre o gün bu gündür değirmenbaşı olarak anıldı..(çarşamba daki değirmenbaşı mah.) çınar ağaşlarının gölgelediği ahşap değirmenin yedi taşı vardı..yedi oluğuna su veren set üzerinden yedi kez yürümek..sağ ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak uğur sayıldı..her hıdrellezde bu yaşandı..1970 lerde değirmenin yıkımına değin bu gelenek sürdü..


    Konu Bilgileri       Kaynak: www.azeribalasi.com

          Konu: Çarşambayı Sel Aldı türkü hikayesi

          Kategori: Hikayeler

          Konuyu Baslatan: GARAGIZ

          Cevaplar: 5

          Görüntüleme: 5422


  2. #2
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    672
    @GARAGIZ

    Standart Yüksek Yüksek tepelere - türkü hikayesi

    Bu öykü Malkara köylerinden alınmış olup belli bir kişinin dilinden yazıya geçirilmiş değildir. Çevrede herkes tarafından bilinen bir öyküdür. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. Onaltıya yeni bastığında Zeynep'i köylerindeki bir düğünde aşırı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür. Ali Zeynep'i çok beğenir ve köyüne döndüğünde kızın babasına hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp aşırı köyüne götürür.

    Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışırmış.

    Oysa kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep'i yataklara düşürür.

    Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep'in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hala türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır.

    Zeynep hasretini giderir, giderir ama artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur.

    Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
    Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
    Annesinin bir tanesini hor görmesinler

    Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
    Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim

    Babamın bir atı olsa binse de gelse
    Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse
    Kardeşlerim yolları bilse de gelse

    Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
    Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim

  3. #3
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    672
    @GARAGIZ

    Standart Ah Bir Ateş Verde Siğaramı Yakayım

    Çanakkale Bogazi, Nagra Burnu açiklari
    4 Nisan 1953, Saat 02:15

    Uzun ve yorucu bir seferden dönen Dumlupinar denizaltisi, Nagra Burnu açiklarinda Isveç bandirali Nabuland Silebi ile Çarpisti. Sessiz, soguk ve bulanikti gece. Basindan aldigi siddetli darbe ile Dumlupinar birkaç saniye içinde sulara gömüldü. Gemideki 81 kisilik mürettebattan sag kalan 22 kisi, geminin arka bölümündeki torpido dairesine sigindi. Mahsur kalanlarin su yüzüne firlattiklari telefon samandirasiyla gemi ile irtibat saglandi. Sag kalan 22 kisiyi kurtarmak için herkes seferber oldu. Bu arada oksijeni idareli kullanmalari için, gereksiz yere konusmamalari, sarki türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri konusunda uyarilar yapildi. Ancak saatler süren kurtarma çalismalarinin sonunda, umutlarin tükendigi anda karanlikta bekleyen 22 kisiye, hersey yine ayni sözcüklerle anlatildi; konusabilirler, türkü söyleyebilirler ve hatta sigara bile içebilirler. Samandiradaki telefon hattinin öbür ucundan, tüm Türkiye, denizaltida tevekkülle ölüme yapilan hüzünlü ama basi dik türküsünü dinledi


    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ
    Ah bir atas ver cigarami yakayim
    Sen salin (sallan) gel ben boyuna bakayim
    Uzun olur gemilerin diregi
    Ah çatal olur efelerin yüregi

    Ah vur atasi gavur sinem ko yansin
    Arkadaslar uykulardan uyansin
    Uzun olur gemilerin diregi
    Ah çatal olur efelerin yüregi

  4. #4
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    672
    @GARAGIZ

    Standart Benden Selam Olsun Bolu Beyine

    Bolu Beyi, at meraklisi bir beydir. Atçilikta usta olan seyisi Yusuf'u, güzel ve cins at aramak üzere baska yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanin birinde istedigi gibi bir tay bulur. Bu tayi doguran kisrak, Firat kiyisinda otlarken, irmaktan çikan bir aygir kisraga asmis, tay ondan olmustur. Irmak ve göllerin dibinde yasayan aygirlardan olan taylar çok makbüldür, iyi cins at olur.
    Yusuf, tayi sahiplerinden satin alir. Yavrunun simdilik bir gösterisi yoktur. Hatta çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktir. Yusuf bunu biliyor. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayi görünce çok kizar, kendisiyle alay edildigini sanir. Yusuf'un gözlerine mil çektirir. Tayi da ona verir, yanindan kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olani biteni ogluna anlatir. Bolu Beyi'nden öç alacagini söyler.

    Baba ogul, baslarlar tayi terbiye etmeye. Yillar geçer tay artik mükemmel bir küheylan olmustur. Rüzgar gibi kosmakta, ceylan gibi siçramakta, türlü savas oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf'un oglu Rusen Ali de büyümüs, güçlü kuvvetli bir delikanli olmustur. O da her türlü sövalyelik oyunlarini ögrenmis bir baba yigittir.

    Bir gece Yusuf, düsünde Hizir'i görür. Hizir ona yapacagi isi söyler. Hizir'in önerisiyle baba ogul yola çikarlar. Bingöl daglarindan gelecek üç sihirli köpügü Aras irmaginda beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf'un hem gözleri açilacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençligi elde edecektir.
    Bunu bilen oglu Rusen Ali, köpükler gelince, babasina haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu ögrenince üzülür, ama bir yandan da sevinir. Kendi yerine oglu öcünü alacak bir bahadir olacaktir. Bu sihirli köpüklerden biri körün ogluna sonsuz yasama gücü, biri yigitlik, öteki de sairlik bagislamistir. Bir süre sonra Yusuf, ogluna öç almasini vasiyet ederek ölür.

    Körün oglu Rusen Ali daga çikar. Gelen geçeni soyar. Ünü yayilmaya baslar. Kendisi gibi kanun kaçaklari yaninda toplanmaya baslarlar. Artik Köroglu olmustur. Bolu sehrinin karsisinda, Çamlibel'de bir kale yaptirir. Küçük bir ordusu vardir. Çamlibel'den geçen kervanlardan baç alir. Vermeyen kervanlari soyar. Üzerine gönderilen ordulari bozguna ugratir.

