Ölürsem beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar! (*)
Paris’in çok da güzide olmayan semtlerinden birinde, Radio Soleil - Güneş radyosu (FM 88.6) stüdyolarından içeri ilk adım atışımızdı. Her dilden yayın yapan bu radyonun Türkçeye ayrılmış saatlerinde gönüllü sunuculuk yapacaktık. O gün bir de yenilik vardı. Ilk defa dinleyicilerimiz bizi arayabilecekler biz de onların istedikleri parçaları çalacaktık. Telefon çaldı. Daha “alo” diyemeden “Ölürsem beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar” dedi birisi. Arkadan sanayi tipi dikiş makinelerinin çıkır çıkır sesleri geliyordu. “Bir dakika, beyefendi siz kimsiniz?” Aynı ses tekrar “Ölürsem beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar”. Önümüzde duran yüzlerce Bülent Ersoy, Zeki Müren kasetinin arasından Ömer Danış’ınkini bulduk. Şarkıyı anons ettim ve ses geçirmez camın arkasında duran Cezayirli teknisyen İdris’e başparmağımla “okey” işareti verdim.
Eğer ölürsem buralarda
Eğer benim için ağlayan biri varsa baş ucumda
Eğer ölürsem buralarda Vasiyetimdir beni götürsünler doğduğum topraklara
Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar Baş ucumda biten yediverenleri ah aşıklar koklasınlar…
Şarkı biter bitmez telefon yeniden çaldı. “biz İstanbul restoranından arıyoruz, lütfen beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar adlı parçayı çalar mısınız?” Daha yeni çaldığımızı, vakit kalırsa programın sonunda yeniden koyabileceğimizi söyledim. Telefonun ucundaki ses adeta yalvarıyordu. Profesyonel bir sunucu edasıyla mikrofonu elime aldım “gelen yoğun istek üzerine bir kez daha….” Türkiye’de sadece minibüse bindiğim zaman ya başını ya sonunu duyduğum bu şarkı ilk defa bana çok garip bir etki yapmıştı! Benim gibi “İstanbul çocuğu” olan arkadaşımın yüzüne baktım. O da benim gibi tavana bakarak dolmuş gözlerindeki yaşları geri akıtmaya çalışıyordu. Vatan hasreti ile yanıp tutuşan gurbetçilere mi acıyorduk yoksa kendimize mi?
Ait olduğumuz toprakların insanları, kültürü ve dili bizi paçalarımızdan yakalamış, hep ertelediğimiz soruları burnumuza sokuyordu. Bazen Laz, bazen Kürt, bazen iç Ege şivesiyle, bazen de İstanbul’da bile hiç duymadığımız bir şiveyle gelen bu istekler bizi “gerçek kimliğimizle” karşıya getiriyordu. Vatan nerede başlar? Nerede biter? Bu çilekeş insanlarla bizi birleştiren ve ayıran nedir? Telefonlar ya bir dikiş atölyesinden ya da İstanbul Restoran’dan geliyordu. Tabi Paris’teki Türk lokantalarının en az yarısının adı İstanbul Restoran olduğu için bunun hiç bir önemi yoktu!
O gün program bitene kadar bu şarkıyı belki 40 defa çaldık. Teknisyen İdris’in hayret dolu bakışlarına aldırmadan kızarmış gözlerimizle tekrar tekrar geri sararak bozduğumuz kasetle yayın odasından çıkarken hiç olmadığımız kadar yorgun ve bir o kadar da hafiflemiştik.
Mümkün mü artık dönmek?
Türkiye’ye tatile gelen her gurbetçinin karşılaştığı bir soru vardır : « Dönmeyi düşünüyor musunuz ? Yani kesin dönüş yapmayı?» Gurbetçi kem küm eder, « hayır » dese soranın « evet » dese sorulanın yaşadığı ülkeyi kötülemiş olacağını düşünür.
Evleri Türk bayrakları, ezan okuyan çalar saatler, Türkiye haritalı duvar halılarıyla dolu bu gurbetçiler neden dönmezler? 1999-2001 arasında Türkiye’yi sarsan deprem ve ekonomik krizler silsilesinde bir çok şirket batmış veya küçülmüş, ODTÜ, Boğaziçi gibi fiyakalı üniversitelerden mezun tecrübe sahibi gençler işsizlik yüzünden kapağı yurtdışına atmıştı. O yıllarda bazı köşe yazarları “Türkiye gidemeyenlerin ülkesi oldu” diyordu.
Çok sordum kendime, yoksa gurbet de dönemeyenlerin ülkesi miydi?
Alinti
Her an icimizde dinmeyen bir sizi Vatan hasreti...
Her yaz geldiginde bir bayram buralarda Türkiyeme gelecegim diye...
Ucaktan indikten sonra egilip topragini öpmek istiyorum cok özledim vatanimi...
Gurbet bir Acihayat...