    Bir gün, güzelligini duydugu Üsküdar Kasapbasi'sinin oglu Ayvaz'i kaçirir, Çamlibel'e getirir, evlat edinir. Baska bir gün, Bolu Beyi'nin bacisi Döne Hanim'i kaçirir, evlenirler. Aradan yillar geçer. Bolu'yu basar, yakar, yikar. Bolu beyi'nden babasinin öcünü alir. Bolu beyi de Köroglu'na karsi düzenler kurar. Bir defasinda Köroglu'nu baska bir seferde Ayvaz'i yakalatir. Zindana atar. Ama, Köroglu ve adamlari her zaman hile ve cenkle kurtulurlar.

    Köroglu, ara sira Gürcistan, Çin gibi uzak ülkelere de seferler açar. Yeni yeni serüvenlere atilir, büyük vurgunlar yapar. Bu arada küçük, fakat heyecanli birçok olay da geçer. Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çikinca eski bahadirlik gelenegi bozulur, dünyanin tadi kalmaz. Ve bir gün Köroglu, beylerine dagilmalarini söyleyerek Kirklara karisir, kaybolur. Daha önceden Kir At da sir olmustur. O Kir At ki, nice yillar, olaganüstü bir güçle Köroglu'na hizmet etmistir.

    Baska bir söylentiye göre, bir Yahudi bezirganin getirdigi tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroglu, buna üzülerek kayiplara karisir. Yine bir baska söylentiye göre de, Köroglu dagda rastladigi çobanda tüfegi görür. Sorar, ne oldugunu. Aldigi karsiliga inanmaz, denemek için kendine çevirir, tetige dokunur. Ve yaralanarak ölür. Son beyleri de dagilirlar.

    Yasli bir çinar gibi devrilen Köroglu'nun hikayesi sona erer.


    TÜRKÜNÜN SÖZLERİ


    Hey hey efeler hey...
    Benden selam olsun Bolu Beyine
    Çikip su daglara yaslanmalidir
    At kisnemesinden gargi sesinden
    Daglar seda verip seslenmelidir.

    Hey hey gene de hey...
    Düsman geldi tabur tabur dizildi
    Alnimiza kara yazi yazildi
    Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu
    Egri kiliç kinda paslanmalidir.

    Hey hey efeler hey
    Köroglu düser mi yine sanindan
    Çikarir çogunu er meydanindan
    Kirat köpügünden, düsman kanindan
    Çevrem dolup salvar islanmalidir

  5. #5
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    672
    @GARAGIZ

    Standart Yarim İstanbul'u Mesken Mi Tuttun

    Güz güneşi sarı sarı devriliyordu o ikindi üzeri de uzaklardaki mor dağların ardına. Elinde su testisi, köyün çeşme başında, sıraya girmişti. Yedi yıl önce beş altı yaşındaki kızlar şimdi varmışlardı on iki , on üçlerine. Düğün davulları aynı gün birlikte döğülen Hatça'yla Zalha'nın üçüncü çocukları koşup oynuyorlardı.

    Derin bir iç geçirdi.

    Bir çocuğu olsaydı bâri. Oğlan değil, kızı. O zaman olsaydı şimdiye yedi yaşında. Çeşmeden su getirmese bile, evde aşa muşa el atar, ortalığı toplar, anasına can yoldaşı olurdu. Ama İstanbul gurbetinde yedi yıldır eylenen eri, istemezdi kız evlât. Erkek olmalıydı çocuğu. Erkek olmalı babası gibi bilekli, kocaman kocaman elli, ayaklı, kaşı gözü kudretten sürmeli. On yaşına varmadan, çifte çubuğa el atmalıydı. Yedi yıldır İstanbul gurbetinde eyleşen böyle isterdi oğlunu. Babasının soyunu sürdürmeli, köy çocuklarıyla dere kıyısında güleş tutup, kendi akranlarını yere kabak gibi vurmalıydı:
    Gene derin bir iç geçirdi.

    Yedi yıl, yedi koca yıldır İstanbul dedikleri güzeli bol, seyranı renkli İstanbul'da ne bekliyor da gelmek bilmiyordu? Sakın orda gül yüzlü, bal dudaklı, kara kaş kara gözlü bir güvercin göğsü topukluya... Ağlıyası geldi birden. Düşünmek istemiyordu bunu. O pençeli, o tuttuğunu koparan, o boylu poslu erkeğinin bir İstanbul kızına tutulup ondan dolayı sılasını unuttuğunu öğrense öldürürdü kendini. "Vallaha öldürürüm!" dedi içinden sert sert. "Günahı, vebali varsa ona. Kaba sakal hoca tevatür günah dediydi vaazda. Hele böyle bir şey olsun...."

    Yanında bir karaltı. Kendine gelerek gözlerinin yaşardığına dikkat etti, sildi elinin tersiyle gözlerini.

    Resullarin Emine anaydı gelen:

    - Ne o kınalı kekliğim benim? dedi. Öksüzüm, yavrum. Ne ağlıyon? Telâşlandı:
    - Yoook, ağlamıyorum nene...

    Gün görmüş, umur sürmüş kırış kırış nene inanmadı:
    - Ağlıyon kınalı kekliğim, sürmelim ağlıyon. Ben bilmem mi ne diye ağladığını? Vefasızın diktiği fidanlar meyveye geldi. Onunla gurbete gidenler yedinci sefer dönüyorlar sılaya. O nerde? Hani?

    "Kınalı keklik" gene derinden bir çekti. Güneşin yarı yarıya derildiği mor dağlara baktı. Gözlerinden yuvarlananlara dur diyemiyordu gayri. Varsın aksınlardı Nene'nin dediği gibi, öksüze bu dünyada gülmek yoktu. Keten yelekli, burma bıyıklısı İstanbul gurbetinde belki de bembeyaz bir istanbul kızıyla unutmuştu sılasını. Dili de varmıyordu ama, unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? Dönüp gelmedi diyelim, insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? İlk gittiği aylar nasıl yazıyordu? Demek unutmuştu? Unutmuştu demek ha? Hıçkırdı. Genç, yaşlı kadınlar, ellerinin kınasıyla çiçeği burnunda kızlar toplandılar başına. Sormadılar hiçbir şey. Biliyorlardı. Sorup da ne diye yüreğini büstübün kaldırsınlar? Biri:
    - Sus bacım, dedi. Sus! Bir başkası:
    - Gözlerinden döktüğüne yazık!

    Sağdan soldan herkes bir şey söylüyordu:
    - El oğlu değil mi? En iyisinin köküne kibrit!
    -Vallaha Amasyanın bardağı, biri olmazsa biri daha bence..
    - En doğrusu bu ama....
    - Dinlemiyor ki!
    - Bu gençlik, bu tâzelik...
    - Yedi yıl, yedi yıl anam. Dile kolay. İnsan eksik eteğini yedi yıl sılasında unutur mu?

    Sıkıldı, bunaldı. Ağlamıyordu artık. Zaman zaman bu: Mâdem erkeği İstanbul gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu, o da varsın istidayı boşansın bir güzel, varsındı bir başkasına. Elini sallasa ellisi, başını sallasa...

    Duramadı karıların arasında. Onüçünde bulup yitirdiği, yirmisine vardığı halde bir türlü geri dönemiyeni içinden bir sızı bir geçti. Testisini koydu çeşmenin iplik gibi akan suyunun altına. Testi dola dursun, gittiyse keyfinden mi gitmişti. İstanbul'a? Gözü kör olasıca yokluk. Düşmanına avuç açtıran yokluk yüzünden, birkaç para kazanıp öküzü ikileştirmek, birkaç dönüm tarla daha alıp babadan kalan bir kaç dönümüne eklemek için. O gece, o gece işte, nasıl yatırmıştı koluna! Nasıl okşamıştı saçlarını, neler demişti? İstanbul gurbetine gidecek, çok değil yazı orda geçirip, güze, olmazsa kışa koynunda desteyle para, dönecek. O zamana kadar bir de oğlu olmuş olursa, eh gayri, keyfine son olmıyacaktı!.

    Başındaki beyat örtüyü çenesinin altında çözüp yeniden bağladı.
    Yedi yıl, yedi koca yıl!
    Kocasının isteğince bir oğlu olaydı bâri..

    Testisinin dolup taşmakta olduğunun farkına bile varmadı: Bir oğlu olsa o zamandan bu zamana, altı yaşında mı olurdu? Bösböyük, palazlanmış delikanlı. Akranlarıyla dere kenarında güleş mi tutardı? Babası gibi pençeli olur da akranlarını yere kapak gibi mi vururdu? Ekimde tarlaya birlikte mi giderler, hasat vakti düveni birlikte mi sürerlerdi? Babasının kokusunu mu taşırdı?
    - Kınalı keklik kaldın gene. Bak testin doldu, taşıyor!

    Kendine geldi. İnsanoğlunun aklına şaştı. Gözleri testisindeydi güya. Testisinde olduğu halde, görememişti dolduğunu.

    Çekti lülenin altından. Güldü acı acı.

    Tuttu evinin yolunu. Tuttu ya, şimdi de aklından köyün yaşlıları, gençleri kaynaşmağa başlamıştı. Her kafadan bir ses:
    - Deli anam deli bu!
    - Doğru bacım, deli..
    - Beni yedi yıldır sılamda unutacak da..
    - Ben de hâlâ yolunu bekliyeceğim onu ha?

    Sonra kafa kafaya, fısıl fısıl bir konuşma. Ah bu konuşma, ah bu konuşmalar... Evden içeri girerken, Dursunların Hacı'yı hâtırladı elinde olmıyarak. İnce, kapkara kaşları yıkıldı sinirli sinirli. Testiyi bıraktı kapının yanına, geçti pencerenin önünde dayandı duvara sağ omzuyla. Odada kimse yoktu, tek başınaydı ya, deminki karılar, kızlar, orta yaşlıların hayalleri doldurmuştu odayı. Alev saçan bakışlarıyla sanki topuna haykırdı:
    - Dursunların Hacı, Kara Hacı başınızda parçalansın. Atın yerine eşeği bağlamıyacağım işte, bağlamıyacağım!

    Kara Hacı da neydi ki sırma bıyıklı Ali'sinin yanında? Değil yedi yıl, on yıl dönmese sılasına, onu gene unutamazdı işte!

    Güz güneşi çoktaan devrilip gitmişti mor dağların ardına. Gece iniyordu köye ağır ağır. Loş oda farkına varılmaksızın kararıyor, derinleşiyordu. Derken bu yandaki kapkara dağların ardından bakır kızılı kocaman bir ayın tekeri gözüktü. Sonra ağır ağır yükseldi göklere, ufaldı, bakır kızılını yitirdi, pırıl pırıl yanmağa, saz örtülü dumanlarıyla kerpiç evleri süslemeğe başladı.

    Canı ne yemek istiyordu, ne de su.

    Gel desen gelmez miydim? Şu güzellerin doldurduğu elmastan kadehleri ben dolduramaz mıydım?

    Ali bakıyordu, sadece bakıyordu.

    Oysa hem ağlıyor, hem söylüyordu:
    - Ketenden yeleğini bile ben dikmedim miydi? Benim gibi bir öksüze dünyayı haram etmeğe nasıl kıydın? Yiğitliğine yakışır mıydı gurbette beklemek dayanacak özümün tükendiğini anlamadm mı?

    Ali susuyor, boyuna susuyordu. Taştan ses çıkıyor, Ali'den çıkınıyordu. Sözlerinin ardını getirdi ağlıya ağlıya:
    - İnsafsız yedi yıl oldu sen gideli, diktiğin fidanlar meyvaya geldi tekmil. Birlikte gittiklerinizin tümü yedişer sefer geldiler sılalarına. Buraların güzelleri çoktur ama sana yaramaz. Durmadın sözünde Ali'm. Sözünde durmayana erkek demezler biliyor musun? Kavlimizde gidip de dönmemek varmıydı vefasız?

    Fakat Ali hiç ses vermeden bakmış bakmış, sonra çekip giderken duman olmuştu âdeta. Bağırmıştı ardından, bağırmış, bağırmış... Fakat Ali...

    Uyandı. Güneş bir mızrak boyu yükselmişti Kalktı yaslandığı yerden:
    - Hayırdır inşallah, dedi.

    Kalktı usulcak, gitti kapıya, örttü, kalın tahta sürgüsünü itti. Ne olur ne olmazdı. Kara, kuru Hacı kötü dadanmıştı çünkü. Köy bakkalında kafayı çekip elinde saz, düşüyordu tek gözden ibaret evininin yakınlarına. Daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demiş, ne de çeşmeye giderken, yahut da tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu kesmişti. Kesmemiş, lâf da atmamıştı ama, köyün cadı karıları pek yakıştırmışlar onu Kara Hacı'ya! Yedi yıldır İstanbul'u mesken tutan vefasızını düşüne düşüne uykuya varıverdi. Dünya çoktan silinmiş, ay devrini tamamlayıp elini eteğini çekmişti dünyanın göklerinden.

    Devrile kaldığı yerde mışıl mışıl uyuyordu.
    Uykusunda düş.
    Düşünde İstanbul gurbeti. Taşı toprağı altındandı İstanbul gurbetinin. Ali'sini aramağa gitmişti düşünde. Bulmuştu da. Güzellerin arasındaydı. Bir kıyıdan bakıyordu. Güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca. Bir başkası gümüş bir kupayla şarap veriyor, daha bir başkası da dudağından öpmeğe uzatıyordu dudaklarını.

    O zaman, o zaman işte, gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti. Ali şaşırmış, bırakıp güzellerini, koşmuştu yanına. Açmıştı ağzını Ali'sine, yummuştu gözünü:

    - İstanbul'u mesken mi tuttun? Bu güzelleri gördün beni unuttun mu? Sılasına gelmeğe yemin mi ettin yoksa?

    Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun aman
    Gördün güzelleri ben unuttun aman
    Beni evinize köle mi tuttun aman

    Gayri dayanacak özüm kalmadı aman
    Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman

    Yarim sen gideli yedi yil oldu aman
    Diktigin fidanlar meyveye döndü aman
    Seninle gidenler silaci oldu aman

    Gayri dayanacak özüm kalmadı aman
    Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman

  6. #6
    GARAGIZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik Tarihi
    31.07.2008
    Mesajlar
    2.041
    Konular
    545
    Beğendikleri
    0
    Beğenileri
    0
    Tecrübe Puanı
    672
    @GARAGIZ

    Standart sarı gelin


    Erzurum çarşı pazar
    Leylim aman aman leylim aman aman
    Leylim aman aman sarı gelin

    İçinde bir kız gezer
    Hop ninen ölsün sarı gelin aman
    Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

    Elinde divit kalem
    Leylim aman aman leylim aman aman
    Leylim aman aman sarı gelin

    Katlime ferman yazar
    Hop ninen ölsün sarı gelin aman
    Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

    Palandöken yüce dağ
    Leylim aman aman leylim aman aman
    Leylim aman aman sarı gelin

    Altı mor sümbüllü bağ
    Hop ninen ölsün sarı gelin aman
    Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

    Seni vermem yadlara
    Leylim aman aman leylim aman aman
    Leylim aman aman sarı gelin

    Nice ki bu canım sağ
    Hop ninen ölsün sarı gelin aman
    Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim

    Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler, Kıpçakları \"sarışın\" anlamına gelen \"Kuman\" adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmışlardır.

    Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Hristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Bölgeye gelen Arap din adamlarından birinin âşık olduğu bu sarışın güzel etrafında gelişen efsaneler, Kars ve Erzurum yörelerinde yaşamaktadır.

    Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün, bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

    Bu yazıda, Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Kıpçak Türklerinden bahisle, onların izlerini taşıyan bir efsanenin varyantları üzerinde durulmuştur. Sarı Gelin'in bu efsaneyle birlikte, birkaç varyantını tespit edebildiğimiz bir türküye konu olması ve hatta bölgede bu adla anılan bir halk oyununun bulunması, tesadüf olamaz.

    Eski bir türkü, son günlerde yeniden sık çalınır ve dinlenir oldu.

    Günlük bir gazetede çıkan yazıdan, türkü hakkında çeşitli iddiaların ortalıkta dolaştığını öğrendik (Hürriyet-2000). Önce bu iddialara bakalım:

    \"Azerbaycanlılar, bu türkünün Azerî türküsü olduğunu ifade ediyorlar. Azerbaycan Büyükelçisi, \"Ermenicede sarı ve gelin kelimeleri yok. Bizde iki üç yüz yıldan beri söyleniyor. Milletvekili Yılmaz Karakoyunlu, bu türküyü Ermenilere mal etti!\" diye dert yanıyor.

    Türkü tartışmasına katılan bir Erzurumlu: \"Sarı Gelin, Ermeni kızıdır. Türkü, bir dadaşın bu kıza olan âşkının nağmeleridir.\" diyerek, türkünün hikâyesini Kurtuluş Savaşı yıllarına dayandırıyor. Bir Erzurumlu da, \"Bu türkü, dadaş türküsüdür.\" diyor.

    Bir başka Erzurumlu, türkünün, bir filme meze yapıldığını, güftesinin çarpıtıldığını belirterek öfkesini dile getiriyor.

    Milletvekili olan bir vatandaşımız, yazdığı senaryodan bahsederken, \"Ermeniden beter Ermeni\" üslûbuyla devletimizin Ermenilere haksızlık yaptığı noktasında duruyor. Bu noktayı senaryosunun merkezi hâline getiriyor. Sarı Gelin türküsünü de, Erzurumlunun dediği gibi \"meze\" yapıyor! Milletvekilinin ifadelerinde şunlar da var: \"Sarı gyalin anbele pare pare... Ermenice sarı, dağlı demekmiş. Dağlı gelin yani. Ermenilerin Erzurum'dan ayrılırken Sarı Gelin'in müziğini götürmelerinden daha doğal ne olabilir ki?\"

    Bir başka yazar söze karışıyor: \"Ulusal aidiyet tartışmasını abes buldum doğrusu. Müziğin vatanı olur mu? Sarı Gelin, kime ait olursa olsun, güzel bir türkü.\" diyor.

    Müziğin vatanı olur veya olmaz; ama siz gidip onun bunun dillerde dolaşan şarkısına, benim derseniz gülerler! Çok eski bir musıki tarihi olan milletin, kalkıp Ermeni'den türkü devşirmesi mümkün mü? Ama yüz yıllarca tebamız olmuş Ermenilerin bizden çok şey aldıklarını söyleyebiliriz. Bunun tersi de olabilir. Yani hakim halk, tebadan da alabilir. Türkçedeki kelimelerin kökenine bakarsanız görürsünüz. Bunlar olağan şeyler ama yüz yıllardan beri söylene gelmiş bir türkü söz konusu olursa, burada söyleyeceklerimiz vardır.

    Bir başka gazetede çıkan habere de göz atalım: \"Yavuz Bingöl ve Yeşim salkım, Sarı Gelin'in sinema uyarlamasında Ermeni düşmanlığına karşı bayrak açacak.\" deniliyor. Bu filmde, türkücü Yavuz Bingöl, Ermeni kızı rolündeki Yeşim Salkım'a âşık Türk subayını canlandıracakmış (Milliyet-2001).

    Kıpçakların bir adı da Kuman'dır. Bunlara Ruslar Polovets, Ermeniler Xartes, Almanlar Falben derlerdi ki, bu kelimelerin hepsi sarışın anlamına gelmektedir (Rasonyı-1971: 136). Kumanlarla temasa gelen üç kavim, Ruslar, Almanlar ve Ermeniler, Kumanları sadece \"sarışınlar\" diye isimlendirmişlerdir (Kurat-1992: 70).

    Kıpçakların, güzel, sarışın, mavi gözlü, yakışıklı oldukları, birçok kaynakta belirtilmektedir (Kurat-1992: 70-72). Büyük şair Genceli Nizamî, İskendername adlı eserinde, Kıpçak güzelliğini dile getirmiştir. Ayrıca şairin karısı Afak/Apak da Derbentli bir Kıpçak kızıydı. Apak'ın güzelliği, şairi derinden etkilemişti. Nizamî, eserlerindeki kahramanlarda onu canlandırmıştır (Resulzade-1951: 48-49).

    Kumanlar, XII. yüzyılda Gürcistan'da faaldiler. Gürcistan'ın parlak çağının başbuğu Kubasar, bir Kıpçaklıdır. Devletin, asker, maliye ve devlet işlerinde Kıpçaklar söz sahibiydiler. Kraliçe Tamara'nın damarlarında da (annesinden dolayı) Kıpçak kanı vardır (Rasonyı-1971: 145).

    Selçuklu Türkleri tarafından sıkıştırılan Gürcistan, onlara karşı savunmasız ve çaresiz kalmıştı. Gürcistan Kralı, Kuzey Kafkasya ve Kıpçak Eli'nde yaşayan göçebe ve savaşçı Kıpçakları ülkesine davet etti. Bunlar arasından çıkarılan 45.000 kişilik güçlü bir orduyla Selçuklulara karşı saldırılara başladı. Gürcüler, Kıpçak ordusu sayesinde Tiflis şehrini yeniden ele geçirdiler (Berdzenişvili-Canaşia-2000: 142-143).

    Sarışın, insan güzeli ve Türk ırkının en yakışıklı soyundan olan Kıpçaklar, Selçuklular tarafından ezilen Gürcistan hakimi Bagratlı hanedanını, büyük bir kudretle canlandırdılar. 1080 yılından itibaren Selçuklu ülkesi durumuna gelen Ahıska, Ardahan ve Göle dolayları, 1124'te Kıpçakların eline geçti. Gürcülerle aynı dini, Ortodoks Hristiyanlığı paylaşan Kıpçaklar, kendi hesaplarına fethettikleri Kür ve Çoruh boylarına (Ahıska, Ardahan, Artvin ve Ardanuç dolaylarına) yerleştiler (Kırzıoğlu-1953: 377). Bugün Kür ve Çoruh ırmakları boyu ile Çıldır Gölü çevresinde yaşayan halk, Kıpçakların torunlarıdır (Kurat-1992: 84).

    Gürcistan'a bağlı bir beylik iken bölgeye gelen İlhanlıların da yardımıyla 1267 yılında Tiflis'ten kopan Kıpçak Atabekliği Hükûmeti, III. Murat zamanında, 1578 yılında Serdar Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşanın fethiyle Osmanlı Devleti'ne katıldı (Zeyrek-2001). Bugün Ahıska, Ardahan, Artvin ve Erzurum'un kuzey ilçelerindeki kilise kalıntıları, Osmanlı zamanında Müslüman olan bu Ortodoks Kıpçakların hatıralarıdır.

    Azerbaycan'da Kür ırmağı boylarında yaşayan bir efsane, edebî eserlere de konu olmuştur. Azerbaycanlı şair Hüseyin Cavid, Şeyh San'an adlı manzum piyesinde, konusunu halk arasındaki yaygın efsanelerden almıştır. Arabistan'dan bu bölgeye gelerek İslâm dinini yaymağa çalışan din adamlarıyla ilgili bir efsanede, Şeyh San'an'ın Tiflis-Gürcü Padişahının güzel kızı Humar Hanıma karşı duyduğu aşk macerası anlatılır. Bu kız uğruna Hristiyan hayatı yaşayan Şeyh, yedi yıl sonra kızı Müslüman eder. Birlikte kaçmağa karar verirler. Bunları takip eden kralın askerleri yetişince, âşıkların dileğiyle yer yarılır, âşıkları içine alır. Âşıkların girdiği yerden kaynar sular çıkar. Kızına ve yaptıklarına üzülen kral, bu suyun üzerine bir kilise yaptırarak hatıra bırakır (Kırzıoğlu-1953: 379-380).

    Ortodoks Kıpçaklardan kalan hatıralardan biri de Kars ve Erzurum çevresinde anlatılan \"Şeyh San'an ile Kralın Sarı Kızı\" efsanesidir. Bu efsaneyle birlikte bir de türkü, günümüze kadar gelmiştir. Türküye geçmeden önce, Ortodoks Kıpçak Türklerini Müslüman etmek için çalışan İslâm misyonerlerinin macerasını ve sarışın Kıpçak kızlarının hatıralarını yaşatan bir efsanenin iki varyantını özetleyelim:

    Abdulkadir Geylanî'nin arkadaşı olan Şeyh San'an, bir bedduaya uğrayıp yolu Penek'e düşmüş. Şeyh San'an, çobanlık yapıyor, Penek padişahının domuzlarını güdüyormuş. Şeyhin nefsine ağır gelen domuz çobanlığı aynı zamanda eziyetli bir işti.

    Şeyh, bu şekilde çile doldurmakta iken, Penek padişahının biricik evlâdı olan güzeller güzeli Sarı Kız'a da âşık olmuş. Hristiyan kız, şeyhin aşkından habersizmiş. Bu duruma üzülen şeyh, Allah'a yalvararak kızın gönlüne kendi aşkının düşmesini dilemiş. Dileği kabul olmuş. Kız da şeyhe ilgi duymaya başlamış, hatta Müslüman olmuş. Yedi yıllık çilesi dolan şeyh, bir gün Allahuekber dağlarından tef sesi geldiğini duydu. Bu ses, çilesinin bittiğine işaretti. Meğer tefi çalan, Geylanî'nin gönderdiği kırk mücahit müritmiş.

    Şeyh, tef sesinin geldiği dağa doğru koşmuş. Onu gören Sarı Kız da arkasından koşup yetişmiş. Bunu gören saray halkı, durumu padişaha bildirmiş. Ordu, kaçak âşıkların ardına düşmüş. Şeyhle kız, Allahuekber dağındaki kırk müride yaklaşmış. Bu durum, Mısır'da Abdulkadir Geylanî'ye mâlum olmuş. Oradan attığı teber, şeyhe ulaşmış. Şeyh, bu teberle kâfir ordusuyla vuruşmaya başlamış. Penek güzeliyle kırk mürid de cenge girmişler. Kırk mürit şehit düşmüş. Şimdi onların yattığı yere Kırklar, Kırk Şehitler Mezarlığı deniyor. Dağın tepesine yetişen Şeyhle sevgilisi de tam tepede şehit düşmüşler. Bunların yattığı yer şimdi ziyaretgâhtır. Buraya ağzı eğri gidenin düz geldiği, dileklerin kabul olduğu inancı yaygındır (Kırzıoğlu-1949).

    Bu efsanede geçen olayların yaşandığı yer, Gürcü tarih kaynaklarında Bana olarak geçen Penek'tir. Penek, eskiden kalesi olan bir taht şehriydi. Dede Korkut Oğuznamelerinde, \"Ban Hisarı\" denilen yer de burasıdır (Kırzıoğlu-2000:76) Osmanlı zamanında, merkezi Ahıska olan Çıldır Eyaletine bağlı bir sancak olmuştu. Burası günümüzde, Erzurum'un Şenkaya ilçesine bağlı bir köydür.

    Sarı Gelin türküsünün kaynağı olan bu efsanenin diğer bir varyantı, önce mahallî bir gazetede, sonra da bir kitapta yer almıştır. Hüseyin Köycü tarafından derlenen efsane, Şenkaya gazetesinin dokuz sayısında tefrika edilmiş (Köycü-1950-51); bundan birkaç yıl sonra da Ali Rıza Önder'in kitabına girmiştir (Önder-1955: 73-76).

    \"Şeyh Abdülkadir Geylanî'nin müritlerinden Sananî, şeyhine darılarak firar etti. Yolu Erzurum ve Oltu'ya düştü. Burada tanıştığı bir dervişle yola çıktılar. Penek suyu kıyısına geldiklerinde, derviş, genç Sananî'den kendisini karşıya geçirmesini istedi. Sananî, bu teklifi kabul etmeyince, dervişin, \"Benden esirgediğin omuzlarına, domuz yavruları binsin!\" bedduasına uğradı. Misafir oldukları Hristiyan Penek beyinin güzel kızına vurulan Sananî, misafirliği uzattı ve sarayın hizmetçileri arasına katıldı. Kendisi sarayın domuz çobanı olmuştu.

    Şeyhi Geylanî, müridi Sananî'nin bu hâlini öğrendi ve çok üzüldü. Beş yüz müridinden, onu kurtarmalarını, gerekirse sevgilisiyle birlikte getirmelerini istedi. Müritler, Sananî'yi, domuz güderken buldular; şeyhin isteğini Sananî'ye bildirdiler. Sananî, ancak sevgilisiyle birlikte gelebileceğini söyledi. Bir sabah erkenden kızı aldığı gibi, kendilerini bekleyen müritlere doğru yola çıktı. Hep birlikte karlı dağa doğru yürüdüler. Onların yokluğunu anlayan saray görevlileri, çevre köyleri aradılar, bulamadılar. Dağlara yöneldiler. Âşıklar ve müritler, takip edildiklerini anlayınca kaçmaya başladılar ve dağın güneyine sarktılar. Takipçiler yetişince çetin bir savaş oldu. Bugünkü Allahuekber dağları, adını bu müritlerin \"Allahuekber\" sedalarından almıştır. Âşıkların ve müritlerin mezarları da ziyaret yeridir.\"

    Bu iki varyant arasında küçük farklar olsa da, olayın özü ve motifler aynıdır. Günümüze kadar gelen Sarı Gelin türküsünün kaynağı işte bu efsanedir. Sarı Gelin, Penek beyinin kızı, Sinan da San'an veya Sananî'dir. Görülüyor ki burada Ermeni yok!

    Efsaneler, tarih değildir; onlardan bilimsel sonuçlar çıkarılamaz. Bununla birlikte efsaneler, muhayyelesinden çıktığı milletin hangi değer yargılarını benimsediğini gösterir. Onu ortaya koyanların nelere inandığını, ne gibi ahlâk esaslarına değer verdiğini açıklar. Efsaneler, bir milletin manevî nabzının ölçüsü, toplumsal mizacının ifadesidir. Efsanelerde toplumun şuuraltı hazinelerinin anahtarları saklıdır (Uyguner-1956).

    Efsaneler, sebebi ve kaynağı bilinmeyen birçok olayın izahında, halk muhayyelesinin meydana getirdiği hikâyelerdir. Bir folklorcunun dediği gibi, efsaneler hayallerde doğar, gönüllerde beslenir, dudaklarda ve kalemlerde yaşar (Önder-1955: 6). Zamanla yeni unsurlar alır ve büyür.

    Sarı Gelin türküsüne konu olan efsane de, halkın dilinde yaşarken, kim bilir, ne zaman ve hangi yeni olay üzerine türküye dönüşmüştür... Türkünün ve efsanenin merkezinde bulunan kahramanlar aynıdır: Sarı Gelin ve Şeyh San'an/Sinan.

    1918 yılında, bir hey'etle birlikte kuzeydoğu illerimizi gezen tarihçi Ahmet Refik Bey, Sarı Gelin türküsünü, Göle'nin Okçu köyünde tespit etmiştir. Bu seyahat notlarından meydana gelen kitabında şunları yazıyor:

    \"Okçu köylü Ali'nin en güzel söylediği, Diyarbekir'de, Erzincan'da, Erzurum'da Kürdî nağmelerle okunan bildiğimiz bir türkü. Fakat ezgiler burada daha hüzünlü, daha kederli. Türkünün konusu gayet şâirane: Bir Türk delikanlısı köyünde yaşayan bir Hristiyan kızını seviyor. Sabahleyin tarlaya giderken peşinden ayrılmıyor. Akşamları sürüler ağıllarına dönerken sevgilisinin güzelliğini seyrederek ruhunun ateşini dindirmeye çalışıyor. Kalbi ve kafası o derece meşgul oluyor ki, sonunda taptığı haçı, sevdiği salibi/haçı görmek istiyor. Kalbi heyecan içinde çarparak bir pazar sabahı kalkıyor. Güneş yamaçlara altınlar serper, kuşlar tatlı cıvıltılarla ortalığı şenlendirirken kiliseye gidiyor. Bir köşeye çekiliyor. Sevgilisinin taptığı haçı, kilisede yapılan ayini seyrediyor. Türkü şöyle başlıyor:

    Vardım kilsesine baktım haçına
    Mâil oldum bölük bölük saçına
    Kız seni götürem İslâm içine
    Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
    Âh seni vermem dünya malına.

    Şarkının nakaratı o kadar hazin, o derece tesirli ki... Ali, elini şakağına koymuş, gözleri yaş dolu, ruhundan kopan acılarla feryat ediyor:

    Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
    Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
    Seni vermem dünya malına...

    dedikçe güya ağlamak istiyor. Sarı Gelinler orada da mı bedbaht âşıkları bu derece büyülemişler (Altınay- 2001: 71-72)

    Sarı Gelin türküsünün halk ağzında dolaşan ikinci dörtlüğü de şöyledir:

    Vardım kilsesine kandiller yanar
    Kıranta keşişler pervane döner
    Tersa sevmiş deyin el beni kınar
    Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
    Seni saran neyler dünya malın.
    (Seni alan neyler dünya malın)

    Ünlü \"Kars Tarihi\" adlı eserinde, Kıpçaklardan bahsederken, Sarı Gelin türküsüne de değinen Kırzıoğlu, bu türkünün Kars ve bir zamanlar halkı Türklerden meydana gelen Erivan'da söylenen bir başka varyantını da verir:

    İrevan çarşı pazar
    İçinde bir kız gezer
    Elinde divit kalem
    Dertliye derman yazar.

    dörtlüğü ile başlayıp:

    Sarı Gelin, sarı kız
    Ettin ömrüm yarı kız

    nakaratlarıyla ve bar/halay havası olarak da söylendiğini belirtir (Kırzıoğlu-1953: 380-381).

    Kırzıoğlu, türküde:

    Sarı kız, Sarı Gelin
    Dünyanın varı gelin

    nakaratı olduğunu da şifahen belirtmiştir.

    Burada bahsettiğimiz on birli ve yedili heceyle söylenen iki çeşit Sarı Gelin türküsü olduğu anlaşılıyor. Her iki türküde de Sarı Gelin ve Sinan isimleri geçiyor. Bu isimlerin efsanedeki Şeyh San'an ile sevgilisinden geldiği açıktır. Ünlü Türkolog Prof. Dr. Kırzıoğlu, \"Sarı Gelin türküsü ve Şeyh San'an efsanesi, XII. yüzyılda Kafkaslar kuzeyinden gelen Ortodoks Kuman/Kıpçakların hatırasından kalmıştır.\" diyerek türkünün kaynağını kesin şekilde belirtiyor (Kırzıoğlu-1958: 133).

    Ünlü şair ve yazar Ahmet Hamdi Tanpınar, Erzurum halk havalarından bahsederken, \"Erzurum çarşı pazar, diye başlayan bu türkünün canlandırma kudretine daima hayran oldum.\" Demektedir (Tanpınar-1976: 201).

    Sarı Gelin, bir oyun havası olarak, Kars oyunları arasında da geçmektedir (Bugün-1959). Gazimihal'in, \"Yurt Oyunları Kataloğu\" ile Kırzıoğlu'nun, \"Kars İli Halk Oyunlarının Adları\"nda Sarı Gelin'i de görüyoruz (Tan-1977; Kırzıoğlu-1960).

    Azerbaycan'da söylenen Sarı Gelin nakaratlı türkünün ilk kıtası şöyledir:

    Saçın uzun hörmezler
    Gülü gonçe dermezler
    Bu sevda ne sevdadır
    Seni mene vermezler
    Neynim aman Sarı Gelin (Namazeliyev-1993: 62).

    Sarı Gelin türküsünün bir Türk eseri olduğunu böylece ortaya koyduktan sonra, meselenin Ermeni tarafına da bakalım. Şunu hemen belirtmeli ki, türkünün ortaya çıktığı coğrafyada Türk unsuru hakimdir. Ermeniler ise bir azınlıktır. Büyük imparatorluklar kurmuş bir milletin, kendi himayesinde yaşayan bir azınlıktan türkü, hele oyun havası alması uzak bir ihtimaldir.

    İkinci bir husus da türkünün dayandığı mevcut folklor malzemesidir. Bu malzeme olmasaydı, türkünün kaynağı meçhul kalacaktı. O zaman, bir propagandaya malzeme olsa da, türkünün Ermeni mahsulü olup olmadığı tartışılabilirdi. Hâlbuki durum öyle değil. Türküyü ortaya çıkaran kuvvetli halk edebiyatı verimlerine sahibiz.

    Osmanlı Devleti zamanında, Türk'ün sadece kuvveti değil kültürü de üstündü. Bu üstünlük, diğer kavimleri de derinden etkilemiştir. Klasik müziğimizdeki Ermeni besteciler, bunun açık delilidir. Bizim ruhumuzu terennüm eden nağmeleri onlara çaldıran ve söyleten, bizim kültürümüzün zenginliği ve derinliğidir.

    Ermenilerin âşık edebiyatımızdaki yeri üzerinde lâyıkıyla durulmamıştır. Bilhassa XIX. yüzyılda çok güçlü olan âşık edebiyatımızın etkisinde kalan Ermeni âşıklar bulunmaktadır. Buna en canlı örnek, Ahılkelekli Kenziya'dır.

    Posoflu ünlü halk şairi Yusuf Zülâlî, defterlerinden birinde, Kenziya'dan bahsetmektedir. Zülâlî, Kenziya'yla 1892 yılında Batum'da karşılaşmıştır. Bu sazlı sözlü karşılaşma esnasında, Kenziya şöyle demektedir:

    Bir anadan bir babadan gelmişiz
    Biz buna etmişiz iman Zülâlî
    Eğer böyle ise niçin olmuşuz
    Biz size siz bize düşman Zülâlî?

    Kenziya, bir yerde de şöyle demektedir:

    Cami, kiliseyi birleştirelim
    Bu halkı oraya yerleştirelim
    Allah Allah diye dilleştirelim
    Birdir, iki değil Sübhan Zülâlî

    İki âşıkın karşılıklı söyleşmesi, bu dostluk havası içinde devam etmektedir. Bu deyişmenin büyük bir bölümü elimizde bulunmaktadır.

    Zülâlî (1873-1956), eski yazıyla kaleme aldığı hatıralarında, Kenziya'nın çok iyi Türkçe konuştuğunu, saz çaldığını, Âşık Kerem hikâyesini Ermeniceye çevirdiğini ve Bayburtlu Zihnî'nin şiirlerini pek sevdiğini haber vermektedir.

    Ermenilerin, Türk halk hikâyelerini kendi dillerine çevirdiklerini, bunu yaparken İslâmî motifleri değiştirdiklerini biliyoruz. XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında, Ermeni halkı arasında, hayli ilgi gören halk hikâyelerimiz, defalarca basılmıştır.

    Türk halk hikâyelerini Ermeniceye çeviren iki önemli isimden biri halk şairi Civanî (1846-1909), diğeri de Agek Muhtaryan'dır. Bunlar, Âşık Garip, Kerem ile Aslı, Şah İsmail, Ferhat ile Şirin, Asuman ile Zeycan, Köroğlu, Emrah ile Selvi, Leylâ ile Mecnun vb. gibi ünlü halk hikâyelerini, \"tercüme, tebdil ve neşr etmişlerdir.\"

    Civanî'nin çevirdiği, Kerem ile Aslı hikâyesi, 1888 yılında Gümrü'de basılmıştır. Bu eser, sonraki yıllarda birkaç defa daha basılmıştır. Muhtaryan, Civanî'den farklı olarak, yaptığı tercümelerde, bu hikâyelerdeki şiirleri, eserin aslında olduğu gibi muhafaza etmiş ve bu koşmaları her iki dilden vermiştir. Azerbaycanlı İsrafil Abbasov, bunları uzun bir makale çerçevesinde tahlil etmiştir (Abbasov-1977: 54-137). Bu tahlillerden şu sonuç çıkıyor: Ermeniler ne şekilde tercüme ederlerse etsinler, bu hikâyeler, aslî sahibi olan Türk milletine aittir.

    Ermeniler, yüzyıllarca aynı coğrafyada yaşadıkları Türklerin kültüründen derinden etkilenmişlerdir. Papazlar, mahallî örf ve âdetleri Türk etkisinden kurtarmak için çok çaba göstermişlerdir. Bu çabalarında kısmen başarılı olmuşlarsa da, Türk halk musıkisini terennümden vazgeçirtip Ermeni halk şarkıları icad etmek hususunda başarılı olamamışlardır. Bu bilgileri aktaran tarihçi ve musıki araştırmacısı Kösemihal (1900-1960), 1929 yılında basılan kitabında:

    \"Tahkik ettik, (Erzurum Ermenileri) bundan otuz sene evvel yalnız bizim türküleri söyleyip bar oynarlarmış. Yozgat, Bayburt Ermenilerinin yalnız Türkçe türküler kullandıklarının en güzel delili, bu havali Ermenilerinin bundan yetmiş sene kadar evvel Ermeni harfleriyle yazıp E. Litman'ın neşrettiği Türkçe türkü güfteleridir.\" demektedir (Kösemihal-1929: 34-36).

    Sarı Gelin, Kars ve Erzurum çevresinde efsane, türkü ve oyun olarak yaşamakta; halk kültürümüzün birden çok unsurunda yer almış bulunmaktadır.

    Birbirini çok seven iki âşıktan birinin, başka bir kavimden, başka bir dinden olması, halkımız tarafından olumlu karşılanmıştır. Bu hoşgörüyü dile getiren manilerden biri şöyledir:

    Bahçelerde mormeni
    Verem ettin sen beni
    Ya sen İslâm ol ahçik
    Ya ben olam Ermeni

    Kerem ile Aslı Hikâyesi'nin Aslı'sı, bir Ermeni keşişinin kızıdır (Banarlı-1971: 729). Bu Ermeni kızının adı, yüz yıllardan beri Türk kızlarına isim olmaktadır. Bir başka hikâye veya efsane kahramanının Ermeni olması da mümkündür... Sarı Gelin de gerçekten Ermeni olsaydı, öylece kabul edilebilirdi.

    Bütün bu açıklamalardan sonra, Sarı Gelin türküsünün, nerede söylenirse söylensin, hakim toplum olan Türklerden alındığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Bu türkünün hiçbir yerinde Ermeni unsuru yoktur. Ermeniler, bir gün oluyor, el dokumalarımızdaki motiflere, bir gün oluyor ünlü bir mimarımıza sahip çıkıyorlar. Şimdi de Sarı Gelin türkümüzün, kendilerine ait olduğunu söylüyorlar. Bu iddianın da, Anadolu toprakları üzerindeki hayallerinden farkı yoktur.

    Bir politikacı tarafından yazılan romanın, Ermeni bir vatandaşımız tarafından senaryo hâline getirilmesiyle, güzel bir türkümüzün Ermenilere mal edilmesi meselesi, iki yıldan beri tartışılmaktadır. Gazeteciler, türkücüler, şarkıcılar, kahveciler ve dernekçiler konuşuyor.

Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajinizi Degistirme Yetkiniz Yok
  •  

Giriş

Giriş